ANKARA KALESİ
1921 ANAYASASI ÇÖZÜM OLAMAZ
Türkiye
Cumhuriyeti son dönemde geçmişten gelen birçok siyasal gelişme ile karşı
karşıya kalırken, giderek tırmanan gerginlikler tartışmalı çekişmelere dayanan
birer siyasal mesele olmaktan çıkarak, tarihten gelen kökleriyle birlikte çok
ciddi bir devlet sorunu olarak, Türk ulusunun önüne çıktığı görülmektedir. Yüz
yıl önce yirminci yüzyılın başlarında böylesine bir süreç yaşayan Türk ulusu
bir yüzyıl geçtikten sonra yeniden bir devlet sorunu ile yüz yüze gelmektedir.
Normal koşullarda olmaması gereken böylesine bir durumun ortaya çıkması, Türk
devletinin iç sorunlarından daha çok dış
gelişmeler ve bunların sonucu olan sorunların Türkiye’yi baskı altına alması
yüzünden, yeni bir devlet krizi ile karşı karşıya kalınmıştır
.İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken gündeme gelen Türklerin devletleşmesi
sorunu, aradan bir asır geçtikten sonra bu kez ulus devletlerin tartışılır bir
aşamaya gelmesiyle birlikte yeniden canlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin
kurulu bulunduğu topraklar üzerinde, eskisinden çok daha farklı bir devlet ya
da devletler yapılanması arayışı, emperyal güçler tarafından onların yerli
işbirlikçileri aracılığı ile ülkenin siyasal gündemine getirilmiştir. Bu
nedenle geriye dönük yeni arayışlar öne çıkartılırken öncelikle eski anayasalar
ve onlara dayanılarak kurulmuş olan devlet yapılanmaları tekrar gözden geçirilerek,
geçmişten gelen oluşum ve birikimlerin bugüne ışık tutması gibi bir arayış
siyasal çevrelerde geleceğin geçmişte aranması gibi çelişkili yeni bir durumu
gündeme getirmektedir. Geçmişten gelen yaklaşımların bugünün Türkiye’sinde
yaşanan gelişmelere ölçü olması beklenirken, tartışmalar daha da şiddetlenerek
eski anayasalardan ortaya çıkan yaklaşımlar aracılığı ile, Türkiye’nin devlet
sorununun çözüme kavuşturulması giderek daha da zor bir duruma gelmektedir.
Merkezi
coğrafyadaki imparatorluğun sona ermesi üzerine gündeme gelen Türklerin devleti
meselesi, önce bir ulusal kurtuluş savaşı verilmesiyle hedef konumuna
getirilmiş daha sonra da merkezi bir devletleşme yapılanması olarak çağdaş bir
ulus devlet yaklaşımı içinde çözüme kavuşturulmaya çaba gösterilmiştir. Yirminci
yüzyılın başlarında Türkler kendi ulus devletlerini kurarlarken, çeşitli karşı
koymalar ve alternatif projeler aracılığı ile çekişmeler Türklere karşı
geliştirilirken uzun süren bir ulusal kurtuluş savaşı yapılmak zorunda kalınmıştır.
Savaşın kazanılması sonrasında da bir ulus devletin o dönemin siyasal
konjonktürüne uygun olarak kurulması sırasında hem Türk devletleşmesini önlemek
isteyenlerin karşı çıkışları, hem de başka devlet modeli peşinde koşan
emperyalist ve Siyonist senaryolarla mücadele etmek zorunda kalındığından,
kurtuluş aşamasından kuruluş sürecine doğru yönelmek son derece zor ve
çekişmeli bir biçimde yaşanmıştır. Osmanlı yönetimi sonrasında Türk
egemenliğine geçişe çok ciddi itirazlar ve direnmeler birbiri ardı sıra gündeme
getirilmiş ve bu yüzden de devletin kurucu önderi Atatürk, kuruluş aşamasında
otuzdan fazla suikast saldırıları ile karşılaşarak kurulmakta olan ulus devletin
faturasını ödemek zorunda kalmıştır. Orta dünya olarak tanımlanan eski Osmanlı
hinterlandının geleceği ile ilgili farklı devlet planları olan bazı alt
kimlikli gruplar ile bölgenin tümüne yönelik hegemonya haritaları çizmek
isteyen emperyalist büyük devletler, kendi çıkarları doğrultusunda merkezi
dünyayı eskisinden çok farklı bir yapılanmaya doğru sürüklemek için özel
projelerini uygulama alanına getirerek, Türklerin kurmak istediği Türkiye
Cumhuriyeti ulus devleti projesine karşı çıkıyorlardı. Bu doğrultuda daha
imparatorluk yıkılmadan çalışmalara başlayan alt kimlik grupları ile emperyalist büyük devletlerin her birisi
ortaya kendi planlarını koyabilmek uğruna. Atatürk’ün tam bağımsız bir ulus
devleti olarak düşündüğü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasına her yönü ile ve her
fırsatta karşı koyuyorlardı. Bu nedenle ulusal kurtuluş savaşı uzun sürüyor ve
cumhuriyet rejiminin ilanı zaman alıyordu. Ne var ki, her türlü olumsuz koşula
rağmen gene de Türk ulusu kurucu önder Atatürk’ün arkasında toplanarak ulusal
kurtuluşun tam bağımsızlık düzenine dönüşünü gerçekleştiriyordu.
Atatürk’ün
Samsun’a çıkmasıyla birlikte 1919 tarihinde başlayan ulusal kurtuluş savaşı
1923 yılına kadar devam ettikten sonra bu yıl içinde örgütlenme tamamlanarak cumhuriyetin
ilanı yapılıyordu. İmparatorluk merkezi İstanbul’da gerekli hazırlıkları
tamamladıktan sonra yola çıkılarak önce doğu Anadolu’nun birliğini
gerçekleştirmek üzere Erzurum Kongresi gerçekleştiriliyordu. Daha sonraki
aşamada da bu kongreyi gerçekleştiren aynı kadro kurucu önder Mustafa Kemal
Atatürk’ün öncülüğünde Sivas’ta daha geniş bir kongre düzenleyerek, daha
önceleri son Osmanlı meclisinde ilan edilmiş olan Misakı Milli sınırları içinde
bir tam bağımsız ulus devlet kurmak üzere yola devam ediyorlardı. Erzurum’da
doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin birliği sağlandıktan sonra, Sivas’a
geçilerek bu kentte yapılan kongre ile bütün Anadolu yarımadası ile Trakya
bölgesinin birliği tüm dünyaya karşı ilan ediliyordu. Bu iki kongre sırasında oluşan
halk birlikteliğinin sürekliliğini sağlamak üzere bir Heyeti Temsiliye adı altında
devamlı çalışacak bir fiili devlet oluşumuna gidiliyordu. Sivas’ta kurulan
Heyeti Temsiliye daha sonraki aşamada Ankara’ya gelerek ve
Millet Meclisi’ni kurarak yeni oluşmakta olan devletin çekirdek kurumunu ortaya
çıkarıyordu. Ne var ki, bir devletin kuruluşunun tamamlanabilmesi için
öncelikle bir anayasaya sahip olunması gerekiyordu. Uluslararası hukuk düzenine
göre bu sistem içinde yer alan her devletin bir anayasal belge ile kendisini
ortaya koyması gerekiyordu. Bu çerçevede Fransız devrimi sonrasında kurulmuş
olan bütün ulus devletler kendi ulusal kongrelerini toplayarak böylesine bir
örgütlenme aracılığı ile yeni kurulan devletin temel hukuk ve idari
yapılanmasının ortaya konulması gerekiyordu. Bu çerçevede her anayasada olduğu
gibi yeni devletin dayandığı hukuk kuralları ile birlikte idari yapısı ve
siyasal rejimi yeni anayasanın başlangıç maddeleri aracılığı ile ortaya konuyordu.
Bu durumda Erzurum ve Sivas kongreleri aracılığı ile gündeme getirilen Kuvayı
Milliye hareketinin örgütsel yapılanmasının, bir devlet oluşumu aracılığı ile
tamamlanması gerekiyordu.
Ne var ki,
Atatürk ve arkadaşları yeni bir ulus devlet kurmak üzere gelmiş oldukları
Ankara şehrinde bir devletsizlik durumu egemen olduğu için, Ankara kent
yönetiminin yardımları ile yeni devletin kuruluş çalışmaları başlatılarak yola
devam ediliyordu. Devlet boşluğunun doldurulması doğrultusunda kent
yönetimi Heyeti Temsiliye’ye yardımcı oluyordu. Bu aşamada Ulus meydanı kentin
merkezi olarak belirleniyor ve burada bulunan bir okul binası daha sonra meclis
binasına dönüştürülerek, yeni devletin ilan edileceği halk meclisi binası
devreye sokuluyordu. Meclis yönetimi kurulurken öncelik anayasa yapımına
verilmiyor aksine devletin başkenti olarak belirlenen Ankara’daki merkezi
alandaki bazı büyük binalar, devletleşme sürecinin tamamlanması doğrultusunda
kamu kurumlarına dönüştürülüyordu. Öncelikli kamu örgütlenmeleri sürdürülürken
Ankara yeni devletin merkezi konumuna getiriliyor ama bir anayasa yapımı konusu
için belirli bir bekleme dönemine giriliyordu. Uluslararası süreçte yaşanan
gelişmelerin merkezi coğrafya için belirleyici olması durumu dikkate alınarak, bir
devlet içinde olması gereken kamu kurumları devlet düzeni içinde öncelik
sırasına göre teker teker oluşturularak, yeni devletin anayasasını hazırlamak
için önemli adımlar atılıyordu. Merkezi yönetimi Balkanlar bölgesinde yer alan
bir imparatorluğun arka ülkesinde ve de Asya toprakları üzerinde eskisinden
daha küçük ölçülerde, ama gene de dünya standartlarında orta boy bir devlet
olarak Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkıyordu. Önceden hazırlanmış bir
anayasa olmadığı için devletleşme sürecinin başlangıcında bir anlamda kervanın
yolda düzülmesi gibi işgale karşı direnişe geçilmesiyle birlikte, ülkenin ilk
anayasa düzeni oluşturulurken yeni anayasaya geçiş aşamasında dayanak noktası
olabilecek karar ve davranışlar bu duruma göre hazırlanıyordu. Kurtuluş
savaşının ulusal önderinin Samsun’a ayak basması ile, geleceğin başkenti
Ankara’ya gelişi arasında altı aya yakın bir süre geçiyor ve bu zaman dilimi
içinde yapılan Kongreler ve toplantılarla devletleşme sürecinin ilk adımları
resmen kurucu önderin girişimleri ile örgütleniyordu. Ne var ki, Sivas Kongresinde
Ankara’nın başkent ilan edilerek bu kentte devletin kuruluşuna karar
verilmesine rağmen, Atatürk ve Kuvayı Milliye hareketi 23 Nisan günü Meclisin
açılışını yapıyor ama yeni bir anayasa hazırlamak üzere siyasal gündemi
yönlendirmiyordu.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda başlatılmış olan Kuvayı Milliye hareketi
yeni devletin kuruluşuna yönelen adımlar atarken, daha önce ilan edilmiş olan
Misakı Milli sınırları içindeki vatan topraklarının kurtuluşuna önem veriyor ve
bu doğrultuda düzenlenen kongreler aracılığı ile ulusal kurtuluş savaşının
örgütlenmesini adım adım gerçekleştiriyordu. Ulusal Kongrelerin
tamamlanmasından sonra Ankara’ya gelerek Meclisin açılması gerekiyordu. Nitekim
bu doğrultuda Kuvayı Milliye gücünün Meclisi açılıyor ve devlet oluşumunun ilk
adı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi adı benimseniyor ama ilk anayasa hemen çıkartılmıyordu.
Çökmüş ve yıkılmış olan bir büyük imparatorluğun arkasında kalan toprakların
geleceği ve de bu topraklar üzerindeki sınırların kesin hatlarıyla belli
olmaması yüzünden, ortada yeni bir anayasa hazırlayacak ve bunu resmen meclis
kararı ile ilan edecek bir yeni durum yoktu. Enver paşa ve arkadaşları Orta
Asya bölgesine giderek yeni bir imparatorluk peşinde koşarken, Mustafa Kemal ve
arkadaşları son Osmanlı Meclisi’nin ilan etmiş olduğu Misakı Milli andı
üzerinden yeni vatanın sınırlarını belirleyerek, bu toprak parçasını kurulmakta
olan yeni devletin ülkesi olarak ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Uçsuz bucaksız
Osmanlı topraklarıyla daha önceden ilan edilen Misakı Milli sınırları arasında
tam bir uyumluluk olmadığı için Kuvayı milliye yönetimi bocalıyordu. Böylesine
bir belirsizlik ortamı içinde kalınca, durumun netleşebilmesi açısından yeni
anayasanın hazırlanarak çıkartılması erteleniyordu. İmparatorluk sonrası ortaya
çıkan karışıklık ortamında akıl ve sağduyuyu koruyarak hareket eden Kuvayı
Milliye yönetimi, ülkedeki iç koşullar kadar bölgeyi çevrelemiş olan dış
konjonktürün nereye gideceği o aşamada belirsizdi. Özellikle, dünyanın en büyük
devrimleri Sovyet Rusya’da birbiri ardı sıra yapılırken bu durumun eski Osmanlı
ve Rus toprakları üzerinde ne gibi etkileri olacağı hemen belli olmadığı için,
Atatürk Ankara merkezli devleti kurarken, yukarıda oluşmakta olan Moskova merkezli
yeni devrim hükümetinin biçimlenmesini beklemiştir. Yeni devletin kuruluşu
tamamlandıktan ve devlet yapılanması ortaya çıktıktan sonra, merkezi
coğrafyanın kaderi belli olmuş ve Sovyet imparatorluğu Avrasya kıtasının büyük
çoğunluğunu içine alacak bir biçimde kurulmuştur.
Sovyetler
Birliğinin kuruluşunun tamamlanması ve yeni rejimin önderliğinde Azerbaycan’ın
başkenti Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı adı altında bir kongrenin toplanması
örgütlenmiştir. İç konjonktürü kongreler aracılığı ile kontrol altına alan
Kuvayı Milliye yönetimi, Hazar gölünün arkasında kalan Asya ve Avrasya
bölgelerinin ne olacağını Bakü kurultayı ile izleyince belirsizlik ortamı
kalkmış ve eski Osmanlı ve Rus topraklarında emin adımlar atılarak, yeni
dönemin devlet modelleri devreye sokulmaya başlanmıştır. İşte Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk bu nedenle Türk devletinin
ilk anayasasını I920 yılında Avrasya’nın kaderini belirleyen Bakü Kurultayına kadar
ertelemiştir. Sosyalist sistemin merkezi olarak Moskova yönetimi eski Osmanlı
uzantısı bir İstanbul hükümetini devre dışı bırakırken, geleceğin çağdaş
cumhuriyetinin kurucusu olarak Ankara hükümetini muhatap kabul ederek ve
Ankara’dan gönderilen Dr. İbrahim Tali Öngören ile normal katılım aşamalarını
tamamlayarak, iki yeni devlet arasında normal ilişkiler düzeni başlatılmıştır.
Lenin’e üç mektup gönderen Atatürk, Sovyet devrimini kutlarken yeni kurulmakta olan
sosyalist sisteme sırtını dönmemiş aksine temsilciler göndererek, bu devrimin
uzantısı olan yeni Avrasya bölgesinde dünya barışının tesisine dönük yeni
yapılanmaların arayışı içine girmiştir. Avrupa kıtasının yanında batı tipi bir
ulus devlet kurmakta olan Atatürk, aynı zamanda kuzey bölgesinde
gerçekleştirilen sosyalist sistemi de izleyerek, o dönemin koşullarında
kapitalist-sosyalist ve Müslüman kimlikleriyle oluşan üç dünya arasında bir
ulusal sentez olarak Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. Erzurum ve Sivas
Kongreleriyle ülkenin içi dikkate alınırken, Bakü kurultayı ile de tüm Avrasya
bölgesi dikkate alınarak, dünyanın merkezi bölgesinde bir ulus devlet gerçekçi
bir biçimde kuruluyordu. 1 Eylül 1920 tarihli Bakü kurultayı beklenmeden bölge
koşullarına uygun düşen gerçekçi bir anayasa yapmak mümkün olamayacağı için,
Kuvayı Milliye yönetimi Ankara’da meclis açıldıktan sonra ülke ve bölge
koşullarını birlikte ele alarak, merkezi alanın gerçeklerine göre bir yeni
anayasa açılımı yapmaya çalışmıştır.
Atatürk
Ankara’ya geldiği ilk aşamada ülkede devlet yoktu. Birinci Dünya savaşının
yenilen devletleri arasında yer alan Osmanlı devletinin teslim olarak devlet
olma hakkını kaybetmesinden sonra ülkede devletsizlik ortamı devreye girdiği için,
devleti olmayan bir ülkede yeni anayasa yapılamazdı. Devleti olmayan ülkede devlet
yeniden kurulurken savaş sonrası ortamın barış koşullarının da dikkate alınması
gerekiyordu. Bu açıdan yeni anayasanın hazırlanması sırasında bu tür koşulların
da dikkate alınması gerekiyordu. Rusya gibi bir büyük ülkede devrim yaparken
bütün doğu halklarını dikkate alan bir yeni yaklaşım gündeme geliyordu.
Avrasya’nın kuzeyinde yer alan Rusya ile birlikte güneyinde yer alan Türkiye
Cumhuriyeti devleti, aynı dönemde dünya sahnesine çıktıkları için kendi iç
gelişmelerini dikkate almaları gerektiği gibi aynı zamanda küresel ve bölgesel
gelişmelerin de birlikte ele alınarak değerlendirilmesi gerekiyordu. İşte bu
koşullar doğrultusunda yeni bir devlet kurmak üzere Ankara’ya gelen Atatürk’ün,
Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler kadar aynı zamanda bu gelişmelerin
yansımalar gösterdiği Avrasya bölgesindeki yeni durumları da dikkate alarak
harekete geçmesi gerekiyordu. Osmanlı devletinin tasfiyesi ile içine girilen
devletsizlik ortamının bir benzeri Moskova’da yaşanmıyor orada sadece rejim
değişikliği ile yetinilirken eski Rus devleti yıkılmadan rejim değişikliğini gerçekleştiriyordu.
İşte Ankara’da Kemalist Cumhuriyet devleti kurmak isteyen Kuvayı Milliyeciler
batılı ülkelere karşı savaşarak hedefe gitmeye çalışırlarken, Avrasya’da
sosyalist sistemin yansımalarının da dikkate alınması gerekiyordu. Bu
doğrultuda TBMM açıldıktan sonra devletin kurucu iradesinden bir anayasa
önerisi siyasal gündeme gelmeyince, bu kez sosyalist sistemin kurulduğu
Rusya’dan, o ülkede örgütlenen Türkiye ve bölgede yaşayan Türklerin içindeki
sosyalist birikimin temsilcisi olarak İştirakiyun Fırkası TBMM’ye anayasa
önerileri sunmuştur. Atatürk Ankara’ya ilk geldiği aşamada devletsizlik ortamı
devam ederken, 7 Aralık 1920 tarihinde Moskova destekli kurulmuş olan Halk
İştirakiyun Fırkası ile birlikte, Halk Zümresi grubu da Yeşil Ordu Cemiyetinin
meclis grubu olarak meclise üye göndererek girmiş ve anayasa boşluğunu gidermek
üzere de TBMM başkanlığına çeşitli yasalar ve anayasa önerileri sunmuştur. Ne
var ki, bunların hepsi sosyalist ideolojinin yansımaları ile dolu olduğu için
bu tür yasa ve anayasa önerileri resmen kabül edilmemiştir. Ayrıca Rusya’daki
Bolşevizm egemenliğine karşı Ankara’da da anti-bolşevizmin güçlenmesiyle,
sosyalist bir siyasal yapılanmanın Türkiye’ye yansımaları önlenmiştir.
1921
Anayasasına giden yol, Bakü Kurultayı tamamlandıktan sonra 13 Eylül 1920
tarihinde Mustafa Kemal’in Meclis başkanlığına sunmuş olduğu Halkçılık Programı
aracılığı açılmıştır. Bu yasa önerisi ile birlikte Encümeni Mahsus adıyla bir
anayasa komisyonu kurularak meclis içi çalışmalar tamamlanmaya çalışılmıştır.
Hızlandırılmış görüşmeler aracılığı ile Halkçılık Programı adı altında meclise
sunulan anayasa önerisi, gündemde Teşkilatı Esasiye Kanunu olarak görüşülmüştür.
Özel komisyon incelemeleri ve kararlarının yardımcı olması sayesinde 33
maddelik Teşkilatı Esasiye kanunu 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilmiştir. Kısa
zamanda hazırlanan küçük bir anayasa ile anayasasız devlet konumundan
uzaklaşmaya çalışan Kuvayı Milliye yönetimi, devletin kuruluşunun ilk
aşamasından başlayarak sürekli olarak bir hukuk devleti gibi hareket etmiş ve
her zaman hukuksuzluk çıkmazına sürüklenmekten uzak kalmıştır. Yeni anayasa
genel hükümler, idare, vilayet, kaza, nahiye ve umumi müfettişlik olmak üzere
başlıca altı bölümden oluşmakta idi. Merkezi idarenin çöküşünden sonra yerel ve
bölgesel ayaklanmalar birbirini izlediği için merkezi idare ile birlikte
vilayet, kaza ve nahiyeler gibi yerel yönetimlere de yeni anayasada ayrı
bölümler tahsis edilmiştir. Tamamen demokratik bir yaklaşım ile yerel
yönetimlere ayrı ayrı bölümlere yer verilirken, aynı zamanda ülkede merkezi
idare düzenini yeniden kurabilmek üzere umumi müfettişlik gibi yeni bir kurum
oluşturularak bu doğrultuda vilayetlere anayasal görev getirilmiştir.
Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması kabul edilirken, aynı zamanda
giriş bölümünde kuvvetler ayrılığı sistemi benimsenerek cumhuriyet ve demokrasiye
geçiş planlanmıştır. Vilayetlerin belirleyeceği mebuslarla meclise temsilciler
gönderilmesi de ayrı bir madde olarak anayasada yer almıştır. Yerel yönetimler
arasında hiyerarşik bir düzen öngörülen yeni devlet yapılanması, merkez ve
yerellik dengesine oturtulmaya çalışılmıştır.
Millî
mücadele sonrasında Osmanlı devletinin savaşın galipleri ile Mondros Ateşkes
antlaşması imzalaması üzerine ülke işgal edilince, dünyanın önde gelen
emperyalist gücü olarak İngiltere Sevr antlaşmasını dayatarak ülkenin
parçalanmasını bir an önce tamamlamaya çalışırken, emperyalistlerin işgal
girişimlerine karşı çıkan Kuvayi Milliye hareketi Müdafa-i hukuk direnişine
kalkışarak vatana sahip çıkıyordu. Ülkede çağdaş bir cumhuriyete dayanan ulus
devlet kurulması karar altına alındıktan sonra Kuvayı Milliye hareketi bir
ulusal var olma savaşına dönüştürülüyordu. Yeni başkent ve devlet Ankara’da
TBMM üzerinden kurulunca, sıra yeni anayasanın ilanı ile uluslararası alanda
hukuki tüzel kişilik kazanılmasına geliyordu. Devlet adına önce meclis
kurulduğu için yeni ortaya çıkan devletin Meclis Hükümeti Sistemi olarak
tanımlanabileceği görülmüştür. O dönemde Halifelik ve Saltanat dururken yeni
bir hükümet sistemi tercih edilemeyeceği için geçici model olarak Meclis
Hükümeti Sistemi kabul ediliyordu .Devletin kuruluşu sırasında olağanüstü bir
dönem yaşanırken bile halkın katılımından vazgeçilmemiş ve halkın seçimlerle
işbaşına getireceği yöneticilerin, devleti ve yerel yönetimleri birlikte ve bir
hiyerarşik düzen içinde yönetmesi ilke olarak benimsenmiştir. Normal olmayan
bir durumda İstiklal mahkemeleri, Meclise bağlanmış ve olağanüstü yetkilere
sahip kılınan meclisin yargı işleri ile birlikte yasa ve anayasalar ile ilgili
yetkileri de kullanabileceği belirtilmiştir. Bu dönem Türk anayasacılık tarihi
açısından nevi şahsına münhasır bir özel dönem olarak yaşanmıştır. Ortada ayrı
bir anayasadan doğan yeni bir devlet düzeni olmamasına rağmen, geçiş dönemi
özgünlüğü içinde milli egemenlik anlayışının öne geçmesini sağlayan bir
anayasacılık sürecinin geçerli sayıldığı ayrı bir dönem, anayasa tarihi içinde
devreye girmektedir. Savaş dönemi devam ederken kabul edilen 1921 anayasası bu
çerçevede bir olağanüstü dönem anayasasıdır ve bu hali ile de tam bir anayasa
olarak kabul edilmekten uzak bir konumdadır.
1921
Anayasası bazı hukukçulara göre anayasa olmayan bir anayasa benzeri yasal bir düzenlemedir.
Savaş koşullarında ele alındığı için burada bir eksiklik söz konusudur çünkü
devletlerin var olduğu yerlerde anayasalar devlet kaynaklı ya da merkezli bir
yasal düzenleme ile merkezi idare ile yerel yönetimleri hiyerarşik bir düzene
bağlamasıyla, bir çeşit emir-komuta düzeni getirilmek istenmiştir. Devlet
içinde ortaya çıkan sorunlar ve uzlaşmazlıkların TBMM tarafından çözüme
bağlanması özel bir uygulama olarak anayasa metni içinde yer almıştır. 1921
Anayasasında en açık olarak ele alınan konu merkezi idare ile yerel
yönetimler arasındaki hukuk bağı kuran yaklaşımdır. Bakanlar
kurulunda azınlıkta kalan bakanların hükümet nezdinde çözemedikleri sorunları,
meclis genel kuruluna getirerek meclis kararı ile çözebilecekleri kabul edilmiştir.
I921 Anayasası ilan edilene kadar kurucu önder Atatürk’ün taşıdığı üst düzey
karar verme yetkisi, yeni anayasa ile birlikte başkandan meclise geçmiştir.
Kişisel yönetimden meclis hükümeti yönetimine geçilerek yeni kurulan devletin
yönetimi düzenlenmeye çalışılmıştır. İlçe ve nahiyelerde şuraların
ya da idare kurullarının ekonomik ve mali yetkilere sahip oldukları benimsenmiş
ama yasama ve yargı işlerinin bütünüyle meclise verilmesi nedeniyle, meclis üst
düzeyde denetim ve karar yetkilerine sahip kılınmış olarak göründüğü için bu
anayasanın getirdiği sistemin meclis hükümeti sistemi olarak ifade
edilebileceği ileri sürülmüştür. Ayrıca birden fazla vilayeti ilgilendiren
konularda merkezi idarenin tam yetkili olduğu yeni dönemde ortaya çıkmaktadır.
Hükümet üyesi bakanların yaptıkları çalışmalar ve ilgili sorunları da açıkça
meclis başkanlığına getirmeleri yeni anayasal düzen içinde kabul edilmiştir. Anayasa
da yargı organları ile ilgili hükümler bulunmamasını, meclisin yargı alanı üzerinde
genel bir yetki düzenine sahip kılınması ile ilgili düzenleme sayesinde
değerlendirmek mümkündür. Vilayet yönetimlerinin yeni anayasada tüzel kişiliğe
sahip olmalarının sağlanması ile, merkezi devlet ve yerel yönetim ilişkileri
içinde sorunların çözüme kavuşturulmalarını açıklamak mümkün olmaktadır. 1921
Anayasası ile devletin ilk kuruluşu tamamlanırken, böyle bir yasal düzenleme
ile devletin ihtiyacı olan bazı gereksinmelerinin karşılanamadığı görülmüş ve Saltanat
ile Hilafetin kaldırılmaları ile birlikte
aynı zamanda cumhuriyetin ilanı ve askerlik ile TBMM üyeliğinin
bağdaşmaması ilkesi, yeni bir yasal değişiklik ile sonradan yeni anayasanın
içeriğine ek madde olarak eklenmiştir.
Devletin
kuruluş aşamasında Türk ulusu çağdaş bir cumhuriyet yapılanmasına yönelirken
1921 Anayasası bu yaklaşımın başlangıcı olmuştur. Gerçekte Osmanlı devleti ya
da Türkiye Cumhuriyeti yapılanması sırasında en çok halk insiyatifinin öne
çıktığı anayasal metin, doğrudan seçilmiş milletvekillerinin oy kullandığı 1921
tarihli anayasadır. 1876 Osmanlı anayasası Kanuni Esasi adıyla padişah
tarafından atanmış bir komisyonca hazırlanmış ve gene padişah fermanı ile ilan
edildiğinden halkın herhangi bir katılımı olmamıştır. 1924 Anayasası tek
partili egemenlik düzeni kurulurken içinde örgütlü bir muhalefetin olmadığı bir
meclis tarafından yapılmıştır. 1961 ve 1982 anayasalarını hazırlayan kurucu
meclisler darbe ve ihtilaller sonucunda kurulduğu için hiçbir şekilde genel oya
dayanan bir seçimle oluşmuş yasama organları olmamışlardır. Türkiye
Cumhuriyeti’nin anayasal gelişim sürecine bakıldığı zaman halk katılımının
fazla olduğu en demokratik anayasa metni olarak, 1921 Anayasasının öne çıktığı görülmektedir.
Bu yönü ile 1921 tarihli kabul edilen bu anayasal metin Türkiye tarihinin en
yumuşak anayasası olarak öne çıkmaktadır. 1921 Anayasasının kabulü sırasında
özel bir yeter sayısı benimsenmemiş, millet meclisinin normal çalışma süreci içinde
diğer kanunlar ile aynı usuller içerisinde görüşülerek kabul edilmiştir.
Anayasa metni içinde anayasa değişiklikleriyle usul hükümleri bulunmadığı için
daha sonraki aşamada meclisin önüne gelen yeni yasalar ya da yasal
değişiklikler de özel bir yöntem ya da nitelikli bir çoğunluk koşulu aranmadan
yasal işlemler tamamlanmış sayılmıştır. Devletsizlik ortamı içinde geçmişten
gelen ciddi bir siyasal birikim yeni bir anayasa yapımına yönelindiği aşamada
gündeme getirilemediği için, 1921 Anayasası bir yönü ile aceleye getirilerek
hukuki bir yapılanmaya kavuşturulmuştur.
TBMM’nin
23 Nisan I923 tarihinde açılmasıyla birlikte ortaya çok ciddi bir anayasa
sorunu çıkmıştır. Yeni açılan meclisin 1876 tarihli Osmanlı devleti anayasasına
dayanılarak, işlemesi mümkün değildi. Yeni meclisin hedefi başlangıçta Kanun-i
Esasi hükümlerinden bağımsız olacak biçimde yeni bir yürütme gücü oluşturmaktı.
24 Nisan 1923 tarihinde kurucu önder Atatürk yapmış olduğu konuşmada, ülkeyi
çöküntü ve bölünme gibi çıkmazlardan bir an önce kurtarabilmek için milletin
bütün örgütlenmesini yeni bir devlet yapılanması ile desteklenmesi gerektiğini
ifade etmiştir. Ona göre normal koşullarda hükümet örgütlenmesinin sorumsuz bir
devlet başkanının oluşturduğu denge noktası çerçevesinde bir yasama organı ile
göreve devamı, bu organın güvenine bağlı olan yürütme gücünden meydana
gelmektedir. Böyle bir sistemin uygulanabilmesi ancak padişah ve halifenin her
türlü baskıdan uzak bir ortamda milletin sadakati ile mümkün olabilmektedir. Atatürk
hükümet şekli ile ilgili olarak bir önergeyi meclise sunarken, yürütme gücünün
hangi ilkelere göre oluşturulması konusunda görüşlerini açıklamıştır. İcra
vekillerinin meclis tarafından seçilmeleri ile birlikte geçici bir icra
encümeninin seçilmesiyle birlikte yeni bir hukuki süreç başlatılırken, hükümet
ile ilgili yürütme işlerinin ait oldukları meclis komisyonlarınca yerine
getirilmesi benimsenmiştir. TBMM ‘de 5 Nisan tarihli kararı ile bir icra gücü
oluşturulmasına karar verilmiş ve Mustafa Kemal’in başkanlığı altında geçici
bir icra encümeni seçilerek, bu gereksinmenin gereği yerine getirilmiştir. Ağustos
1920 ayı içinde Anayasa komisyonu tarafından hazırlanan TBMM’nin şekil ve
yapılanması ile ilgili tasarı ele alınarak incelenmiştir. TBMM’nin tanıtımı ve anlamı,
meclisin çalışma şekli, milletvekilliği ile devlet memurluğunun birleşip
birleşemeyeceği ve yasama bağdaşmazlığı gibi hususlar genel kurulda tartışma
konusu yapılmış ama bu konularla ilgili tüm öneriler reddedilerek konu
çözümsüzlük noktasına doğru yönlendirilmiştir. Egemenliğin sınırsız ve koşulsuz
millete ait olduğu ilkesi meclisin duvarlarına yazılacak bir biçimde
benimsenerek gereği yerine getirilmeye çalışılmıştır. TBMM’nin açıldığı günden
sonra milli egemenlik ve kuvvetler birliği ilkelerine tam olarak uyumluluk
sağlanmaya çalışılmış ama meclis görüşmeleri sırasında radikal reformcular ile muhafazakâr
temsilciler arasında yoğun tartışmalar yapılmıştır. Muhafazakâr temsilciler
Atatürk’ün kişisel otoritesinin güçlenmesini önlemek için önlem almaya
çalışırlarken, Saltanat ve hilafet rejimlerinin devam etmesi yolunda bir yön
izliyorlardı. Atatürk’te bu durumu bilerek hareket ediyor ve gereken durumlarda
konuşarak genel kurulu bilgilendirmeye çalışıyordu.
1921 Anayasasında en çok tartışılan konu temsilin biçimi olmuştur. Temsil ile ilgili tartışmalar sırasında mesleki temsil tartışmalarında devlet memurlarının halk kitlelerinden gelebilecek her türlü baskınları önleyebileceği halkçılık ilkesi ile birlikte, bürokrasinin egemenliğinin kırılarak siyasal bir dengenin oluşturulabileceği ifade edilmiştir. Toplum içinde eskiden beri var olan ahi ve lonca sistemleri ile mesleki temsil uygulamalarına ağırlıklı bir biçimde yer verilebileceği de tartışma konusu olmuştur. Genel seçimlerde Meclis üyelerinin vilayetler halkı tarafından seçileceği ama tüm halkın temsilcisi konumunda olacakları kabul edilerek temsil sisteminin içeriği belirlenmiştir. 1921 Anayasası Türk anayasa tarihinde en fazla yerel yönetimlere ve yerinden yönetim esasına yer veren belge olmuştur. Birinci mecliste halkçılık ilkesi ile birlikte halkçılık programı anayasanın özü olarak benimsendiği için, halk kitlelerine ulaşma doğrultusunda yerinden yönetim ilkesine önde gelen bir yer verilmiştir. Tüm eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım konularında vilayet meclislerinin tam yetkili kılınması uygun görülmüştür. Devletin atadığı valiler yerel ve merkezi yönetim arasındaki bağlantıları kurmakta yetkili kılınmış, daha alt düzeydeki kazalar ise tüzel kişiliğe sahip kılınmadıkları için merkez ve yerel yönetim dengelerinde çok etkileri görülmemiştir. Vilayet yönetiminin seçeceği başkan ile merkezi yönetimin atayacağı vali arasında yetki karmaşası ve otorite kavgası olabileceği için yerel yönetimlerin sınırlanması gibi gelişmeler gündeme gelmiştir. Birinci Meclis Türk siyasi tarihinin halkın serbest iradesi ile oluşturduğu en demokrat organ olarak Türkiye tarihindeki yerini almıştır. Ne var ki, yerel yönetimler konusu en fazla tartışılan konu olarak öne çıkmış ve zamanla istikrarsızlık yaratmıştır. Mecliste devrimci ve muhafazakâr olarak iki ayrı grup oluşmuş ve zamanla yasama organı bu iki grubun çekişmeleriyle çalışmalarını sürdürmüştür. Birinci Meclis Türkiye’de ilk kez meclis hükümeti sistemini getirerek ülke yönetiminde yeni bir dönemin önünü açmıştır. Bu sistemde başkan ya da hükümet değil, doğrudan doğruya tüm yetkilerin bir araya getirildiği Meclis kaynaklı bir yönetim benimsenerek, yerel yönetimlerle desteklenmiştir. Parti gruplarının olmaması da bu meclisin gücünü daha da artırarak, ulusal kurtuluşa yardımcı olmuştur.
Her yönü ile yeni bir dönemin başlangıcı olarak 1921 Anayasası cumhuriyet devletinin oluşumu sürecinde farklı yansımalarla etkin olmuştur. Birinci Mecliste bir başkan seçilmeyerek ve Meclis başkanının aynı zamanda devlet başkanı olarak kabulüyle kişisel yönetimin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bugün gelinen aşamada 1921 Anayasasını Türkiye için çözüm olarak görenlerin bu anayasanın tüm ilkelerini ve uygulamadan gelen yönlerini kamuoyunda olduğu gibi açıklıkla tartışmaları gerekmektedir. Küresel emperyalizmin şehir devletlerini dayattığı bu aşamada, Avrupa tipi Vilayet Konseyleri oluşturularak ya da yerel yönetimcilik veya modası geçmiş bir Meclis hükümeti sistemi getirerek üniter ve ulusal Türkiye’yi siyasal çıkmazlara sürüklemek mümkün değildir. Ayrıca 1921 anayasasında var olan ve bugün muhafazakar kanadın yeniden dayattığı ‘”Türk devletinin dini İslam’dır.“, biçiminde bir yeni düzenleme, laik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortadan kalkmasına yol açabilecektir. Bütün bu sorunlar bugün birlikte ele alındığı zaman 1921 Anayasasının günümüzün Türkiye’si için hiçbir biçimde çözüm olamayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Dincilerle yerelcilerin yıllarca mücadele ettikleri ulusalcılara karşı sağladıkları birliğin bugünün koşullarında hiçbir çözüm çıkışı yaratmadığı, aksine ülkeyi orta çağ karanlığına doğru sürüklediği açıkça gözlemlenmektedir. 1921 Anayasası kendine has özellikleri olan bir dönemde gündeme kendiliğinden gelen bir yasal düzenlemedir. Bugünün koşullarında ve eskisinden çok farklı bir dünya ortamında Türkiye yeni çağdaş yolunu bulmaya yönelirken, yeniden orta çağ döneminin yerelci ve dinci yapılanmasını gündeme getirecek adımların geriye doğru atılması bugünün koşullarında pek mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede bir değerlendirme yapılırsa 1921 Anayasasının öneminin geride kaldığı ve hiçbir biçimde Türkiye’nin yeni anayasa arayışlarında çözüm olarak düşünülemez bir içeriğe sahip olduğu gerçeği, dikkate alınarak hareket edilmelidir. Bugünün koşullarında 1921 Anayasası Türkiye’nin anayasa ve devlet sorunlarının çözüme kavuşturulmasında hiçbir biçimde örnek alınamaz ya da yararlanılamaz.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder