30 Ağustos 2020 Pazar

KEMALİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


KEMALİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ

Kemalizm ve sosyal demokrasi ilişkisi son günlerde Türkiye’de önde gelen tartışmalardan birisi durumuna geldi. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Atatürk’ün partisinin sosyalist enternasyonal adını taşıyan uluslararası organizasyondan atılmak istenmesi nedeniyle bu tartışmanın daha da alevlendiği görülmüştür. Devletin ve cumhuriyet rejiminin kurucusu olan Atatürk’ün partisinin yeterince sosyal demokrat olmaması gibi bir gerekçe ile uluslararası bir yapılanmanın dışında bırakılmak istenmesi her yönü ile üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun yaratmıştır. Geçen yüzyılın başlarından buyana devam edip gelen bir enternasyonal yapılanma içerisinde bir araya gelen sosyalist ve sosyal demokrat partiler, Batı kapitalist sisteminin halk kitlelerini ezmesine ve dünya ülkelerini sömürgeleştirmesine karşı bir araya gelerek güçlerini birleştirme yoluna gitmişler ve daha sonra da örgütlü bir mücadele ile uluslararası kapitalist emperyalizme karşı dünya konjonktüründe yeni dengeler oluşturmaya çalışmışlardı. Atatürk’ün partisi de kurucusundan gelen halkçılık, devrimcilik, devletçilik gibi ilkelerin öncülüğünde dünya halklarının kardeşliği ve dayanışması doğrultusunda böylesine bir uluslararası yapılanmanın içinde yer almıştır. 

Sosyalist enternasyonalin şimdiye kadar yapmış olduğu bütün çalışmalarda en üst düzeyde yer alan Atatürk’ün partisi, bu kuruluşun anti emperyalist çizgide geliştirmiş olduğu yeni yaklaşımlara katkıda bulunmaya çalışmış ve sömürgeci batı emperyalizminin daha fazla haksızlık ve adaletsizlik yaratmaması amacıyla dünya halklarının ve ülkelerinin kardeşliği doğrultusunda  yeni bir tür küreselleşme anlayışını dayanışmacı  bir yaklaşım doğrultusunda evrensel alanda  geçerli  kılabilmek üzere her türlü çabayı göstermiştir. Kuruluşu itibarıyla bir sosyal demokrat parti olmayan Atatürk’ün partisinin, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra, sosyalist ve sosyal demokrat partiler arasındaki evrensel dayanışma düzenine katılmasının nedeni, giderek etkisin artıran batı emperyalizmine karşı Türk halkının çıkarlarını savunmak ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin küresel emperyal güçlerin baskıları altında ezilmesini önlemeyi gerçekleştirmekti. Dünya giderek batılı ülkelerin emperyalist hegemonya girişimleri doğrultusunda daha haksız bir düzene doğru sürüklenirken, evrensel düzeyde hak ve adalet arayışının yeni merkezlerinden birisi olarak ortaya çıkmış olan Sosyalist enternasyonal, Batı emperyalizmine karşı bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vererek kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan siyasal partiye de kucağını açarak, Atatürk’ün partisini de içine almaya kabul etmiştir. Giderek tekelleşen Batı şirketlerinin güdümündeki emperyalizmin dünya halklarını daha fazla ezmemesi için Sosyalist Enternasyonalin önderliğinde yürütülen uluslararası çalışmalara, bu doğrultuda katılan Atatürk’ün partisi, Ulusal Kurtuluş Savaşından gelen antiemperyalist bir bilinç ile Türk halkını böylesine bir evrensel platformda şimdiye kadar başarıyla temsil etmiştir.
Sovyetler Birliği uluslararası bir sistem olarak varlığını sürdürürken, Batı bloğuna karşı sosyalist ülkelerin bir araya gelmesinden oluşan bir doğu bloğu iki kutuplu dünya düzeni çerçevesinde dünya dengelerinde etkin oluyordu. Rusya’nın önderliğindeki bir sosyalist sistem doğu bloğu olarak Batı dünyasının önüne çıkınca, buna karşı batı bloğu sosyalizmi doğu bloğuna bırakmamak üzere bir sosyalist enternasyonal örgütlenmesine gitmiştir. Sovyetler Birliği sosyalist sistemin öncüsü olarak varlığını sürdürürken, Batı ülkelerinde Moskova merkezli komünist ya da Marksist partilerin öne çıkmaması için, demokratik sosyalist ya da sosyal demokrat partiler kurulmuş ve Batılı devletler tarafından Sovyet tipi bir sosyalizme karşı alternatif olarak desteklenmiştir. Rusya’nın önderliğindeki uluslararası sosyalist partiler dayanışması komünist enternasyonal olarak evrensel düzeyde örgütlenince, buna karşı olarak batı bloğunun önderliğinde bir sosyalist örgütlenme, bu kez sosyalist enternasyonal adı altında gündeme getirilmiştir. Komünist enternasyonal daha çok Marksist ve Sovyet tipi bir sosyalizmi savunurken ve evrensel düzeyde bir komünist devrimi savunurken, buna karşılık batı ülkelerindeki sosyalist ya da sosyal demokrat partiler bir araya gelerek sosyalist enternasyonal çatısı altında batı tipi bir demokrasiyi kabul eden ve sosyalist uygulamaları böylesine bir rejimin çatısı altında gerçekleştirmeye çalışan daha yumuşak bir modeli topluca savunmuşlardır. Sovyetler Birliğinin öncülüğündeki uluslararası sosyalist sistem devam ederken, Batı emperyalizmine karşı komünist enternasyonal iki kutuplu dünya dengesinin oluşturulmasında önemli ölçüde etkin çalışmalar yapıyordu. Ne var ki, sosyalist sistemin dağılmasından sonra bu denge değişmiş ve batılı emperyalistler kendi hegemonyalarını bütün dünyada geçerli kılmak için atağa kalktıkları yeni aşamada bütün eski sosyalist ülkeleri batının sömürgesi konumuna getirmek istemişlerdir. Bugün böylesine bir saldırganlık ve çıkmaz içerisinde dünyada yeni bir düzen kurulamamaktadır. 
Sosyalist sistemin dağılması üzerine, komünist enternasyonale denge sağlamak üzere batı bloğu çerçevesinde oluşturulmuş olan sosyalist enternasyonal de sağa kaymıştır. Adı sosyalist olmasına rağmen, Batı emperyalizminin yeni ideolojisi olan neoliberalizm, bütün Batı ülkeleriyle beraber bu ülkelerdeki sol, sosyalist ve sosyal demokrat partileri esir almıştır. Sosyalist görünümlü birçok batı ülkesinin partisi zaman içerisinde liberal politikalara kaymışlar ve bir anlamda batı hegemonyasının neoliberal manifestosunun   emir eri olarak uygulayıcıları konumuna düşmüşlerdir. Batı ülkelerinin Hıristiyan dünyasının bir parçası olması nedeniyle ve uluslararası Yahudi lobilerinin bu ülkelerdeki etkili çalışmaları doğrultusunda yeni duruma uyum gösterilmeye çalışılmış ve Batı ülkelerinin sosyalist partilerinin sesleri, sosyalist enternasyonal aracılığı ile kısılmaya çalışılmıştır. Batı bloğunun üstünlüğü ve bütün dünyada bir batı emperyalizmi hegemonyası çerçevesinde, postsovyet dönemde yeni bir uyum arayışının sosyalist enternasyonel üzerinde etkili olmaya başladığı aşamada Türkiye gibi batının dışında kalan ülkeler açısından yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Hıristiyan kültürünün birleştiriciliği çerçevesinde batının kapitalist ve sosyalist partileri bir araya gelirken, Türkiye gibi Müslüman coğrafyasının içinden çıkan ülkeler zor durumlarda kalmışlardır. Hıristiyanlığın birleştirici unsurundan yoksun kalan Müslüman ve doğulu ülkelerin sosyalist enternasyonel içerisinde temsil edilmeleri her geçen daha da zorlaşmıştır. Böylesine bir aşamada kendiliğinden bir dışlanma sürecini Türkiye gibi ülkeler yaşamışlar ve bu durumda da enternasyonel içerisinde doğulu ve Müslüman ülkeleri temsil eden partiler yeni sorunlarla karşılaşmışlardır.
Atatürk’ün partisinin bir ulusal kurtuluş savaşı içerisinden çıkmış olması, batı emperyalizmine karşı bir var olma savaşı veren ülke ve de ulusun temsilcisi olması nedeniyle, küreselleşme döneminde  en zor durumda kalan ülkelerden birisi  Türkiye  olmuş,  Türkiye’nin temsilcisi olarak yer alan  Atatürk’ün partisi de neoliberal manifestoya teslim olmamak için elinden geldiğince direnmiş  ama  Hıristiyan dünyasının ortak kültürü içerisinde bir araya gelen batının demokratik sosyalist ya da sosyal demokrat partilerinin    kışkırtmaları ile baskı altına alınmıştır. Tam bu aşamada sosyalist enternasyonelden atılmak gibi bir durumun ortaya çıkmasının ana nedeni, uluslararası alanda gündeme gelen yeni durumdur. Atatürk’ün partisinin hiçbir biçimde tutum ya da tavır değişikliğinin söz konusu olmadığı bir aşamada, sosyalist enternasyonalden atılmak gibi bir tehdit ile karşı karşıya kalmasının ana nedeni, Türkiye’deki ulusal savunmaya katkıda bulunmasıdır. Küresel emperyalizmin dünyanın merkezi coğrafyasına gelerek yerleşmek istemesi ve bu doğrultuda bölgedeki ulus devletleri tasfiye ederek çok uluslu ve kültürlü bir bölgesel federasyona yönelmesi noktasında, Atatürk’ün partisi tarihten gelen kimliğinin doğrultusunda hareket ederek antiemperyalist bir tavır almak zorunda kalmaktadır. Sosyalist enternasyonal üyesi olan batılı sosyal demokrat partiler neoliberalizmin manifestosuna teslim oldukları için hiçbir biçimde batılı çok uluslu tekellerin güdümündeki emperyalizme karşı çıkmamaktalar, aksine onların oluşturmaya çalıştıkları küresel imparatorluk düzeni içerisinde kendilerine biçilen rolü kabul ederek yeni dönemin koşullarında pasif bir teslimiyetçi yaklaşımı izlemektedirler. Böylesine bir edilgenliği, batı emperyalizmine karşı bir ulusal kurtuluş savaşının içinden çıkmış olan   Atatürk’ün partisinden beklemek gerçekçi olmayacaktır. Nitekim tam bu aşamada Atatürk’ün partisinin sosyalist enternasyonalden çıkartılmasını gündeme getiren çevrelerin emperyalizmin uzantısı oldukları ve neoliberal küresel imparatorluk projesi doğrultusunda ulusal, üniter ve laik bir cumhuriyet olan Türk devletini teslim almaya çalıştıkları görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'ni bölgesel hegemonya planları ve de projeleri doğrultusunda tasfiye etmek isteyenlerin, ülkesinde bir antiemperyalist direniş göstererek   devleti ve ülkeyi kurtarmak isteyen Atatürk’ün partisini cezalandırmak doğrultusunda sosyalist enternasyonalden atılma konusunu gündeme getirdikleri görülmektedir.

Mustafa Kemal’in çağdaş uygarlığa ulaşma hedefi doğrultusunda batıya ve Avrupa’ya yakın duran Türkiye Cumhuriyeti’nin  son elli yılı Avrupa Birliğine girme mücadelesi ile geçmiştir. Ne var ki, tam üyelik için her türlü özveriyi gösteren, kendisinin varlığından ve devlet modelinden bile vazgeçme aşamasına zorlanan Türk devletinin Avrupa kıtasının dışında bırakılmasıyla yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Batı tipi sosyal demokratların egemen olduğu bir sosyalist enternasyonal sonunda bir batı bloğu yapılanmasıdır. Avrupa Birliğinin dışında bırakılınca Türkiye ise artık bir Batı ülkesi görünümünden çıkmaktadır. Çağdaş anlamıyla sosyal demokrasi ya batı tipi oturmuş rejimlerde ya da sadece Avrupa ülkelerinde görülebilmektedir. Avrupa’nın dışında kalan    ülkelerde gerçek anlamıyla sosyal demokrasi olamaz. Batılı anlamıyla sosyal demokrasinin ortaya çıkabilmesi için belirli bir gelişmişlik ve zenginlik düzeyi esastır. Bu da ancak batının ileri ülkelerinde görülebilmektedir. Batı bloğu hal böyle olmasına rağmen bütün dünyaya hükmedebilmek üzere, üçüncü dünya ülkelerindeki demokratik sosyalist partileri de sosyalist enternasyonalin içine almıştır. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Asya’dan dünyanın diğer bölgelerine uzanan bir yayılma politikası çerçevesinde, batılı sosyal demokrat partiler ile, batının dışında kalan ülkelerdeki demokratik sosyalist partilerin ortak bir çatı beraberliği içinde oldukları görülmektedir. Aslında batı emperyalizmine karşı bağımsızlığı korumak durumunda kalan, üçüncü dünya ülkelerinin demokratik sosyalist partileri de antiemperyalist bir çizgi izlemektedirler. Bu doğrultuda Atatürk’ün partisi ile, batının dışında kalan ülkelerin demokratik sosyalist partilerinin birbirlerine paralel bir tutum içinde oldukları anlaşılmaktadır. Ne var ki, Asya ve Afrika ülkelerinden enternasyonale katılan demokratik sosyalist partilerin antiemperyalist politikaları tartışma konusu yapılmazken, Türkiye’yi bu evrensel çatı altında temsil eden Atatürk’ün partisinin antiemperyalist ve ulusal çıkarlara öncelik veren tutumunun mesele yapılmasını iyi niyetli olmayan bir yaklaşım olarak görmek gerekmektedir. Batılılar gene Hıristiyan olmayan bir ülke olarak Türkiye’ye karşı çifte standartlı bir tutumu kararlı bir biçimde izlemekte ve diğer ülkelerin özel konumlarına göstermiş oldukları hoşgörülü tutumu Türkiye Cumhuriyetinden esirgemektedirler. Böylesine bir haksızlığı hiçbir zaman hak etmeyen Türkiye ve onun temsilcisi olarak Atatürk’ün partisi artık sesini yükselterek, batının dışındaki diğer ülkelerin ve onların temsilcisi olan demokratik sosyalist partilerin desteklerini yanına alarak yeni dengeler oluşturmak zorundadır. Böylesine bir yeni denge oluşturulamazsa, sosyalist enternasyonal üzerinden Türkiye ve Atatürk’ün partisi üzerine yeni emperyal oyunların gündeme getirilmesi muhtemeldir 
         Atatürk’ün partisi, içinden çıkmış olduğu ulusal kurtuluş savaşının temsilcisi olarak, Atatürk ilkelerine dayanan yapısı ile Kemalist bir partidir. Partinin Kemalist kimliği seksen sekiz yıllık Türk devletinin her aşamasında ortaya çıkmış ve kesinlik kazanmıştır. Devlet kuran bir Kemalist parti olarak Atatürk’ün partisi soğuk savaşın son dönemlerinde ortanın solu tartışmalarının içine girmek durumunda kalmıştır. Yeni bir anayasa ile sosyal devlet yapısına kavuşan Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk kez bir Marksist parti seçimler yolu ile parlamentoda temsil edilince, ülkedeki sola açılışa paralel olarak, Atatürk’ün partisi de    belirli bir tartışma sürecinden sonra kendi yerini ortanın solu olarak ilan etmiştir. Atlantik ötesinde yetişmiş olan bir gazetecinin önderliğinde başlatılan yeni ortanın solu hareketi, Türkiye’de parlamentoya girmiş olan Marksist partinin önünü kesmek üzere gündeme getirilmiş ve belirli aşamadan sonra da Atatürk’ün Kemalist partisinin ana görüşü olarak benimsenmiştir. Egemen güçlerin Sovyetler Birliğinin komşusu olan bir ülkede Marksist bir sosyalizm uygulaması istememeleri üzerine, ortanın solu siyaseti zaman içerisinde Kemalizm’in yerini almıştır. Bu hareketin önderi Atatürk’ün partisini Kemalist çizgiden uzaklaştırmak üzere ortanın solu siyasetini kullanmış, belirli desteklerle Marksist sosyalist partiler devre dışı bırakılırken, ortanın solu ile Türkiye’de yeni bir denge oluşturulmaya çalışılmıştır. Ortanın solu sağ çevreler tarafından Moskova yolu olarak ilan edilirken, o dönemde yeni başlayan Avrupa Topluluğu sürecine Türkiye’nin yakınlaşmasını sağlamıştır. Ortanın solu siyaseti Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin sosyal demokrat partileri aracılığı ile kurulan ilişkiler doğrultusunda geliştirilmeye çalışılırken, bu partilerin aracılığı ile de Türkiye’de ilk sosyal demokrasi tartışmaları başlamıştır. Almanya’ya giden aydınların öncülüğünde Avrupa sosyal demokrasisi Türkiye’ye tanıtılırken, Atatürk’ün partisinde başlatılmış olan ortanın solu hareketi de zaman içerisinde bir sosyal demokrasi anlayışına doğru dönüşmeye başlamıştır. Ortanın solu kavramının belirsiz içeriği Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin ilkeleri ve uygulamaları ile doldurulmaya çalışılmış ama Türkiye’nin çok farklı koşulları nedeniyle bu yaklaşımlarda başarı elde edilememiştir. Tam bu noktada Türkiye’de Asya tipi üretim tarzı tartışmaları başlatılmış ve Avrupa’nın dışında kalan bir ülke olarak Türkiye’nin Asyalı özellikleri dolayısıyla, ancak bir demokratik sosyalist yaklaşımın gerçekleşebileceği zaman içerisinde anlaşılmaya başlanmıştır. Ortanın solunun belirsizliği ve geçiciliğinden sonra Atatürk’ün partisinde Kemalizm’den uzaklaşma süreci devam etmiş ve askeri dönemlerin araya girmesinden sonra eskisinden çok farklı bir aşamaya gelinmiştir.
         Kemalizm’den uzaklaşma çizgisinde ortanın solunun liderliğine soyunan Atlantikçi gazetecinin askeri dönemler sonrasında Atatürk’ün partisini terk ederek, Kemalist geleneğin dışında yeni bir yaklaşımı Türk siyasetinde örgütlemeye çalıştığı görülmüştür.  Sovyetler Birliğinin kontrolü altında bir Marksist sosyalizme karşı, Atatürk’ün partisini ortanın solunda ilan eden yeni lider, bu açılımı Avrupa sosyal demokrasisinin desteği ile kurumlaştırmaya çalışmış ama zaman içerisinde   Avrupacı bir sosyal demokrasiye teslim olmak istemediği için ne olduğu belli olmayan demokratik sol diye yeni bir kavramı geliştirmeye çalışmıştır. Marksizm’e ve Avrupa tipi bir sosyal demokrasiye alternatif olarak gündeme getirilen demokratik sol kavramının asıl hedefinin Kemalizm’i ortadan kaldırmak olduğu bir süre sonra anlaşılmış, Kemalist gelenek terk edilirken, Marksist sosyalizme giden yolların önü kapatılırken, Avrupa tipi bir sosyal demokrasiye izin verilmemiştir. Daha sonraki dönemlerde devreye girecek olan Atlantik emperyalizminin merkezi coğrafyaya egemen olma planları doğrultusundaki Büyük Orta Doğu Projesine ve onun siyaseti olan ılımlı İslamcı yaklaşıma geçiş, Kemalist geleneği devre dışı bırakan demokratik sol politika ile sağlanmaya çalışılmıştır. Demokratik sol politikaların Avrupa Birliğine karşı çıkan ve Atlantikçi bir Orta Doğu yapılanmasına yönelen yeni politikaları doğrultusunda, Türkiye’de bir de sosyal demokrasi ve demokratik sol çekişmelerine neden olmuştur. Türkiye’de merkez sol bir sosyal demokrasi-demokratik sol tartışmasına çekilirken iki ayrı partili yapı gündeme gelmiş, Atlantikçi gazetecinin Büyük Orta Doğu’ya yönelen demokratik solculuğu, Atatürk’ün partisinin hem Kemalist yapısına hem de Avrupa Birlikçi sosyal demokrasi yaklaşımlarına karşı çıkmıştır. Türk solu böylesine bir kargaşaya emperyal güçlerin yönlendirmeleri ile sürüklenirken, atı alan Üsküdar’ı geçmiş ve Türkiye sürekli bir merkez sağ yönetimin elinde küresel emperyalizmin yarı sömürgesi durumuna düşürülmüştür. Sol politikalar emperyalizme karşı ulusal egemenliği güçlendirecek ve sosyal devlet uygulamalarını artırarak kapitalist emperyalizmin haksızlıklarını giderecek yerde, iç kavga ve çekişmelerle halk nezdinde itibarını yitirerek, Atatürk’ün cumhuriyetini sürekli bir sağ yönetime mahkum etmiştir. Sosyal demokrasi ve demokratik sol ayrılığını bir türlü gideremeyen Türk solu son dönemlerde sürekli olarak seçim yenilgilerine sürüklenmiştir. Ortanın solu Kemalizm’den uzaklaşmayla beraber Türk solunu daha sonraki dönemlerde sosyal demokrasi ve demokratik sol çekişmesi gibi tartışmalara düşürerek ülkeye zarar vermiştir.

        Çağdaş anlamda bir sosyal demokrasinin ancak Avrupa kıtası içinde mümkün olabileceği ve kesinlikle Avrupa’nın dışında kalan ülkelerde ciddi bir sosyal demokrasi uygulaması olamayacağı artık iyice belli olmuştur. Batı dünyasının patronu durumunda olan Amerika Birleşik Devletleri’nde bile bir sosyal demokrat partinin bulunmaması, Amerikan hegemonyası ardında koşan emperyalistlerin hiçbir biçimde eski Avrupalı sömürgeciler gibi sömürgelerden kazandıklarını ve artı değeri çalışan kitleler ve işçi sınıfı ile paylaşmaya razı olmaması nedeniyle Amerika’da bile sosyal demokrasi uygulamaları söz konusu olmamaktadır. Amerikanın sosyal demokrasi hiç takmayan tutumuna rağmen Avrupalı ülkeler sosyal demokrasiyi çok ciddiye almaktalar ve geçmişten gelen sosyal devlet yapılanmalarını korurken sosyal demokrat partilere ve uygulamalara öncelik vermektedirler. Amerika merkezli neoliberalizmin bugün Avrupa ülkeleri tarafından kabul edilmemesi ve sosyal devlet uygulamalarında Avrupa Birliğinin ısrar etmesi nedeniyle, Avrupa tipi sosyal demokrasiler günümüzde ciddi bir alternatif olarak varlığını sürdürmektedirler. Bu tür uygulamaları gündeme getiren Avrupa’nın sosyal demokrat partileri de Avrupa kıtasının kendine özgü koşullarında çalışmalar yaparak başarılı olabilmektedirler. Çağdaş anlamıyla sosyal demokrasinin beşiği olan Avrupa’nın bir kıtasal birliğe yöneldiği aşamada geçmişten gelen sosyal devlet yapısını koruması ve sosyal demokrat uygulamalarla yoluna devam etmek istemesi bir anlamda Amerikan hegemonyasına meydan okumak anlamına gelmektedir. Küresel emperyalizm ile bir dünya imparatorluğu oluşturmak isteyen ABD’nin bu durumu önlemek üzere Avrupa Birliği’nin içine de neoliberal politikaları Hollanda ve İngiltere gibi ülkeler aracılığı ile empoze etmeye çalıştığı, ama Almanya ve Fransa gibi geçmişten gelen ciddi sosyal devlet yapıları olan büyük Avrupa ülkelerinin bu duruma karşı çıktıkları görülmektedir. Avrupa kıtası sosyal demokrat yapıda bir kıtasal birliğe yönelirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin böylesine bir büyük birlik içerisinde tam üye olarak yer alamaması ciddi sorunlar yaratmaktadır. Türkiye yarım yüzyıl büyük bir çaba sarf etmesine rağmen böylesine bir birliğin dışında kaldığı aşamada, sosyal demokratların haksız eleştirileri ile karşı karşıya kalmaktadır.
         Avrupa Birliğine tam üye olamayan Türkiye Cumhuriyeti yeniden eski Asyalı konumuna dönmektedir. Çağdaş sosyal demokrasi anlayışı ve uygulamaları sadece Avrupa kıtası içinde mümkün olduğu içindir ki, bu kıtasal birliğin dışında kalan Türkiye Cumhuriyeti açısından sosyal demokrasi önemini yitirmekte ve yeniden Kemalizm öne geçmektedir. Avrupa Birliği organlarından çıkan kararlarda sürekli olarak Kemalizm eleştiri konusu olurken, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluş savaşından gelen ulusal, üniter ve merkezi devlet yapısının değiştirilmek istendiği, yeni bir Yugoslavya tipi dağılma modelinin Türkiye üzerinde uygulanmak istendiği artık iyice kesinlik kazanmıştır. Avrupa kıtasının ortasında yer alan bir büyük devlet olan Yugoslavya dağıtılarak küçük eyaletler halinde Avrupa Birliğine alınırken benzeri bir uygulama, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal, üniter ve merkezi yapısı üzerinde   denenmek istenmiştir. Türkiye’yi olduğu gibi kabul etmeyen, kendi hazım kapasitesi doğrultusunda parçalayarak yutmak isteyen bir Avrupa Birliği, Türkiye için bir medeniyet projesi olmaktan çok yeni bir emperyal projeye dönüşmüştür. Hiçbir Avrupa ülkesi sosyal demokrasi için bölünmeyi göze almamıştır. Türkiye’de parçalanarak bir sosyal demokrat dünya içerisinde yer almak istememektedir. Türkiye’yi ayrı bir devlet, bağımsız bir siyasal yapılanma olarak ortaya çıkaran Kemalizm, ülkenin ve devletin birliğinin ve bütünlüğünün güvencesidir. Bu nedenle, bir sosyal demokrat yapılanma olan Avrupa Birliği içerisine girmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti Kemalizm’in yanı sıra sosyal demokrat bir yapılanma ile daha da güçlenmek ve tamamlanmak arayışı içine girmişken, emperyalist baskılarla karşı karşıya kalınca duraklamak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin batı ile olan bu macerasını batılı ülkelerin anlaması pek de mümkün görünmemektedir. Kendi sosyal demokrat dünyaları içerisinde sosyal devlet güvencesinden yararlanan Avrupa’nın partileri ve devletleri Türkiye’nin bulunduğu alandaki fırtınalar coğrafyasından habersiz görünmekte ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sanki bir güvenlik sorunu yokmuş gibi hareket etmektedirler. Böylesine hayalci bir sosyal demokrat yaklaşım, Türkiye’nin kendi Asyalı koşullarının bilincine varan Kemalist anlayış ile tamamen ters düşmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’ni Kemalist devlet modeli ile içlerine almayan Avrupa’nın emperyal devletleri, yeniden Asya kıtasının savaş koşullarına sürüklenen Türkiye’yi anlamamakta ısrar etmektedirler. Avrupa Birliğinin dışında bırakılan Türkiye yeniden yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi bir çekişme alanı durumuna düşürülmüştür. Avrupalı güçler içlerine almadıkları Türkiye’yi istedikleri biçime dönüştürmeye çalışırlarken, küresel imparatorluk ardında koşan Amerika Birleşik Devletleri de Türk devletini İslam coğrafyası ve Avrasya bölgesinde bir üs ya da taşeron ülke olarak kullanabilmenin arayışı içindedir. Avrupa dışında kalan Türkiye savaş ve çekişme alanına doğru itilirken, sosyal demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan barıştan ortamından giderek uzaklaşmaktadır.
         Sosyal demokrasinin çağdaş anlamıyla gerçekleşebilmesi için en alt düzeyde koşulların gerçekleşmesi gerekmektedir. İlk koşul, gelişmişlik düzeyidir. Belirli bir gelişmişlik düzeyine gelmemiş olan ülkelerde sosyal demokrasi olamaz. Ancak gelişmiş ve zengin ülkelerde devlet sahip olduğu zenginliği sosyal devlet uygulamalarıyla orta ve alt sınıflara dağıtabilirse o ülkede ciddi anlamda bir sosyal demokrasiden söze dilebilir. Bunun içinde devletin barış koşulları içinde bulunması kesinlikli hiçbir biçimde savaşa girmemesi gerekmektedir. Dünya tarihinin gösterdiği gibi savaş koşullarında sosyal demokrasi olamaz ancak askeri diktatörlük gündeme gelebilir. Türkiye Cumhuriyeti de Avrupa kıtasından dışlanırken, Orta Doğu’da İsrail’in, Avrasya’da Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş maceralarına alet edilmek istenmektedir. Bu nedenle, giderek büyüyen bir savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türkiye’de artık sosyal demokrasiden değil ama yeniden Kemalizm’den söz etmek mümkün olabilmektedir. Türk devleti kendisini var eden ulusal kurtuluş savaşının içinden çıkmış olan Atatürk ilkelerinin ve bunların bir bütün halinde oluşturduğu Kemalizm’in eseri olduğunu hatırlamak zorundadır, aksi durumda batılı sosyal demokrasi hayalleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yerlere gidemeyeceği anlaşılmaktadır. Devleti yönetenler devlet aklını, Atatürk’ün partisini yönetenler ise parti aklı ile beraber Atatürk’ün aklını uygulamakla yükümlüdürler. Bütün dünyanın ciddi bir değişime dışarıdan zorlandığı bu aşamada, değişim adına yok olmayı ya da başkalaşmayı kabul etmek hatasını Türkiye Cumhuriyeti göstermemelidir. Türkiye bir yandan savaşa sürüklenirken, ekonomisi de tümüyle batı kapitalist sistemi tarafından esir alınarak orta tabakalar çöküşe mahkum edilmiştir. Orta tabakaların çöktüğü çalışanların asgari ücrete mahkum edildiği, devletin ekonomik kaynaklarının çok uluslu şirketlere peşkeş çekildiği bir aşamada, sosyal demokrasinin esası olan bir sosyal devlet yapılanmasından söz edebilmek mümkün olamamaktadır. Bir avuç insan dolar milyarderi olurken, milyonlarca insan işsizliğe ve açlığa mahkum edilmektedir. Böylesine bir ortamda ne sosyal devletten ne de sosyal demokrasiden söz edebilmek mümkün değildir. Savaş koşullarında yoksul halk kitlelerinden oluşan bir toplum yapısı içinde Türkiye devlet ve millet olarak kendisine kurtarabilmek üzere yeniden Kemalist politikalara dönmek zorundadır. Atatürk’ün partisi de bu durumu yerinde gördüğü içindir ki, batı tipi sosyal demokrasi ya da liberal anlayışa dayanan demokrat görünümlü politikalar yerine ülkeyi ve halkı kurtaracak ulusal politikalara öncelik vermekte, çöken orta tabakaların kurtuluşu için yeniden bir ulusal ekonomik yapılanmayı gündeme getirmektedir. Ekonomiye devletin alma görünümü altında bütünüyle çok uluslu tekellere devretmek Türkiye’yi bir yarı sömürge ülke konumuna getirmiştir. Atatürk ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir ekonomik kurtuluş savaşına yönelerek ülkede devlet merkezli bir ulusal ekonomik düzen kurmuştu. Türkler bu sayede çağdaş uygarlık düzeyine kısa zamanda geçme şansını elde etmişlerdir. Şimdi ise bunun tamamen tersi yapılmakta, Türkiye yeniden sömürgeleştirirken Türk halkı açlığa mahkum edilmekte ve savaş zorlamalarıyla da karanlık bir geleceğe doğru sürüklenmektedir. Türkiye’nin bu çıkmazını barış içindeki gelişmiş Avrupa ülkeleri anlayamamaktadır. Bir sömürge ülkede sosyal demokrasi olamayacağı gibi Sosyal devletin tasfiyesi aşamasında yoksul kitlelere sosyal demokrasi ile değil ama Kemalist devlet politikaları ile hizmet etmek mümkündür. Türk halkının sosyal demokrasi umutlarını yok eden emperyal güçler, şimdi de Türklerin yeniden Kemalizm’e dönerek toparlanmasını ve yeniden dünya sahnesini çıkışını engellemek için her yolu denemektedirler. Atatürk’ün partisinin sosyalist enternasyonelden atılmak istenmesinin ana nedeni bu durumdur. Sosyalist enternasyoneli yöneten kesimler, siyasal empati yöntemi ile kendilerini Türklerin yerine koyarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu iyice anlamalılar ve ondan sonra, Atatürk’ün partisi ile ilgili bir karar vermelidirler.

         Atatürk’ün partisi, küçük Asya üzerinde bir Türk devleti kurulurken, Kemalist bir siyasal örgüt olarak ortaya çıkmış, uzun süren batı hayalleri sürecinde sosyal demokrasi tartışmaları ile oyalandıktan sonra içinde bulunduğu koşulların gerçek jeopolitiği ile karşı karşıya kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Avrupa’nın dışında bir Asya ülkesi olarak Orta Doğu coğrafyasında Kemalizm sayesinde çağdaş bir ulus devlet olarak kurulabilmiştir. Avrupa’nın dışında bırakıldığı bu noktada Türkiye yeniden eski Asyalı koşullarına geri dönmüştür. Yeniden Asya konjonktürüne Türkiye dönerken, Avrupa tipi bir sosyal demokrasiyi Türkiye’de beklemek mümkün değildir. Bundan sonra Türkiye’de sol ancak Kemalist bir anlayış ile mümkün olabilecektir çünkü Türk devletini var eden bu düşüncenin savunulmasıyla, çağdaş ve laik bir ulus devletin İslam ve Asya coğrafyasında yoluna devam edebilmesi mümkün olabilecektir. Ne olduğu belli olmayan aksine, Atlantik emperyalizminin hegemonyasının önünü açarak Türkiye’yi Kemalist çizgiden uzaklaştıran demokratik sol politikalar da bu aşamada ciddi bir alternatif olmaktan çıkmaktadır. Bugünün Asya ve Afrika ülkelerinde sol partiler olarak batı tipi sosyal demokrat yapılanmalar değil ama, halk kitleleri ile çalışan sınıfların ciddi olarak temsil edildiği sosyalist partiler çalışmalarını sürdürmektedirler. Atatürk’ün partisi sahip olduğu Kemalist ideoloji doğrultusunda, Asya ve Orta Doğu koşullarını yerinde değerlendirebilmeli ve Asya’nın sosyalist partilerine benzer bir biçimde halk kitleleri ile kucaklaşarak demokratik yoldan iktidara gelebilmelidir. Ancak bu yoldan Türkiye’nin sömürgeleşmesi ve çöküşü önlenebilecektir. Asyalı sosyalist partilerin radikal programları doğrultusunda devletleştirme, kamulaştırma gibi uygulamalarla, çok uluslu tekellerin emperyalist baskılarına karşı direnecek ulusal ekonomik yapılanmalar yaratılmalıdır. Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşı sonrasında emperyalizmi kovmak üzere gerçekleştirmiş olduğu uluslaştırma programlarının Atatürk’ün partisi aracılığı ile yeniden gündeme getirilmesi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığını koruyabilmesi açısından yaşamsal önem taşımaktadır. Kemalizm bu yoldan Türk devletini yoktan var edebilmiştir.
         Sosyalist enternasyonal giderek batılı emperyalist devletlerin ve çok uluslu tekellerin dümen suyunda bir liberal sosyal demokrasiye kayma süreci içerisindedir. Bağımsız hareket edebilme yeteneğini yitirmiş olan sosyalist enternasyonalin batı emperyalizminin tamamlayıcısı konumundaki çıkışlarını dikkatle izlemek ve sosyalizm adına emperyalizme alet olan tutumlarını kamuoyuna sergilemek gerekmektedir. Türkiye’nin önünde yeni dönemde artık sosyal demokrasi değil ama Kemalizm bulunmaktadır. Bu gerçekliğin hem Türkler hem de dış dünya tarafından bilinmesinde yarar bulunmaktadır. Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı tipi sosyal demokrasi aldatmacalarıyla oyalanma dönemi artık sona ermektedir. Dünya haritası üzerinde ortaya çıkan yeni durumun dikkatle izlenmesiyle, Türkiye’nin Kemalist yapısı daha iyi anlaşılabilecektir. Dünyanın merkezi coğrafyasında bir merkez devlet olarak Türkiye’nin yeni konumu ele alındığı zaman daha gerçekçi bir yaklaşım ile Kemalist Türkiye aracılığı ile bu bölgede barışın, düzenin ve istikrarın kurucusu ve koruyucusu Türkiye Cumhuriyeti’nin olacağı anlaşılacaktır. Kemalizm ve sosyal demokrasi birbirlerini benzer düşünce sistemleri olmalarına rağmen ayrı coğrafyaların ürünleridir. Avrupa’nın dışında bırakılan Türkiye yeni dönemde artık sosyal demokrasi alanında değil ama İslam coğrafyasında ve Avrasya bölgesindeki karanlıklar alanının içerisinde yeniden bir Kemalist var olma mücadelesi verecektir. Bu alanda, Türk devletinin varolabilmesi ve yoluna devam ederek bölgenin yeniden yapılanmasında merkez ülke olarak öne geçebilmesi ancak Kemalist devlet modelinin korunmasıyla mümkün olabilecektir. Sosyal demokrasi biterken Kemalizm yeniden devreye girmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


25 Ağustos 2020 Salı

ATATÜRK VE ECEVİT - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


ATATÜRK VE ECEVİT
                                                                                                
 (Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Ocak 2007, Sayı: 100)

Atatürk gibi büyük bir kurtarıcı ve devlet adamı ile beraber bir siyasal lider olarak Ecevit'i bir araya getirmek ve karşılaştırmalı bir değerlendirme yapmak belki zorlama bir yaklaşım gibi görülebilir; ama ikisinin de aynı partinin genel başkanlık koltuğuna oturduğu ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran siyasal partinin başkanları olarak en azından bir siyasal örgüt çerçevesinde aralarında tarihsel ve siyasi bağ bulunduğu dikkate alınırsa, o zaman Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze kadar geçen süreçte belirli bir siyasal çizgi açısından karşılaştırma yapılması seksen beş yıllık devlet yaşamı açısından zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün kurmuş olduğu siyasal partinin üçüncü genel başkanı Ecevit olmuştur. İkisinin arasında Kurtuluş Savaşı'nın ikinci adamı olan İsmet İnönü yer almıştır. İnönü, Atatürk'ün eserini yaşatmak ve geleceğe dönük kurumlaştırmak için tam yarım yüzyıl uğraşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun yolunda ilerlemesi ve O'nun ilkeleri doğrultusunda çağdaş uygarlığın bir üyesi olması konusunda İsmet İnönü ikinci adam olarak, Atatürk sonrası dönemde önemli bir mücadele vermiştir.

Devletimizin kurucusu olan siyasal parti, ulusal kurtuluş savaşı sırasında kurulmuş olan Kuvayı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk kuruluşlarının bir araya gelmelerinden sonra tarih sahnesine çıkmıştır. Ulusal kurtuluş savaşını yürüten halk iradesinin daha sonra bir bütünsellik içinde örgütlenmesiyle, devletimizin kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası adı altında tarih sahnesine çıkmıştır. Halkın gücünü bir Cumhuriyet devleti kurmak üzere yönlendiren bu partinin ilk genel başkanı kurucu önder olarak Mustafa Kemal olmuş, daha sonra da İsmet İnönü ikinci adam olarak Atatürk sonrasında hem genel başkan hem de ulusal önder olarak devlet başkanı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye'yi kurtaran bir siyasal önder olan İsmet İnönü yirminci yüzyılın ikinci yarısında demokrasiye geçişi örgütlemiş ve bu aşamadan sonra Atatürk'ün partisinde Bülent Ecevit adında bir genç, milletvekili olarak meclise girmiştir.
Robert Kolej mezunu olarak basın yayın genel müdürlüğüne giren Ecevit, daha sonra bir üniversite tahsili yapamamıştır. Kayıtlı olduğu fakülteyi bitiremeyen Ecevit sahip olduğu kolej İngilizcesinin yardımı ile İngiltere'nin başkenti Londra'ya basın ataşesi olarak gönderilmiştir. Böylece, İstanbul doğumlu Bülent Ecevit Atlantik okyanusunun kıyılarına adım atmıştır. Londra'da birkaç sene kaldıktan sonra Türkiye'ye dönmüş ve bu arada bir yaz döneminde birkaç aylığına ABD'ye davet edilerek, Henry Kissenger'ın öncülüğündeki kurslardan geçerek siyasal bir eğitim almıştır.
1957 seçimleri öncesinde ABD'den dönen Ecevit, İsmet İnönü'nün damadı olan Amerika'ya yakın bir gazeteci olan Metin Toker'in yerine Ankara'dan milletvekili adayı gösterilerek meclise girmiştir. Üniversite tahsili olmayan birisinin tepeden inme paraşütle politikaya girmesi, Türkiye'de pek de görülmeyen bir olay olmasına rağmen, Metin Toker gibi Amerika'ya yakın bir gazetecinin organizasyonunda gerçekleşmesi, sonraki gelişmeler dikkate alındığında pek de tesadüfe benzememektedir.
İsmet İnönü gibi bir muhalefet liderinin damatlığına Celal Bayar’ın refakat muhabirliğinden gelen Metin Toker, daha sonraki dönemlerde bir kontenjan senatörü olarak meclise girme şansını elde edebilmiştir; ama Ecevit kendisini meclise sokan arkadaşını hiçbir zaman yanına almamıştır. Genel başkan olarak partisinin listelerini düzenlerken Metin Toker'i dışlaması, Ecevit'in karakteri ve siyasal üslubu açısından son derece ilginç bir örnektir. Siyasal basamakları arkadaşlarının ve yakınlarının omuzlarına basarak tırmanan Ecevit hiçbir zaman dönüp arkasına bakmamış ve kendisini o noktaya getiren yakınlarını her zaman ihmal ederek, yalnız adamlık misyonunu tercih etmiştir.
Soğuk Savaş döneminin ikinci yarısında, Türkiye demokrasiye geçerken ciddi bir Atlantik çıkartması ile karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile beraber ilk olarak bölgeye gelen Atlantik gücü İngiltere olmuştur. Onu Fransa izlemiş ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı coğrafyasının haritasını bu iki büyük Atlantik emperyalisti çizmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte ABD 1946'da bölgeye gelmiş ve diğer Atlantik güçlerinin desteği ile Orta Doğu'da iki bin yıl sonra yeniden bir Yahudi devletinin kurulmasını sağlamıştır. Daha savaş yıllarında Türkiye'de etki kurmak isteyen ABD, İngiltere ile iş birliği yapmış ve bu durumdan yararlanan Siyonistler de savaşın hemen sonrasında İsrail'i kurmuşlardır. ABD bölgeye geldikten sonra Türkiye'yi merkez üs olarak seçmiş, dünyanın merkezi ülkesini ele geçirmek üzere hazırlık ve girişimlerini Türkiye üstünden yürütmüştür.
1950'li yıllarda Türkiye'nin NATO'ya girmesiyle beraber Atlantik emperyalizmi gücünü artırmış ve bu doğrultuda genç kadrolar ABD'ye davet edilerek yetiştirilmiş, Türkiye'de bir yerlere getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda Türkiye'nin yönetiminde etkili olan iki siyasi liderden birisi Rockefeller, diğeri Eisonhower bursu ile yetiştirilmiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye adeta Atlantik emperyalizminin Eisonhower ve Rockefeller kıskacına sürüklenmiştir. Merkez sağın önderi Eisonhower, merkez solun lideri Rockefeller bursu ile yetiştirilip Türkiye'ye gönderildikten sonra Atatürk'ün Cumhuriyeti Atlantik merkezli bir siyasal yönetime kaydırılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bu durum Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bağımsız kıldığı Türkiye Cumhuriyeti'ni yeniden Osmanlının son dönemindeki gibi yarı sömürge durumuna düşürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik emperyalizminin kıskacına düşen Türkiye hem bağımsızlığını yitirmiş hem de Atlantik güçlerinin dünyanın merkezini ele geçirme girişimlerinde kullanılmıştır. On bin km öteden ABD bu merkezi bölgeye gelerek yerleşirken Türkiye'deki NATO üslerini kullanmıştır. ABD için bölgeye giriş kapısı olarak kullanılan Türkiye aynı zamanda İsrail için de bir şemsiye olmuştur. Küçücük İsrail Orta Doğu'da Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı ayakta kalırken Türkiye'yi lobileri aracılığıyla kullanmış, bir Müslüman ülke olan Türkiye Cumhuriyeti'nin komşuları ile düşmanlığa sürüklenmesine neden olmuştur. Türkiye'nin ulusal çıkarlarına açıkça aykırı düşen bu durum İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik emperyalizmi ve siyonizmin etkisi altında kalan Türk hükümetlerinin basiretsizliği yüzünden ortaya çıkmıştır. Eisonhower ve Rockefeller kıskacı bu aşamada Türkiye'nin yarı sömürgeleşmesine giden yolu açmıştır.
Atlantik emperyalizmi, Siyonizm ile iş birliği yaparak, dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirirken Türkiye'nin Avrupa'dan uzak kalmasını sağlamıştır. Eisonhower ve Rockefeller çizgisindeki yönetimler Türkiye'yi Atlantik emperyalizminin etkisi altına sürüklenirken, Atatürk'ün çağdaş uygarlığa yönlendirdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni Avrupa'dan uzak tutmuşlardır. Elli yıllık çabaya rağmen bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin AB'nin dışında kalmasında diğer başbakan ve hükümetlerle beraber Ecevit'in de sorumluluğu bulunmaktadır.
Ecevit Avrupa'yı zaman zaman ırkçılıkla suçlarken Siyonistlerle aynı paralele düşmüş, bu çağdaş uygarlığın beşiği olan kıta ile ilişkilerini İskandinav ülkeleri üzerinden yürütmeyi tercih etmiştir. İsrail'in Ortadoğu barışı için çalışmalarını Oslo gibi kuzey ülkelerinin başkentinden yürüttüğü gibi Bülent Ecevit de Norveç ve İsveç gibi kuzey ülkeleriyle yakınlaşarak, Avrupa'nın merkezi ülkeleri olan Almanya ve Fransa'ya mesafeli durmuştur. AB'yi hiçbir zaman ciddiye almamış, Avrupa'nın geçmişten gelen sorunlarını zaman zaman öne çıkararak Türkiye'nin Avrupa'dan uzak kalmasına çaba göstermiştir.

Atatürk, Osmanlı imparatorluğunun sona ermesi Anadolu'yu işgale kalkışan Atlantik emperyalistleriyle savaşarak, Türkiye'yi bağımsız bir ülke konumuna getirmiştir. Ne var ki, ikinci dünya savaşı sonrasında bu kez ABD öncülüğünde bölgeye gelen Atlantik emperyalizmi savaşarak değil ama kendine bağlı kadrolarla Türkiye'yi içerden ele geçirmiştir. Bülent Ecevit’in tarih sahnesine çıkması ve görev yaptığı dönem Atlantik emperyalizminin Atatürk Cumhuriyetini kıskaca aldığı aşamadır. Soğuk savaşın bütün baskısı sürerken, Sovyet tehdidi Türkiye üzerinde giderek etkisini artırırken o dönemin politikacıları ABD'ye yakın durmayı bir çıkış noktası olarak görmüşler ve bu yüzden Türkiye bir yarı bağımlı ülke haline gelmiştir.
Atatürk bağımsızlık sürecinin önderi olarak tarih sahnesine çıkarken Ecevit bağımlılık döneminin siyasal liderlerinden birisi olarak siyaset sahnesinde etkinliğini göstermiştir. İki liderin ortaya çıktığı dönemler farklı olduğu için politikaları da birbirinden farklı olmuştur. Atatürk'ün partisinin genel başkanı olmak, Ecevit'in Atatürk çizgisinde politika yapmasını sağlayamamıştır. Siyasete paraşütle inen Ecevit, Atatürk'ün partisinin üçüncü genel başkanı olmasına rağmen, Atatürk'ten çok ayrı çizgide bir politikanın hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olmuştur. İsmet İnönü'nün yanında yetiştikten sonra eline geçen ilk fırsatta İnönü'yü devre dışı bırakmış, hızla kendine bağlı kadrolar kurarak partinin geleneksel çizgisini izleyen eski kadrolarını tasfiye etmiştir.
27 Mayıs askeri dönemi sonrasında demokrasinin savunucusu olarak bu döneme karşı çıkan Ecevit koalisyon hükümetlerinde Çalışma Bakanı yapılarak ülkedeki işçi ve çalışan kitleler potansiyelinin onun inisiyatifine geçebilmesi için elverişli bir ortam hazırlanmıştır. Onun Çalışma Bakanlığı sırasında iş ve sendika yasalarının gene tepeden inme ve hiçbir mücadele verilmeden çıkartılması da Ecevit'e çalışan kesimlerin önderliği konumunu kazandırmıştır. Bu durumdan fazlasıyla yararlanan Ecevit Zonguldak gibi bir işçi merkezinin milletvekili olarak toplumsal potansiyeli ile beraber Türkiye solunun önderliği konumunu yakalamıştır. İnönü'yü tasfiye ettikten sonra daha önce başlatmış olduğu ortanın solu politikasını batı tipi bir sosyal demokrasiye dönüştürmüş ama Avrupa'nın merkez ülkelerinden uzak kalabilmek için İskandinav sosyalizmini örnek alarak hareket etmiştir. Sık sık İskandinav ülkelerine gidip gelen Ecevit SSCB'ye karşı ortanın solu politikalarını sosyal demokrat çizgide tutmaya özen göstermiştir. Ne var ki, Türkiye’yi Avrupa'dan uzak tutmayı hedeflediği için hiçbir zaman Avrupa solu anlamında bir sosyal demokrasiyi benimsememiştir. Sosyalist enternasyonali bu aşamada bir denge unsuru olarak kullanmış, Sovyet sistemi dışında kalan dünya ülkelerindeki sol partilerle yakınlaşarak Avrupa ve Sovyet sistemlerinin dışında kalmaya özen göstermiştir. Sovyet tipi bir sosyalizmin, Türkiye'de gelişmesini önleyebilmek amacıyla halk tabanındaki sola kayışı ortanın solu çizgisinde tutmaya çaba göstermiş ama bu tür çalışmalarında er zaman için Avrupa'nın dışında hareket etmiştir. Brand ve Kreisky gibi liderlerle olan kişisel dostluklarını bu alandaki hareket serbestîsini koruyabilmek için başarıyla kullanmıştır. Siyasal uzaklığını kişisel yakınlıklarla dengeleyerek yoluna devam eden Ecevit her zaman için Atlantik inisiyatifini izlediği çizgiye dikkat ederek hareket etmiştir.
Önceleri 27 Mayıs hareketini çağdaş bir atılım olarak destekleyen Ecevit daha sonra demokrat kesilerek bu harekete karşı çıkmıştır. Onun 27 Mayıs sonrasında Ulus gazetesinde yazdıkları bu çelişkili tutumun açık kanıtları olarak ortadadır. Daha sonraki askeri dönemlerde de karşıt tutumunu sürdürerek demokrat görünümü ile halk kitlelerinin desteğini almasını bilmiştir. Gazeteci kimliği ile dünya basınını yakından izlediği için dünya konjonktürünün Türkiye'ye yansımasını iyi hesap ederek her zaman için suyun üstünde duran bir tutum izleyebilmiştir. 9 Mart girişimine karşılık 12 Mart muhtırası verilince bunu kendisine karşı bir hareket ilân ederek bu bölgedeki İsrail ve İngiltere çekişmesini görmezden gelmiştir. Almanya ve Fransa karşıtı tutumunu pekiştirirken, soğuk savaş döneminin dengelerinden yararlanmasını bilmiştir. Atlantik inisiyatifinin desteğindeki askeri rejimlere karşılık tam olarak tavır almamış ama halk kitlelerini arkasında tutabilmek için karşıt bir tutumu basın aracılığıyla kamuoyunda sürdürmüştür.
Basından geldiği için, basını en iyi kullanan genel başkan olmuş, teknolojik gelişmeler medya olgusunu öne çıkardığı zaman Türkiye'nin ilk medyatik lideri olmuştur. İyi bir medya izleyicisi olarak, medya kanallarını kendi politikalarını yaymak için kullanmıştır. Şiir yazmasını şairlik olarak göstermiş, üniversite mezunu bir meslek sahibi olmamayı şairlik iddiasıyla dengelemeye çalışmıştır. Edebiyat otoriteleri onu şair olarak kabul etmemelerine rağmen, medya kanallarındaki görüntüsünü şairlikle süslemesini bilmiştir. Entelektüel bir görüntü vermeyi medyada daha etkin olabilmek için her zaman sürdürmüş ve medya aracılığı ile her zaman politik rakiplerine üstünlük sağlayabilmiştir. Onun bu başarısında Atlantik emperyalizmine bağlı mandacı kadroların büyük etkisi olmuştur.
Ecevit yanındaki bütün politikacı ve arkadaşlarını dışlarken medya yardımı ile halk desteğini yanında tutabilmiştir. Sürekli olarak eşi ile beraber bir yalnız adam görüntüsü vermeye çalışmış, değişen koşullarda çevresine hesap vermemek için yalnız adamlığını sürdürmüş ve bu durumu da eşini yanında tutarak dengelemeye çalışmıştır. Tepeden inme geldiği Atatürk partisini ele geçirirken ve daha sonra yönetirken, bu partinin geleneksel kadrolarını ve ekolünü zaman içinde tasfiye etmiş, dışarıdan getirdiği kadrolarla siyasetini sürdürmenin yollarını aramıştır. Politikada vefa duygusunun olmadığını gösteren bir tutumla sürekli olarak kadro değiştirmiş, getirdiği kadrolar politikada yer yapmaya başlayınca yeni isimleri politikaya sokarak kendi üstünlüğünü koruyabilmenin çabası içinde olmuştur. Bu nedenle, Ecevit'in siyasal yaşamına genel olarak bakılırsa harcanan insanlar kalabalığı görülecektir. Siyasetin her aşamasında sürekli olarak yeni isimlerle yola devam eden Ecevit, Türk siyaset sahnesinde en çok adam harcayan önder sıfatını kazanmıştır.
Türk siyaset sahnesinde yerini sağlamlaştırmak için Atatürk'ün partisini kullanan Ecevit, 12 Eylül NATO harekâtı olunca hemen Atatürk'ün partisini terk ederek bu siyasal kuruluşun tarihsel misyonunu tamamladığını ilan etmiştir. Askeri rejimlere karşı çıkarken, kendisini önder konumuna getiren Atatürk'ün partisini hemen terk etmesi kendisine inanan çevrelerde kızgınlığa yol açmış ve bu aşamadan sonra Atatürk'ün partisi ile Ecevit'in yolları ayrılmıştır. Atatürk'ün partisi ile beraber Ecevit Atatürkçülerle de yollarını ayırmış ve kendine göre bir  misyon izleyerek küreselleşme döneminde yeni yüzü ile ortaya çıkmıştır. Atatürk'ün partisinin siyaset sahnesine kazandırdığı Ecevit'in ilk fırsatta bu partiyi terk etmesi ve bu partinin tarihi misyonunu tamamladığını ilan etmesi aslında Ecevit'in Atatürk'ten ne kadar uzak olduğunu gösteren bir olaydır. Atatürk'ün koltuğunu yıllarca işgal etmiş, O'nun partisine uzun bir süre genel başkanlık yapmış birinin en küçük bir zorluk aşamasında bu partiyi ve geleneği terk etmesi üzerinde geleceğin siyaset bilimcilerinin önemle duracağı açıktır. Dünyadaki değişim rüzgârları bu bölgeye doğru eserken, emperyalizm saldırılarına karşı koymak için kurulmuş olan Atatürk'ün partisinin terk edilmesi bir anlamda antiemperyalist gelenekten vazgeçilmesi anlamına geliyordu.
NATO harekâtı ile Türkiye'yi tam kontrol altına alan Atlantik emperyalizmi, Türkiye'nin siyasal yapısını tümüyle değiştirebilmek için bütün siyasal parti ve kuruluşları kapatmıştır. Daha sonra yeniden normal koşullara dönüldükten sonra eski partilerin ve geleneklerin ortaya çıkmaları önlenmek istenmiş, bu doğrultuda siyasal vetolar kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletini Türk ulusu adına kurmuş olan Atatürk'ün partisi bu NATO harekatı döneminde kapatılarak Türkiye bütünüyle Atlantikçi güçlerin eline geçmiştir. Ara rejim sonrasında yeniden normal koşullara geçilirken, yeni siyasal partiler ve önderlerin çıkması istenmiş, bu aşamada Ecevit Atatürkçü kadroları dışlayarak yeni insanlarla kendi partisini kurmuştur. Avrupa tipi sosyal demokrasiye karşı olduğu için bu ismi partisine koymamış, Avrupa'nın dışındaki sol partiler gibi bir parti kurmaya çalışırken sosyalizm kavramından da uzak durmuştur. Bu nedenle içi boş bir kavramı partisi için ad olarak seçmiştir. Her tarafa çekilebilecek bu yeni kavramla beraber, Atatürk geleneğinin dışında, Atlantik rüzgârlarına uygun düşecek bir başka gelenek yaratabilmenin çabası içine girmiştir. Türkiye'yi Avrupa kıtası ve Sovyet sisteminin dışında tutan bu yaklaşım aslında yeni Orta Doğu ya da Büyük Orta Doğu planlarının istediği noktaya doğru çekmeye uygun düşüyordu. AB ya da İslam dünyası dışında kalacak bir Türkiye Atlantik güçlerinin yeni Orta Doğu planlarının bu uygulama merkezi konumuna sürükleniyordu ki Ecevit'in açılımı bu sürece paralel bir doğrultuda ortaya çıkmıştır.

Ecevit yeni partisini kurarken, Atatürk'ün partisi daha yeniden açılmamıştı. Eski partisinin kadrolarını dışlayan Ecevit, oluşturmak istediği yeni geleneğe uygun olarak yepyeni isimleri siyaset sahnesine taşımıştır. Partiyi kurarken kullandığı kişileri daha sonra meclise sokmamış, partisini ile meclis grubunu birbirinden ayrı tutarak siyasal inisiyatifi hiçbir partili ile paylaşmamıştır. Parti yönetiminde etkili olmak isteyen herkesi devre dışı bırakan Ecevit, sürekli olarak yeni ve deneyimsiz insanları yanına alarak devam etmiştir. Siyaseti hiç bilmeyen insanlar, medyanın büyüttüğü Ecevit imajı altında küçülerek ezilmişler ve Ecevit'in kemiksiz politikasına alet olmuşlardır. Aradan geçen yıllar Ecevit adını büyüttükçe, politikaya yeni giren deneyimsiz kadrolar Ecevit'in tek adamlığına teslim olmuşlardır.
Ecevit Atatürk'ün partisine genel başkan olmuştur ama hiçbir zaman Atatürkçü olmamıştır. Türkiye İşçi Partisine karşı ortanın solu ile tavır alırken, bu kavramın içini tam olarak doldurmamış, Marksist anlamda sosyalizm gelişirken buna karşı Kemalizm'i ideolojik bir yapılanmaya götüren Doğan Avcıoğlu hareketine uzak kalmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Atatürk Cumhuriyeti kendine bir yol ararken ortaya Yön Hareketi çıkmış ama Ecevit, eski Kemalistlerin devamı olarak ortaya çıkan bu harekete de karşı çıkarak, Atatürkçülüğün yeniden yorumlanma ya da günün koşullarına uygulanması denemelerine sürekli olarak mesafeli durmuştur. Atatürk'ün partisine genel başkan olduğu yıllarda bile, O'nun düşünce ve siyasal sistemine uzak duran bir yaklaşım benimseyen Ecevit, günün değişen koşullarına göre belirlediği farklı politikaları gündeme getirmiştir. Bu nedenle de kemikleşen bir tutumun izleyicisi hiçbir zaman olmamıştır.
            Atatürk'ün partisine genel sekreter olur olmaz, Atatürk'ün gazetesini kapatan Ecevit, içinden yetiştiği bu ocağı söndürürken, geçmişin tüm değerlerine son vermenin ilk örneğini gösteriyordu. Daha sonraları partiyi terk ederek yeni bir partiye yönelirken de aynı tutumu ısrarla izlediği görülmektedir. Ecevit'in Atatürk ile en büyük ilgisi O'nun hakkında bir kitap yazmak olmuştur. "Atatürk ve Devrimcilik"   adını taşıyan bu kitabında Ecevit Atatürk devrimlerini küçümseyerek onları bir üst yapı reformu olarak gördüğünü açıklamıştır. Atatürk'ün diğer ilkeleri dururken devrimcilik ilkesini öne çıkaran Ecevit, devrimciliği Atatürkçülüğe son vermek olarak algılamıştır. Devrimlerin sürekliliğini öne sürerken, Atatürk'ün geride kaldığı ve O'nun ilkelerinin artık geçersiz olduğu ifade edilmek istenmiştir. Atatürk'ün yarattığı Kemalist Türkiye'nin geride bırakılmasında Ecevit'in Atatürk'e mesafeli yaklaşımının önemli etkileri olmuştur. Atatürk devrimciliğinin, Atatürkçülüğün tasfiyesi için kullanılması Türk siyasal yaşamı açısından talihsiz bir girişim olmuştur.
Ecevit resmi günler dışında Atatürk'ün adını ağzına almamaya dikkat etmiş, devleti kuran partinin geleneksel kadrolarının Atatürk'ü referans gösteren tutumlarına uzak bir yaklaşım sergilemiştir. Atatürk'e karşı olan din kesimleri ile diyalog kurarken Atatürkçülük ya da Atatürk ilkeleri yokmuş gibi hareket etmiştir. Özellikle son zamanlarda Atlantik emperyalizmi ve siyonizmin BOP ya da BİP doğrultusunda, laiklik yerine ılımlı İslam'a yakın duran bir dinlere saygılı laiklik kavramını geliştirmeye çaba göstermiştir. Vatandaşların dini inançlarına saygı göstermeyi geleneksel laiklik anlayışından vazgeçme biçiminde anlayan Ecevit, Atlantik güçlerinin koruması altındaki bazı din adamları ile görüşmekten de çekinmemiştir. Atatürk'ün laiklik ilkesi ile uygarlığın beşiği Avrupa'ya yönelen Türkiye Cumhuriyeti daha sonraları Ecevit'in önderliğinde dini inançlara saygılı bir yaklaşım ile BOP çerçevesinde ılımlı İslam uygulamalarına yakın duran bir politikaya doğru yol almıştır. Sağ kanat partilerini etki altına alan din çevreleri ve cemaatler, Ecevit'in dinlere saygılı yaklaşımı ile sol kesimleri de ılımlı İslam'ı benimsemeye yönlendirmiştir. Bazı cemaat yayın organlarında bu durumun açık göstergesi olan yayınlar kamuoyunu etkilemek için yapılmıştır. Atatürk laikliğe yönelirken, Ecevit dinsel yaşama yönelen bir tutum geliştirmeye çalışmıştır.
"Halkçı Ecevit" sloganı ile kendisine kamuoyunda yer yapan Ecevit, uzun süre halk sektörünü halk kitlelerinin ekonomik ve sosyal çıkarları doğrultusunda savunurken, daha sonraki aşamalarda bu tutumundan vazgeçmiştir. Avrupa'ya giden işçilerin dövizleri ile oluşturulması planlanan halk şirketleri Atatürk'ün halkçılık anlayışına son derece uygun düşerken, sonraki dönemlerde Ecevit bu politikasından da vazgeçmiş ve Atlantik güçlerinin savunduğu liberal politikaların öne çıkmasına yol açan bir durum yaratmıştır. Ecevit eğer Atatürk'ün halkçılık anlayışını savunsaydı halk sektörü projelerini sonuna kadar takip ederek bunların gerçekleşmesi için çaba gösterirdi. Ne yazıktır ki, küreselleşme döneminde küresel ekonomi politikalarına alternatif olabilecek politikalar üretmeden partisinin liderliğini yapan Ecevit, neoliberal politikaları savunan sağ partilerle koalisyon yaparak, halk kitlelerinin zarar görmesine, orta sınıfların çökmesine yol açmıştır. Atatürk halkçılığı halk kitlelerinin yararını öne çıkarırken, liberal partilerle koalisyon, Ecevit'i bu çizginin tam aksine çekmiştir. Halkçı Ecevit, iktidar dönemlerinde halk kitlelerinin yararına olabilecek ciddi bir girişim gerçekleştirememiştir. Halk sektöründen vazgeçerken, halk kitlelerinin gerilemesine seyirci kalmıştır.
Atatürk'ün partisinin kapalı oyduğu ara dönemde Ecevit kendi partisini kurarken, Atatürkçüleri dışlamıştır. Atatürk geleneğinin dışında, Atlantik ve BOP arasında bir sol çizgi oluşturmaya çalışırken, hem Atatürkçüleri dışlamış hem de Atatürkçü kesimlerin örgütlenmesini önlemeye çalışmıştır. Ecevit Atatürkçüleri dışlayarak kendi partisine örgütlerken, Atatürkçüler de kendi başlarının çaresine bakmak için Atatürkçü Düşünce Derneği'nde bir araya geliyorlardı. Kemalist Türkiye'yi dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirmek için tasfiye etmek isteyen emperyal güçler Atatürkçüler bir dernek çatısı altında bir araya gelirken, toplumun tanıdığı Kemalist yazar ve bilim adamları terör olaylarına hedef olmuştur. Bu aşamada Atatürkçü Düşünce Derneği'ni yakından izleyen Ecevit, bu derneğin yöneticilerini çağırarak onlarla konuşmuş ve Atatürkçüleri ayrı bir dernek çatısı altında örgütlenmekten vazgeçirmeye çalışmıştır. Atatürkçüleri partisine almayan Ecevit, onların ayrı bir kuruluş çatısı altında örgütlenmelerini de önlemek istemiş ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmuştur.
Seçimlerde Atatürkçü kadroları listesine almayan Ecevit, zaman zaman genelgeler yayınlayarak ve sözlü uyarılarda bulunarak Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerinin partiye alınmamaları konusunda kendi örgütünün yöneticilerine baskılar uygulamıştır. Atatürk'ü tarihin tozlu sayfalarına havale etmek isteyen Ecevit, Atatürkçülüğü yaşatacak kadroların yeniden Atatürkçü bir örgütlenme ile Türk halkının karşısına çıkmasını engellemek istemiştir; çünkü Atatürkçü gelenek devam ettikçe kendisinin yeni bir geleneği yaratamayacağını iyi biliyordu. Daha sonraları Vehbi Koç'un girişimleriyle yeniden kurulan Atatürk'ün partisinin kuruluş aşamasında Ecevit yeniden devreye girerek bu oluşumu önlemek istemiş, önleyemeyince de bir ara başına geçmek istemiş; fakat başarılı olamamıştır. Kendi partisinin başında iken Atatürkçü Düşünce Derneği'ne sürekli olarak uzak durmuş, Atatürk ilke ve devrimlerinin korunması için hiçbir zaman ADD ya da Atatürkçü bir kuruluşla ortak çalışma içine girmemiştir. Zaman içinde Atatürkçü Düşünce Derneği'nin hızla Türkiye'nin en büyük kitle örgütü haline gelmesi, Ecevit'in Atatürkçü geleneğin dışlanması çabalarını boşa çıkarmıştır. Günümüzde Atatürkçü Düşünce Derneği, birçok siyasal partiden daha büyük ve etkin bir konumdadır. Ecevit gibi bir politikacının girişimleri bile Atatürk geleneğinin tasfiyesini sağlayamamıştır. Ecevit'in dışladığı bu gelenek günümüzde Ecevit sonrası dönemde de daha güçlenerek varlığını sürdürmektedir. Ecevit sonrasında partisinin sahipsiz bir biçimde ortada kalması, onun bütün çabalarına rağmen Atatürk geleneğine alternatif olabilecek yeni bir gelenek oluşturamadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Ecevit bir pazar günü Ankara'yı gezerken, başkentin çok büyüdüğünü artık daha fazla büyümemesi gerektiğini öne sürmüştür. Bu düşüncesini öne çıkarırken, Ankara'nın iki misli büyümüş olan İstanbul'u görmezden gelmiştir. Eski bir İstanbullu olarak Ankara'ya gelerek devlet yöneten Ecevit'in Ankara'nın büyümesinden rahatsız olması üzerine düşünmek gerekir. Bugün başkenti İstanbul'a taşımak isteyen küreselciler Ankara düşmanlığı yaparken, konu artık iyice açığa çıkmakta ve batı emperyalizminin artık Ankara'yı başkent olarak görmek istemediği ortaya çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'ne 4 kez başbakanlık yapmış olan Ecevit,'in başkent Ankara'nın büyümesinden rahatsız olması ve bu arada İstanbul'un Ankara'nın iki misli büyüklüğe eriştiğini görmezden gelmesi küreselleşme döneminin genel eğrilerine paralel görülmektedir. Yıllarca Türkiye Cumhuriyeti'ne başbakanlık yapan Ecevit, Ankara'nın büyümesinden rahatsız olurken acaba Türk devleti ve onun başkenti İstanbul'u geçici olarak mı görüyordu?
Kalıcı olan Büyük Ortadoğu Projesi miydi? Bu soruların yanıtlarını zaman içerisinde Türk vatandaşları gelişmeler karşısında değerlendirmeler yaparak vereceklerdir, Ankara'nın büyümesinden rahatsızlık, Türkiye Cumhuriyeti'nin de geçici bir devlet olarak görülmesini gündeme getirmektedir. Bu doğrultuda Türkiye'nin güneydoğusundaki ayrılıkçı gelişmeler öne çıkmaktadır. Ecevit kendi partisini kurduktan sonra açıktan bir güneydoğu karşıtlığı yaparak meclise girme şansını elde etmiştir. Güneydoğu Bölgesi ile ilgili olarak emperyal güçler bir Kürdistan devletini Türkiye'ye dayatırken, güneydoğu halkının karşıya alınması bu bölgenin Türkiye'den kopmasına giden yolu açmaktadır. 1991 seçimleri sırasında Ecevit'in yeni partisi ile böylesine kopuşa karşı dışlayıcı tutum izlemesi ulusalcı kesimlerde ve Atatürkçü taban üzerinde çok ciddi kuşkular yaratmıştır. Ayrıca Ecevit bir gün demeç verirken, "Kuzey Irak'ta çağdaş bir devlet doğuyor" diyerek Irak'ı ve daha sonra Türkiye'yi bölecek olan müstakbel Kürdistan' sanki onaylıyormuş gibi yaklaşım sergilemiş ve bu nedenle Türkiye'de çok ciddi tartışmalara yol açmıştır. Irak'ı ve Türkiye'yi yeni bir devlet oluşumunu çağdaş bir oluşum diye açıklamak böylesine bir gelişmenin onaylanması anlamına gelmektedir. Bu noktada, Ecevit'in Atatürk'ün ulusal kurtuluş savaşı vererek Türk ulusu ile beraber çizmiş olduğu Misak- Milli sınırlarının korunmasında Atatürkçüler ve ulusalcılar kadar hassas olmadığı görülmüştür. Bu durumda, sanki onun yeni bir Ortadoğu istediği ve bu yeni yapılanmada Kürtlere de ayrı bir devlet istediği biçiminde yorumlanmıştır. Ayrıca yaşamının son yıllarında babasının Kürt asıllı olduğunu açıklaması da Kuzey Irak'taki oluşumu neden çağdaş bir gelişme olarak gördüğünü açıklığa kavuşturan yeni bir demeç olarak görülebilir.
Ecevit sürekli olarak ulusalcı olduğunu söylemiş ama partisinin adını koyarken bu sıfatı kullanmamıştır. Demokratik kelimesi her türlü anlamlandırmaya ve harekete açık olduğu için yeni partinin politikasının belirlenmesinde Ecevit'e önemli ölçüde hareket serbestisi kazandırmıştır. Atatürk gelecek için belirli ilkeler koyarak kendi düşüncesini bir ilkeler bütününe kavuşturmayı hedeflerken, Ecevit tamamen aksi yönde hareket etmiş ve belirli ilkelerle kendisini bağlamamıştır. Türkiye bugün her aşamada Atatürk ilkelerini tartışmaktadır ama günümüzde Ecevit sonrası için bir ilkeler bütününden söz etmek mümkün değildir. Demokratik sol gibi ne olduğu belli olmayan ve her anlama çekilebilecek esnek bir kavram ile hareket etmek Ecevit'e gelecek için değişen koşullara göre hareket etme şansını kazandırmıştır. Demokrasi içinde her tür düşünceye yer olduğu gibi demokratik kavramı da her türlü anlama çekilebilecek bir yapıya sahiptir. Ecevit bu kavramın genişliğinden yararlanarak bazen ulusalcı, bazen halkçı, bazen liberal, bazen laik, bazen dini inançlara saygılı, bazen batıcı, bazen çağdaş, bazen gelenekçi politikalarla halk kitlelerinin önüne çıkabilmiş ve değişen dönemlerde kalıcı ve sürekli olabilmek için esnek bir yaklaşımı kararlı bir biçimde sürdürmüştür. Bu sayede ülkenin Atatürkçü ve ulusalcı kadrolarından uzaklaşarak kendine yeni bir siyasal taban yaratmıştır.
Atatürk ilkelerinden önde gelen devletçilik anlayışına Ecevit her zaman karşı çıkmıştır. Böylece Atatürkçü geleneği yumuşatarak özel sektörde gelişmenin önünü açmıştır. Kendisine halkçı dedirtmesine rağmen, özel sektör ağır basınca halk sektöründen vazgeçebilmiştir. İsrail türü Kibotzlar ya da Sovyet türü Sovkhozlara benzeyen Köykent modelini ise bir şair ruhu ile ütopik olarak sürekli bir biçimde savunmuştur. Devletçiliği dışlarken Atatürk'ün altı ilkeden oluşan sisteminden de uzak durmuştur. Hiçbir zaman tam anlamıyla bir altı ok savunuculuğu yapmamış, batılı entelektüeller gibi liberalizmden yana olmuştur. Bu doğrultuda ulusalcılıkta da ısrarcı olmamış, ancak sıkışınca ya da zor durumlarda ulusalcılığa sahip çıkar görünmüştür. Gerçek anlamda bir ulusal solcu olsaydı, ortanın solu aşamasında olduğu gibi bu isimle kitap yazardı ya da yeni partisinin adında ulusal sol kavramını kullanırdı. Ecevit aynı zamanda Avrupa tipi sosyal demokrasiye de mesafeli davranırken bu düşüncenin Marksist kökeninden uzak durmuş, Türkiye'yi Avrupa'ya mesafeli kalabilmesi için de demokratik sol kavramını öne çıkarmıştır. Avrupa dışı sol genel olarak demokratik sosyalizm kavramı ile kendisini adlandırırken, Ecevit sosyalizm kavramını kullanmamış ama genel anlamlı bir sol kavramı içinde günü değişen koşullarına uygun düşen politik yaklaşımlar geliştirmiştir. Bu çerçevede Ecevit sonrasında demokratik sol düşüncenin gelişebilmesi ve kalıcı olabilmesi için bu görüşün öncüsü sağlam bir temel kurmamış ve kendinden sonrası için de Atatürk gibi yeni bir gelenek oluşturamamıştır.

Kıbrıs Barış Harekatı sırasında bir ara ikinci Atatürk ilan edilen Ecevit bu yakıştırmalara hiç sahip çıkmamış, Atatürk sonrasında yeni bir yapılanmanın peşinde koşmuştur. Atatürk Türkiye'sinin bugünü ve geleceği açısından Ecevit'in girişimlerinin yararlı olup olmadığı bugün çok tartışmalıdır. "Bu Düzen Değişmelidir" adında bir kitap yayınlayarak politikaya giren Ecevit, bu düzeni değiştirmeyi bırakarak, "Ben değiştim" açıklamasıyla dış güçlerin İMF reçeteli hükümetlerine bile başkanlık yapmıştır. Düzeni değiştiremeyince kendisi değişmek gibi kolay bir yola giren Ecevit, halk kitlelerini bu haksız sömürü düzeninin değiştirileceği umuduyla arkasına çekerken, IMF reçeteleri ile halk kitlelerinin ekonomik ve sosyal çöküntüye sürüklenmelerine seyirci kalmıştır. Son başbakanlığı döneminde bir IMF komiserine ülkeyi terk etmesi tam anlamıyla bir teslimiyet olarak Türk siyaset tarihine geçmiştir. Kapitalist emperyalizmin dişlileri arasında her gün biraz daha ezilen Türk halkı Ecevit'i bir umut olarak görmüş ve dağlara taşlara onun adını yazarak umudun iktidarında kurtuluş aramıştır. Ne var ki, bu kadar uzun süren umudun sonu hüsran olmuş, halk sektörü iddiasıyla yola çıkan Ecevit, halk kitlelerini ezen IMF programlarının uygulayıcısı konumuna düşmüştür.
Atatürk ve Ecevit isimleri, bir partinin genel başkanları olarak tarihte yerlerini almıştır. Ne var ki, Atatürk sonrasında O'nun koltuğuna gelen Ecevit'in Türkiye'nin kurtarıcısının yolundan gitmesi beklenirken, O'nun geleneğinden saparak Atatürk geleneğini devre dışı bırakacak girişimlerde bulunması Türk ulusunun Atatürkçü yapılanmasında derin yaralar açmıştır. Türkiye'yi Avrupa'dan uzaklaştırmak, BOP ya da BİP 'e çekebilecek gelişmeler sürecinde Türkiye Cumhuriyeti'nin yeniden Atatürk yoluna dönmesi beklenirken, Ecevit'in başka denemeleri gündeme getirmesi, yeni bir Kemalist uyanışı engellemiştir. Kendisinden sonra partisi ve destekçilerinin sahipsiz kaldıkları görülmektedir. Şimdi bu kesimlere düşen görev, yeniden çıkış noktası olan Atatürkçülüğe geri dönmektir. Ecevit dönemi bir ara dönem olarak geride kalacak ve orta solun tabanı yeniden Atatürk çizgisinde bir araya gelecektir. Atatürk çizgisi antiemperyalist bir politika olarak Avrupa emperyalizmine olduğu kadar Atlantik emperyalizmine de karşı çıkmaktadır. AB'nin dışladığı Türkiye Cumhuriyeti'nin Atlantik emperyalizminin işgal ve senaryolarına alet olmaması için yeniden kurucusu Atatürk'ün yoluna dönmesi gerekmektedir. Türk ulusunu tarih sahnesine çıkaran, Türkiye Cumhuriyeti'ni bağımsız bir devlet olarak kuran, Cumhuriyetimizin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk bugün ilke ve düşüncesi ile yine Türk ulusuna yol göstermektedir. Ecevit'in girişimleri yeni bir siyasal gelenek yaratamamıştır. Bu aşamada, yeniden Atatürk çizgisine yönelmek Türk ulusunun içinde bulunduğu dar boğazdan kurtulması için tek çözüm olarak görülmektedir. Atatürk devrimciliği süreklidir ve Ecevit'i de geride bırakacak kadar güçlüdür. Ecevit bir kuyruklu yıldız gibi kayarak tarihe mal olmuştur. Atatürk ise bir kutup yıldızı gibi Türk ulusuna yön göstermeye devam etmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

8 Ağustos 2020 Cumartesi

ATATÜRK VE ENVER PAŞA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


ATATÜRK VE ENVER PAŞA

           Türk tarihinde birbiri ardı sıra çok önemli görevler üstlenmiş olan bu iki tarihsel kahramanı birlikte ele almak ve bugünün koşullarında ortak bir çerçevede değerlendirme yapmanın zamanı gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra ortaya çıkan otorite boşluğu alanının geleceğe dönük olarak ele alındığı bu aşamada, giderek Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığının hızla tırmanması, Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonyası altında yeni bir Avrasya sürecinin başlatılması, Yeni Osmanlı vizyonu ile kamuoyunda tırmandırılmaktadır. Bir anlamda yeniden bir Osmanlı İmparatorluğu yapılanmasına gidilmek istenmekte ama bu kez, Türklerin egemenliğinde değil, ABD’nin öncülüğünde bir Osmanlı yapılanması özlenmektedir. Amerikanın, Osmanlı İmparatorluğu süreci Okyanus ötesi rüzgârlarla tırmandırılırken, Kemalizme savaş açılmakta, Postmodern Kemalist dönem görünümünde, yeniden eski Osmanlı hinterlandına Amerikan gücü ile geri dönülmek istenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti ulus devletine karşı çıkılırken, Osmanlı topraklarında daha geniş bir bölgesel federasyonunun oluşum süreci öne çıkarılmakta, Atatürk karşıtlığı tırmandırılırken, Osmanlı dönemine olan övgüler artırılarak bir anlamda Osmanlı‘ya geri dönüş özendirilmektedir. Saltanat ve hilafetin yasalarla kaldırılmış olduğu unutularak, dıştan destekli cemaatler aracılığı ile Osmanlı özlemi her geçen gün daha yüksek düzeyde basın ve medya aracılığı ile toplumun önüne çıkartılmaktadır.

        Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm’in kontrolünde bütün dünyaya dayatılan küreselleşme akımı doğrultusunda postmodernizm akımı öne çıkarılmakta, bu çizgide Atatürk’ün modern Türk devleti ve çağdaş cumhuriyeti geride bırakılarak, Post Kemalist dönem adı altında Osmanlı‘ya geri dönüş, ABD ve İsrail öncülüğünde bütün Osmanlı coğrafyasına empoze edilmektedir. Bu durumdan en fazla zarar görmekte olan Atatürk Cumhuriyeti, giderek yeni bir saltanat ve cumhuriyet çekişmesinin içine iteklenmektedir. Bugünün öne çıkan değerleri olarak postmodernizm çizgisinde görüşleri savunan, işbirlikçi ve mandacı gayrimüslim okumuşlar topluluğu, büyük patronların ve emperyalizmin istekleri doğrultusunda yeni Osmanlıcılığa soyunarak, Atatürk ve cumhuriyet karşıtı koronun içindeki yerlerini almaktadırlar. Bu doğrultuda, Osmanlı hanedanı öne çıkarılmakta, İsrail’in din devleti olması nedeniyle Türkiye’nin laik rejiminin devre dışı bırakılmasıyla, yeniden İslam dünyasını tekelden merkezi olarak kontrol edebilecek bir halifelik rejimi arayışına yönelinmektedir. Osmanlı hanedanının geri dönüşü ve halifelik rejiminin yeniden oluşturulması tartışmaları arasında Osmanlı devletinin son hükümetini oluşturan İttihat ve Terakki Partisi ile onun önde gelen yöneticileri de günümüzün tartışmaları içerisinde fazlasıyla yer almaktadırlar. İttihat ve Terakki örgütünün üç önemli adamı olan Enver, Talat ve Cemal Paşalar günümüzde yeniden hortlatılan Ermeni ve Kürt sorunları nedeniyle, yürütülmekte olan tartışmaların fazlasıyla içinde yer alarak, Türkiye Cumhuriyetinin ortadan kaldırılmasından sonra yeniden Osmanlı’ya dönüş aşamasında izlenecek yolların belirlenmesi ve geçmişin muhasebesi sırasında Atatürk ve arkadaşlarıyla karşı karşıya getirilerek değerlendirmelere ve geleceğe dönük yeni plan ve programlara konu yapılmaktadırlar.
          Tam bu aşamada  Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönem yönetimini temsil eden İttihat ve Terakki Partisinin lideri olan Enver Paşa  ile Kuvayı Milliye hareketinin önderi  ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucu cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün karşılaştırılmasının yapılmasında, Türk devletinin ve  toplumunun  gelecekteki ulusal çıkarları açısından yarar bulunmaktadır. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, Enver Paşanın naaşının Orta Asya steplerinin bulunduğu Tacikistan’dan getirilerek, İstanbul’da bir anıt mezar çatısı altında koruma altına alınmasının, günümüzün siyasal koşulları açısından son derece anlamlı olduğu açıktır.  Enver Paşa yıllarca sadrazam olarak yönettiği ama batışını önleyemediği Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olan İstanbul’a dönerken, Yeni Osmanlı vizyonu gündeme gelmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları dışına yönelerek Osmanlı hinterlandında yepyeni bir siyasal yapılanmanın arayışı tırmandırılmıştır. ABD’nin Avrasya hegemonyası ve İsrail’in Orta Doğu bölgesinde kendine bağlı bir federasyon oluşturma projeleri doğrultusunda, Enver Paşa figürü, Atatürk ve arkadaşlarının öncülüğünde son Osmanlı Meclisince alınmış bir Milli Ant doğrultusunda çizilen ulusal sınırların daha kolay aşılabilmesini sağlamıştır. İstanbul’un gayrimüslim burjuvazisi ve sermayesi, Atatürk’ün milli devletine karşı çıkarlarken, İsrail öncülüğünde bölgenin Müslümanlarını ikna edebilmek için geliştirilen Yeni Osmanlı vizyonunu kendi çıkarları doğrultusunda Yeni Bizans projesine dönüştürerek kullanmaya çalışmışlardır. Bir anlamda Atatürk geride bırakılırken, Enver Paşa imajı öne çıkarılmış ve O’nun gerçekleştirmeye çalıştığı bir Avrasya hegemonyası arayışına girilmiştir. Eski Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının merkezi olan İstanbul’da yaşayan gayrimüslim azınlıklar sahip oldukları zenginlikler aracılığı ile Adriyatik kıyılarından Çin Seddine kadar, yayılmış olan Türk ve Müslüman nüfus çoğunluğundan yararlanarak, ABD ve İsrail öncülüğünde tam bir Avrasya hegemonyası arayışına girişmişlerdir. Böyle bir tutum değişikliği, kendiliğinden Atatürk’ten uzaklaşmayı ve Enver Paşa arayışını siyasal gündemin önüne çıkarmıştır. Türk kamuoyu yıllarca soğuk savaş döneminin batı kaynaklı yönlendirmeleriyle oyalandığı için, bu yeni yaklaşım hemen anlaşılamamış ve yeniden Atatürk ile Enver Paşa karşılaştırmaları yapılmaya başlanmıştır. Küreselleşmeden yana olan gayrimüslim azınlıklar, sermaye çevrelerinin güdümündeki liberal kesimler ile dini cemaatler el birliği içinde, Yeni Osmanlıya doğru yön değiştirirlerken, Atatürk cumhuriyeti ile ulus devlet karşıtlığını daha da artırmışlardır.
         Hedefte Atatürk Bulunmaktadır
            Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’in Avrasya ve Orta Doğu hegemonya planları doğrultusunda gündeme getirdikleri Yeni Osmanlı yaklaşımı çerçevesinde Atatürk’e karşı bir alternatif arayışında, Enver Paşa figürünün kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Dünyanın merkezi coğrafyasında koskoca bir imparatorluk batıran bir adamın, bu yıkıntılar içinden yepyeni bir devlet kuran Atatürk ile karşılaştırılmak istenmesi tamamen emperyalist planlara uygun olarak gündeme getirilmekte ve Türk devletinin kurucusunun Türk ulusu içindeki olumlu imajı yıkılmak için uğraşılmaktadır. Orta Doğu ve Avrasya coğrafyalarının merkez ülkesi konumundaki Türkiye’yi, bu alanlarda kendi emperyalist projeleri için kullanmak üzere zorlayan Siyonistler ve emperyalistler, Atatürk’ün devlet modelini devredışı bırakabilmek üzere ellerinden gelen her yolu denemeye kalkışmaktalar ve bu doğrultuda geliştirdikleri politik yaklaşımları da Türk kamuoyuna baskı ile empoze ederek Türk devletinin gücünü ve olanaklarının kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirmek istemektedirler.
Atatürk‘ün Türk halkının gözünde küçük düşürülmesi sağlanırken, ulusal cumhuriyet devleti için de kötülemek ve çökertmek operasyonları birbiri ardı sıra uygulamaya konulmaktadır. Yasalar her gün zorlanırken, Anayasal rejim ve hukuk devletinin asgari düzeydeki varlığı tartışma alanına getirilmekte, devletin temel çekirdeğini oluşturan anayasanın değişmez maddelerinin bile ortadan kaldırılması için birbiri ardı sıra girişimler öne çıkarılmaktadır. Atatürk ile beraber onun öncüsü olan devletin kurucu partisi köşeye sıkıştırılarak etsiz duruma getirilirken, Osmanlı İmparatorluğu’nu batıran son hükümetinin kurucusu olarak Enver Paşa ve İttihat Terakki partisi göklere çıkarılmaktadır. Enver Paşa’nın İstanbul’da anıt mezarının kurulmasından sonra, artık bütün Avrasya hegemonyası plan ve programlarında örnek lider ve devlet adamı olarak Enver Paşa öne çıkarılmakta, Atatürk’ün adı bile ağızlara alınmamaya çalışılmaktadır.
Binlerce yıllık Türk tarihinin önde gelen kahramanlarından birisi olarak Enver Paşa, cemaatçi ve Osmanlıcı kesimler tarafından yüceltilirken, Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının beşte biri oranında orta boy bir ülkede, çağdaş bir ulus devlet kurmak başarısını, her türlü olumsuz koşula rağmen başarmış olan Atatürk küçümsenmeye çalışılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün böylesine bir haksızlığa uğratılmasına ve dıştan güdümlü bir senaryo ile Türk halkının gözünden düşürülmesine hiç bir vatansever Türk vatandaşının izin vermesini beklemek mümkün değildir. Mustafa Kemal dışarı, Enver Paşa içeri diyenlerin gerçekçi değerlendirmeler yapabilmeleri açısından, bu durumu dikkate almalarında büyük yarar vardır.

Enver Paşa Kimdir?
 Türk halkı devletimizin kurucusu olarak Atatürk’ü iyi tanımasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Birinci Dünya Savaşını kaybederek batmasına neden olan Enver Paşa hakkında yeterince bilgisi olmadığı görülmektedir. Türk kamuoyu Enver Paşa’nın kim olduğunu daha iyi bilirse o zaman emperyal projeler doğrultusunda Enver Paşa figürünün kullanılması aldatıcı biçimlerde kullanılması mümkün olamayacaktır.
Atatürk ile beraber aynı tarihte İstanbul’da doğmuş olan Enver Paşa, Makedonya kökenli bir aileden gelmektedir. Manastır’da büyümüş olan Enver Paşa, İstanbul’da Harp Okulunu bitirdikten sonra Makedonya ve Balkan bölgelerinde önemli askeri görevlerde bulundu. Paris merkezli Jön Türk hareketinin Selanik’te kurduğu İttihat ve terakki cemiyeti’ne kurucu olarak üye oldu. Makedonya’da görev yaparken, Abdülhamit’in baskıcı ve haksız yönetimine isyan ederek ilk dağa çıkan birliklerin öncüsü olarak protesto hareketinin önderliğini yaptı. Enver Paşa ve İttihat terakki Cemiyeti’nin girişimleri sonucunda II.Abdülhamit yeniden anayasayı yürürlüğe koyarak ikinci kez Meşrutiyet döneminin ilan edilmesine karar verince, Enver Paşa ve arkadaşları o dönemde gerçekleşen bir isyan hareketini gerekçe göstererek İstanbul’a baş kaldırmışlar, Selanik’te kurulan Hareket Ordusu Enver Paşa ve arkadaşlarının yönetiminde başkente gelerek iktidarı padişahın elinden almışlardır. İtalyanların, Libya’ya saldırısı üzerine Kuzey Afrika’da, daha sonra da Balkan savaşları sırasında Balkanların çeşitli bölgelerinde askeri görevler yapan Enver Paşa, Balkan savaşları sonrasında Babıâli baskını ile iktidarı ele geçirerek, Osmanlı devletinin yönetiminde egemen olmaya başlamıştır. Padişah’ın kızı ile evlenerek saraya damat olan Enver Paşa böylece hanedanın desteğini alarak daha güçlü bir konuma gelmiştir. Balkan savaşının yitirilmesi üzerine Osmanlı ordusunda reform yaparak bütün askeri birlikleri yeniden düzenlemiştir. Böylece yaklaşmakta olan dünya savaşına Osmanlı ordusunun hazırlanması işlemlerini yürütmüştür. Büyük güçler arasındaki çekişmeleri dikkate alarak, askeri hazırlıklarının Alman devleti ile anlaşarak tamamlamıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’ya giderek Almanların desteği ve gönderdiği yardımlar aracılığı ile Osmanlı ordusunun güçlenmesini sağlamıştır. Alman generallerin katkılarıyla Çanakkale Savaşlarında İngiliz ve Fransız donanmalarının geri püskürtülmelerini sağlayınca, büyük itibar kazanarak Osmanlı yönetiminde en etkili kişi konumuna gelmiştir.  
          Çanakkale savaşları sırasında Almanya ile kurulmuş olan askeri ittifakı sonradan devam ettiren Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı devleti teslim olunca iki arkadaşı Talat ve Cemal Paşalarla beraber, bir Alman denizaltısına binerek Odesa üzerinden Almanya’ya kaçmıştır. Savaş sonrasında kurulan Divanı Harp’ta, Osmanlı imparatorluğunun batırılmasına neden olan bu üç komutanının rütbeleri ortadan kaldırılarak cezalandırılmışlardır. Enver Paşa Almanya’da kaldığı iki yıl içinde İttihat ve Terakki Partisini yeniden örgütleyerek eski Osmanlı topraklarında yeniden siyasal çalışmalar yapmak istemiştir. Berlin’de o dönemin komünist önderlerinden olan Karl Radek ile tanışınca, onun yardımı ile Moskova’ya giderek Sovyetler Birliği yönetimi ile geleceğe dönük siyasal planları doğrultusunda temaslar yürütmek istemiştir. Ankara Hükümetinin, Sovyet yönetimi ile temaslarını yürütmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Dışişleri Bakanı olarak gelen Bekir Sami Bey ile Moskova’da görüşerek, Atatürk ile bağlantı kurmaya çalışmıştır. Sovyet yönetiminin desteği ile İslam İhtilal Komitelerinin kurulduğunu Moskova’da açıklayarak bu yeni siyasal yapılanmanın önderi olarak kendisini tanıtmıştır. Müslüman halk kitleleri içinde Sovyet devriminin benzerini yapmak üzere Halk Şuraları Fırkasını kurarak harekete geçmiştir. Daha sonraki aşamada Anadolu’ya gelerek yeni siyasal yapılanması doğrultusunda geleceğe dönük bazı çalışmalar yapmak isterken, Eylül 1920 tarihinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı kurucusu olduğu Halk Şuraları Fırkası adına katılmıştır. Atatürk, Birinci Bakü Kurultay’ına, Ankara Hükümetinin temsilcisi olarak, İbrahim Tali Öngören’i göndermiştir. Doğu halklarının ve dünyanın merkezi coğrafyasının kaderini belirleyecek olan bu uluslararası kurultaya eski Osmanlı hükümetinin başı olarak yeni siyasal partisi ile gelen Enver Paşa, Ankara hükümeti adına gelen Atatürk’ün temsilcisi olarak İbrahim Tali Bey ile karşılaşmıştır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı nedeniyle bu kongreye katılamadığı için temsilcisini gönderirken, Enver Paşa bizzat katılarak Sovyet devriminin gücünü arkasına alabilmek için çaba göstermiştir. Sovyetler Birliği Kızıl Ordusu ile Hıristiyan bölgeleri denetimi altına alırken, Yeşil Ordu ile de Müslüman ülkeleri kendine bağlamak istemiştir. İşte bunu gören Enver Paşa, kurmuş olduğu Halk Şuraları Fırkası ile Sovyet devriminin Müslüman Anadolu ülkesindeki temsilcisi olarak yeniden öne çıkmak istemiştir. Bakü Kurultayında; Sovyet devriminin merkezi olan Rusya’yı dünyanın yeni önderi olduğunu söyleyerek, bütün sosyalist bloğun desteğini arkasına almaya çalışan Enver Paşa, Anadolu’daki kurtuluş hareketinin öncüsü olabilmek için yeniden Almanya’ya giderek silah alımları yapmış ve Moskova’ya dönerek Rus desteği ile Anadolu yarımadasına çıkabilmenin olanaklarını araştırmıştır. Bu arada Ankara Hükümetinin Moskova elçisi olan Ali Fuat Cebesoy’dan yardım istemiş ve Atatürk’e mektup göndererek iş birliği önermiştir. Atatürk iş birliğine yanaşmayınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi içinde yer alan bazı eski İttihatçıları, Atatürk karşıtı bazı girişimler için kışkırtmıştır.
          Ankara hükümeti ile istediği doğrultuda temaslar kuramayan Enver Paşa daha sonraki aşamada Acaristan’ın Batum kentine giderek, burada bir İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresi toplamıştır. Bu kongrede bir durum değerlendirmesi yapan Enver Paşa, Sovyetlerin desteğini alarak bir Türk ve Müslüman ordusu kurmak üzere hazırlıklara başlamıştır. Balkanlar’dan kovulan Osmanlı İmparatorluğu’nun eski hükümet başkanı olan Enver Paşa, Anadolu’nun kurtuluşu için hazırlıkların Kafkasya bölgesinde yürütülmeyi plânlamıştır. Anadolu halkı yerine, bu bölgenin Türk ve Müslüman nüfusuna güvenmiştir. Bu düşünce ile Azerbaycan’da yüz bin kişilik bir Türk ve Müslüman ordusu kurmuş, Anadolu’ya girmeyi ve Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk’ün elinden alarak, batılı işgal güçlerini eski Osmanlı topraklarından kovmayı düşünmüştür. Avrupa ülkelerinde örgütlenmeye başlamış olan Turancı akımların desteği ile böylesine bir emperyalist projeyi gündeme getiren Enver Paşa, kongre düzenlediği Batum’dan sonra Azerbaycan’a geçerek ordu kurma hazırlıklarını genişletmiştir.Yeniden Bakü’ye geçerek Müslüman Türk ordusu hazırlıklarını burada yürütmeye çalışan Enver Paşa, istediği sonucu bu ülkede alamayınca bu kez daha doğuya giderek Türkmenistan üzerinden Buhara’ya geçmiştir. Genç Buharalılar Partisi Moskova’nın etkisiyle Sovyet devriminden yana çıkınca, Enver Paşa istediği orduyu Azerbaycan’dan sonra Özbekistan’da kuramaz hale gelmiştir. Bağımsızlıktan yana olan Özbek partisinin lideri olan Zeki Velidi Togan ile bağlantı kurmağa çalışan Enver Paşa, daha sonra silahlı bir birlik ile Afganistan’ın güneyinde Bolşeviklere karşı savaşan Basmacılar hareketine katılmıştır. İstediği destek ve yardımları Moskova yönetiminden alamayınca, Bolşeviklere karşı bağımsızlık savaşı yürüten Türk ve Müslüman Basmacılar isyanına yardımcı olmayı tercih etmiştir. Kısa zaman içerisinde Basmacı hareketin desteği ile Tacikistan’ın başkenti olan Duşanbe kentini ele geçiren Enver Paşa, buradaki Sovyet askeri birliklerini esir almıştır. Kendisini bu bölgede “Seyit Enver” ilân ederek otuz bin kişilik düzensiz ordunun başında Horasan’a doğru yola çıkmıştır. Hive ve Buhara hanlıklarını ele geçiren Enver Paşa, daha sonra Türkistan orduları başkomutanı sıfatı ile Sovyetler Birliğine bir kesin uyarı göndererek, Kızıl ordunun Türkistan topraklarından geri çekilmesini resmen talep etmiştir. Ancak Kafiran bölgesindeki savaşı Türkmen ordusu yitirince Kızıl Ordu birlikleri yeniden Türkistan topraklarını ele geçirmiştir. Sayıca ve silahça çok daha üstün durumda olan Sovyet birlikleri Türkmenistan’dan sonra Tacikistan’a da girince Enver Paşa, Balçuvan bölgesindeki savaşta kesin olarak yenilmiş ve vurularak Kızıl ordu tarafından öldürümüştür. Vurulduğu yere çok yakın olan Çeken köyünde toprağa gömülen Enver Paşa için orada daha sonra bir anıt mezar yapılmıştır. 4 Temmuz I922 tarihinde Tacikistan’da toprağa verilen Enver Paşanın naaşı, Sovyetler Birliğinin dağılmasından hemen sonra I990’lı yılların başlarında İstanbul’a getirilerek kendisi için yeni bir anıt mezar, eski Osmanlı başkentinde yapılmıştır. Böylece son Osmanlı hükümetinin başı olan Enver Paşa’nın, Makedonya’da başlayan ve orta Asya’da sona eren macerasında yeni bir dönem başlamıştır.
Ön Asya’daki Türk İmparatorluğunu batıran adamın, sonraki aşamada Orta Asya’da Türkistan merkezli yeni bir imparatorluk kurma macerasına kalkışması, üzerinde durulması gereken bir konudur. Balkanlar’dan Çin sınırına kadar tüm Avrasya coğrafyasında devam edip giden büyük Türk ve İslam dünyasının doğu ve batı olarak tarihsel süreç içerisinde ayrılıklar göstermesi nedeniyle, Ön Asya’da sona eren Türk egemenliğinin devamı macerası Orta Asya stepleri üzerinden Çin sınırına kadar dayanabilmiştir. Yenilenlerin savaşa doymaması gibi Enver Paşa’da, Birinci Dünya Savaşında yenildiği için bir türlü savaşa doygunluk içinde olamamış, sürekli olarak yeni ordular kurarak elinden kaçmış olan Türk imparatorluğunu yeniden kurabilmenin yollarını araştırmıştır. Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan üzerinden yürütmüş olduğu bu tür çalışmaları doğrultusunda ancak Tacikistan’da sonuç alabilmiştir. Tacikistan üzerinden oluşturduğu askeri gücü Horasan bölgesinin ele geçirilmesi için kullanma aşamasına gelince Sovyetler Birliği'nin tepkisi ile karşılaşarak, Kızıl Ordu engelini aşamamıştır.

           Makedonya’dan Orta Asya’ya uzanan bir siyasal çizgi üzerinde sonuç almaya çalışan Enver Paşanın tarih içindeki yerini ve misyonunu iyi değerlendirmek gerekmektedir. Özellikle günümüzde Bosna’dan Kırgızistan’a kadar bir büyük Türk ve Müslüman egemenliği peşinde koşanların yeniden Enver Paşa olgusunu gündeme getirmeleri ve bütün Avrasya kıtasını kapsayacak bir hegemonya düzeni oluşturma planlarında Enver Paşa çizgisini öne çıkarmaları konusunda Türklerin ve Osmanlı İmparatorluğunun yasal varisi konumunda bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin söyleyecek birçok sözü olması gerekmektedir.

Enver Paşa kendi maceracılığı sürecinde bir kuyruklu yıldız olarak tarih sahnesine çıkmış ve kaybolmuştur. Atatürk ise bir gerçekçi önder olarak, bu coğrafyanın tam ortasında orta büyüklükte bağımsız bir Türk devleti kurabilme başarısını göstermiştir. Günümüzde Atatürk kurduğu devlet ile yaşamakta, Enver Paşa ise batırdığı imparatorluk ile tarihin tozlu sayfalarındaki yerini almaktadır. Atatürk’ün kurmuş olduğu Türk devleti nasıl bugün bir gerçek ise, Enver Paşanın batırmış olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda tarihte kalmış eski bir olgudur ve günümüzün gerçekliği ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Enver Paşa, Atatürk’ten on beş yıl kısa olan ömründe birçok tarihsel olay ile karşı karşıya kalmış ve dünyanın çağ değiştirme aşamasında birbiri ardı sıra önemli olaylar ve görevlerle uğraşmıştır. Ne var ki, giriştiği bütün işlerde başarısız kalmış ve hiçbir biçimde istediği sonuçları alamamıştır. Tarihin kırılma noktasında kahraman olma fırsatları teker teker önüne çıkmasına rağmen hiç birisini değerlendirememiş, hepsini boşa harcayarak, Orta Asya steplerinde Kızıl ordu kurşunlarıyla hayata veda etmek zorunda kalmıştır. Dünyanın ortasında bir büyük imparatorluğu yönetme fırsatı eline geçmesine rağmen yanlış adımlar ve girişimler sonucunda hem dünya savaşı kaybedilmiş hem de Türklerin merkezi coğrafyadaki hegemonyasının temsilcisi olan büyük bir imparatorluğun çöküşüne meydan verilmiştir. Türk tarihi açısından affedilmeyecek kadar büyük bir hata, tarih önünde Enver Paşa ve arkadaşları tarafından yapılmış ve onların bu zayıflıkları nedeniyle sonraki dönemde büyük Türk dünyası emperyalizmin baskı ve hegemonyalarına tutsak bir olumsuz duruma düşürülmüştür. Sovyet rejimi tam yetmiş beş yıl bütün Türk dünyasını sosyalist görünümlü bir hapishaneye mahkûm etmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra içine girilen küreselleşme sürecinde Türk dünyası daha neyin olduğunu anlayamadan bu kez de Amerika Birleşik Devletleri’nin bir Avrasya hegemonya planına alet edilmek istenmektedir. Tam bu aşamada Rus hegemonyasına karşı Amerikan hegemonyası, Enver Paşa imajını Türk ve Müslüman toplulukların yeniden yapılandırılmasında kullanmak istemektedir. Bu nedenle, Amerikaya bağlı olarak çalışan bazı işbirlikçi çevreler Enver Paşa’nın mezarının İstanbul’a taşınmasında öncülük yapmışlar, ABD üzerinden yönetilmekte olan Özbekler Tekkesi aracılığı ile İstanbul üzerinden orta Asya’nın geleceği için Enver Paşa aracılığı ile bir mesaj verilmek istenmiştir. ABD dünya hegemonyasını geliştirerek devam ettirme doğrultusunda, Orta Asya bölgesine Rusya, Çin ya da Hindistan’ın girmesini önlemek istemekte ve bu bölgenin Türk ve Müslüman kimlikli nüfus çoğunluğunu Türkiye üzerinden kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmek amacıyla her türlü girişim öne çıkarılmaktadır. Soğuk savaş döneminden kalma, Türk-Amerikan ittifakı yeni dönemin koşullarında Orta Asya’ya yönelik olarak kullanılmaya çalışılmakta, İstanbul’a yerleşmeye çalışan ABD, Türkiye üzerinden Ön Asya’da oluşturmaya çalıştığı hegemonya düzenini Orta Asya bölgelerine de taşımak istemektedir. Böylesine bir strateji için en uygun düşen figür, tarihsel olarak Enver Paşa olduğu için, bu eski sadrazamın imajı parlatılarak öne çıkartılmaktadır. Türkiye’deki bütün Amerikancıların Enver Paşa çizgisine yönelmeleri de bu doğrultuda basın ve medya organlarında birbiri ardı sıra sergilenirken Atatürk imajının yıpratılmaya çalışıldığı açıkça belli olmaktadır.
         Duygusallık Yerine Akılcılığı Yeğleyen Atatürk
         Günümüz koşulları açısından geriye doğru bakılırsa ortada, Enver Paşanın batırdığı imparatorluk düzeni ile Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet yapılanması görülmektedir. Anadolu halkına hiç güvenmeyen Enver Paşa batı ülkelerindeki Turancı örgütler ve akımların etkisiyle doğunun Türk ülkelerinde örgütlenerek ve büyük bir ordu kurarak yeniden dünyanın merkezi coğrafyasını fethetmeye yönelmiştir. Atatürk ise, Enver Paşanın bu tür girişimlerini hayalci bularak, Anadolu halkına güvenmiş ve kısa bir süre içerisinde yapmış olduğu hazırlıkları tamamlayarak Samsun’a çıkış ile beraber Anadolu’da bir Ulusal Kurtuluş Savaşı başlatmıştır. Atatürk Samsun’a gitmeden önce, son Osmanlı Meclisinden Misakı Milli kararının çıkmasını beklemiştir. Eski bir devletin bitiş noktasında onun en yetkili organından çıkan karar, yeni dönemde devlet çizgisinin nasıl devam edeceğini ortaya koymuştur. Misakı Milli kararı sonrasında başlatılan Ulusal Kurtuluş Savaşı tamamen Anadolu’nun kendi olanakları çerçevesinde yürütülmüştür. Savaş sırasında Rusya ve Hindistan Müslümanlarının para yardımları olmuş ama bunun dışında dış güçlerle ilişkilere geçilmemiştir. Bağımsızlık savaşı zafer ile sona erince, bu kez de dünyanın yeni dengeleri doğrultusunda bir uluslararası barış konferansı Lozan’da toplanarak, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin resmen devletler hukukuna göre tanınması sağlanmıştır. Bütün bu aşamalarda Atatürk, sınırlar ötesindeki Türk ve Müslüman toplumlarla beraber yeni bir imparatorluk oluşturma peşinde koşmamıştır. Turancılık ya da Pantürkizm, Enver Paşayı hayalciliğe sürüklerken, Mustafa Kemal bu tür sapmalardan uzak durmasını gerçekçi bir biçimde bilmiştir. Tarihi çok iyi inceleyen Atatürk Türk dünyasının doğu ve batı olarak her dönemde ikiye ayrıldığını görmüş ve hiçbir zaman hayalci bir büyük birlik ardında politika yapmamıştır.
           Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisini açış söylevinde açıkça Panturanizm, Pan Türkizm ve Panislamizm akımlarına karşı mesafeli davranılacağını belirterek, hiçbir yoldan emperyal amaçlar peşinde koşulmayacağını açıkça ortaya koymuştur. Böylece o dönemin dev ülkesi olan Sovyetler Birliği ile beraber, diğer bölge ülkeleri ve emperyal güçlere karşı açıkça barıştan yana bir tavır sergilenmiştir. Atatürk yurtta ve dünyada barışı bir ana hedef olarak yeni Türk devletinin izleyeceğini söylerken, o dönemin koşullarında batılı emperyal güçler tarafından kışkırtılarak araziye sürülen Enver Paşa’dan çok farklı bir yolun izleneceğini açıkça ortaya koyuyordu. Atatürk’ün yüz yıl önceki temkinli tutumunun bugünler içinde örnek olması gerektiği açıkça ortadadır. Elindeki bir büyük imparatorluk gücünü yitirmiş olan Türklerin, yeniden Osmanlı İmparatorluğu gibi bir büyük dev siyasal yapılanmayı ortaya çıkarabilmeleri fazla gerçekçi görülmemektedir. Bu doğrultuda Amerikanın, İsrail’in ya da Avrupa’nın Avrasya stratejilerinde Türkiye’nin Truva atı olarak kullanılması gündemdedir. Zaten bu nedenle Amerikancı gayrimüslim çevreler, Türkiye’yi Çin, Rusya ve Hindistan üçgenin de Avrasya coğrafyasında kendi piyonları olarak kullanabilmenin arayışı içindedirler. Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği sonrasında karşısına çıkan Avrasya sürecinde iki çizgi arasında kalmıştır. Birinci çizgi Enver Paşa hayalciliği ile Avrasya coğrafyasına, batılı emperyalistlerin öncü gücü olarak dalmaktır. Böylesine olumsuz bir girişim sonucunda, Türkiye, Rusya, Çin ve Hindistan gibi dünyanın yeni büyük güçleri ile karşı karşıya kalacaktır. İkinci çizgi ise, Atatürk’ün izlemiş olduğu gerçekçi yaklaşımdır. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti önce kendi sınırları içinde sağlam ayakta duracaktır. Batılı emperyalistlerin planları doğrultusunda Türkiye Avrasya’da kendisinin olmayan planlara sürüklenirse bu kez kendi ülkesini kaybetmek durumunda kalabilir. Atatürk bu gerçeği gördüğü için, Misakı Milli sınırları dışında hiçbir maceraya kalkışmamıştır ama İran ile iş birliğine giderek güney Avrasya hattı üzerinde, Afganistan’ı da içine alan bir bölgesel işbirliği ittifakı olarak Sadabat Paktını gündeme gerçekçi bir biçimde getirebilmiştir. Bu nedenle, bütün dünyanın Avrasya bölgesine yöneldiği bu aşamada, Türkiye Cumhuriyeti Enver Paşa hayalciliği ile emperyalistlerin oyuncağı olmamalı, ama kurucusu Atatürk’ün gerçekçiliği ile Türkiye merkezli bir Avrasya stratejisini komşuları ve akrabaları olan ülkelerle iş birliği içerisinde uygulamaya başlamalıdır.
      
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN