17 Ekim 2021 Pazar

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASININ TEMEL NORMU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASININ TEMEL NORMU                    

    Dünyanın merkez ülkesi Türkiye Cumhuriyeti gene bir anayasa değişikliği dönemine doğru sürüklenmektedir. Dünya ana karasının tam ortasında yer aldığı için küresel alanda meydana gelen bütün değişikliklerin en önce etkilediği bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti, sürekli olarak dış konjonktürde ortaya çıkan yeni durumlara göre yön değiştirmiş ya da bu doğrultuda yeni süreçlere itilmiştir. Bugün de benzeri bir durum geçmiştekileri benzeri bir doğrultuda ortaya çıkmaktadır. Son yirmi yılda on sekiz kez değiştirilen Türk anayasası bir kez daha değiştirilmek istenmekte, zaten yarısından fazla maddesi değiştirilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti anayasası, bu kez otuz maddelik bir öneri neredeyse beşte bir oranında yeni bir yapılanmaya doğru yönlendirilmek istenmektedir. Otuz maddesi değiştirilecek bir anayasadan artık eski anayasa olarak söz etmek mümkün olmayacaktır. Zaten on sekiz değişiklik yasası ile yarısından fazlası değiştirilen bu anayasadan, ara rejim anayasası ya da askeri dönem anayasası olarak söz etmek mümkün olamayacaktır. Türkiye dünyada en fazla anayasa değişikliği yapılan ülkelerden birisi olmasına rağmen, gene de Türk devletini zorla belirli plân ve projeler doğrultusunda dönüştürmek isteyen çevreler, siyasal ya da ekonomik merkezler açısından Atatürk’ün anayasal devlet modelini ortadan kaldırana kadar ya da bütün resmi binalardan T.C tabelalarını indirene kadar sonsuz bir değişiklik tutkusu, dışarıdan gelen rüzgârlar doğrultusunda öne çıkarılmağa devam edilmek istenmektedir. Bu nedenle, anayasa değişikliklerini yalnızca bir yasa olarak görmeyip, arkasında yatan gerçek nedenleri araştırmak ve üzerinde hukuk ile siyaset bilimlerinin getirdiği birikimler doğrultusunda düşünmek gerekmektedir.

    Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ortaya çıkan Avrupa Birliği sürecinde, Türkiye’ye tam on uyum paketi dıştan zorlamalarla kabul ettirilmiştir. Bu doğrultuda, yirmi yıllık bir dönemde tam ons ekiz anayasa değişikliği Türk parlamentosundan geçmiştir. Türk ulusu kendisinin tam üye olmadığı ve gelecekte de olamayacağı bir bölgesel birlik ya da kıta devletinin karar ve kriterleri doğrultusunda anayasa değişikliklerine zorlanmıştır. Her devlet kendi gereksinmeleri doğrultusunda, değişen dünya ve ülke koşullarına uyum sağlayabilmek için anayasa değişikliklerine giderken, Türkiye Cumhuriyeti bu durumun tamamen aksi bir doğrultuda harekete zorlanarak dışında olduğu bir siyasal oluşum için ve onun doğrultusunda dönüşüme zorlanmıştır. Böylesine bir çelişkili durum nedeniyle, her anayasa değişikliği Türk devletinin geçmişten gelen geleneksel yapısını bozmuş ve zaman içerisinde tasfiyesine giden yolu açmıştır. Sadece Avrupa Birliği için yapılan anayasa değişiklikleri ile Türkiye daha çağdaş ve gelişmiş bir devlet yapısına kavuşmayı umarken, giderek Avrupa’nın dışında kalındığı için devlet gücünün ciddi oranlarda kaybedildiği anlaşılmış ve bu nedenle de kamusal alanda önemli ölçüde bir devlet boşluğu ortaya çıkmıştır. Nüfus son derece hızla artarken, ekonomik yapı gene aynı hızla gelişirken, Türkiye çeşitli alanlarda büyürken anayasa değişiklikleri ve bu doğrultuda çıkartılan yeni yasalarla devletin giderek küçültüldüğü görülmüş ve böylesine bir çelişkili duruma Türkiye’yi sürükleyen dış güçler ülke üzerinde etki ve hegemonyalarını artırırken, Türk devleti Türkiye’yi yönetemez bir duruma sürüklenmiştir. Kendi ekonomisini yönetemez bir devlet konumuna gelen Türk devletinin sözü dinlenilmez olmuş ve ülke yolgeçen hanına dönüşürken, dış güçler ve tekelci şirketler ülkenin her bölgesine el koyarak kendi küresel çıkarları için Türklerin anavatanı üzerinde her türlü girişimde bulunma hakkını zorla elde etmişlerdir. Medya üzerinden uyutma senaryolarıyla Türk halkı derin bir uykuya doğru yönlendirilirken, uyanık emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri ülkede dışa bağımlı bir manda düzenini eylemsel olarak gerçekleştirmişlerdir. Savaş koşullarında kurulmuş olan meclisten çıkan yasalarla ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti bu kez gene parlamentodan çıkan yasalar ve anayasa değişikleri yolu ile tasfiyeye doğru yönlendirilmiştir. Giderek gelişen toplumsal potansiyele rağmen, Türk devletinin istediği atılımları yapamaması ve daha çok dışa bağımlı hale gelmesiyle, emperyal plân ve senaryoların uygulama alanı ya da laboratuarı olma noktasına doğru sürüklenmesi ile Birinci Dünya Savaşından hemen sonra Türk ulusunun vermiş olduğu Kurtuluş Savaşı sonrasında, kazanılmış olan bağımsızlık düzeni ve ulusal egemenlik rejiminin giderek ortadan kalktığı görülmektedir. Bu tür senaryolara alet olan siyasal kadrolar ya da yönetimlerin hiçbirisi bu gerçekleri dile getirmemişler ve kendilerini işbaşına getiren dış güçlerin istekleri doğrultusunda hareket ederken, demokrasi ya da insan hakları gibi kutsal kavramları kullanarak Türk halkına nurlu ufuklar vaat etmeğe devam etmişlerdir.

    Türkiye Cumhuriyeti devleti Türk ulusunun vermiş olduğu büyük bir mücadele sonucunda kurulduğu için, devletin temelindeki kurucu irade Türk ulusunun gücünden kaynaklanmaktadır. Hal böyle olmasına rağmen hiç kimse Türk halkına sormadan, bir referandum bile yapmadan Türk devletini Avrupa Birliğinin bekleme odasına bağlayarak, zamanla tasfiyesine giden yola zorlamışlardır. Türkiye gibi bir bağımsız devleti yabancı ülkelerin oluşturduğu bir üst devlet oluşumuna bağlamak, devletin temelinde yatan kurucu iradeye ters düşmesine rağmen elli senedir hiçbir yönetim Türk ulusunun oyuna başvurarak bir ulusal karar çıkartılmasını düşünememiştir çünkü sürekli olarak batılı emperyal güç merkezlerinin güdümünde hareket eden batıcı yönetimlerin Türkiye’yi yönetmesine izin verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçilmesiyle beraber Türkiye Atatürk’ten gelen bağımsız yapısını yitirdiği için, işbaşına gelen bütün yönetimler batılı merkezlerin güdümünde ve dümen suyunda giderek, devletin temelinde var olan kurucu iradenin çizgisinden uzaklaşmışlardır. Kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu ilkeler ve devlet modelinden giderek uzaklaşan siyasal iktidarlar, en sonunda Türk devletinin bütünüyle tarih sahnesinden silinmesi gibi bir çıkmazla, Türk ulusunu karşı karşıya bırakmışlardır. Tarihsel bir aşamada dünya sahnesine çıkan Türk ulusu, bağımsız varlığını kurtuluş savaşı ile kanıtlayarak geleceğe dönük bir bağımsızlık düzeni içerisinde sonsuza kadar varlığını sürdürmeyi hedeflemiştir.

    Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim olduğu aşamada devletin bitmesi üzerine batılı emperyal devletlerin Hıristiyan orduları Türkiye’yi işgal etmeğe başlamışlardır. Türk milleti o aşamada teslim olmayarak direnmiş ve bir Ulusal Kurtuluş Savaşı verdikten sonra tam bağımsız bir siyasal düzene kavuşmuştur. Kurtuluşun önderi aynı zamanda kuruculuğun da başkanı olmuştur. Son Osmanlı Meclisinde alınan Ulusal Ant kararı doğrultusunda imparatorluk sonrasında ulus devlet kuruluşuna yönelinmiş ve ikinci aşamada Samsun’a çıkıldıktan sonra, işgal altındaki vatanın tehlikede olduğu belirtilerek milletin azim ve kararı ile bu durumun önleneceği, Amasya Genelgesi ile kamuoyuna açıklanmıştır. Daha sonraki aşamada ise ülkenin her köşesinde yapılan toplantılar ve kurulan derneklerin temsilcileri, Sivas kentinde bir araya getirilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kongresi özelliğinde olan ulusal düzeyde, Sivas Kongresi toplanmıştır. Bu Kongre, kurucu bir iradeyi yansıtan toplantı olduğu için, buraya katılan Türk ulusunun temsilcileri, ulusal kurucu iradenin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Devletsizlik ortamında yeni bir devletin kuruluşunun başlangıcı olan Sivas Kongresi, asli kurucu iktidarın Türk ulusu adına siyaset sahnesine çıkmasına yardımcı olmuştur. Anayasa hukuku açısından devletlerin kuruluşunda rol oynayan asli kurucu iktidar Türkiye açısından arandığı aşamada, Sivas Kongresi tarihsel bir oluşum olarak devreye girmiştir. Kongre kararlarına bakıldığında, Ulusal Ant ve Amasya genelgesi ilkeleri doğrultusunda hareket edildiği ve bu iki tarihsel belgeye uygun düşen kararlar alındığı görülmektedir. Ülkede, milli bir iradeyi egemen kılmak ve bu doğrultuda bir ulusal kurtuluş savaşı vermek, savaş sonrasında bir ulus devletini ulusal egemenlik düzeni olarak oluşturmak, devletin kuruluşu için bir temsil heyeti seçmek ve bu heyet aracılığı ile yeni başkent Ankara’da Türk milli devletini kurmak, Sivas Kongresinde Türk ulusunun tam yetkili temsilcilerinin aldıkları kararlardır. Daha sonraki aşamada seçilen heyetin başkanı olarak Mustafa Kemal Ankara’ya gelerek bu kentte yeni devleti ve başkenti kurarken, Sivas Kongresi’nde alınan kurucu kararlar doğrultusunda hareket etmiştir. Kongrede seçilen temsil heyeti, Türk ulusu adına asli kurucu iktidar olarak öne çıkmış ve bu heyetin başkanı olan Mustafa Kemal, devletin kuruluşunda hem meclis hem devlet hem hükümet hem de genelkurmay başkanı olarak kuvvetler birliği ilkesi doğrultusunda hareket ederek savaş içinde olunmasına rağmen kısa zamanda başarılı sonuç alınmasını sağlamıştır.

    Devletin hukuk belgesi olan anayasayı Mustafa Kemal hemen meclis gündemine getirmemiş, meclis içindeki grupların öne sürdükleri tasarıları incelemiş ve daha sonra da bölgedeki savaş sonrası oluşumun nereye gideceğine bakmıştır. Sivas Kongresi kararları ile yola çıkan Atatürk ve arkadaşları, devletin kuruluşunda kesin bir kararlılığa varabilmek için Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı hinterlandında nasıl bir oluşumun ortaya çıkacağını yakından izlemişler ve Misakı Milli sınırları dışına çıkmadan bölgesel gelişmelere yakın durmuşlardır. Sivas Kongresi’nden tam bir yıl sonra 1 Eylül I920 tarihinde toplanmış olan Bakü Kurultayı, bu açıdan Türk devletinin kurucu iktidarının beklediği işareti vermiştir. Kuzeydeki büyük oluşum sonucunda ortaya çıkan Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde toplanan Bakü Kurultay’ına bütün doğu halkları katılmış ve doğu sorununun nasıl çözüleceği konusunda düşüncelerini öne sürerek görüşlerini belirtmişlerdir. Bu kurultaya son Osmanlı hükümeti adına Enver Paşa ile beraber Ankara hükümeti adına da Mustafa Kemal’in temsilcisi İbrahim Tali Bey katılmışlardır. Kongre sonrasında Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal’i ve Ankara hükümetini muhatap olarak kabul edince, İstanbul dönemi sona ermiş ve yeni Türk devleti, kurucu kadronun yönetiminde geleceğe dönük olarak yeni başkent Ankara’da bağımsızlık düzenini oluşturabilmiştir. Cephelerde savaşı kazanan Ankara hükümeti, yeni dönemin büyük gücü Sovyetler Birliği tarafından da resmen muhatap olarak kabul edilince Fransa, Ankara ile temas kurmuş ve bu aşamadan sonra da o zamanın dünya devleti olan Büyük Britanya İmparatorluğu Türk devletini resmen kabul ederek, Lozan’da barış masasına oturmuştur. Sivas Kongresi’nin gündeme getirdiği iç dinamiklerin inisiyatifini Bakü kurultayının getirdiği dış dinamikler tamamlayınca, kurucu iktidar devletin kuruluşunun resmi belgesi olan yeni anayasa yapımına yönelmiştir. Böylece, savaş sonrasında doğu sorunun cereyan ettiği bölgenin gelecekteki haritası belirlenmiş ve Ankara hükümeti de buna göre yeni devletin anayasasının yapımına yönelmiştir. Mustafa Kemal bu oluşumu beklediği için yeni anayasa yapımında aceleci olmamış ve zamanını beklemesini bilmiştir.

    Birinci meclisin gündemine ilk önce Halk Zümresi Grubu bir anayasa önerisi getirmiştir. Ne var ki, bu taslak daha çok Sovyet tipi bir devlet oluşumunu öngördüğü için Mustafa Kemal öneriye sıcak bakmamış ve Bakü Kurultayı gibi bir bölgesel oluşumun eski Osmanlı ülkesini nerelere götüreceğini yakından izlemiştir. Bu çerçevede, Bakü kurultayı Sivas Kongresi’nin tamamlayıcısı olmuştur. Yaz aylarında başka anayasa önerileri de meclis başkanlığına verilmiş ama devletin kurucu başkanından herhangi bir öneri gündeme gelmemiştir. Bakü Kurultayı sonrasında Mustafa Kemal kendi el yazısı ile hazırladığı Halkçılık Beyannamesini Türk devletinin ilk anayasa taslağı olarak Meclis gündemine getirmiştir. Halkçılık temeline dayanan bir ulus devletin kuruluşu için gerekli olan ana ilkeler, bu program ve ekinde yer almış Ankara’da merkezi devletin kuruluşu ile beraber yurt düzeyinde vilayetler üzerinden bir taşra örgütlenmesi yeni devletin hukuk düzeni için asli kurucu iktidar tarafından meclis gündemine sunulmuştur. Devletin ulusal egemenliğe dayanması, merkeze bağlı bir düzenli kurulması ile ülkeyi başkent merkezli olarak denetleyecek bir genel müfettişlik yapılanması, anayasa taslağında meclisin onayına sunulmuştur. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kurucu iktidarının Sivas Kongresi kararlarına dayanan devlet kuruculuğu, Halkçılık Beyannamesi doğrultusunda kabul edilen I921 anayasası ile bçimlenerek tamamlanmıştır. Osman beyin kurduğu Osmanlı devletinin bitişinden sonra yaşanan devletsizlik dönemi, böylece Atatürk’ün Türk ulusunun tam yetkili temsilcisi olarak üstlendiği asli kurucu iktidar misyonunun tamamlanmasıyla sona ermiştir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti açısından asli kurucu iktidarlık misyonunun sahibi, Sivas Kongresi delegeleri ve bu toplantıdan seçilen Temsil heyeti ve Birinci meclis üyesi olan milletvekilleridir. Bu unsurlardan oluşan asli kurucu iktidarın ortaya koyduğu ulusal, üniter ve Ankara merkezli Türk devletinin ana yapısını sonraki dönemlerde devletin başına geçmiş olan hiçbir siyasal iktidar değiştirememiştir. Çünkü hiçbirisi asli kurucu iktidar olma hakkına ya da şansına sahip olamamıştır. Anayasa hukukun ana konularından birisi olan kurucu iktidar açısından bakıldığında, ara dönemlerde gündeme gelen ve anayasa yapan kurucu ya da danışma meclisleri de asli kurucu iktidar olamamışlardır. Sivas Kongresi kararları ile Halkçılık beyannamesi ilkeleri doğrultusunda hareket edilerek, devletin temelinde var olan ulusal, üniter ve merkezi yapıyı güçlendirilmiştir. Bir anlamda ikinci derecede yer alan tali kurucu iktidarlar, devletin ilk ana kuruluşunu tamamlayan asli kurucu iktidarın yolundan giderek, devletin temel çatısını bozmadan korumuşlardır.

    Asli kurucu iktidar olan Kemalist kadro, bir anlamda Kemalist devlet ve cumhuriyet rejimi modelini geliştirerek oluşturmuştur. Bugün hala yoluna devam eden Ankara merkezli ulusal ve üniter Kemalist devlet, asli kurucu iktidarın eseridir. Bu nedenle, Atatürk ilkeleri ve Kemalizm, Türk Anayasa hukukunun temel kaynaklarını oluşturmaktadır. Anayasa hukukunun önde gelen konularından birisi olan Anayasallık bloklu çerçevesinde konu ele alındığında; uluslararası hukuk ile beraber, Türk devletinin ortaya çıkışını hazırlayan olaylar, belgeler ve asli kurucu iktidar olarak Kemalist kadronun ortaya koymuş olduğu bütün siyasal birikim, Türk anayasa hukukunun kaynağı olarak öncelikli bir biçimde anayasal konuları ve sorunları etkilemektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti asli kurucu iktidarın ortaya koyduğu devlet modeli çerçevesinde yoluna devam ettiği sürece, Atatürk ilkeleri anayasanın başlangıç kısmında yer alacak ve Atatürk devrimleri ile eserleri, gene yasal ve anayasal koruma altında sürdürülecektir. Anayasa hukukunun genel ilkeleri ve özellikle Anayasallık Bloklu anlayışı bunun böyle olması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Devletin Kemalist modeli ile Atatürk ilke ve devrimleri, Türk anayasa hukukunun temel kaynağıdır. Hem anayasa ilkeleri açısından pozitif hukuk korumasına sahiptirler, hem de Anayasallık Bloku çerçevesinde Türk anayasa hukukunun birer parçası olarak her zaman için dikkate alınmaları gerekmektedir. Uluslararası hukuk kadar hukukun genel ilkeleri ve siyasal bilimin verileri kadar da Atatürk ilke ve devrimleri, Türk anayasa hukuku ile ilgili sorunların ele alınışında ve çözüme kavuşturulmalarında temel dayanak noktalarıdır. Atatürk Cumhuriyeti devam ettiği sürece bu temel hareket noktalarını ya da kaynakları değiştirmeğe hiçbir tali kurucu iktidar ya da siyasal yönetimin değiştirme hakkı bulunmamaktadır. Bu çerçevede, asli ve tali kurucu iktidarlar arasındaki farkın iyice belirlenmesi ve anayasal cahilliğin önlenebilmesi için yeni kuşaklara anlatılması gerekmektedir. Anayasa hukukunu iyi bilen uzmanlar ve otoriteler bu konularda çok dikkatli konuşurlarken, bu konuları hiç bilmeyen siyasetçiler ya da iktisatçılar bol keseden atarak ahkâm kesebilmektedirler. Bu yüzden Türk anayasa hukuku fazlasıyla zarar görmekte ve birçok sorun değişik yönlere çekildiği için, içinden çıkılmaz bir duruma yaratılmaktadır. Türkiye’de yeni bir anayasa isteyen, küreselci, liberal, mandacı ve dinci çevrelerin anayasa hukukunun bu kısımlarını iyi bilmeleri gerekmektedir aksi takdirde yeni anayasa istekleri sürekli olarak sonuçsuz kalmağa mahkûm olacaktır. Onların istediği türden yepyeni bir anayasa asli kurucu iktidar sorunu yüzünden hiçbir zaman söz konusu olamayacaktır. Ne var ki, ikinci derecede hareket edebilecek tali kurucu iktidarlar, asli kurucu iktidarın iradesine uygun olarak bazı değişiklikleri her zaman için gündeme getirebileceklerdir. Böylece yenilenecek Türk anayasası da zaman içerisinde ortaya çıkan gereksinimlerin karşılanması açısından kendisinden beklenen misyona uygun olarak Türk devletinin omurgası ya da çatısı olarak hizmet vermeğe devam edebilecektir.

    Hukuk ve devlet sistemlerinin hem teorik hem de uygulamadan gelen pratik yönleri bulunmaktadır. Hukuk sistemleri uygulanan işlemlerin bir bütünü olarak aynı zamanda bir teorik temele ve çıkış noktasına da sahip bulunmaktadır. Hukuk teorisi açısından bakıldığında, Hans Kelsen tarafından konulmuş olan Normativist pozitivizm anlayışı devlet ve hukuk arasındaki bağlantıyı teorik olarak açıklamaktadır. Bu teoriye göre; Viyana okulunun kurucusu Hans Kelsen hukuk için gerekli olan asli ve sürekli unsurları bir araya getirmeğe çalışmıştır. Hukukun saf bir düzeye gelebilmesi, için diğer alanlardan gelen çeşitli unsurlardan temizlenmesi gerekmektedir. Hukukun özünü norm olarak gören bu teoriye göre hukuk sistemi kurallardan meydana gelmektedir ve bu nedenle kuralların dışında kalan unsurların önemi ikinci derecede kalmaktadır. Hukuk bir normatif bilim olarak devlet ile ayniyet taşır ve bütünselleşir. Birer hukuki varlık olan devlet yapıları bu doğrultuda kurallardan oluşmaktadır. Devletlerin hukuk düzenleri birer hiyerarşik normlar sistemidir. Hukuk uygulayan bütün kurumların ve devlet organlarının ortaya koyduğu kurallar, devlet çatısı altında bir normlar hiyerarşisi ve sistemi oluşturmaktadır. Buna göre her norm daha üst düzeydeki normlara uygun olarak organlar ya da kurumlar tarafından konulmalıdır. Devletler birer hukuk düzeni olarak normlar hiyerarşisinden meydana gelmektedir. Bütün normlar bir üst norma tabi olduğu için en üst düzeyde bir temel norm bulunmaktadır. Bu temel norm devletin içeriğini ve çekirdek yapısını ortaya koymaktadır. Özellikle hukuk devletlerinin kurallar bütünü olması nedeniyle, bütün normların bağlı olduğu en üst düzeydeki norm olarak temel normlar devletlerin özünü oluşturduğu gibi anayasaların da temelini meydana getirmektedir. Kelsen’in saf hukuk teorisine göre devlet ve hukuk aynıdır. Bu aynılık içerisinde her ikisinin de temelinde bir büyük norm bulunmaktadır ve bu norm diğer kuralları belirli bir hiyerarşik düzen içerisinde kendisine bağlı tutmaktadır. Hukuk normları piramide benzer bir yapı içerisinde devletin çatısı altında yer almaktadırlar. Bütün hukuk sistemi, piramidin en tepesinde bulunan en genel ve soyut büyük norma bağlı bulunmaktadır. Bu en tepede yer alan büyük norm aynı zamanda daha alt düzeyde normlar yaratma yetkisine sahip olan bir oluşum olarak yön göstermektedir. Normlar hiyerarşisinde en genel ve en soyut normdan en özel ve somut normlara doğru bir geçiş söz konusudur. Temel norm hukuka dayanak noktası olurken aslında hukuk dışı bir alandan gelmektedir. Daha çok toplum içerisinde meydana gelen sosyal ve siyasal oluşumların sonucunda ortaya çıkan temel norm, devletin kuruluş aşamasında bu örgütlenmenin en tepe noktası olarak hem özünü oluşturmakta hem de hukuk sistemine kaynaklık ederek bütün diğer normlara yön göstertmektedir. Devletlerin hukuki yapılarını belirleyen anayasalar da temel norm en tepedeki genel ilke olarak diğer anayasa maddelerine kaynaklık eder ve yön gösterir. En tepede yer alan temel norma, bütün devlet kurumları ve hukuk kuralları uygun olmak zorundadır. Temel norm devletin ve siyasal rejimin özü olarak kimliğini ve yapısını belirler.

    Birer hukuk sistemi olan devletlerin temelinde yer alan büyük normları genel olarak asli kurucu iktidarlar belirlemektedirler. ABD’nin bir federasyon olması, İngiltere’nin bir hanedan devleti ya da krallık yapısına sahip bulunması ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin ulusal, üniter ve merkezi bir devlet olması ilkesi bu devletler açısından birer temel normdurlar. Washington ve arkadaşları ABD’yi bir federasyon olarak kurarlarken devletin karakterini temsil eden temel normu bir asli kurucu iktidar olarak belirliyorlardı. Benzeri bir durumun, Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyeti’ni kurma aşamasında asli kurucu iktidar olarak hareket ettikleri aşamada gündeme geldiği görülmektedir. Washington ve arkadaşlarının kurucu babalar olarak ortaya koydukları siyasal yapı iki yüz yılı aşkın bir süredir asli kurucu iktidardan gelen bir miras olarak nasıl devam ediyorsa, Atatürk ve arkadaşlarının ortaya koydukları ulusal, üniter ve merkezi devlet modeli ile çağdaş cumhuriyet rejiminin aynı doğrultuda devam etmesi gerekmektedir. Obama ABD başkanı olarak kurucu babaların iradesine bağlı kalacaklarını açıklarken, Türk devletini yöneten güçlerinde benzeri bir doğrultuda, Türkiye’nin kurucu babaları olan Atatürk ve arkadaşlarının kurucu iradelerine saygılı olmaları normal koşullarda beklenmektedir. O zaman her türlü anayasa değişikliği önerisinin Türk devletinin ulusal, üniter ve merkezi yapısına saygılı olması beklenmektedir. Yeryüzündeki bütün devletler kurucularının iradesiyle oluşan siyasal ve hukuki yapılarını normal koşullarda koruyarak varlıklarını sürdürmek ve geleceğe dönük olarak yaşamlarını güvence altına almak isterler. Bu açıdan, bütün devletler kendi halklarına bir sonsuzluk güvencesi vermek durumundadırlar. Avrupa ülkelerinin birçoğunun anayasa hukukunda, halkların geleceğe dönük yaşamlarını sürdürebilmeleri açısından devletler bir sonsuzluk güvencesi vermektedirler. Kendi halklarına sonsuzluk güvencesi vermek durumunda kalan devletler de sahip oldukları siyasal ya da hukuki yapının özünü ve dayandığı temel normu koruyarak hareket etmek durumundadırlar. Her devlet kuruluşundan gelen siyasal yapı ile geleceğe dönük varlığını normal koşullarda sonsuza kadar sürdürmek ister. Ne var ki ortaya çıkan siyasal gelişmeler savaşlar ve işgaller bazı küçük ve zayıf devletlerin ortadan kalkmasına neden olurlar. Ya da emperyal güçler ellerine geçirdikleri olanakları kullanarak, zayıf ve küçük devletleri tasfiye ederek daha büyük bölgesel siyasal oluşumları gündeme getirebilirler. Devletler tarihsel süreç içerisinde belirli dönemeçlere geldiklerinde başka siyasal oluşumlar ya da devlet projeleri doğrultusunda ortadan kalkmaya zorlanabilirler. Savaş ya da işgal gibi zor kullanma yöntemlerinin ötesinde bazı devletler içeriden çöküşe zorlanabilirler. O aşamada, devletin dayanağı olan temel normun anayasadan çıkartılmaya çalışıldığı ya da büyük güçlerin, emperyal devletlerin işine gelen, çıkarlarına uyan, başka bir temel normun öne çıkarılarak var olan yapının dönüşüme zorlandığı görülmektedir.

    Anayasa hukukunun en önde gelen konuları olan asli kurucu iktidar olgusu, anayasallık bloku ve saf hukuk teorisi açılarından Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı anayasa sorununa bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü siyasal ve hukuki yapısını oluşturan temel norm konumundaki Atatürk’ün devlet modelinin kaldırılmak istendiği görülmektedir. Asli kurucu iktidarın ne olduğunu bilmeyen siyasal iktidarlar, tali kurucu iktidar olarak kurucu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devlet modelinin dayandığı ilkeleri ve yapıyı tümüyle kaldırmak ya da değiştirmek isteyerek ciddi anlamda bir anayasal suç işlemektedirler. Anayasa hukukları kendisini ortaya çıkaran yapılara ve kuruculara öncelikle saygılı davranmayı ve bu iradeye uygun olarak davranmayı gerekli kılmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve anayasasının temel normu asli kurucu iktidarın başı olan Atatürk’ün devlet modeli, Atatürk ilke ve devrimleridir. Devletin temelinde var olan Kemalist öz, Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel normudur. Bu nedenle de ikinci derecedeki tali kurucu iktidarlar ya da hükümetler tarafından onların siyasal çıkarları ya da plânları doğrultusunda değiştirilemez. Hiçbir biçimde yapılan anayasa değişikliklerinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel normu olan Atatürk’ün devlet modeline dokunulamaz, Atatürk ilkeleri yok sayılamaz. Atatürk devrimlerini koruyan ilkelere ters düşerek bu devrimlerin zarar görmesine neden olunamaz. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının başlangıç hükümleri ile beraber değişmez maddeleri de temel normlar olarak korunmak durumundadırlar.  Anayasa hukukuna ve anayasal blok anlayışına göre temel norm olarak değişmez maddelerde yer alan ulusal, üniter, merkezi, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti modeli sonuna kadar korunmak zorunluluğu vardır. Anayasalar her zaman için kısmi değişiklikler ile parlamentolarda belirli bir uzlaşma zemininde ele alınarak değiştirilebilirler. Ne var ki, bütünüyle yepyeni bir anayasayı asli kurucu iktidar inisiyatifine karşı doğrultuda yapmak ya da anayasallık bloku çerçevesinde güvence altına alınan uluslararası hukuk, hukukun genel ilkeleri ve Atatürk ilkelerine aykırı düşecek değişikliklere gitmek anayasa hukuku açısından mümkün değildir. Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti kendilerini tarih sahnesine çıkaran asli kurucu önder Atatürk’ün eserine ve mirasına sahip çıkarak sonsuzluğa kadar varlığını koruyabilecektir. Türk devletinin temel normu bu durumu zorunlu kılmakta ve bu doğrultuda Türk ulusu ile devletine emir vererek yön göstermektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 

11 Ekim 2021 Pazartesi

PARADİGMA, İFLAS ETMEDİ YAŞIYOR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

PARADİGMA, İFLAS ETMEDİ YAŞIYOR

                                Küreselleşme döneminin başlamasıyla birlikte dünya kamuoyuna çıkan yeni kavramlardan birisi de paradigma kelimesi olmuştur. Daha önceden var olmasına ve eskiden kullanılmış olmasına rağmen, paradigma kavramı yeni dönemin anahtar sözcüklerinden birisi olmuş ve yeni dünya düzenine geçiş sürecini açıkça anlatmaya yönelik bir çizgide her yerde ve çeşitli aşamalarda fazlasıyla kullanılmıştır. Latince kökenli bir kavram olarak dünya sahnesine çıkan ve bu doğrultuda fazlasıyla kullanılarak yeni dünya düzeni oluşturulması için gündeme getirilen paradigma kelimesi, bilimsel makaleler ve konuşmalarda yeni dönemin en fazla kullanılan sözcüğü olmuştur. Bu kavramın yoğun bir biçimde dile getirilerek kullanılması eski dünya düzeninin son yıllarında ortaya çıkmıştır. Bir anlamda yeni dünya düzenine giden yolda gündeme getirilen bu kavram, geçmişten gelen dünya düzeninin yıkılarak ortadan kaldırılması amacıyla da kullanılarak, bugün küreselcilerin zorlamasıyla dünya dillerine girmiş ve fazlasıyla kullanılarak bir anlamda düzen yıkıcılığının anahtarı konumunda kullanılmıştır. Sözlük anlamı olarak biçim, yapı, düzen, kalıp ve de model olarak çeşitli açılardan kullanılan bu kavram bir anlamda bilim ve felsefe anlayışlarının ifade edildiği durumlarda, en kritik noktalarda kullanılabilen bir kavram olarak varlığını bugün de sürdürmektedir. Özellikle, eski düzen ile içine girilmekte olan yeni düzen konuları tartışılırken, paradigma kavramının hem düzenler arasındaki farklılıkların belirtilmesinde hem de modellerin ele alındığı durumlarda biçim ve yapılanma konuları üzerinde durulurken kullanıldığı görülmektedir.

                Sovyetler Birliğinin dağıldığı aşamada paradigma konusu Türk kamuoyuna da taşınmış ve bu doğrultuda kitaplar yayınlanarak, eski düzenden yeni düzene geçerken ortadan kaldırılmak istenen eski siyasal düzenlerin yeni yapılanmaya uygun olarak ele alınmasıyla yürütülen tartışmalarda da en başta gelen kavram olarak gene paradigmanın kullanılmaya çalışıldığı göze çarpıyordu. İçinde bulunulan ortamda kullanılmasına gerek olup olmadığı düşünülmeden bu kavramın her aşamada ortaya çıkarılması kamuoyunda şaşkınlık yaratırken, entelektüel toplum kesimlerinin bu kavrama kuşku ile yaklaşmaya çalıştıkları içine girilen tedirginlik ortamlarında belli oluyordu. Egemen güçlerin kendilerini merkeze oturtarak yeni bir dünya düzeni hayal etmeleri doğrultusunda yönlendirilen kamuoyunda, paradigma kavramı küreselci çevrelerin zorlamaları ile yeni bir yere gelebiliyordu. Terk edilmesi istenen eski dünya düzeninin arkasında bir tarihsel süreç bulunduğu için eski ağaçların yüz yıllık gövdeleri gibi, eski düzenlerin de zaman içerisinde tarihsel derinliklere gömüldüğü ve bu nedenle bunların yerlerinden oynatılmalarının pek de mümkün olmadığı gibi durumlar ortaya çıkarken, bu yüzden de çeşitli alanlarda eskisinden çok farklı çizgilerde tartışmalar birbirini izleyerek yapısal bir dönüşümün gerçekleşmesi için elverişli bir ortam yaratılıyordu. Son aşamada küreselcilik akımının emperyal çevrelerde uygulanmaya çalışıldığı belirginlik kazanınca, dünya kamuoyunda karışıklık kendiliğinden paradigma kavramını öne çıkarmıştır. Küresel basında daha çok eskiden yeniye geçiş sürecindeki dönüşüm üzerinde durulurken, bilim ve felsefe alanlarında paradigma kavramı üzerinden daha entelektüel tartışmalar gündeme geliyordu. Paradigma gibi bir kavram üzerinden eski dünya düzenine yönelen eleştiriler ve düşünsel saldırılar daha kolay yapılabiliyordu. Bu kavramın çok fazla bilinmemesi, birden fazla anlamlara gelmesi ve içeriği doldurulmadan birden kamuoyuna empoze edilmesi, okuyan ve düşünen çevrelerde haklı olarak çeşitli tepkilere yol açıyordu. İnsanlar hangi anlama geldiğini tam olarak bilmedikleri bir kavramın öne çıkartılarak, yeni durumun açıklanmasında kullanılmasını yadırgıyorlardı. Küreselci emperyalizmin yerli temsilcileri ve ajanları yeni duruma uygun dil geliştirirken, globalizm ve paradigma gibi bilinmeyen kavramları kullanmakta ısrarlı davranarak, küreselleşmenin önünü açacak bir yeni söylemi öne çıkarmak için çaba gösteriyorlardı.

Dünyanın tam ortasında merkez ülke olarak, yeryüzü haritasındaki yerini koruyan Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk tarihinden gelen siyasal birikime sahip olması nedeniyle, batı dünyasının emperyalist merkezlerinden tezgahlanan küreselleşme senaryolarına karşı Türkiye daha dikkatli ve mesafeli davranarak hareket ettiği için, medya ve basın organları üzerinden tezgahlanan küreselci oluşumlar ve senaryolar Türkiye’de istenen etkileri yaratamamıştır. Bu durumu gören batı merkezleri Türkleri kafa kola alarak küreselci yapmakta zorlanmışlar ve de paradigma gibi Türk kamuoyunun bilmediği yabancı dil kökenli yeni kavramlar aracılığı ile Türk dünyasının kafası karıştırılmıştır. Bu aşamada yeni emperyalist düzeni dünya toplumlarını teslim almak için kullanan küreselcilik akımının düşünsel boyutları geliştirilmeye çalışılırken, başlığında paradigma kavramının bulunduğu bazı makaleler hatta kitaplar bile yayınlanmıştır. Dünya ülkelerini teslim almakta Türkiye’nin aykırı konumunu iyi bilen batılı emperyal güçler, özel olarak Türkiye’yi ikna etmek ve yola getirerek teslim almak gibi hedeflere hemen ulaşabilme doğrultusunda bu çizgide yeni kitaplar yayınlamışlardır. Bu gibi yayınlarda küreselleşme doğrultusunda globalizm kavramı açıktan halk kitlelerine empoze edilirken, eski düzenden vazgeçmek ya da bu eskimiş yapılanmayı ortadan kaldırmak amacıyla paradigma kavramı fazlasıyla kullanılmıştır. Eski düzenin iflas ettiği öne sürülürken dünya ülkeleri yepyeni bir düzen olarak empoze edilen küreselleşme akımına doğru yönlendirilerek, paradigma kavramının sağladığı uygun ortam içinde bir iflas masası kurulmaya çalışılıyordu. Paradigmanın iflası gibi bir başlığın kullanılması üzerinden, yurt içi ulusal ya da uluslararası alanlardaki var olan düzenlerin iflas ederek geçerliliğini yitirdikleri, paradigmanın çöküşü ya da iflası gibi kavramlar üzerinden de hemen küreselleşme düzeninin emperyal merkezler aracılığı ile kamuoyuna empoze edilmeye çalışıldıkları, yıllar süren gelişmeler sonucunda ortaya çıkmıştır.

Paradigmanın iflası gibi bir birleşik kavramı durum analizi yaparken ortaya atmak, küresel emperyalizmin saldırganlığının uzantısı olarak devreye girmiştir. Tıpkı inşaat şirketlerinin yaptığı gibi bir araziye yeni bir inşaat yaparken, bu alanda var olan eski binalar nasıl yıkılıyorsa, emperyalist merkezlerin çıkarları doğrultusunda geliştirdikleri çeşitli senaryo ve planları geçerli kılmak üzere paradigma kavramının yıkıcı bir kelime olarak kullanılmaya çalışıldığı görülmektedir.  Paradigma kavramı, içinde bulunulan süreç ve bu çizgideki gelişmeler yeni bir dünya düzenini gündeme getirirken açıkça eski düzeninin yıkılmasına aracılık etmekte ya da gelmekte olan konjonktür olarak önceden belirlenmiş belirli değerlere bağlı bir biçimde etkisini hissettirerek, beklenen büyük dönüşümün zaman içerisinde gerçekleşmesine yardımcı olabilecek bir anlamı, belirli bir aşamadan sonra taşımaya başlamaktadır. Paradigmanın bir şekil, bir yapı ya da bir model olarak farklı anlamlara gelmesi dikkate alındığında, bu gibi durumların siyasal ya da toplumsal düzeyde biçimlendiği göze çarpmaktadır. Dincilik, laiklik, ulusçuluk, devletçilik, eyaletçilik, alt kimlikçilik, federasyonculuk, modernizm, şehircilik ya da imparatorluk gibi kavramlar, birer devlet ve toplum modeli olarak yüz yıllardır dünyanın çeşitli bölgelerinde yürürlüğe geçirildikleri için, bu gibi sözcüklerin aynı zamanda kendi dönemlerinin paradigmaları olarak kabul edilmeleri gerektiği açıktır. Her devlet ya da toplum düzeni bir yapılanma ya da model olarak farklı dönemlerde ortaya çıktıkları için, onları yaratan konjonktür, bu kavramlar üzerinden geliştirilen paradigmaların aynı zamanda belirleyicisi de olmaktadır. Uzayıp giden yıllar geçtikçe dünya koşullarını değiştiren farklı konjonktürler ortaya çıkmakta ve bunların etkileri ile de var olan düzeni ifade eden paradigmalar yıpranarak tarih sahnesinden çekilmektedirler. Yüzyıllar birbirini izleyerek tarihsel birikimi ortaya koyduğunda ülkelerin başında bulunan yönetimler devre dışı kalmakta ve bu doğrultuda önemli toplumsal dönüşümler ya da siyasal devrimler ön plana çıkabilmektedir. Bilim ve kültürü geliştiren bu gibi değişimlerin birbirini izlemesi üzerine paradigma kendiliğinden değişebilmektedir. Böylesine bir değişimin tarihsel süreç içinde kendiliğinden ortaya çıkabilmesi gibi aynı zamanda, yeni bir hegemonya düzeni peşinde koşan güç sahibi kesimlerin de zorlamaları ile, bir paradigma değişimi öne çıkabilmektedir. Değişim ve dönüşüm paradigmanın iflası gibi bir kavram ile  açıklanabilmektedir.

Paradigma kavramı ulusal ya da uluslararası düzeyde ele alındığı zaman birbirinden çok farklı değerlendirmeler ortaya çıkabilmektedir. Egemen güçlerin baskıları sürecinde oluşan ulusal ya da uluslararası düzenler yeni ortaya çıkan gelişmeler doğrultusunda değişime doğru zorlanırlarken gene bir paradigma tartışması kendiliğinden gündeme gelebilmektedir. Batının emperyalist devletleri ile her zaman için çekişme ve çatışma ortamı içinde olan merkezi bölgedeki Türk devletleri, üç yüz yıldır batı dünyası ile inişli çıkışlı bir ilişki düzeninde olmuş ve bu nedenle de beklenmeyen önemli dönüşümler yaşanmıştır. Türkiye için yazılan kitaplarda Türklerin neden üç yüz yıldır bir bocalama dönemine doğru sürüklendiği ele alınarak, her yönü ile tartışılmış ve Osmanlı imparatorluğunun batının uydusu haline düşmesi nedeniyle yirminci yüzyıla girerken dağılması üzerinde durulmuştur. Batı sanayileşirken, göçebe ve tarım toplumu konumunda bir yapıya sahip olan Osmanlı devletinin çöküşünün kaçınılmaz olduğu dile getirilmiştir. Sanayileşme batı toplumlarının sosyal yapısını dönüştürürken paradigma uluslararası alanda değişmiş ve buna ayak uyduran emperyal devletlerin etkileri ile, Osmanlı devleti gibi batı sisteminin dışında kalan bir devlet eski model yapılanması ile geride kalarak hızla çöküş sürecine doğru yönlendirilmiştir. Osmanlı devleti bir imparatorluk olarak çok geniş bir merkezi alana hükmetmesine rağmen üretim ve yaşam düzenlerinin batı dünyasında değişmesinin etkileri altında kalarak, geride kalmanın faturasını çöküşe sürüklenerek ödemiştir. Osmanlı döneminde başlayan bozulma ve çöküşün bedelini Osmanlı devleti yıkılarak ağır bir biçimde ödemiştir. Sanayileşen ülkelerin dünya uygarlığını temsil eder bir noktaya gelmesi üzerine çağdaşlaşma, batılılaşma ve de kalkınma gibi alanlardaki ilerlemelerin ölçü ve kalıpları değişmiş ve bu doğrultuda paradigma değişikliğinin içeriği batı ülkelerini taklit etmeye doğru kaymıştır. Osmanlı devletinin sanayileşmesini önleyen ama Hrıstiyan batı ülkelerinin çıkarları doğrultusunda hak ve özgürlükleri tanıyan yasal düzenlemeleri Tanzimat ve Islahat fermanları aracılığı ile yayınlayan Osmanlı yönetimi, üst yapı değişiklikleri ile yetinerek ve de alt yapı dönüşümlerine yönelmeden   gerilemek sürecini hızla tamamlayarak temsil ettiği paradigmanın ortadan kalkmasında önemli bir rol oynamıştır. Son aşamada modern dünya ile bütünleşmeye çalışan Osmanlı devleti, modernleşme doğrultusunda adım attıkça aynı zamanda sömürgeleşerek çöküşten kurtulamamıştır.

Birinci dünya savaşı sonrasında yeni bir devlet cumhuriyet rejimi altında kurulunca, ulusal paradigma değişmiş ve imparatorluğun yerini çağdaş bir ulus devlet almıştır. Balkanlar ve Kafkaslar gibi geçmişten gelen farklı toplulukların bir arada yaşadığı bölgelerin tam ortasında yer alan ve İngiliz emperyalizminin Balkanlar ve Kafkaslar arasında bir köprü konumundaki Anadolu yarımadasını da Balkanlar ya da Kafkaslar’daki küçük devletçikler gibi parçalamak isteyen Sevr planını, o dönemin dünya gücü olan İngiltere’nin gerçekleştirmeye çalışması, yeni paradigma olarak batı bölgesinden sürekli olarak empoze edilmiştir. Batılı emperyalistlerin bölgesel federasyon aracılığı ile baskı düzeni kurmasına karşı çıkan Türk ulusunun direnişi ve karşı çıkarak bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi ile onların istediği federasyon planı yerine, Türk ulusunun istediği ulusal toplum düzeni ve ulus devlet yapılanması devreye sokulmuştur. Emperyalist işgal üzerine ayağa kalkarak bir var olma savaşı veren Türk ulusu, bu milli mücadeleyi kazanarak çağdaş dünyada tam bağımsız devlet olarak var olma ve yaşama hakkını güvence altına almıştır. Böylece yeni devlete giden yol açılırken imparatorluk dönemi eski paradigma olarak görülmüş ve çöktüğü için geçersiz ilan edilerek, yerine Türk ulusal kurtuluşunu yürüten önderlik ve kadronun öncülüğünde ve çağdaş cumhuriyet şemsiyesi altında, ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet ortak paradigması Kemalist Cumhuriyet paradigması olarak, ulusal egemenliğine kavuşmuş olan Türk ulusunun tam bağımsızlık düzeninin yeni siyaset modeli olarak, Türkler ‘in inisiyatifi olarak devreye girmiştir. Çağdaş cumhuriyetin ulus devlet ile aynı zamanda kurulmuş olması ortaya diğer ülkelerden farklı bir durum çıkarmış ve bu nedenle de Türk ulusunun dünyanın ortasında kurmuş olduğu devletin adı Kemalist Cumhuriyet olarak konulmuştur. Atatürk ve arkadaşları Türk ulusuna çağdaş bir cumhuriyeti  ulus devlet ile birlikte kazandırırken, Türkiye’nin paradigması ayrı bir model olarak kimlik kazanmış ve sonraki yıllarda Türkiye düşmanlarının ana hedefi olmuştur.

Resmi ideoloji kavramı üzerinden geliştirilen Türkiye düşmanlığı girişimleri her aşamada dıştan destekler alarak öne çıkmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ana yapısını oluşturan Kemalist Cumhuriyetin temel normunu oluşturan yapılanma modası geçmiş ya da geride kalmış bir siyasal kalıp olarak görülmüştür. Evrensel hukuka uygun olarak tarihsel süreç içinde siyasal alana çıkmış olan Türk devletinin resmi ideolojik yapı olarak ele alınması ve küçük bir azınlığın çıkarlarını temsil eden bazı değerlerin resmi ideoloji suçlaması çerçevesinde, paradigma tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Siyasal paradigma olarak kabul edilmesi gereken Atatürk Cumhuriyeti modeli, bütün dünya ülkeleri için bir çağdaş cumhuriyet olarak örnek bir yapılanma olarak görüleceğine, resmi ideoloji adı altında küçümsenerek yıpranmış ve modası geçmiş bir eski yapılanma olarak dünya kamuoyu önünde gözden düşürülmeye çalışılmıştır. Atlantik emperyalizminin iki büyük gücü olarak ABD ve Fransa gibi dev ülkeler Osmanlı devleti sonrasında geride kalan Türk halkını yok sayarak, yollarına devam etmek istemişler ve bu yüzden Kuvayı Milliye savaşının bir sonucu olarak doğan Türkiye Cumhuriyeti’ni kabul etmeye yanaşmamışlardır. Benimsemedikleri Türkiye yapılanmasını zaman içerisinde ortadan kaldırabilmek üzere, sürekli bir resmi ideoloji karalaması üzerinden devletin omurgasını oluşturan siyasal paradigmasını her zaman için reddetmişlerdir. Bunun gibi olumsuz yaklaşımların birbirini izlediği Türkiye’de sonunda bazı alt kimlikçi ve Atatürk karşıtı bilim adamı ya da yazarlar ortaya çıkarak, böylesine bir paradigmanın iflas ettiğini dile getirme çabası içine girmeye başlamışlardır. Bu çizgideki saldırıların tamamı, ulusal kurtuluş savaşını ve onun eseri olan çağdaş ve laik Türk devletini yıkmaya dönük saldırılar olarak bugünlere kadar sürüp gelmiş ve son noktada paradigmanın iflası kavramın tırmandırılması üzerinden bütünüyle dışlanarak yok edilmeye doğru zorlanmıştır.

Birinci dünya savaşı sonrasında Türk devleti kurulurken, Osmanlı aydınlarının kurtaramadığı bir ülkeyi geride kalan Türk toplumunun sahip çıkması bekleniyordu. İmparatorluk döneminin önde gelen burjuva kesimleri çağdaş dünya ile kopmamak ve eskisine oranla daha yakın olabilmek için büyük kentlerde okumuş entelektüel kesimlerin ülkeyi kurtarabilmek için bazı siyasal girişimlerde bulundukları görülüyordu. Çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı devleti içinde birçok millet, etnik gruplar ve dinsel tarikatlar, devletin çöküşü üzerine altında kalmamak ve eskisinden daha iyi düzen içinde yaşayabilmek için gelişmiş batı ülkeleri ile yakın ilişkiler kurabilmenin arayışı içinde öne çıkıyorlardı. Osmanlı devletinin bir ulus devlet haline gelememesi nedeniyle imparatorluk aydınlarının üzerinde bir ulusal etiket bulunmuyordu. Üç büyük dinin yayılmış olduğu merkezi coğrafya topraklarında Osmanlı imparatorluğu bütün tebasını bir milli kimlik etrafında toplayamadığı için, İstanbul ve İzmir gibi büyük sahil kentlerinde yaşayan gayrimüslim kesimler ile cemaatlerin batılı emperyalistlere yakın durarak, geleceğe dönük bir iş birliğini oluşturabilme gibi girişimlerle savaş sonrası dönemin barış ortamını sağlayabilmenin çabası içinde oldukları görülüyordu. Türk halkının kurtuluş mücadelesinin ötesinde sahil kentleri iş birliği arayışları, daha çok halkın zengin kesimlerinin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilmeye çalışıldığı için, Türkiye halkının öncelikli sorunlarının ya da ulusal çıkarlarının bu aşamada ihmal edilmesi gibi bir durum gündeme geliyordu. Siyasal toplumların sınıfsal yapıları ile ulusal toplumların alt taban ve üst noktaları arasında çok büyük gelir farklarının öne çıktığı bir durumda, aydınlar ve halk kitlelerinin topluca bir ulusal kurtuluş ya da cumhuriyetçi kuruluş hedefi doğrultusunda ortak hareket etmeleri, yirminci yüzyılın ilk yıllarında mümkün olamamıştır. Aydınlar ülkeyi ve yeni kurulmakta olan devleti batıya doğru çekerlerken, geride kalan Türk halkı bulunduğu coğrafyanın koşullarını dikkate alarak yeni kurulmakta olan çağdaş devlet yapılanmasının ülkeyi geride kalmışlık ya da azgelişmişlik çıkmazından bir an önce kurtarabilmesinin yollarını arıyordu. Toplumun tepesi ile alt tabanının ters düştüğü bir aşamada toplumsal uçurum oluşması yüzünden yeni bir devlet kurmanın zorlukları kurucu iradenin önüne çıkarken, kurucu önderin daha önceden hazırlamış olduğu çağdaş cumhuriyet planı devreye sokularak, dünyanın ileri ülkeleri ayarında yepyeni bir devlet ortaya koyacak bir yönde, Türk devleti için temel bir kalıba yaslanacak yeni paradigmanın temel taşları birbirini izleyen bir yönde atılıyordu.

Türkiye devletinin kuruluşu sırasında ülkede var olan aydın potansiyeli içinden bir kısım entelektüel, devletin kuruluş aşaması içerisinde yer alarak resmi ideoloji olarak karalanmak istenen cumhuriyet modelinin hem inşasında hem de daha sonraki aşamalarda her türlü saldırıları karşı korunmasında savunmacı bir çizgide hareket etmişlerdir. Rusya’da Sovyetler Birliği işçi sınıfı olmadan Bolşevik kadrolaşmanın öncülüğünde bir sosyalist devrim yaparken, Türkiye’de Türk halkı da kurucu iradeyi temsil eden Kemalist kadrolaşmanın öncülüğünde öne geçerek, demokratik bir devrimci yapılanmayı Kemalist devrim başlığı altında inşa etmeye çalışıyorlardı. Emperyalist merkezler ve onların yerli işbirlikçileri bu aşamada devreye girerek, devletin kuruluşunda rol alan ve Atatürk ilkeleri doğrultusunda bir cumhuriyet rejimi ile ulus devleti aynı zaman dilimi içinde oluşturan bir yapılanmaya katkıda bulunan antiemperyalist ve ulusalcı aydınlara karşı, resmi ideolojinin neferleri biçiminde saldırı kampanyaları düzenleyerek ulusalcı ve cumhuriyetçi paradigmanın oluşumunu engellemeye çalışmışlardır. Bu doğrultuda yeni cumhuriyete fazlasıyla zarar verirlerken, Türk aydınlanmasını ve kalkınma çabalarını da engelleyerek paradigmanın iflas ettiğini dünya kamuoyuna göstermeye çalışmışlardır. Uzun süre gerici ve dinci çevrelerin baskıları ile harekete geçememiş bir halk olarak Osmanlı ahalisi durgun bir toplumda yerinde sayarken, batıdan esen yenilik rüzgarlarının etkisi altında kalmış ve böylece ortaçağdan kalma bir imparatorluk olan Osmanlı devletinde yenilikçi akımlar güçlenerek merkezi coğrafyanın da çağdaş dünya ile yakınlaşmasının önü açılmıştır. Tutucu bir toplum yapısından yenilikçi bir hareket çıkarabilmek ya da aydınlanma dönemi başlatmanın ne kadar zor olduğu, Osmanlı devletinin son yüzyılında açıkça ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş böylesine yüz yıllık bir oluşumun sonucu olmuştur. Türk damgalı yeni bir devletin tarih sahnesine çıkışında, yavaş yavaş gelişen yenilikçi ve kalkınmacı girişimlerin rolleri olmuştur. Dış bağlantılı işbirlikçi taşeron çevrelerin bugün karşı çıktıkları Kemalist Cumhuriyet paradigması, uluslararası alandaki yoğun gelişmeler ve uluslararası alandaki yeni ortaya çıkan yapılanmaların yansıması ile gerçekleşen gelişmelerdir.

Tanzimat ve Islahat dönemlerindeki yenilikçi girişimler, batı dünyasından yeni düşünce akımları ile bilimsel gelişmelerin rüzgarlarını orta dünyaya doğru taşıdığı zaman, Meşrutiyet dönemleri yaşanmış ve daha sonra da iki ayrı Meşrutiyet döneminin getirdiği birikimler sonucunda da Kuvayı Milliye mücadelesinin zafer ile hedefe ulaşmasıyla, Türkiye’de de cumhuriyet dönemine geçilmiştir. Türkiye düşmanlarının bir avuç azınlığa hizmet ettiğini ileri sürdükleri Kemalist devrim   tamamen ulusal ve uluslararası gelişmelere paralel bir doğrultuda gerçekleşmiştir. Osmanlı devletinin son iki yüzyılında dünya kavgası Orta Doğu bölgesine yansırken, bütün yenilikçi akımların ve düşüncelerin Osmanlı aydınları aracılığı ile bölgeye geldiği, imparatorluk sonrası yenileşme hareketlerinde açıkça göze çarpmaktadır. Sonraki aşamada Türk devletinin kurulması ile cumhuriyet dönemi aydınları devreye girerek, gelişmiş batı ülkelerinden yenilikçi bilgi, bilim ve düşünce akımlarının en kısa zamanda ülkeye aktarılabilmesi için sürekli çaba içinde girişimlerde bulunmuşlardır. Ne var ki, yılların geçmeye başlaması ile batı emperyalizmi uygar yüzünü öne çıkararak sömürgeciliğe başlamış ve bu doğrultuda emperyal gücünü zorlayarak yeni Türk devletinin geleceğini kıskaç içine almak istemiştir. Atatürk döneminde cumhuriyet çok hızlı bir tempo içinde kurulurken ve daha sonra da Misakı Milli sınırları içindeki halk kitleleri ile kaynaşırken, anti-emperyal cumhuriyet yönetiminden rahatsız olan batı dünyası ile Türkiye arasındaki  kurulmuş olan köprülerin atılmaya başlandığı ve bu noktadan sonra da cumhuriyet devleti kötülenirken, yeni bir paradigma tartışması çıkartılarak  iflas ettiği ileri sürülen bu paradigma aracılığı ile Atatürk cumhuriyetine de kara çalınarak, yeni devletin çöktüğü ya da çökertilmesi gerektiği gibi yaklaşımlar topluma empoze edilmeye başlanmıştır. Jön Türk hareketinin yarattığı İttihat Terakki ve Kuvayı Milliye hareketi örgütlenmeleri gibi yeni girişimler ülkedeki yenilikçi girişimler ile bütünleşince ve sonradan kuzeyden gelen Türkçülük akımı ile de bütünleşince, Atatürk cumhuriyetinin modeli tamamlanmıştır. Böylece paradigma olarak adlandırılan modelin sistemleştirilmesindeki son adım atılmıştır.

Devleti kuran Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkeleri resmi ideoloji olarak gören ve bu doğrultuda küçümseyerek halk kitleleri ile kurucu iradeyi ve kadroyu birbirinden ayırarak değerlendiren bir yaklaşımı  benimseyen cumhuriyet düşmanları, İtalyan solcularından yararlanarak aldıkları hegemonya teorisini dayanak noktası haline getirerek ve devleti kuran yükselen sınıf olarak  küçük burjuvaziyi öne çıkararak, bu kesimin temsilcisi konumundaki kurucu kadronun hegemonyasının eksik kalması yüzünden, tam anlamıyla bir hegemonik düzen kurulamadığını ve bu açıdan da yeni devletin paradigmasının geçersiz kaldığını öne sürebilmişlerdir.  Bir ülkede üretici güçlerin pasif kalması ya da yeterince harekete geçememesi gibi durumlarda, yeni ortaya çıkan sınıf ya da toplum kesimleriyle üretici güçlerin bir araya gelememeleri yüzünden yeni paradigmayı sırtında taşıyarak devletleştiren kurucu iradenin istediği düzeni kuramadığı ve bu nedenle de demokratik bir rejim altında halk kitlelerinin çoğunluğu ile bir ortak rıza düzeninde mutabakata varılamadığı açıkça görülebilmektedir. Bu çizgide cumhuriyet karşıtlarının, halk kitlelerine yeni bir üretim düzeni getirerek onların gereksinmelerini karşılayamayan yeni sınıf olarak küçük burjuvazinin Türkiye’de hegemonya kurma şansını elinden kaçırdığını, bu yüzden de ortaya konmuş olan siyasi paradigmanın geçersizliği ile karşılaşıldığı dile getirilebilmektedir. Onlara göre bu aşamada üretici güçleri ele geçiremeyen cumhuriyetin kurucusu öncü kadro, hegemonya eksikliğini gidermek üzere bir kurucu ideoloji oluşturarak halk kitlelerini bu doğrultuda yönlendirmeye çalışmaktadır. Türk devletinin kuruluşundan bu yana yaşanan gelişmeler bir arada değerlendirildiği zaman, yeni yükselen sınıf olarak küçük burjuvazinin bir üretim düzeni oluşturamadığı ve bu yüzden de eski üretim düzeninin sahipleri olan sermaye çevreleriyle de karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Böylesine bir siyasal boşluğun doldurulmasında kuruluş aşaması tamamlanan devletlerin kendi ideolojilerini ya da siyasetlerini oluşturma haklarını bütün devletler gibi Türk devleti de tamamlamaya çalışmış ama resmi ideoloji suçlamalarıyla hareket eden dışarının adamları ya da yerli işbirlikçileri, Türkiye’yi kendi çizgilerine çekmek üzere şimdi de paradigma kavramı üzerinden saldırıya geçebilmektedirler.

Türk ulusal kurtuluş savaşını ve bunun sonucunda kurulmuş olan tam bağımsız cumhuriyet devletini bir türlü kabul etmek istemeyen emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri, alt kimlikçi ve tarikatçı çevreler ile işbirliği yaparak yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türklerin var olabilmek için gösterdikleri kutsal savaşlarını görmezden gelerek, Türkiye’nin milli mücadelesinin  gerçekdışı olduğunu ve  batı blokunun içerideki adamları ile anlaşılmasıyla, milli mücadele kavgasının aslında görünüşte bir senaryo olduğunu ileri sürmeye başlamışlardır. Milli mücadelenin son tahlilde emperyalizm ile gizli bir uzlaşma yapılarak, mazlum uluslar için gelecek umudu getiren bir senaryo olarak  düzenlendiğini iddia ederek, Türklerin hayatını ortaya koyduğu ölüm-kalım savaşını inkar ederek suçlayan bir tutum içine girmişler ve bu doğrultuda kitaplar yayınlayarak paradigmanın kurtuluş dönemi sonrasında  gündeme gelen kuruluş aşamasına gelindiğinde yeni bir paradigma iflası ile karşı karşıya kalındığını öne süren bilim adamları ya da araştırmacı yazarlar, ortaya çıkarak geçmişten gelen çamur atma senaryolarını geleceğe yönelik bir çizgide sürdürmeye çalışmışlardır. Yeni Türk devletinin mazlumların yanında olmadığını aksine hep emperyalist kamp ile birlikte hareket ettiğini öne süren dış bağlantılı ve işbirlikçi kesimlerin paradigma kavramı üzerinden ciddi bir cumhuriyet yargılamasına yöneldikleri görülmüştür. Avrupa Birliğine alınmayan ama batının çıkarları ya da güvenlik sorunları gündeme geldiği zaman Nato gibi bir askeri örgütün ya sınır karakolu ya da cephe ülkesi konumunda dış güçlerin çıkarı için kullanıldığı görülünce, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’ne dönük karalamaların giderek arttığı ve Türk halkının Atatürk Cumhuriyetinin rejimi ile uzak tutulmaya çalışıldığı görülmüştür. Resmi ideoloji kavramı üzerinden her türlü saldırı ve kara çalma, emperyalistlerin oyunu olarak devam ettikçe, milli mücadele ile birlikte halkçı cumhuriyet de halktan kopukluk paradigması altında küçümsenmeye çalışılıyordu. Batı blokuna Osmanlı döneminden kalma bağlılık ve batıyı sürekli olarak medeniyet olarak görme tavrı yüzünden, batı emperyalizmi Türkiye’yi zaman içinde sömürgeleştirerek paradigmanın değişimini sağlıyordu.

Milli mücadelenin anti-emperyalist bir hareket olmadığı tezi Türk halkının Kuvayı Milliye’den gelen rejim ile yakınlığını sarsıyor ve halk ile devlet arasına kocaman bir güvensizlik ortamı yaratıyordu. Rusya ile Avrupa arasında kalan Osmanlı devleti yıllarca savaşmak zorunda kaldığı için içeriden çökerek çökme noktasına sürüklenmişti. Osmanlı devletinin yerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ de Asya ve Amerika arasında kalınca, geçmişten gelen birikim ile bu merkezi konumunu geliştirerek güvenliğini sağlamak durumunda kalıyordu. İngilizler Anadolu’yu işgal ederek bu yarımada üzerinden Asya’daki sömürgelerinin güvenliğini sağlamak istiyordu. İslam dünyasını Türkiye üzerinden kontrol etmek isteyen İngilizler halifeliği kaldırarak, İslam ülkelerini kendisine birer sömürge olarak bağlayabilmenin arayışı içinde idiler. İngilizlerin halifeliği kaldırtmasıyla birlikte Atlantik emperyalizmi iki okyanus arasındaki geniş alanları ortaklık düzeni içinde kendisine bağlayabilmenin yolunu buluyordu. İkinci dünya savaşında İngilizlerin yerini Amerika’nın almasıyla birlikte, merkezi coğrafyanın sömürgeci yapılanması değişiklik geçirerek Siyonizmin etkili olduğu bir coğrafyaya dönüşüyordu. İmparatorluklardan ulus devletlere doğru bir geçiş aşaması yaşanırken, Atlantik emperyalizmi bütün dünya kıtalarını sömürgeler üzerinden kendine bağlıyordu. Kendi bağımsızlığı için savaşarak ulusal egemenliğini kuran Türk devleti de bu aşamada parçalanan imparatorlukların içinden çıkan ulus devletlere benzer bir biçimde tarih sahnesine çıkıyordu. Türkler kendi ulus devletlerini kurarken Anadolu toprakları üzerinde başka devlet senaryoları ile karşı karşıya kalıyor ve bu nedenle de Türkiye’nin ulusal yapılanmasına batılı emperyalistler karşı çıkarak alt kimlikçi yapılanmaları Türk devletine karşı dayatıyorlardı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet yapılanması, emperyalistler tarafından ortadan kaldırılmak istenen bir müflis paradigma çizgisinde suçlanarak ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu.

Milli mücadelenin ulusal kimliğini inkar ederek, Anadolu’da bir federasyon peşinde koşan emperyalist güçler, alt kimlikçi bir federasyon peşinde koştukları için, Lozan Antlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet paradigmasını görmezden gelerek ve bunun her fırsatta kaldırılması için  girişimlerini ve baskılarını güçlü bir biçimde sürdürerek, Türkiye Cumhuriyetinin ortadan kaldırılabilmesinin yollarını aramışlardır Yeni kurulmuş bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti emperyalist devletler ile boğuşurken, ulusal kurtuluş savaşı yıllarından gelen  çağdaş ulusalcı paradigmasını korumakta çok zorlanmıştır. Anadolu topraklarında eskiden beri var olan etnik kimlikler arasında bir Orta Doğu federasyonu kurabilmenin çabası içindeki emperyalistler, hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin dayanak noktası olan temel paradigmayı olumlu çizgide karşılamamışlardır. Bu çerçevede dünyayı paylaşma derdinde olan büyük emperyalist ülkeler Türkiye’yi bir alt emperyal devlet olarak ilan etmekten çekinmemişlerdir. Türkiye’nin doğu, güneydoğu ve kuzeydoğu, kuzey batı ile güney coğrafya bölgelerinde ayrı devletler kurmaya çalışan emperyalistler, bu bölgelerde yaşayan halk topluluklarına ayrı kimlikler vererek, Anadolu’yu paramparça edebilmenin çabası içinde olmuşlardır. Bir ulus devlet olarak sahneye çıkan Türk devletini alt emperyalist kol olarak suçlayan büyük emperyalistler, aynı zamanda küçük bölge halklarına da yeni etnik kimlikler kazandırarak, bunları büyük ulus devletleri parçalama planlarında bölücü güçler olarak korumanın arayışı içinde olmuşlar ve böylece yirminci yüzyılın ulus devletlerini tasfiye projeleri doğrultusunda ulus devlet paradigmalarını teker teker ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti böylesine karşıt bir süreç yaşarken, dış dünyadan hiçbir zaman destek görmemiş aksine her zaman yoluna engeller çıkartılarak, bu çağdaş ulus devlet dünya haritasından silinmek istenmiştir.  Son derece imkânsız bir ortamda kurtuluş savaşı kazanarak bağımsız bir ulus devlet kurmayı başaran Mustafa Kemal tarihte bireyin oynayabileceği en büyük rolü sahneye koymuştur. O dönemin karışıklığı içinde hem savaşı kazanmış hem de bağımsız bir devlet kurmuş komutana medeni dünya yardımcı olacağına, karşı çıkarak onun oluşturduğu tam bağımsız, ulusal ve üniter devlet modelinin paradigmasını ortadan kaldırabilmek için her yolu denemişlerdir, ama başaramamışlardır. Türkiye’nin paradigması bugün daha güçlü bir biçimde yaşamaktadır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN