ANKARA KALESİ
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASININ TEMEL NORMU
Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ortaya çıkan Avrupa Birliği sürecinde, Türkiye’ye tam on uyum paketi dıştan zorlamalarla kabul ettirilmiştir. Bu doğrultuda, yirmi yıllık bir dönemde tam ons ekiz anayasa değişikliği Türk parlamentosundan geçmiştir. Türk ulusu kendisinin tam üye olmadığı ve gelecekte de olamayacağı bir bölgesel birlik ya da kıta devletinin karar ve kriterleri doğrultusunda anayasa değişikliklerine zorlanmıştır. Her devlet kendi gereksinmeleri doğrultusunda, değişen dünya ve ülke koşullarına uyum sağlayabilmek için anayasa değişikliklerine giderken, Türkiye Cumhuriyeti bu durumun tamamen aksi bir doğrultuda harekete zorlanarak dışında olduğu bir siyasal oluşum için ve onun doğrultusunda dönüşüme zorlanmıştır. Böylesine bir çelişkili durum nedeniyle, her anayasa değişikliği Türk devletinin geçmişten gelen geleneksel yapısını bozmuş ve zaman içerisinde tasfiyesine giden yolu açmıştır. Sadece Avrupa Birliği için yapılan anayasa değişiklikleri ile Türkiye daha çağdaş ve gelişmiş bir devlet yapısına kavuşmayı umarken, giderek Avrupa’nın dışında kalındığı için devlet gücünün ciddi oranlarda kaybedildiği anlaşılmış ve bu nedenle de kamusal alanda önemli ölçüde bir devlet boşluğu ortaya çıkmıştır. Nüfus son derece hızla artarken, ekonomik yapı gene aynı hızla gelişirken, Türkiye çeşitli alanlarda büyürken anayasa değişiklikleri ve bu doğrultuda çıkartılan yeni yasalarla devletin giderek küçültüldüğü görülmüş ve böylesine bir çelişkili duruma Türkiye’yi sürükleyen dış güçler ülke üzerinde etki ve hegemonyalarını artırırken, Türk devleti Türkiye’yi yönetemez bir duruma sürüklenmiştir. Kendi ekonomisini yönetemez bir devlet konumuna gelen Türk devletinin sözü dinlenilmez olmuş ve ülke yolgeçen hanına dönüşürken, dış güçler ve tekelci şirketler ülkenin her bölgesine el koyarak kendi küresel çıkarları için Türklerin anavatanı üzerinde her türlü girişimde bulunma hakkını zorla elde etmişlerdir. Medya üzerinden uyutma senaryolarıyla Türk halkı derin bir uykuya doğru yönlendirilirken, uyanık emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri ülkede dışa bağımlı bir manda düzenini eylemsel olarak gerçekleştirmişlerdir. Savaş koşullarında kurulmuş olan meclisten çıkan yasalarla ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti bu kez gene parlamentodan çıkan yasalar ve anayasa değişikleri yolu ile tasfiyeye doğru yönlendirilmiştir. Giderek gelişen toplumsal potansiyele rağmen, Türk devletinin istediği atılımları yapamaması ve daha çok dışa bağımlı hale gelmesiyle, emperyal plân ve senaryoların uygulama alanı ya da laboratuarı olma noktasına doğru sürüklenmesi ile Birinci Dünya Savaşından hemen sonra Türk ulusunun vermiş olduğu Kurtuluş Savaşı sonrasında, kazanılmış olan bağımsızlık düzeni ve ulusal egemenlik rejiminin giderek ortadan kalktığı görülmektedir. Bu tür senaryolara alet olan siyasal kadrolar ya da yönetimlerin hiçbirisi bu gerçekleri dile getirmemişler ve kendilerini işbaşına getiren dış güçlerin istekleri doğrultusunda hareket ederken, demokrasi ya da insan hakları gibi kutsal kavramları kullanarak Türk halkına nurlu ufuklar vaat etmeğe devam etmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti
devleti Türk ulusunun vermiş olduğu büyük bir mücadele sonucunda kurulduğu için,
devletin temelindeki kurucu irade Türk ulusunun gücünden kaynaklanmaktadır. Hal
böyle olmasına rağmen hiç kimse Türk halkına sormadan, bir referandum bile
yapmadan Türk devletini Avrupa Birliğinin bekleme odasına bağlayarak, zamanla
tasfiyesine giden yola zorlamışlardır. Türkiye gibi bir bağımsız devleti yabancı
ülkelerin oluşturduğu bir üst devlet oluşumuna bağlamak, devletin temelinde
yatan kurucu iradeye ters düşmesine rağmen elli senedir hiçbir yönetim Türk
ulusunun oyuna başvurarak bir ulusal karar çıkartılmasını düşünememiştir çünkü
sürekli olarak batılı emperyal güç merkezlerinin güdümünde hareket eden batıcı
yönetimlerin Türkiye’yi yönetmesine izin verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı
sonrasında demokrasiye geçilmesiyle beraber Türkiye Atatürk’ten gelen bağımsız
yapısını yitirdiği için, işbaşına gelen bütün yönetimler batılı merkezlerin
güdümünde ve dümen suyunda giderek, devletin temelinde var olan kurucu iradenin
çizgisinden uzaklaşmışlardır. Kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu ilkeler ve
devlet modelinden giderek uzaklaşan siyasal iktidarlar, en sonunda Türk
devletinin bütünüyle tarih sahnesinden silinmesi gibi bir çıkmazla, Türk
ulusunu karşı karşıya bırakmışlardır. Tarihsel bir aşamada dünya sahnesine
çıkan Türk ulusu, bağımsız varlığını kurtuluş savaşı ile kanıtlayarak geleceğe
dönük bir bağımsızlık düzeni içerisinde sonsuza kadar varlığını sürdürmeyi
hedeflemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun
teslim olduğu aşamada devletin bitmesi üzerine batılı emperyal devletlerin Hıristiyan
orduları Türkiye’yi işgal etmeğe başlamışlardır. Türk milleti o aşamada teslim olmayarak
direnmiş ve bir Ulusal Kurtuluş Savaşı verdikten sonra tam bağımsız bir
siyasal düzene kavuşmuştur. Kurtuluşun önderi aynı zamanda kuruculuğun da başkanı
olmuştur. Son Osmanlı Meclisinde alınan Ulusal Ant kararı doğrultusunda
imparatorluk sonrasında ulus devlet kuruluşuna yönelinmiş ve ikinci aşamada
Samsun’a çıkıldıktan sonra, işgal altındaki vatanın tehlikede olduğu
belirtilerek milletin azim ve kararı ile bu durumun önleneceği, Amasya
Genelgesi ile kamuoyuna açıklanmıştır. Daha sonraki aşamada ise ülkenin her
köşesinde yapılan toplantılar ve kurulan derneklerin temsilcileri, Sivas
kentinde bir araya getirilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kongresi özelliğinde
olan ulusal düzeyde, Sivas Kongresi toplanmıştır. Bu Kongre, kurucu bir iradeyi
yansıtan toplantı olduğu için, buraya katılan Türk ulusunun temsilcileri,
ulusal kurucu iradenin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Devletsizlik ortamında
yeni bir devletin kuruluşunun başlangıcı olan Sivas Kongresi, asli kurucu iktidarın
Türk ulusu adına siyaset sahnesine çıkmasına yardımcı olmuştur. Anayasa hukuku
açısından devletlerin kuruluşunda rol oynayan asli kurucu iktidar Türkiye
açısından arandığı aşamada, Sivas Kongresi tarihsel bir oluşum olarak devreye
girmiştir. Kongre kararlarına bakıldığında, Ulusal Ant ve Amasya genelgesi
ilkeleri doğrultusunda hareket edildiği ve bu iki tarihsel belgeye uygun düşen
kararlar alındığı görülmektedir. Ülkede, milli bir iradeyi egemen kılmak ve bu
doğrultuda bir ulusal kurtuluş savaşı vermek, savaş sonrasında bir ulus devletini
ulusal egemenlik düzeni olarak oluşturmak, devletin kuruluşu için bir temsil
heyeti seçmek ve bu heyet aracılığı ile yeni başkent Ankara’da Türk milli
devletini kurmak, Sivas Kongresinde Türk ulusunun tam yetkili temsilcilerinin aldıkları
kararlardır. Daha sonraki aşamada seçilen heyetin başkanı olarak Mustafa
Kemal Ankara’ya gelerek bu kentte yeni devleti ve başkenti kurarken,
Sivas Kongresi’nde alınan kurucu kararlar doğrultusunda hareket etmiştir. Kongrede
seçilen temsil heyeti, Türk ulusu adına asli kurucu iktidar olarak öne çıkmış
ve bu heyetin başkanı olan Mustafa Kemal, devletin kuruluşunda hem meclis hem
devlet hem hükümet hem de genelkurmay başkanı olarak kuvvetler birliği ilkesi
doğrultusunda hareket ederek savaş içinde olunmasına rağmen kısa zamanda
başarılı sonuç alınmasını sağlamıştır.
Devletin hukuk belgesi
olan anayasayı Mustafa Kemal hemen meclis gündemine getirmemiş, meclis içindeki
grupların öne sürdükleri tasarıları incelemiş ve daha sonra da bölgedeki savaş
sonrası oluşumun nereye gideceğine bakmıştır. Sivas Kongresi kararları ile yola
çıkan Atatürk ve arkadaşları, devletin kuruluşunda kesin bir kararlılığa
varabilmek için Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı hinterlandında nasıl
bir oluşumun ortaya çıkacağını yakından izlemişler ve Misakı Milli sınırları
dışına çıkmadan bölgesel gelişmelere yakın durmuşlardır. Sivas Kongresi’nden
tam bir yıl sonra 1 Eylül I920 tarihinde toplanmış olan Bakü Kurultayı, bu
açıdan Türk devletinin kurucu iktidarının beklediği işareti vermiştir.
Kuzeydeki büyük oluşum sonucunda ortaya çıkan Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde
toplanan Bakü Kurultay’ına bütün doğu halkları katılmış ve doğu sorununun nasıl
çözüleceği konusunda düşüncelerini öne sürerek görüşlerini belirtmişlerdir. Bu
kurultaya son Osmanlı hükümeti adına Enver Paşa ile beraber Ankara
hükümeti adına da Mustafa Kemal’in temsilcisi İbrahim Tali Bey
katılmışlardır. Kongre sonrasında Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal’i ve Ankara
hükümetini muhatap olarak kabul edince, İstanbul dönemi sona ermiş ve yeni Türk
devleti, kurucu kadronun yönetiminde geleceğe dönük olarak yeni başkent
Ankara’da bağımsızlık düzenini oluşturabilmiştir. Cephelerde savaşı kazanan
Ankara hükümeti, yeni dönemin büyük gücü Sovyetler Birliği tarafından da resmen
muhatap olarak kabul edilince Fransa, Ankara ile temas kurmuş ve bu aşamadan
sonra da o zamanın dünya devleti olan Büyük Britanya İmparatorluğu Türk
devletini resmen kabul ederek, Lozan’da barış masasına oturmuştur. Sivas
Kongresi’nin gündeme getirdiği iç dinamiklerin inisiyatifini Bakü kurultayının
getirdiği dış dinamikler tamamlayınca, kurucu iktidar devletin kuruluşunun resmi
belgesi olan yeni anayasa yapımına yönelmiştir. Böylece, savaş sonrasında doğu
sorunun cereyan ettiği bölgenin gelecekteki haritası belirlenmiş ve Ankara
hükümeti de buna göre yeni devletin anayasasının yapımına yönelmiştir. Mustafa
Kemal bu oluşumu beklediği için yeni anayasa yapımında aceleci olmamış ve
zamanını beklemesini bilmiştir.
Birinci meclisin
gündemine ilk önce Halk Zümresi Grubu bir anayasa önerisi getirmiştir.
Ne var ki, bu taslak daha çok Sovyet tipi bir devlet oluşumunu öngördüğü için
Mustafa Kemal öneriye sıcak bakmamış ve Bakü Kurultayı gibi bir bölgesel
oluşumun eski Osmanlı ülkesini nerelere götüreceğini yakından izlemiştir. Bu
çerçevede, Bakü kurultayı Sivas Kongresi’nin tamamlayıcısı olmuştur. Yaz
aylarında başka anayasa önerileri de meclis başkanlığına verilmiş ama devletin
kurucu başkanından herhangi bir öneri gündeme gelmemiştir. Bakü Kurultayı
sonrasında Mustafa Kemal kendi el yazısı ile hazırladığı Halkçılık
Beyannamesini Türk devletinin ilk anayasa taslağı olarak Meclis gündemine
getirmiştir. Halkçılık temeline dayanan bir ulus devletin kuruluşu için gerekli
olan ana ilkeler, bu program ve ekinde yer almış Ankara’da merkezi devletin
kuruluşu ile beraber yurt düzeyinde vilayetler üzerinden bir taşra örgütlenmesi
yeni devletin hukuk düzeni için asli kurucu iktidar tarafından meclis gündemine
sunulmuştur. Devletin ulusal egemenliğe dayanması, merkeze bağlı bir düzenli kurulması
ile ülkeyi başkent merkezli olarak denetleyecek bir genel müfettişlik
yapılanması, anayasa taslağında meclisin onayına sunulmuştur. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin
asli kurucu iktidarının Sivas Kongresi kararlarına dayanan devlet kuruculuğu,
Halkçılık Beyannamesi doğrultusunda kabul edilen I921 anayasası ile bçimlenerek
tamamlanmıştır. Osman beyin kurduğu Osmanlı devletinin bitişinden sonra yaşanan
devletsizlik dönemi, böylece Atatürk’ün Türk ulusunun tam yetkili temsilcisi
olarak üstlendiği asli kurucu iktidar misyonunun tamamlanmasıyla sona ermiştir.
Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti açısından asli kurucu iktidarlık misyonunun
sahibi, Sivas Kongresi delegeleri ve bu toplantıdan seçilen Temsil heyeti ve
Birinci meclis üyesi olan milletvekilleridir. Bu unsurlardan oluşan asli kurucu
iktidarın ortaya koyduğu ulusal, üniter ve Ankara merkezli Türk devletinin ana
yapısını sonraki dönemlerde devletin başına geçmiş olan hiçbir siyasal iktidar
değiştirememiştir. Çünkü hiçbirisi asli kurucu iktidar olma hakkına ya da
şansına sahip olamamıştır. Anayasa hukukun ana konularından birisi olan kurucu
iktidar açısından bakıldığında, ara dönemlerde gündeme gelen ve anayasa yapan
kurucu ya da danışma meclisleri de asli kurucu iktidar olamamışlardır. Sivas
Kongresi kararları ile Halkçılık beyannamesi ilkeleri doğrultusunda hareket edilerek,
devletin temelinde var olan ulusal, üniter ve merkezi yapıyı güçlendirilmiştir.
Bir anlamda ikinci derecede yer alan tali kurucu iktidarlar, devletin ilk ana
kuruluşunu tamamlayan asli kurucu iktidarın yolundan giderek, devletin temel
çatısını bozmadan korumuşlardır.
Asli kurucu iktidar
olan Kemalist kadro, bir anlamda Kemalist devlet ve cumhuriyet rejimi modelini
geliştirerek oluşturmuştur. Bugün hala yoluna devam eden Ankara merkezli ulusal
ve üniter Kemalist devlet, asli kurucu iktidarın eseridir. Bu nedenle, Atatürk
ilkeleri ve Kemalizm, Türk Anayasa hukukunun temel kaynaklarını oluşturmaktadır.
Anayasa hukukunun önde gelen konularından birisi olan Anayasallık bloklu
çerçevesinde konu ele alındığında; uluslararası hukuk ile beraber, Türk
devletinin ortaya çıkışını hazırlayan olaylar, belgeler ve asli kurucu iktidar
olarak Kemalist kadronun ortaya koymuş olduğu bütün siyasal birikim, Türk
anayasa hukukunun kaynağı olarak öncelikli bir biçimde anayasal konuları ve
sorunları etkilemektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti asli kurucu iktidarın
ortaya koyduğu devlet modeli çerçevesinde yoluna devam ettiği sürece, Atatürk
ilkeleri anayasanın başlangıç kısmında yer alacak ve Atatürk devrimleri ile
eserleri, gene yasal ve anayasal koruma altında sürdürülecektir. Anayasa
hukukunun genel ilkeleri ve özellikle Anayasallık Bloklu anlayışı bunun böyle
olması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Devletin Kemalist modeli ile Atatürk
ilke ve devrimleri, Türk anayasa hukukunun temel kaynağıdır. Hem anayasa
ilkeleri açısından pozitif hukuk korumasına sahiptirler, hem de Anayasallık Bloku
çerçevesinde Türk anayasa hukukunun birer parçası olarak her zaman için dikkate
alınmaları gerekmektedir. Uluslararası hukuk kadar hukukun genel ilkeleri ve
siyasal bilimin verileri kadar da Atatürk ilke ve devrimleri, Türk anayasa
hukuku ile ilgili sorunların ele alınışında ve çözüme kavuşturulmalarında temel
dayanak noktalarıdır. Atatürk Cumhuriyeti devam ettiği sürece bu temel hareket
noktalarını ya da kaynakları değiştirmeğe hiçbir tali kurucu iktidar ya da siyasal
yönetimin değiştirme hakkı bulunmamaktadır. Bu çerçevede, asli ve tali kurucu
iktidarlar arasındaki farkın iyice belirlenmesi ve anayasal cahilliğin önlenebilmesi
için yeni kuşaklara anlatılması gerekmektedir. Anayasa hukukunu iyi bilen
uzmanlar ve otoriteler bu konularda çok dikkatli konuşurlarken, bu konuları hiç
bilmeyen siyasetçiler ya da iktisatçılar bol keseden atarak ahkâm
kesebilmektedirler. Bu yüzden Türk anayasa hukuku fazlasıyla zarar görmekte ve
birçok sorun değişik yönlere çekildiği için, içinden çıkılmaz bir duruma
yaratılmaktadır. Türkiye’de yeni bir anayasa isteyen, küreselci, liberal,
mandacı ve dinci çevrelerin anayasa hukukunun bu kısımlarını iyi bilmeleri
gerekmektedir aksi takdirde yeni anayasa istekleri sürekli olarak sonuçsuz
kalmağa mahkûm olacaktır. Onların istediği türden yepyeni bir anayasa asli
kurucu iktidar sorunu yüzünden hiçbir zaman söz konusu olamayacaktır. Ne var
ki, ikinci derecede hareket edebilecek tali kurucu iktidarlar, asli kurucu
iktidarın iradesine uygun olarak bazı değişiklikleri her zaman için gündeme
getirebileceklerdir. Böylece yenilenecek Türk anayasası da zaman içerisinde
ortaya çıkan gereksinimlerin karşılanması açısından kendisinden beklenen
misyona uygun olarak Türk devletinin omurgası ya da çatısı olarak hizmet
vermeğe devam edebilecektir.
Hukuk ve devlet
sistemlerinin hem teorik hem de uygulamadan gelen pratik yönleri bulunmaktadır.
Hukuk sistemleri uygulanan işlemlerin bir bütünü olarak aynı zamanda bir teorik
temele ve çıkış noktasına da sahip bulunmaktadır. Hukuk teorisi açısından
bakıldığında, Hans Kelsen tarafından konulmuş olan Normativist pozitivizm
anlayışı devlet ve hukuk arasındaki bağlantıyı teorik olarak açıklamaktadır. Bu
teoriye göre; Viyana okulunun kurucusu Hans Kelsen hukuk için gerekli olan asli
ve sürekli unsurları bir araya getirmeğe çalışmıştır. Hukukun saf bir düzeye
gelebilmesi, için diğer alanlardan gelen çeşitli unsurlardan temizlenmesi
gerekmektedir. Hukukun özünü norm olarak gören bu teoriye göre hukuk sistemi
kurallardan meydana gelmektedir ve bu nedenle kuralların dışında kalan
unsurların önemi ikinci derecede kalmaktadır. Hukuk bir normatif bilim olarak
devlet ile ayniyet taşır ve bütünselleşir. Birer hukuki varlık olan devlet
yapıları bu doğrultuda kurallardan oluşmaktadır. Devletlerin hukuk düzenleri
birer hiyerarşik normlar sistemidir. Hukuk uygulayan bütün kurumların ve devlet
organlarının ortaya koyduğu kurallar, devlet çatısı altında bir normlar
hiyerarşisi ve sistemi oluşturmaktadır. Buna göre her norm daha üst düzeydeki
normlara uygun olarak organlar ya da kurumlar tarafından konulmalıdır. Devletler
birer hukuk düzeni olarak normlar hiyerarşisinden meydana gelmektedir. Bütün
normlar bir üst norma tabi olduğu için en üst düzeyde bir temel norm
bulunmaktadır. Bu temel norm devletin içeriğini ve çekirdek yapısını ortaya
koymaktadır. Özellikle hukuk devletlerinin kurallar bütünü olması nedeniyle,
bütün normların bağlı olduğu en üst düzeydeki norm olarak temel normlar
devletlerin özünü oluşturduğu gibi anayasaların da temelini meydana
getirmektedir. Kelsen’in saf hukuk teorisine göre devlet ve hukuk aynıdır. Bu
aynılık içerisinde her ikisinin de temelinde bir büyük norm bulunmaktadır ve bu
norm diğer kuralları belirli bir hiyerarşik düzen içerisinde kendisine bağlı
tutmaktadır. Hukuk normları piramide benzer bir yapı içerisinde devletin çatısı
altında yer almaktadırlar. Bütün hukuk sistemi, piramidin en tepesinde bulunan
en genel ve soyut büyük norma bağlı bulunmaktadır. Bu en tepede yer alan büyük
norm aynı zamanda daha alt düzeyde normlar yaratma yetkisine sahip olan bir
oluşum olarak yön göstermektedir. Normlar hiyerarşisinde en genel ve en soyut
normdan en özel ve somut normlara doğru bir geçiş söz konusudur. Temel norm
hukuka dayanak noktası olurken aslında hukuk dışı bir alandan gelmektedir. Daha
çok toplum içerisinde meydana gelen sosyal ve siyasal oluşumların sonucunda
ortaya çıkan temel norm, devletin kuruluş aşamasında bu örgütlenmenin en tepe
noktası olarak hem özünü oluşturmakta hem de hukuk sistemine kaynaklık ederek
bütün diğer normlara yön göstertmektedir. Devletlerin hukuki yapılarını belirleyen
anayasalar da temel norm en tepedeki genel ilke olarak diğer anayasa maddelerine
kaynaklık eder ve yön gösterir. En tepede yer alan temel norma, bütün devlet kurumları
ve hukuk kuralları uygun olmak zorundadır. Temel norm devletin ve siyasal
rejimin özü olarak kimliğini ve yapısını belirler.
Birer hukuk sistemi
olan devletlerin temelinde yer alan büyük normları genel olarak asli kurucu
iktidarlar belirlemektedirler. ABD’nin bir federasyon olması, İngiltere’nin bir
hanedan devleti ya da krallık yapısına sahip bulunması ya da Türkiye
Cumhuriyeti devletinin ulusal, üniter ve merkezi bir devlet olması ilkesi bu
devletler açısından birer temel normdurlar. Washington ve arkadaşları
ABD’yi bir federasyon olarak kurarlarken devletin karakterini temsil eden temel
normu bir asli kurucu iktidar olarak belirliyorlardı. Benzeri bir durumun, Atatürk
ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyeti’ni kurma aşamasında asli kurucu iktidar
olarak hareket ettikleri aşamada gündeme geldiği görülmektedir. Washington ve
arkadaşlarının kurucu babalar olarak ortaya koydukları siyasal yapı iki yüz
yılı aşkın bir süredir asli kurucu iktidardan gelen bir miras olarak nasıl
devam ediyorsa, Atatürk ve arkadaşlarının ortaya koydukları ulusal, üniter ve
merkezi devlet modeli ile çağdaş cumhuriyet rejiminin aynı doğrultuda devam
etmesi gerekmektedir. Obama ABD başkanı olarak kurucu babaların
iradesine bağlı kalacaklarını açıklarken, Türk devletini yöneten güçlerinde
benzeri bir doğrultuda, Türkiye’nin kurucu babaları olan Atatürk ve
arkadaşlarının kurucu iradelerine saygılı olmaları normal koşullarda
beklenmektedir. O zaman her türlü anayasa değişikliği önerisinin Türk
devletinin ulusal, üniter ve merkezi yapısına saygılı olması beklenmektedir.
Yeryüzündeki bütün devletler kurucularının iradesiyle oluşan siyasal ve hukuki
yapılarını normal koşullarda koruyarak varlıklarını sürdürmek ve geleceğe dönük
olarak yaşamlarını güvence altına almak isterler. Bu açıdan, bütün devletler
kendi halklarına bir sonsuzluk güvencesi vermek durumundadırlar. Avrupa ülkelerinin
birçoğunun anayasa hukukunda, halkların geleceğe dönük yaşamlarını
sürdürebilmeleri açısından devletler bir sonsuzluk güvencesi vermektedirler.
Kendi halklarına sonsuzluk güvencesi vermek durumunda kalan devletler de sahip
oldukları siyasal ya da hukuki yapının özünü ve dayandığı temel normu koruyarak
hareket etmek durumundadırlar. Her devlet kuruluşundan gelen siyasal yapı ile
geleceğe dönük varlığını normal koşullarda sonsuza kadar sürdürmek ister. Ne
var ki ortaya çıkan siyasal gelişmeler savaşlar ve işgaller bazı küçük ve zayıf
devletlerin ortadan kalkmasına neden olurlar. Ya da emperyal güçler ellerine
geçirdikleri olanakları kullanarak, zayıf ve küçük devletleri tasfiye ederek
daha büyük bölgesel siyasal oluşumları gündeme getirebilirler. Devletler
tarihsel süreç içerisinde belirli dönemeçlere geldiklerinde başka siyasal
oluşumlar ya da devlet projeleri doğrultusunda ortadan kalkmaya zorlanabilirler.
Savaş ya da işgal gibi zor kullanma yöntemlerinin ötesinde bazı devletler
içeriden çöküşe zorlanabilirler. O aşamada, devletin dayanağı olan temel normun
anayasadan çıkartılmaya çalışıldığı ya da büyük güçlerin, emperyal devletlerin
işine gelen, çıkarlarına uyan, başka bir temel normun öne çıkarılarak var olan
yapının dönüşüme zorlandığı görülmektedir.
Anayasa hukukunun en önde gelen konuları olan asli kurucu iktidar olgusu, anayasallık bloku ve saf hukuk teorisi açılarından Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı anayasa sorununa bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü siyasal ve hukuki yapısını oluşturan temel norm konumundaki Atatürk’ün devlet modelinin kaldırılmak istendiği görülmektedir. Asli kurucu iktidarın ne olduğunu bilmeyen siyasal iktidarlar, tali kurucu iktidar olarak kurucu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devlet modelinin dayandığı ilkeleri ve yapıyı tümüyle kaldırmak ya da değiştirmek isteyerek ciddi anlamda bir anayasal suç işlemektedirler. Anayasa hukukları kendisini ortaya çıkaran yapılara ve kuruculara öncelikle saygılı davranmayı ve bu iradeye uygun olarak davranmayı gerekli kılmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve anayasasının temel normu asli kurucu iktidarın başı olan Atatürk’ün devlet modeli, Atatürk ilke ve devrimleridir. Devletin temelinde var olan Kemalist öz, Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel normudur. Bu nedenle de ikinci derecedeki tali kurucu iktidarlar ya da hükümetler tarafından onların siyasal çıkarları ya da plânları doğrultusunda değiştirilemez. Hiçbir biçimde yapılan anayasa değişikliklerinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel normu olan Atatürk’ün devlet modeline dokunulamaz, Atatürk ilkeleri yok sayılamaz. Atatürk devrimlerini koruyan ilkelere ters düşerek bu devrimlerin zarar görmesine neden olunamaz. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının başlangıç hükümleri ile beraber değişmez maddeleri de temel normlar olarak korunmak durumundadırlar. Anayasa hukukuna ve anayasal blok anlayışına göre temel norm olarak değişmez maddelerde yer alan ulusal, üniter, merkezi, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti modeli sonuna kadar korunmak zorunluluğu vardır. Anayasalar her zaman için kısmi değişiklikler ile parlamentolarda belirli bir uzlaşma zemininde ele alınarak değiştirilebilirler. Ne var ki, bütünüyle yepyeni bir anayasayı asli kurucu iktidar inisiyatifine karşı doğrultuda yapmak ya da anayasallık bloku çerçevesinde güvence altına alınan uluslararası hukuk, hukukun genel ilkeleri ve Atatürk ilkelerine aykırı düşecek değişikliklere gitmek anayasa hukuku açısından mümkün değildir. Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti kendilerini tarih sahnesine çıkaran asli kurucu önder Atatürk’ün eserine ve mirasına sahip çıkarak sonsuzluğa kadar varlığını koruyabilecektir. Türk devletinin temel normu bu durumu zorunlu kılmakta ve bu doğrultuda Türk ulusu ile devletine emir vererek yön göstermektedir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder