ANKARA KALESİ
PARADİGMA, İFLAS ETMEDİ YAŞIYOR
Küreselleşme döneminin başlamasıyla birlikte
dünya kamuoyuna çıkan yeni kavramlardan birisi de paradigma kelimesi olmuştur.
Daha önceden var olmasına ve eskiden kullanılmış olmasına rağmen, paradigma
kavramı yeni dönemin anahtar sözcüklerinden birisi olmuş ve yeni dünya düzenine
geçiş sürecini açıkça anlatmaya yönelik bir çizgide her yerde ve çeşitli
aşamalarda fazlasıyla kullanılmıştır. Latince kökenli bir kavram olarak dünya
sahnesine çıkan ve bu doğrultuda fazlasıyla kullanılarak yeni dünya düzeni oluşturulması
için gündeme getirilen paradigma kelimesi, bilimsel makaleler ve konuşmalarda
yeni dönemin en fazla kullanılan sözcüğü olmuştur. Bu kavramın yoğun bir
biçimde dile getirilerek kullanılması eski dünya düzeninin son yıllarında
ortaya çıkmıştır. Bir anlamda yeni dünya düzenine giden yolda gündeme getirilen
bu kavram, geçmişten gelen dünya düzeninin yıkılarak ortadan kaldırılması
amacıyla da kullanılarak, bugün küreselcilerin zorlamasıyla dünya dillerine
girmiş ve fazlasıyla kullanılarak bir anlamda düzen yıkıcılığının anahtarı
konumunda kullanılmıştır. Sözlük anlamı olarak biçim, yapı, düzen, kalıp ve de model
olarak çeşitli açılardan kullanılan bu kavram bir anlamda bilim ve felsefe
anlayışlarının ifade edildiği durumlarda, en kritik noktalarda kullanılabilen
bir kavram olarak varlığını bugün de sürdürmektedir. Özellikle, eski düzen ile
içine girilmekte olan yeni düzen konuları tartışılırken, paradigma kavramının
hem düzenler arasındaki farklılıkların belirtilmesinde hem de modellerin ele
alındığı durumlarda biçim ve yapılanma konuları üzerinde durulurken
kullanıldığı görülmektedir.
Sovyetler
Birliğinin dağıldığı aşamada paradigma konusu Türk kamuoyuna da taşınmış ve bu
doğrultuda kitaplar yayınlanarak, eski düzenden yeni düzene geçerken ortadan
kaldırılmak istenen eski siyasal düzenlerin yeni yapılanmaya uygun olarak ele
alınmasıyla yürütülen tartışmalarda da en başta gelen kavram olarak gene
paradigmanın kullanılmaya çalışıldığı göze çarpıyordu. İçinde bulunulan ortamda
kullanılmasına gerek olup olmadığı düşünülmeden bu kavramın her aşamada ortaya
çıkarılması kamuoyunda şaşkınlık yaratırken, entelektüel toplum kesimlerinin bu
kavrama kuşku ile yaklaşmaya çalıştıkları içine girilen tedirginlik
ortamlarında belli oluyordu. Egemen güçlerin kendilerini merkeze oturtarak yeni
bir dünya düzeni hayal etmeleri doğrultusunda yönlendirilen kamuoyunda, paradigma
kavramı küreselci çevrelerin zorlamaları ile yeni bir yere gelebiliyordu. Terk
edilmesi istenen eski dünya düzeninin arkasında bir tarihsel süreç bulunduğu
için eski ağaçların yüz yıllık gövdeleri gibi, eski düzenlerin de zaman
içerisinde tarihsel derinliklere gömüldüğü ve bu nedenle bunların yerlerinden
oynatılmalarının pek de mümkün olmadığı gibi durumlar ortaya çıkarken, bu yüzden
de çeşitli alanlarda eskisinden çok farklı çizgilerde tartışmalar birbirini
izleyerek yapısal bir dönüşümün gerçekleşmesi için elverişli bir ortam
yaratılıyordu. Son aşamada küreselcilik akımının emperyal çevrelerde uygulanmaya çalışıldığı belirginlik
kazanınca, dünya kamuoyunda karışıklık kendiliğinden paradigma kavramını öne
çıkarmıştır. Küresel basında daha çok eskiden yeniye geçiş sürecindeki dönüşüm
üzerinde durulurken, bilim ve felsefe alanlarında paradigma kavramı üzerinden
daha entelektüel tartışmalar gündeme geliyordu. Paradigma gibi bir kavram
üzerinden eski dünya düzenine yönelen eleştiriler ve düşünsel saldırılar daha
kolay yapılabiliyordu. Bu kavramın çok fazla bilinmemesi, birden fazla
anlamlara gelmesi ve içeriği doldurulmadan birden kamuoyuna empoze edilmesi,
okuyan ve düşünen çevrelerde haklı olarak çeşitli tepkilere yol açıyordu. İnsanlar
hangi anlama geldiğini tam olarak bilmedikleri bir kavramın öne çıkartılarak,
yeni durumun açıklanmasında kullanılmasını yadırgıyorlardı. Küreselci
emperyalizmin yerli temsilcileri ve ajanları yeni duruma uygun dil
geliştirirken, globalizm ve paradigma gibi bilinmeyen kavramları kullanmakta
ısrarlı davranarak, küreselleşmenin önünü açacak bir yeni söylemi öne çıkarmak
için çaba gösteriyorlardı.
Dünyanın tam ortasında merkez
ülke olarak, yeryüzü haritasındaki yerini koruyan Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk
tarihinden gelen siyasal birikime sahip olması nedeniyle, batı dünyasının
emperyalist merkezlerinden tezgahlanan küreselleşme senaryolarına karşı Türkiye
daha dikkatli ve mesafeli davranarak hareket ettiği için, medya ve basın
organları üzerinden tezgahlanan küreselci oluşumlar ve senaryolar Türkiye’de
istenen etkileri yaratamamıştır. Bu durumu gören batı merkezleri Türkleri kafa
kola alarak küreselci yapmakta zorlanmışlar ve de paradigma gibi Türk
kamuoyunun bilmediği yabancı dil kökenli yeni kavramlar aracılığı ile Türk
dünyasının kafası karıştırılmıştır. Bu aşamada yeni emperyalist düzeni dünya
toplumlarını teslim almak için kullanan küreselcilik akımının düşünsel
boyutları geliştirilmeye çalışılırken, başlığında paradigma kavramının
bulunduğu bazı makaleler hatta kitaplar bile yayınlanmıştır. Dünya ülkelerini
teslim almakta Türkiye’nin aykırı konumunu iyi bilen batılı emperyal güçler, özel
olarak Türkiye’yi ikna etmek ve yola getirerek teslim almak gibi hedeflere
hemen ulaşabilme doğrultusunda bu çizgide yeni kitaplar yayınlamışlardır. Bu
gibi yayınlarda küreselleşme doğrultusunda globalizm kavramı açıktan halk
kitlelerine empoze edilirken, eski düzenden vazgeçmek ya da bu eskimiş
yapılanmayı ortadan kaldırmak amacıyla paradigma kavramı fazlasıyla
kullanılmıştır. Eski düzenin iflas ettiği öne sürülürken dünya ülkeleri yepyeni
bir düzen olarak empoze edilen küreselleşme akımına doğru yönlendirilerek,
paradigma kavramının sağladığı uygun ortam içinde bir iflas masası kurulmaya
çalışılıyordu. Paradigmanın iflası gibi bir başlığın kullanılması üzerinden,
yurt içi ulusal ya da uluslararası alanlardaki var olan düzenlerin iflas ederek
geçerliliğini yitirdikleri, paradigmanın çöküşü ya da iflası gibi kavramlar
üzerinden de hemen küreselleşme düzeninin emperyal merkezler aracılığı ile
kamuoyuna empoze edilmeye çalışıldıkları, yıllar süren gelişmeler sonucunda
ortaya çıkmıştır.
Paradigmanın iflası gibi bir
birleşik kavramı durum analizi yaparken ortaya atmak, küresel emperyalizmin
saldırganlığının uzantısı olarak devreye girmiştir. Tıpkı inşaat şirketlerinin
yaptığı gibi bir araziye yeni bir inşaat yaparken, bu alanda var olan eski binalar
nasıl yıkılıyorsa, emperyalist merkezlerin çıkarları doğrultusunda
geliştirdikleri çeşitli senaryo ve planları geçerli kılmak üzere paradigma
kavramının yıkıcı bir kelime olarak kullanılmaya çalışıldığı görülmektedir. Paradigma kavramı, içinde bulunulan süreç ve
bu çizgideki gelişmeler yeni bir dünya düzenini gündeme getirirken açıkça eski
düzeninin yıkılmasına aracılık etmekte ya da gelmekte olan konjonktür olarak
önceden belirlenmiş belirli değerlere bağlı bir biçimde etkisini hissettirerek,
beklenen büyük dönüşümün zaman içerisinde gerçekleşmesine yardımcı olabilecek
bir anlamı, belirli bir aşamadan sonra taşımaya başlamaktadır. Paradigmanın bir
şekil, bir yapı ya da bir model olarak farklı anlamlara gelmesi dikkate
alındığında, bu gibi durumların siyasal ya da toplumsal düzeyde biçimlendiği
göze çarpmaktadır. Dincilik, laiklik, ulusçuluk, devletçilik, eyaletçilik, alt
kimlikçilik, federasyonculuk, modernizm, şehircilik ya da imparatorluk gibi
kavramlar, birer devlet ve toplum modeli olarak yüz yıllardır dünyanın çeşitli
bölgelerinde yürürlüğe geçirildikleri için, bu gibi sözcüklerin aynı zamanda
kendi dönemlerinin paradigmaları olarak kabul edilmeleri gerektiği açıktır. Her
devlet ya da toplum düzeni bir yapılanma ya da model olarak farklı dönemlerde
ortaya çıktıkları için, onları yaratan konjonktür, bu kavramlar üzerinden
geliştirilen paradigmaların aynı zamanda belirleyicisi de olmaktadır. Uzayıp
giden yıllar geçtikçe dünya koşullarını değiştiren farklı konjonktürler ortaya
çıkmakta ve bunların etkileri ile de var olan düzeni ifade eden paradigmalar
yıpranarak tarih sahnesinden çekilmektedirler. Yüzyıllar birbirini izleyerek
tarihsel birikimi ortaya koyduğunda ülkelerin başında bulunan yönetimler devre
dışı kalmakta ve bu doğrultuda önemli toplumsal dönüşümler ya da siyasal
devrimler ön plana çıkabilmektedir. Bilim ve kültürü geliştiren bu gibi
değişimlerin birbirini izlemesi üzerine paradigma kendiliğinden
değişebilmektedir. Böylesine bir değişimin tarihsel süreç içinde kendiliğinden
ortaya çıkabilmesi gibi aynı zamanda, yeni bir hegemonya düzeni peşinde koşan
güç sahibi kesimlerin de zorlamaları ile, bir paradigma değişimi öne
çıkabilmektedir. Değişim ve dönüşüm paradigmanın iflası gibi bir kavram ile açıklanabilmektedir.
Paradigma kavramı ulusal ya da
uluslararası düzeyde ele alındığı zaman birbirinden çok farklı değerlendirmeler
ortaya çıkabilmektedir. Egemen güçlerin baskıları sürecinde oluşan ulusal ya da
uluslararası düzenler yeni ortaya çıkan gelişmeler doğrultusunda değişime doğru
zorlanırlarken gene bir paradigma tartışması kendiliğinden gündeme
gelebilmektedir. Batının emperyalist devletleri ile her zaman için çekişme ve
çatışma ortamı içinde olan merkezi bölgedeki Türk devletleri, üç yüz yıldır batı
dünyası ile inişli çıkışlı bir ilişki düzeninde olmuş ve bu nedenle de
beklenmeyen önemli dönüşümler yaşanmıştır. Türkiye için yazılan kitaplarda Türklerin
neden üç yüz yıldır bir bocalama dönemine doğru sürüklendiği ele alınarak, her
yönü ile tartışılmış ve Osmanlı imparatorluğunun batının uydusu haline düşmesi
nedeniyle yirminci yüzyıla girerken dağılması üzerinde durulmuştur. Batı
sanayileşirken, göçebe ve tarım toplumu konumunda bir yapıya sahip olan Osmanlı
devletinin çöküşünün kaçınılmaz olduğu dile getirilmiştir. Sanayileşme batı
toplumlarının sosyal yapısını dönüştürürken paradigma uluslararası alanda
değişmiş ve buna ayak uyduran emperyal devletlerin etkileri ile, Osmanlı
devleti gibi batı sisteminin dışında kalan bir devlet eski model yapılanması
ile geride kalarak hızla çöküş sürecine doğru yönlendirilmiştir. Osmanlı devleti
bir imparatorluk olarak çok geniş bir merkezi alana hükmetmesine rağmen üretim
ve yaşam düzenlerinin batı dünyasında değişmesinin etkileri altında kalarak,
geride kalmanın faturasını çöküşe sürüklenerek ödemiştir. Osmanlı döneminde
başlayan bozulma ve çöküşün bedelini Osmanlı devleti yıkılarak ağır bir biçimde
ödemiştir. Sanayileşen ülkelerin dünya uygarlığını temsil eder bir noktaya
gelmesi üzerine çağdaşlaşma, batılılaşma ve de kalkınma gibi alanlardaki
ilerlemelerin ölçü ve kalıpları değişmiş ve bu doğrultuda paradigma
değişikliğinin içeriği batı ülkelerini taklit etmeye doğru kaymıştır. Osmanlı
devletinin sanayileşmesini önleyen ama Hrıstiyan batı ülkelerinin çıkarları
doğrultusunda hak ve özgürlükleri tanıyan yasal düzenlemeleri Tanzimat ve Islahat fermanları aracılığı ile yayınlayan Osmanlı yönetimi, üst yapı
değişiklikleri ile yetinerek ve de alt yapı dönüşümlerine yönelmeden gerilemek sürecini hızla tamamlayarak temsil
ettiği paradigmanın ortadan kalkmasında önemli bir rol oynamıştır. Son aşamada modern
dünya ile bütünleşmeye çalışan Osmanlı devleti, modernleşme doğrultusunda adım
attıkça aynı zamanda sömürgeleşerek çöküşten kurtulamamıştır.
Birinci dünya savaşı sonrasında
yeni bir devlet cumhuriyet rejimi altında kurulunca, ulusal paradigma değişmiş
ve imparatorluğun yerini çağdaş bir ulus devlet almıştır. Balkanlar ve
Kafkaslar gibi geçmişten gelen farklı toplulukların bir arada yaşadığı bölgelerin
tam ortasında yer alan ve İngiliz emperyalizminin Balkanlar ve Kafkaslar
arasında bir köprü konumundaki Anadolu yarımadasını da Balkanlar ya da
Kafkaslar’daki küçük devletçikler gibi parçalamak isteyen Sevr planını, o
dönemin dünya gücü olan İngiltere’nin gerçekleştirmeye çalışması, yeni
paradigma olarak batı bölgesinden sürekli olarak empoze edilmiştir. Batılı
emperyalistlerin bölgesel federasyon aracılığı ile baskı düzeni kurmasına karşı
çıkan Türk ulusunun direnişi ve karşı çıkarak bir ulusal kurtuluş savaşı
vermesi ile onların istediği federasyon planı yerine, Türk ulusunun istediği
ulusal toplum düzeni ve ulus devlet yapılanması devreye sokulmuştur.
Emperyalist işgal üzerine ayağa kalkarak bir var olma savaşı veren Türk ulusu, bu
milli mücadeleyi kazanarak çağdaş dünyada tam bağımsız devlet olarak var olma
ve yaşama hakkını güvence altına almıştır. Böylece yeni devlete giden yol
açılırken imparatorluk dönemi eski paradigma olarak görülmüş ve çöktüğü için
geçersiz ilan edilerek, yerine Türk ulusal kurtuluşunu yürüten önderlik ve
kadronun öncülüğünde ve çağdaş cumhuriyet şemsiyesi altında, ulus devlet ve
çağdaş cumhuriyet ortak paradigması Kemalist Cumhuriyet paradigması olarak,
ulusal egemenliğine kavuşmuş olan Türk ulusunun tam bağımsızlık düzeninin yeni
siyaset modeli olarak, Türkler ‘in inisiyatifi olarak devreye girmiştir. Çağdaş
cumhuriyetin ulus devlet ile aynı zamanda kurulmuş olması ortaya diğer
ülkelerden farklı bir durum çıkarmış ve bu nedenle de Türk ulusunun dünyanın
ortasında kurmuş olduğu devletin adı Kemalist Cumhuriyet olarak konulmuştur.
Atatürk ve arkadaşları Türk ulusuna çağdaş bir cumhuriyeti ulus devlet ile birlikte kazandırırken,
Türkiye’nin paradigması ayrı bir model olarak kimlik kazanmış ve sonraki
yıllarda Türkiye düşmanlarının ana hedefi olmuştur.
Resmi ideoloji kavramı üzerinden
geliştirilen Türkiye düşmanlığı girişimleri her aşamada dıştan destekler alarak
öne çıkmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ana yapısını oluşturan Kemalist
Cumhuriyetin temel normunu oluşturan yapılanma modası geçmiş ya da geride
kalmış bir siyasal kalıp olarak görülmüştür. Evrensel hukuka uygun olarak
tarihsel süreç içinde siyasal alana çıkmış olan Türk devletinin resmi ideolojik
yapı olarak ele alınması ve küçük bir azınlığın çıkarlarını temsil eden bazı
değerlerin resmi ideoloji suçlaması çerçevesinde, paradigma tartışmalarını beraberinde
getirmiştir. Siyasal paradigma olarak kabul edilmesi gereken Atatürk
Cumhuriyeti modeli, bütün dünya ülkeleri için bir çağdaş cumhuriyet olarak
örnek bir yapılanma olarak görüleceğine, resmi ideoloji adı altında
küçümsenerek yıpranmış ve modası geçmiş bir eski yapılanma olarak dünya kamuoyu
önünde gözden düşürülmeye çalışılmıştır. Atlantik emperyalizminin iki büyük
gücü olarak ABD ve Fransa gibi dev ülkeler Osmanlı devleti sonrasında geride
kalan Türk halkını yok sayarak, yollarına devam etmek istemişler ve bu yüzden
Kuvayı Milliye savaşının bir sonucu olarak doğan Türkiye Cumhuriyeti’ni kabul
etmeye yanaşmamışlardır. Benimsemedikleri Türkiye yapılanmasını zaman
içerisinde ortadan kaldırabilmek üzere, sürekli bir resmi ideoloji karalaması
üzerinden devletin omurgasını oluşturan siyasal paradigmasını her zaman için
reddetmişlerdir. Bunun gibi olumsuz yaklaşımların birbirini izlediği Türkiye’de
sonunda bazı alt kimlikçi ve Atatürk karşıtı bilim adamı ya da yazarlar ortaya
çıkarak, böylesine bir paradigmanın iflas ettiğini dile getirme çabası içine
girmeye başlamışlardır. Bu çizgideki saldırıların tamamı, ulusal kurtuluş
savaşını ve onun eseri olan çağdaş ve laik Türk devletini yıkmaya dönük
saldırılar olarak bugünlere kadar sürüp gelmiş ve son noktada paradigmanın
iflası kavramın tırmandırılması üzerinden bütünüyle dışlanarak yok edilmeye
doğru zorlanmıştır.
Birinci dünya savaşı sonrasında
Türk devleti kurulurken, Osmanlı aydınlarının kurtaramadığı bir ülkeyi geride
kalan Türk toplumunun sahip çıkması bekleniyordu. İmparatorluk döneminin önde
gelen burjuva kesimleri çağdaş dünya ile kopmamak ve eskisine oranla daha yakın
olabilmek için büyük kentlerde okumuş entelektüel kesimlerin ülkeyi
kurtarabilmek için bazı siyasal girişimlerde bulundukları görülüyordu. Çok
uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı devleti içinde birçok millet, etnik
gruplar ve dinsel tarikatlar, devletin çöküşü üzerine altında kalmamak ve
eskisinden daha iyi düzen içinde yaşayabilmek için gelişmiş batı ülkeleri ile
yakın ilişkiler kurabilmenin arayışı içinde öne çıkıyorlardı. Osmanlı
devletinin bir ulus devlet haline gelememesi nedeniyle imparatorluk
aydınlarının üzerinde bir ulusal etiket bulunmuyordu. Üç büyük dinin yayılmış
olduğu merkezi coğrafya topraklarında Osmanlı imparatorluğu bütün tebasını bir
milli kimlik etrafında toplayamadığı için, İstanbul ve İzmir gibi büyük sahil
kentlerinde yaşayan gayrimüslim kesimler ile cemaatlerin batılı emperyalistlere
yakın durarak, geleceğe dönük bir iş birliğini oluşturabilme gibi girişimlerle
savaş sonrası dönemin barış ortamını sağlayabilmenin çabası içinde oldukları
görülüyordu. Türk halkının kurtuluş mücadelesinin ötesinde sahil kentleri iş birliği
arayışları, daha çok halkın zengin kesimlerinin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilmeye
çalışıldığı için, Türkiye halkının öncelikli sorunlarının ya da ulusal
çıkarlarının bu aşamada ihmal edilmesi gibi bir durum gündeme geliyordu.
Siyasal toplumların sınıfsal yapıları ile ulusal toplumların alt taban ve üst
noktaları arasında çok büyük gelir farklarının öne çıktığı bir durumda, aydınlar
ve halk kitlelerinin topluca bir ulusal kurtuluş ya da cumhuriyetçi kuruluş
hedefi doğrultusunda ortak hareket etmeleri, yirminci yüzyılın ilk yıllarında
mümkün olamamıştır. Aydınlar ülkeyi ve yeni kurulmakta olan devleti batıya
doğru çekerlerken, geride kalan Türk halkı bulunduğu coğrafyanın koşullarını
dikkate alarak yeni kurulmakta olan çağdaş devlet yapılanmasının ülkeyi geride
kalmışlık ya da azgelişmişlik çıkmazından bir an önce kurtarabilmesinin
yollarını arıyordu. Toplumun tepesi ile alt tabanının ters düştüğü bir aşamada
toplumsal uçurum oluşması yüzünden yeni bir devlet kurmanın zorlukları kurucu
iradenin önüne çıkarken, kurucu önderin daha önceden hazırlamış olduğu çağdaş
cumhuriyet planı devreye sokularak, dünyanın ileri ülkeleri ayarında yepyeni
bir devlet ortaya koyacak bir yönde, Türk devleti için temel bir kalıba
yaslanacak yeni paradigmanın temel taşları birbirini izleyen bir yönde
atılıyordu.
Türkiye devletinin kuruluşu
sırasında ülkede var olan aydın potansiyeli içinden bir kısım entelektüel, devletin
kuruluş aşaması içerisinde yer alarak resmi ideoloji olarak karalanmak istenen
cumhuriyet modelinin hem inşasında hem de daha sonraki aşamalarda her türlü
saldırıları karşı korunmasında
savunmacı bir çizgide hareket etmişlerdir. Rusya’da Sovyetler Birliği işçi
sınıfı olmadan Bolşevik kadrolaşmanın öncülüğünde bir sosyalist devrim yaparken,
Türkiye’de Türk halkı da kurucu iradeyi temsil eden Kemalist kadrolaşmanın öncülüğünde
öne geçerek, demokratik bir devrimci yapılanmayı Kemalist devrim başlığı
altında inşa etmeye çalışıyorlardı. Emperyalist merkezler ve onların yerli
işbirlikçileri bu aşamada devreye girerek, devletin kuruluşunda rol alan ve Atatürk
ilkeleri doğrultusunda bir cumhuriyet rejimi ile ulus devleti aynı zaman dilimi
içinde oluşturan bir yapılanmaya katkıda bulunan antiemperyalist ve ulusalcı
aydınlara karşı, resmi ideolojinin neferleri biçiminde saldırı kampanyaları
düzenleyerek ulusalcı ve cumhuriyetçi paradigmanın oluşumunu engellemeye
çalışmışlardır. Bu doğrultuda yeni cumhuriyete fazlasıyla zarar verirlerken,
Türk aydınlanmasını ve kalkınma çabalarını da engelleyerek paradigmanın iflas
ettiğini dünya kamuoyuna göstermeye çalışmışlardır. Uzun süre gerici ve dinci
çevrelerin baskıları ile harekete geçememiş bir halk olarak Osmanlı ahalisi
durgun bir toplumda yerinde sayarken, batıdan esen yenilik rüzgarlarının etkisi
altında kalmış ve böylece ortaçağdan kalma bir imparatorluk olan Osmanlı
devletinde yenilikçi akımlar güçlenerek merkezi coğrafyanın da çağdaş dünya ile
yakınlaşmasının önü açılmıştır. Tutucu bir toplum yapısından yenilikçi bir
hareket çıkarabilmek ya da aydınlanma dönemi başlatmanın ne kadar zor olduğu, Osmanlı
devletinin son yüzyılında açıkça ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Osmanlı
devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş böylesine yüz yıllık bir oluşumun
sonucu olmuştur. Türk damgalı yeni bir devletin tarih sahnesine çıkışında,
yavaş yavaş gelişen yenilikçi ve kalkınmacı girişimlerin rolleri olmuştur. Dış
bağlantılı işbirlikçi taşeron çevrelerin bugün karşı çıktıkları Kemalist
Cumhuriyet paradigması, uluslararası alandaki yoğun gelişmeler ve uluslararası
alandaki yeni ortaya çıkan yapılanmaların yansıması ile gerçekleşen
gelişmelerdir.
Tanzimat ve Islahat
dönemlerindeki yenilikçi girişimler, batı dünyasından yeni düşünce akımları ile
bilimsel gelişmelerin rüzgarlarını orta dünyaya doğru taşıdığı zaman,
Meşrutiyet dönemleri yaşanmış ve daha sonra da iki ayrı Meşrutiyet döneminin
getirdiği birikimler sonucunda da Kuvayı Milliye mücadelesinin zafer ile hedefe
ulaşmasıyla, Türkiye’de de cumhuriyet dönemine geçilmiştir. Türkiye
düşmanlarının bir avuç azınlığa hizmet ettiğini ileri sürdükleri Kemalist devrim
tamamen ulusal ve uluslararası gelişmelere
paralel bir doğrultuda gerçekleşmiştir. Osmanlı devletinin son iki yüzyılında
dünya kavgası Orta Doğu bölgesine yansırken, bütün yenilikçi akımların ve
düşüncelerin Osmanlı aydınları aracılığı ile bölgeye geldiği, imparatorluk
sonrası yenileşme hareketlerinde açıkça göze çarpmaktadır. Sonraki aşamada Türk
devletinin kurulması ile cumhuriyet dönemi aydınları devreye girerek, gelişmiş
batı ülkelerinden yenilikçi bilgi, bilim ve düşünce akımlarının en kısa zamanda
ülkeye aktarılabilmesi için sürekli çaba içinde girişimlerde bulunmuşlardır. Ne
var ki, yılların geçmeye başlaması ile batı emperyalizmi uygar yüzünü öne
çıkararak sömürgeciliğe başlamış ve bu doğrultuda emperyal gücünü zorlayarak
yeni Türk devletinin geleceğini kıskaç içine almak istemiştir. Atatürk
döneminde cumhuriyet çok hızlı bir tempo içinde kurulurken ve daha sonra da
Misakı Milli sınırları içindeki halk kitleleri ile kaynaşırken, anti-emperyal
cumhuriyet yönetiminden rahatsız olan batı dünyası ile Türkiye arasındaki kurulmuş olan köprülerin atılmaya başlandığı
ve bu noktadan sonra da cumhuriyet devleti kötülenirken, yeni bir paradigma
tartışması çıkartılarak iflas ettiği
ileri sürülen bu paradigma aracılığı ile Atatürk cumhuriyetine de kara
çalınarak, yeni devletin çöktüğü ya da çökertilmesi gerektiği gibi yaklaşımlar
topluma empoze edilmeye başlanmıştır. Jön Türk hareketinin yarattığı İttihat Terakki ve Kuvayı Milliye hareketi örgütlenmeleri gibi yeni girişimler ülkedeki
yenilikçi girişimler ile bütünleşince ve sonradan kuzeyden gelen Türkçülük
akımı ile de bütünleşince, Atatürk cumhuriyetinin modeli tamamlanmıştır. Böylece
paradigma olarak adlandırılan modelin sistemleştirilmesindeki son adım
atılmıştır.
Devleti kuran Atatürk’ün ortaya
koyduğu ilkeleri resmi ideoloji olarak gören ve bu doğrultuda küçümseyerek halk
kitleleri ile kurucu iradeyi ve kadroyu birbirinden ayırarak değerlendiren bir
yaklaşımı benimseyen cumhuriyet
düşmanları, İtalyan solcularından yararlanarak aldıkları hegemonya teorisini
dayanak noktası haline getirerek ve devleti kuran yükselen sınıf olarak küçük burjuvaziyi öne çıkararak, bu kesimin
temsilcisi konumundaki kurucu kadronun hegemonyasının eksik kalması yüzünden, tam anlamıyla bir hegemonik düzen
kurulamadığını ve bu açıdan da yeni devletin paradigmasının geçersiz kaldığını
öne sürebilmişlerdir. Bir ülkede üretici
güçlerin pasif kalması ya da yeterince harekete geçememesi gibi durumlarda,
yeni ortaya çıkan sınıf ya da toplum kesimleriyle üretici güçlerin bir araya
gelememeleri yüzünden yeni paradigmayı sırtında taşıyarak devletleştiren kurucu
iradenin istediği düzeni kuramadığı ve bu nedenle de demokratik bir rejim
altında halk kitlelerinin çoğunluğu ile bir ortak rıza düzeninde mutabakata
varılamadığı açıkça görülebilmektedir. Bu çizgide cumhuriyet karşıtlarının,
halk kitlelerine yeni bir üretim düzeni getirerek onların gereksinmelerini karşılayamayan
yeni sınıf olarak küçük burjuvazinin Türkiye’de hegemonya kurma şansını elinden
kaçırdığını, bu yüzden de ortaya konmuş olan siyasi paradigmanın geçersizliği
ile karşılaşıldığı dile getirilebilmektedir. Onlara göre bu aşamada üretici
güçleri ele geçiremeyen cumhuriyetin kurucusu öncü kadro, hegemonya eksikliğini
gidermek üzere bir kurucu ideoloji oluşturarak halk kitlelerini bu doğrultuda
yönlendirmeye çalışmaktadır. Türk devletinin kuruluşundan bu yana yaşanan
gelişmeler bir arada değerlendirildiği zaman, yeni yükselen sınıf olarak küçük
burjuvazinin bir üretim düzeni oluşturamadığı ve bu yüzden de eski üretim
düzeninin sahipleri olan sermaye çevreleriyle de karşı karşıya geldikleri
görülmektedir. Böylesine bir siyasal boşluğun doldurulmasında kuruluş aşaması
tamamlanan devletlerin kendi ideolojilerini ya da siyasetlerini oluşturma
haklarını bütün devletler gibi Türk devleti de tamamlamaya çalışmış ama resmi
ideoloji suçlamalarıyla hareket eden dışarının adamları ya da yerli
işbirlikçileri, Türkiye’yi kendi çizgilerine çekmek üzere şimdi de paradigma
kavramı üzerinden saldırıya geçebilmektedirler.
Türk ulusal kurtuluş savaşını ve bunun sonucunda kurulmuş olan tam bağımsız cumhuriyet devletini bir türlü kabul etmek istemeyen emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri, alt kimlikçi ve tarikatçı çevreler ile işbirliği yaparak yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türklerin var olabilmek için gösterdikleri kutsal savaşlarını görmezden gelerek, Türkiye’nin milli mücadelesinin gerçekdışı olduğunu ve batı blokunun içerideki adamları ile anlaşılmasıyla, milli mücadele kavgasının aslında görünüşte bir senaryo olduğunu ileri sürmeye başlamışlardır. Milli mücadelenin son tahlilde emperyalizm ile gizli bir uzlaşma yapılarak, mazlum uluslar için gelecek umudu getiren bir senaryo olarak düzenlendiğini iddia ederek, Türklerin hayatını ortaya koyduğu ölüm-kalım savaşını inkar ederek suçlayan bir tutum içine girmişler ve bu doğrultuda kitaplar yayınlayarak paradigmanın kurtuluş dönemi sonrasında gündeme gelen kuruluş aşamasına gelindiğinde yeni bir paradigma iflası ile karşı karşıya kalındığını öne süren bilim adamları ya da araştırmacı yazarlar, ortaya çıkarak geçmişten gelen çamur atma senaryolarını geleceğe yönelik bir çizgide sürdürmeye çalışmışlardır. Yeni Türk devletinin mazlumların yanında olmadığını aksine hep emperyalist kamp ile birlikte hareket ettiğini öne süren dış bağlantılı ve işbirlikçi kesimlerin paradigma kavramı üzerinden ciddi bir cumhuriyet yargılamasına yöneldikleri görülmüştür. Avrupa Birliğine alınmayan ama batının çıkarları ya da güvenlik sorunları gündeme geldiği zaman Nato gibi bir askeri örgütün ya sınır karakolu ya da cephe ülkesi konumunda dış güçlerin çıkarı için kullanıldığı görülünce, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’ne dönük karalamaların giderek arttığı ve Türk halkının Atatürk Cumhuriyetinin rejimi ile uzak tutulmaya çalışıldığı görülmüştür. Resmi ideoloji kavramı üzerinden her türlü saldırı ve kara çalma, emperyalistlerin oyunu olarak devam ettikçe, milli mücadele ile birlikte halkçı cumhuriyet de halktan kopukluk paradigması altında küçümsenmeye çalışılıyordu. Batı blokuna Osmanlı döneminden kalma bağlılık ve batıyı sürekli olarak medeniyet olarak görme tavrı yüzünden, batı emperyalizmi Türkiye’yi zaman içinde sömürgeleştirerek paradigmanın değişimini sağlıyordu.
Milli mücadelenin
anti-emperyalist bir hareket olmadığı tezi Türk halkının Kuvayı Milliye’den
gelen rejim ile yakınlığını sarsıyor ve halk ile devlet arasına kocaman bir
güvensizlik ortamı yaratıyordu. Rusya ile Avrupa arasında kalan Osmanlı devleti
yıllarca savaşmak zorunda kaldığı için içeriden çökerek çökme noktasına
sürüklenmişti. Osmanlı devletinin yerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ de
Asya ve Amerika arasında kalınca, geçmişten gelen birikim ile bu merkezi
konumunu geliştirerek güvenliğini sağlamak durumunda kalıyordu. İngilizler
Anadolu’yu işgal ederek bu yarımada üzerinden Asya’daki sömürgelerinin
güvenliğini sağlamak istiyordu. İslam dünyasını Türkiye üzerinden kontrol etmek
isteyen İngilizler halifeliği kaldırarak, İslam ülkelerini kendisine birer
sömürge olarak bağlayabilmenin arayışı içinde idiler. İngilizlerin halifeliği
kaldırtmasıyla birlikte Atlantik emperyalizmi iki okyanus arasındaki geniş
alanları ortaklık düzeni içinde kendisine bağlayabilmenin yolunu buluyordu. İkinci
dünya savaşında İngilizlerin yerini Amerika’nın almasıyla birlikte, merkezi
coğrafyanın sömürgeci yapılanması değişiklik geçirerek Siyonizmin etkili olduğu
bir coğrafyaya dönüşüyordu. İmparatorluklardan ulus devletlere doğru bir geçiş
aşaması yaşanırken, Atlantik emperyalizmi bütün dünya kıtalarını sömürgeler
üzerinden kendine bağlıyordu. Kendi bağımsızlığı için savaşarak ulusal
egemenliğini kuran Türk devleti de bu aşamada parçalanan imparatorlukların içinden
çıkan ulus devletlere benzer bir biçimde tarih sahnesine çıkıyordu. Türkler
kendi ulus devletlerini kurarken Anadolu toprakları üzerinde başka devlet
senaryoları ile karşı karşıya kalıyor ve bu nedenle de Türkiye’nin ulusal
yapılanmasına batılı emperyalistler karşı çıkarak alt kimlikçi yapılanmaları
Türk devletine karşı dayatıyorlardı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet
yapılanması, emperyalistler tarafından ortadan kaldırılmak istenen bir müflis paradigma
çizgisinde suçlanarak ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu.
Milli mücadelenin ulusal
kimliğini inkar ederek, Anadolu’da bir federasyon peşinde koşan emperyalist güçler,
alt kimlikçi bir federasyon peşinde koştukları için, Lozan Antlaşmasıyla
birlikte ortaya çıkan ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet paradigmasını görmezden
gelerek ve bunun her fırsatta kaldırılması için
girişimlerini ve baskılarını güçlü bir biçimde sürdürerek, Türkiye
Cumhuriyetinin ortadan kaldırılabilmesinin yollarını aramışlardır Yeni kurulmuş bir devlet olarak Türkiye
Cumhuriyeti emperyalist devletler ile boğuşurken, ulusal kurtuluş savaşı
yıllarından gelen çağdaş ulusalcı
paradigmasını korumakta çok zorlanmıştır. Anadolu topraklarında eskiden beri
var olan etnik kimlikler arasında bir Orta Doğu federasyonu kurabilmenin çabası
içindeki emperyalistler, hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin dayanak noktası
olan temel paradigmayı olumlu çizgide karşılamamışlardır. Bu çerçevede dünyayı
paylaşma derdinde olan büyük emperyalist ülkeler Türkiye’yi bir alt emperyal devlet
olarak ilan etmekten çekinmemişlerdir. Türkiye’nin doğu, güneydoğu ve kuzeydoğu,
kuzey batı ile güney coğrafya bölgelerinde ayrı devletler kurmaya çalışan
emperyalistler, bu bölgelerde yaşayan halk topluluklarına ayrı kimlikler
vererek, Anadolu’yu paramparça edebilmenin çabası içinde olmuşlardır. Bir ulus
devlet olarak sahneye çıkan Türk devletini alt emperyalist kol olarak suçlayan
büyük emperyalistler, aynı zamanda küçük bölge halklarına da yeni etnik
kimlikler kazandırarak, bunları büyük ulus devletleri parçalama planlarında
bölücü güçler olarak korumanın arayışı içinde olmuşlar ve böylece yirminci
yüzyılın ulus devletlerini tasfiye projeleri doğrultusunda ulus devlet
paradigmalarını teker teker ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti
böylesine karşıt bir süreç yaşarken, dış dünyadan hiçbir zaman destek görmemiş
aksine her zaman yoluna engeller çıkartılarak, bu çağdaş ulus devlet dünya
haritasından silinmek istenmiştir. Son
derece imkânsız bir ortamda kurtuluş savaşı kazanarak bağımsız bir ulus devlet
kurmayı başaran Mustafa Kemal tarihte bireyin oynayabileceği en büyük rolü
sahneye koymuştur. O dönemin karışıklığı içinde hem savaşı kazanmış hem de
bağımsız bir devlet kurmuş komutana medeni dünya yardımcı olacağına, karşı çıkarak
onun oluşturduğu tam bağımsız, ulusal ve üniter devlet modelinin paradigmasını
ortadan kaldırabilmek için her yolu denemişlerdir, ama başaramamışlardır. Türkiye’nin
paradigması bugün daha güçlü bir biçimde yaşamaktadır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder