29 Mart 2021 Pazartesi

DE-KEMALİZASYON - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 DE-KEMALİZASYON

         Başında “De” eki bulunan sözcükler genel olarak bir olumsuz durumu ifade ederler.  Hepsi Latin kökenden gelen batı dillerinde yer alan, başına “De” eklenerek bir durumu ya da oluşumu açıklama yöntemi, batı merkezli sosyal ve siyasal bilimlerde de yer almıştır. Bu nedenle, sosyal ya da siyasal bilimlerde bir olumsuz durum, yokluk, uzaklaşma ya da kavramın tamamen tersi bir durum varsa, bu yönden bir açıklamanın yapılması bilimsel olarak mümkün olmaktadır. Bu durumun en açık örneği olarak De-politizasyon kavramı fazlasıyla kullanılmakta ve genel olarak politikasızlaştırma ya da politikadan uzaklaştırma anlamında ele alınmaktadır. De-politizasyon kavramından hareket ederek de-sosyalizasyon ya da de-moralizasyon gibi de-Kemalizasyon kavramı da kullanılabilecektir. De-politazsyon nasıl politikadan uzaklaşma ya da politikasızlaştırma anlamına geliyorsa, de-sosyalizasyon da sosyal devlet ya da sosyalist uygulamalardan kopma anlamında kullanılmaktadır. Bir anlamda Türk toplumunun politize edilerek, yepyeni bir çağdaş ve laik bir ulusal devlet düzenine kavuşturulması anlamında, Türkiye Cumhuriyeti’nindin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ün adı doğrultusunda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bir anlamda Kemalizasyon deyimi ile açıklanabilmektedir. Mustafa Kemal’in öncülüğündeki kurucu kadronun, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında, bir imparatorluğun çöküşünden sonra geride kalmış olan Misakı Milli sınırları içinde orta çağ düzeninde yaşamakta olan halkı kitlelerini politize ederek, çağdaş bir laik cumhuriyet düzenini ulus devlet çatısı altında kurması doğrultusundaki siyasallaşma ya da siyasal toplumsallaşma olgusuna batılı bilimsel kalıplar içerisinde Kemalizasyon demek mümkündür. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti kurucu iradenin temsilcisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde tarih sahnesine çıkmış özgün bir siyasal yapılanma olarak Kemalizasyon sürecinin sonucudur.

         Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı sonrasının Kemalizasyon döneminin ürünü olarak, bütün bir yirminci yüzyılda varlığını korumuştur. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine gündeme getirilmiş olan küreselleşme döneminde, Atatürk’ün devlet modelinin giderek zorlandığı ve uluslararası alanda estirilen batılı emperyalist ve Siyonist rüzgarlar doğrultusunda ortadan kaldırılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir. Atatürk’ün devlet modeli nasıl ki bir Kemalizasyon sürecinin sonucunda Misakı Milli sınırları içerisinde kurulduysa, Kemalist Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı hedefleyen emperyalist ve Siyonist merkezler de bu kez bu durumun tamamen tersi bir durumda De-Kemalizasyon sürecini başlatarak, bilinçli psikolojik savaş manevralarıyla uygulama alanına zorlamalar yapmaktadırlar. Bu doğrultuda yetiştirmiş oldukları liberal, gayrimüslim ve şeriatçı kadroları, Atatürk Cumhuriyetine karşı seferber ederek daha önceden kendi araştırma ve düşünce merkezlerinde hazırlamış oldukları De-Kemalizasyon politikalarını küresel sermaye aracılığı ile denetim altında tuttukları basın ve medya kanalları üzerinden Türkiye kamuoyuna aktarmaktadırlar. Bütün hedef Atatürk Cumhuriyetini ortadan kaldırmak olduğu için bu doğrultuda akla gelen bütün yol ve yöntemleri De-Kemalizasyon doğrultusunda kullanarak Türk devletini ve toplumunu kendi çıkar düzenleri doğrultusunda değişime zorlamaktadırlar. Böylesine bir çıkmazın içine emperyalizm ve onun yerli işbirlikçisi mandacı kadrolar nedeniyle sürüklenen Türkiye Cumhuriyeti son yirmi yıldır ciddi bir var olma ve yok olma kavgası vermek durumunda kalmıştır. Avrupa, Amerika ve İsrail üzerinden Türkiye’yi değişime zorlayan bütün siyasal girişimlerin tamamı, Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk ilkeleri ve O’nun devlet modelinden uzaklaştırmayı hedeflediği için, Türk devleti ve toplumu son yıllarda ciddi bir De-Kemalizasyon süreci yaşamıştır. Emperyalizmin Siyonizm ile iş birliği yaparak Türkiye için hazırlamış olduğu tuzakların hemen hepsi De-Kemalizasyon uygulamalarının birbiri ardı sıra gündeme getirilmiş ve Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti ile Türk ulusunun yaşama hakkı elinden alınmak istenmiştir. Ne var ki, cumhuriyet kuşaklarının bilinçli davranışları ve direnişi ile istenen tasfiye gerçekleşememiş ve Türk devleti yirminci yüzyılın ilk yıllarında gene Atatürk’ün devlet modeli ve ilkelerinin anayasal güvence altına alınmış olduğu siyasal yapılanma ile yoluna devam edebilme şansını korumuştur.

          Kemalizasyon bir anlamda politizasyon gibi Türk toplumunun belirli siyasal ilkeler doğrultusunda ayağa kaldırılması, eğitilmesi ve yönlendirilmesi anlamına gelmektedir. Bu doğrultuda, Türk devletinin kurucuları çağdaş anlamda bir cumhuriyeti kurma hedefi doğrultusunda ulusal, üniter, merkezi ve laik bir devleti dünyanın merkezi coğrafyasının ortasında yer alan Anadolu üzerinde kurarlarken, Fransız Devriminin yaratmış olduğu batı uygarlığından en üst düzeyde yararlanmışlardır. Fransız ve Amerikan devrimlerinin batı dünyasında yaratmış olduğu gelişme ve kalkınmanın Anadolu yarımadasına getirilmesi hedeflendiği için batı ülkelerindeki politizasyon çağdaş bir Cumhuriyet rejimi oluşturabilme doğrultusunda Kemalizasyon uygulamaları ile Türk ulusuna ve devletine kazandırılmak istenmiştir. Az zamanda çok işler yapılması bir ilke olarak benimsenmiş ve Cumhuriyetin kuruluş yılları, savaş sonrası dönemde olağanüstü bir seferberlik uygulamaları ile dolu olarak geçmiştir. Atatürk’ün onuncu yıl söylevi bu durumu açıkça gösteren bir belgedir. Yokluklar ve engeller karşısında durulmamış aksine olayların üzerine gidilerek kısa bir zaman dilimi içerisinde çağdaş bir cumhuriyet devletinin Avrupa kıtasının yanı başında yaratılabilmesinin önü açılmak istenmiştir. İkinci dünya savaşı çıkmadan devletin kuruluşu ve toplumun cumhuriyet devrimi doğrultusunda yeni baştan yaratılması girişimleri yoğun bir Kemalizasyon süreci ile tamamlanmaya çalışılmıştır. Bu nedenle, Türk devleti için bir Kemalizasyon sürecinin eseri olduğu biçiminde tanımlama getirilebilir. Hiç yoktan böylesine bir devlet yaratılabilmesi ancak yoğun bir Kemalizasyon ile mümkün olabilmiştir. Kemalizasyon, Atatürk’ün önderliğinde, O’nun beş bin kitabı okuyarak elde ettiği tarihsel ve siyasal birikimi kendi ülkesine planlı bir biçimde aktarması sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. O dönemin olumsuz koşulları dikkate alınırsa, gerçekleştirilen Kemalizasyon yapılanmasının ne derece önemli bir devrimci atılım olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Dünya tarihinde gerçekleşmiş olan bütün devrimci atılımların ne derece yoğun bir politizasyona dayandığı dikkate alınırsa, Türk toplumundaki politizasyonun da Kemalizasyon olarak gerçekleştirildiği söylenebilir. Atatürk ve arkadaşları bir dünya savaşı sonrasında yıkılmış olan imparatorluk düzeninin geride kalan harabaleri üzerine çağdaş bir cumhuriyeti devrimci bir atılımla gerçekleştirirken politizasyon anlamında bir Kemalizasyon uygulaması yapmışlardır.

        Kemalizm bir siyasal ideoloji olduğu içindir ki, temelde siyasal bir devrimci eylemin adı ya da ideolojisi olarak görülebilir. Bu yönü ile Kemalizasyon bütünüyle bir politizasyon örneğidir. Çağdışı kalmış bir toplumu çağdaş bir devlet düzenine kavuşturmak, dağılmış olan çok kültürlü bir imparatorluk toplumu yapısında ulusal bir hareket devlet yaratabilmek ancak ciddi bir politizasyon ile mümkün olabilirdi. Türkiye’de böylesine geniş çaplı bir yeniden yapılanma Mustafa Kemal’in önderliğindeki kurucu kadronun girişimleri sayesinde Kemalizasyon olarak gerçekleştirilmiştir. Politizasyon dar anlamda halk kitlelerinin siyasete olan ilgilisinin artırılması ve bu ilgi artışı ile beraber sosyal toplumun siyasal topluma dönüştürülmesidir. Politizasyon dönemlerinde halkın siyasete olan ilgisinin artırılması esastır. Bu doğrultuda Fransız siyaset bilimcisi Georges Vedel de-politizasyon olgusu ile yakından ilgilenerek siyasete olan ilgisizliğin bir efsanemi yoksa bir realitemi olduğu konusunda önemli bir makale yayınlamıştır. Vedel’e göre de-politizasyonun ne anlama geldiğini kavrayabilmek için ciddi boyutlarda kamuoyu araştırmalarına gereksinme bulunmaktadır. Bir toplumun hangi durumda olduğu kesin hatlarıyla belirlenmeden, o toplumun siyasallaşmada ya da siyasal toplumsallaşmada ne gibi ilerlemeler ya da gerilemeler geçirdiğini ortaya koyabilmek gerçekçi bir biçimde mümkün değildir. Bir toplum üzerinde sözlü sorularla yapılacak anket araştırmaları halkın gerçek düzeyini ortaya koyacağı için, bu araştırma sonrasında yapılacak yeni anket çalışmaları politizasyon ya da tamamen tersi bir doğrultuda de-politizasyon durumlarını karşılaştırmalı bir biçimde ortaya koyabilecektir. Siyasetle olan ilginin bir toplum içinde artırılması ya da azaltılması belirli politik yaklaşımlarla gerçekleştirildiği için, siyaset oluşturan merkezler politizasyon ya da de-polyitizasyon doğrultusunda yeni karalar alarak tamamen eskisinden farklı uygulamalara yönelebilirler. Dünya ülkelerindeki çeşitli dönemler ya da siyasal oluşumlar karşılaştırılarak bu doğrultuda kararlar verilebilmektedir.

        Bazı ülkelerde devletler toplumdaki siyasete olan ilginin azaltılması ya da artırılması için kararlar alarak bu doğrultuda yeni uygulamalara yönelebilirler. Özellikle, Türkiye’nin yaşamış olduğu son askeri yönetim sırasında batı emperyalizminin dayatmalarıyla Türk hükümetlerinin ciddi bir de-politizasyon uygulamasına yöneldiği anlaşılmaktadır. Eski bir dış işleri bakanının ağzından kaçırdığı gibi de-politizasyon hedeflendiği için ülkede gerçekleri kamuoyundan saklayan ve daha çok gizli ve saklı yöntemlerle ülkenin yönetimine dönük adımların atıldığı anlaşılmaktadır. Ülke batı emperyalizminin güdümünde bir yerlere doğru sürüklenirken, halk kitlelerinin bu durumun farkına varmaması için gerçek dışı ya da tamamen reel politiğin göstergelerine ters düşen yönlerde hükümet uygulamaları yapılmıştır. Özellikle son askeri dönemde halkın ilgisi teröre yönlendirilirken, Türkiye Cumhuriyeti’ni batı emperyalizmine sömürge düzeyinde bağımlı kılacak politikalar Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarlarına ters düşecek bir doğrultuda teker teker devreye sokulmuştur. Halk askeri yönetim sayesinde terörden kurtulduğunu zannederek rahatlarken, askeri yönetimi kullanan batı emperyalizmi ve siyonizm Türkiye’yi ciddi boyutlarda sömürgeleştiren uygulamaları birer birer devreye sokmuştur ki, böylesine bir olumsuz gelişme ancak de-politizasyon ile sağlanabilmiştir. Ülkede de-politizasyon dönemi açılırken, batı emperyalizmi bu durumdan olabildiğince fazlasıyla yararlanmış halkı aldatarak pasifize eden de-politizasyon döneminde Atatürk Cumhuriyetini tasfiye eden de-Kemalizasyon girişimlerine de ağırlık verilmiştir. Türk devleti bir anlamda batı emperyalizminin kendisini mahkûm ettiği de-politizasyon döneminde fazlasıyla de-Kemalizasyon uygulamalarına hedef olmuştur. Bir anlamda bir Nato harekâtı olarak gündeme gelen 12 Eylül dönemi, de-politizasyon ile beraber de-Kemalizasyonuda beraberinde getirmiş ve Türk devleti ile beraber Türk Silahlı Kuvvetlerini de Atatürk’ün yolundan ayırmaya çalışmıştır. Bu çerçevede, 12 Eylül NATO harekâtı için, de-politizasyon görünümlü de-Kemalizasyon dönemi olarak bir tanımlama getirmek mümkündür. Bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri ile beraber İsrail’in de Türkiye üzerinde etkilerinin arttığı ve Türk devletinin emperyalizm üzerinden Siyonizm’e giderek bağımlı bir duruma geldiği söylenebilir. Beş bin insanın teröre kurban verilmesi üzerine getirilen bu askeri dönemde, Türk halkının ulusal çıkarlarına ters düşen girişimlerin ABD ve İsrail baskısı ile gündeme getirilmesi ve bunun için de Nato’nun bir baskı aracı olarak kullanılması, Türkiye’ye de-politizasyon görünümlü bir de-Kemalizasyon dönemi yaşatmıştır. Bugün Türkiye’nin bir yarı sömürge durumuna gelmiş ülke konumuna düşmüş olmasının arkasında de-politizasyon görünümlü de-Kemalizasyon girişimlerinin rolü bulunmaktadır.

           Genel olarak emperyalizm tarihi incelenirse, batılı emperyal devletlerin dünya ülkelerini daha kolay yönetebilmek üzere de-politizasyona öncelik verdikleri görülmektedir. Siyasetin yokluğu ya da siyasetten uzaklaşma anlamındaki de-politizasyon, sömürge ülkelerinin halklarında siyasete karşı bir ilgisizlik yaratarak uygulama alanına getirilmektedir. Böylesine bir ilgisizlik için ülke halkları ya terör ile korkutulmakta ya da ağır ekonomik koşullara ya da krizlere mahkûm edilerek, geçim derdi yapay olarak yaratılmaktadır. Bütün ömrü ekmek parası ardında koşmak olan halk kitlelerinin siyasete ayıracak zamanı kalmamakta ve bu doğrultuda siyaset zengin ve ayrıcalıklı kesimlerin tekelinde kalmaktadır. Bu durum bilinçli olarak yaratıldıktan sonra, komprador burjuvazi anlamında bir işbirlikçi ve mandacı entellektüel takımı çeşitli çıkarlar doğrultusunda yaratılarak ülke Truva atları aracılığı ile dışarıdan yönetilir bir konuma getirilmektedir. Ülke düzeyinde estirilen de-politizasyon rüzgârları halk kitlelerini siyasetin dışına itmekte, işbirlikçi zengin bir mandacı takımını emperyalizmin güdümünde iktidara getirmektedir. Batı emperyalizminin bütün dünya ülkelerinde başarıyla uygulamış olduğu bu sömürgeleştirme politikalarına, Türkiye’de de ara dönemlerin katkılarıyla de-Kemalizasyon olarak devam etmişlerdir. Bu nedenle de-Kemalizasyon Türkye’ye karşı uygulanan de-politizasyon olarak görülebilir. Batı emperyalizmi ve siyonizm  Atatürk’ün Cumhuriyetini içeriden ele geçirirken, kendi yetiştirdiği politikacıları  Truva atı olarak devletin başına getirmiş ve Türkiye Cumhuriyetini Atatürk’ün yolundan uzaklaştırmak üzere ciddi bir de-Kemalizasyon sürecine mahkum etmiştir.Son dönemde yaşanan siyasal gelişmeler bu durumu açıkça ortaya koyduğuna göre  artık Türk devletinin ve Türk ulusunun  yeni bir değerlendirme yapmasının ve batılı ülkelerle ilişkilerini yeniden gözden geçirerek daha ulusal çıkarlarına uygun düşen bir ilişki düzeninin kurulmasının zamanı gelmiştir .Yıllarca Türk toplumunu politikadan uzak tutan ve  yerli işbirlikçileri aracılığı ile Türkiye’yi kafa kol altında tutan bir emperyalist dönemin artık sona ermesi gerekmektedir. Depolitizasyon dönemleriyle Türkiye’yi ciddi bir de-Kemalizasyona mahkûm eden batı emperyalizmi ve siyonizme artık Türk devleti ve halkının tepki göstererek direneceği açıktır. Hiçbir batılı ya da dış güç, Türkiye’ye eskisi gibi gerçeklere ters düşen bir olumsuzluğu   yeni dönemde yaşatamayacaktır.

        Siyaset bir anlamda geleceğe dönük umutlar anlamına gelmektedir. Her insan gibi bütün toplumlarda gelecekten bir şeyler beklemektedirler. Bu doğrultuda insanların ve toplumların gelecekten umutlarını kesmek mümkün değildir. Yarınlardan bir şeyler bekleyen insanların ve toplumların siyasete ilgi göstermesi doğaldır. Herkes ve her grup kendi çıkarları doğrultusunda siyasete özgür bir biçimde girebilirse o zaman siyasetten beklentiler artacağı için, toplumda politikaya olan ilginin yükselmesi anlamında bir politizasyon görülebilecektir. Siyasetten beklentilerin geleceğe dönük umutlar doğrultusunda artmasıyla politizasyon belirli bir bilinçlenmeye yol açacağı için emperyalizmin dünya ülkelerine girmesi ve bunları denetimi altına alabilmesi giderek zorlaşacaktır. Bu nedenle dış güçler ve emperyal devletler gerek terör gerekse ekonomik kriz ve medya aracılığı ile yürütülen psikolojik savaş senaryoları ile siyasete olan ilgiyi azaltarak ya da başka yönlere çekerek halkın siyasetten olan beklentilerini önlemeye çalışmaktadırla. Bir anlamda medya ve basın aracılığı yürütülen gerçeklere aykırı uyutucu ve ilgiyi gerçek dışı alanlara çekici projeler de de-politizasyonun farklı uygulamaları olarak gündeme gelmektedir. Özellikle batı emperyalizmi, insanları uyutan Brezilya dizileri ya da metafizik ve gerçek dışı olguları öne çıkaran bazı senaryolarla halk kitlelerinin uyutulmasını ve uyuşturulmasını sağlamakta, açlığa ve işsizliğe mahkûm ettiği yoksul halk kitlelerini medya kanalları önünde saatlerce çekilişleri beklemeye mahkûm ederek gene siyasete olan ilginin öne çıkmasını dolaylı yollardan önlemeye çalışmaktadır. Siyasal konuların ya gerçeklere aykırı biçimde ya da magazinleştirilerek kamuoyuna yansıtılması bilinçli olarak tezgâhlanmakta ve halkın beklentileri ve heyecanları başka alanlara kaydırılarak, siyasete olan ilginin yükselmesine izin verilmemektedir. Dünya sinema endüstrisi ve medya kanallarında yüzde seksen oranlarında ABD yapımı film ve programlara yer verilerek halk kitlelerinin uyutulmasına devam edilmek istenmektedir. Amerikan sinema endüstrisinin merkezi olan Hollywood genel olarak bütün dünya sinema ve medya kanallarının üzerinde tek egemen güç olarak korunmak istenmekte, bu duruma karşı çıkan hükümetler ya da yönetimlerin işbaşından uzaklaştırılmaları sağlanmak istenmektedir. De-politizasyon için basın, medya, sinema gibi alanlar ile beraber bütün yayınlar da denetim altına alınmak istenmekte ve böylece kamuoyunun bütünüyle kontrol altına alınmasıyla beraber halkın siyasete olan ilgisi düşük derecelerde tutulmaktadır. Böylece de-politizasyon dolaylı yollardan sağlanırken, dünya toplumları emperyalizmin güdümünde bir kadere mahkûm edilmektedirler. De-politizasyon beraberinde kolonizasyon sürecini gündeme getirmekte ve bu yoldan bütün dünya ülkeleri batı merkezli emperyalizmin baskısı ve güdümü altında tutulmaktadır. Siyasetdışı kalmış kitleler daha kolay yönlendirilebildiği gibi, işbirlikçi ve mandacı politikacıların da ülke siyasetini daha kolay bir biçimde dış yönlendirmeler doğrultusunda yürütebilmesinin önü açılmaktadır. Siyasete ilginin düşürüldüğü toplum yapılarında bilinçsizlik devam edeceği için ciddi bir muhalefet olmayacak, halkın karşı duramadığı bir siyasal yapıda her türlü emperyal ve işbirlikçi girişimin önü açılacaktır. Bu nedenle emperyalizm her açıdan de-politizasyonu bütün dünya ülkelerinde açık ve dolaylı yollardan desteklemektedir. Ara rejimler ve askeri yönetimler ise de-politizasyonun daha kolay sağlanmasına yardımcı olmaktadır. Bu açıdan Türkiye’de yaşanmış olan 12 Eylül ara rejimi en önemli örneklerden birisidir. 12 Eylül’ün de-politizasyon günlerinde Türkiye en üst düzeyde de-Kemalizasyon sürecine mahkûm edilmiştir. Atatürk adına her yerde gösterişli heykeller açılırken, Atatürk ilke ve devrimlerinden gizlice en önemli ödünler verilebilmiştir. Türkiye bugünkü de-Kemalizasyon durumuna en fazla 12 Eylül’ün getirdiği de-politizasyon döneminde sürüklenmiştir.

          De-politizasyon anlamında de-Kemalizasyon son dönemlerde işbaşına gelen bütün iktidarlar tarafından bilinçli bir doğrultuda uygulanmıştır, çünkü Türkiye’de iktidara gelebilmek için siyasete soyunan, parti kuran ya da bir partinin başına geçen kadrolar hep iktidar kapısını Atlas okyanusunun iki kıyısında aramışlardır. Atlantik icazeti ile hükümetlerin belirlendiği bir konuma sürüklenen Türkiye Cumhuriyetinde, siyasal iktidarlar ister istemez Atlantik emperyalizminin Avrasya ya da Orta Doğu politikalarına alet olmuşlar  ve bu nedenle de Atatürk’ün yolundan ayrılmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının değişmez maddelerinde yer alan Atatürk’ün devlet modeline ters düşen girişimleri Atlantik emperyalizminin ve Siyonizm’in baskıları ile gündeme getiren siyasal iktidarlar ister istemez Atatürk’ün yolundan ayrılarak ciddi bir de-Kemalizasyon politikalarına alet olma konumuna sürüklenmişlerdir. Bu nedenle Türk devleti son zamanlarda fazlasıyla devlet ve hükümetlerin karşı karşıya geldiği bunalım noktalarına sürüklenmiştir. Bir yanda Atatürk’ün devlet modeline dayanan anayasal düzen ile diğer yanda Atlantik emperyalizmi ile siyonizmin Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmek için baskı uyguladıkları emperyal projeler nedeniyle Türkiye birbiri ardı sıra gerilimli dönemler yaşamak zorunda kalmıştır. Atatürk’ün devlet modeli ile ters düşen bütün siyasal girişimler ve yeni yasa çalışmalarının tamamı Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu ciddi bir de-Kemalizasyon sürecine mahkûm etmektedir. 12 Eylül döneminde de-politizasyon ile başlatılan kolonizasyon döneminde, de-Kemalizasyon tırmandırılarak Türkiye’nin kolonizasyonu tamamlanmak istenmektedir. Atılan her adım dış destekli ya da dış plana uygun olduğu bir dönemde, Türkiye yeni bir sömürge olarak dünyanın merkezi coğrafyasında Atlantik emperyalizmi ve siyonizm tarafından kullanılmak istenmektedir. Türk halkının asla kabul etmeyeceği böylesine olumsuz bir duruma Türkiye’yi düşürmek isteyen dost ve müttefik görünümlü emperyalist kadroların, Türk devletini de-Kemalizasyon sayesinde tasfiyeye doğru sürükledikleri artık açıkça ortaya çıkmıştır.

     Atatürk döneminde Türkiye’nin kazanmış olduğu her şey Türklerin elinden alınmak istenmektedir. Atatürk devrimleri teker teker ortadan kaldırılırken, Atatürk ilkelerine ters düşen birçok aykırı girişim de dış destekli işbirlikçi kadrolar aracılığı ile hızlı bir biçimde tezgahlanarak Atatürk cumhuriyeti ortadan kaldırılmak istenmektedir. Kemalizm bir devrimin ideolojisi olarak Türk halkını Kemalizasyon süreci ile nasıl çağdaş bir ulus devlete sahip kıldı ise bugün tamamen tersi bir yapıda de-Kemalizasyon ile Türk ulusunun ve devletinin kazanımları teker teker geri alınmak istenmektedir. Küreselleşme sonrasında de-Kemalizasyon süreci en üst düzeye çıkmış ve dış desteklerle tırmandırılarak Atatürk Cumhuriyetinin tasfiyesi amacıyla kullanılmıştır. Laik devletin ortadan kaldırılması, üniter yapının bozulması, ulusal toplumun alt kimliklerle dağıtılması, merkezi devletin yerel yönetimler aracılığı ile ortadan kaldırılması, özelleştirme görünümünde Türk ekonomisinin önde gelen kuruluşlarının yabancılara peşkeş çekilmesi gibi en ciddi tehditler, de-Kemalizasyon süreci sayesinde Türkiye’ye karşı kullanılmıştır. Şimdi gelinen noktada emperyalizm ve yerli işbirlikçileri sayesinde Atatürk’ün devlet modelinin yarı yarıya ortadan kalktığı bir döneme girilmiştir. Önümüzdeki dönemde ya bu de-Kemalizasyon süreci devam edecek ve Atatürk’ün devletinin geri kalan yarısı da ortadan kalkacak ya da bu olumsuz süreç Türk ulusunun tepkileri ile durdurularak, Türk ulusunun dünyanın merkezi coğrafyasında yeniden bağımsız ve onurlu bir siyasal düzen içerisinde yaşayabilmesi için, yarım kalan Kemalist devrimler tamamlanacak ve bunun için de Türk devleti bütün ulusal güçlerle beraber hareket ederek yeni bir Kemalizasyon dönemli başlatılacaktır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti Türk halkının ulusal kurtuluş savaşı ile politize edilmesi ve daha sonrasında da Kemalizasyon sürecinin devletin öncülüğünde uygulanması sayesinde bu coğrafya da kurulabilmiştir. Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen bu olumlu kazanımlar sürecin, Atatürk sonrasında devam edememesinin nedenleri üzerinde durarak Türk toplumunun bir genel değerlendirme yapmasının zamanı gelmiştir.

          Küreselleşme ile başlatılmış olan beş büyük proje yirmi yıl sonra iflas etmiştir. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin batı hegemonyasından kopmasından sonra artık ABD merkezli bir küreselleşmeden söz edilemez. Küresel sermayenin çıkarları için oluşturulmak istenen tek merkezli küreselleşme artık durmuştur. Bu doğrultuda gündeme gelen Avrupa birliği projesi de iflas etmiştir. Fransa artık ABD ve İsrail ile beraber davranmakta, Almanya ise yeni bir Prusya ve Rusya ittifakına yönelmektedir. On yıllık işgal ve saldırıdan sonra ABD’nin Büyük Orta Doğu projesi Irak çöllerinde kumlara gömülmüştür. Afganistan’da asıl olarak Çin’e karşı izlenen Taliban ile sürdürülen savaş stratejisi iflas ettiği için artık ABD’nin bir Avrasya projesinden söz edebilmek de mümkün olamamaktadır.  Ayrıca batı hegemonyası üzerinden gerçekleştirilmek istenen Büyük İsrail Projesi de son Gazze katliamları ile  bitmiştir. Bütün dünyayı ve dünyanın merkezi coğrafyasını tehdit etmekte olan batı merkezli emperyal projelerin teker teker iflas ettiği bu aşamada, Türkiye’yi bu projelere uygun bir yapıya dönüştürmeyi hedefleyen de-Kemalizasyon sürecinin de bitmesi gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında batı merkezli emperyalist uygulamaların Türkiye’ye zorla dayatmış olduğu de-Kemalizasyonun sona erdirilmesinden sonra, Türkiye’yi toparlayacak ve Türk devletini yeniden eski gücüne kavuşturacak ikinci bir kemalizasyon döneminin başlatılması gerekmektedir. De-Kemalizasyonun sona erdirilmesinden sonra başlatılacak ikinci Kemalizasyon döneminde, Türk devletinin yeniden Atatürk dönemindeki gücüne kavuşabilmesi için ciddi bir ulusal programa gereksinme bulunmaktadır. Yıllarca AB üzerinden Türk devletini tasfiye eden emperyalist programları ulusal program diye Türk halkına yutturan işbirlikçi mandacı kadrolara karşı, ulusal, laik ve çağdaş kadroların önderliğinde başlatılacak ikinci Kemalizasyon döneminde, Atatürk’ün devlet modeli güçlendirilerek yenilenecek ve merkezi coğrafyada yer alan bütün eski Selçuklu ve Osmanlı bölgesindeki devletlere örnek olacak ciddi bir bölgeselleşme planının gerçekleştirilmesinde Türkiye merkez ülke olarak komşularına ve yakın akrabası olan ülkelere örnek oluşturacaktır. Dünyanın merkezi coğrafyasındaki otorite boşluğunun doldurulması ve bu bölgedeki emperyalist terör, saldırı ve savaş senaryolarının devre dışı kalabilmesi için Türkiye’yi zayıflatan de-Kemalizasyonun durdurulması gerekmektedir. Bu olumsuz sürecin durdurulmasından sonra, ikinci aşamada başlatılacak yeni bir Kemalizasyon dönemi ciddi ve gerçekçi bir ulusal toparlanma ve kalkınma planı ile desteklenmelidir. Türk devleti tıpkı Atatürk’ün döneminde olduğu gibi yeni ulusal kalkınma ve sanayileşme programlarına gereksinme duymaktadır. IMF ve Dünya bankası aracılığı ile Türkiye’yi sömürgeleştiren programlara bir an önce son verilmeli ve Atatürkçü kalkınma ve sanayi programları ile ikinci Kemalizasyon dönemine geçilerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın merkezi alanında oluşacak bir bölgesel birliğin merkezi ana gücü olması sağlanmalıdır. Bunun için de bir an önce de-kemalizasyon sürecinin bitirilmesi acilen yaşamsal önem taşımaktadır. Türk ulusu ve devletinin bu durumu önümüzdeki dönemde değerlendirerek gereken önlemleri alacağı beklentisi giderek yükselmektedir. Artık de-politizasyon ya da de-Kemalizasyon olmayacak ama Kemalist Cumhuriyet ilelebet payidar kalabilmek üzere, yirmi birinci yüzyılda yoluna bağımsız bir devlet olarak devam edecektir. 

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

22 Mart 2021 Pazartesi

MİSAK–I MİLLİ‘DEN MAVİ VATANA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

MİSAK–I MİLLİ‘DEN MAVİ VATANA

                Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Milli andı üzerine kurulmuş bir ulus devlet olarak, Osmanlı İmparatorluğunun merkezi topraklarında yapılandırılmış bir çağdaş siyasal örgütlenmedir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türklerin imparatorluğu yıkılırken, İstanbul’da düşman işgali koşulları altında toplanmış olan Osmanlı Meclisi Mebusan’ı kendisini feshetmeden önce son toplantısında aldığı karar doğrultusunda, ulusal bir andı Misak-ı Milli adı altında kabul ederek dağılmış ve meclis üyeleri bu alınan karar çizgisinde, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan vatan topraklarının kurtarılması için ulusal kurtuluş savaşına başlamışlardır. Dünyanın merkezi alanında yüzlerce yıl hüküm sürmüş olan Osmanlı imparatorluğu dağılırken, emperyalist ülkelerin işgali altında kalan vatan topraklarının kurtarılması için zorunlu olan ulusal kurtuluş savaşının hedefleri ve sınırlarının iyi belirlenmesi gerekiyordu. Silahların bırakılmasından sonra Türk ve Müslüman halk kitlelerinin yaşamlarını sürdürdüğü merkezi toprakların kurtarılması için eski devletin parlamentosu bir ulusal andı kabul ederek, geleceğin müstakbel ulus devletinin sınırları Misak-ı Milli antlaşması ile çiziliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin Trakya’dan başlayan batı sınırları doğrultusunda, Anadolu yarımadasını çevreleyen bir haritalama işlemi tamamlanıyordu. Böylece bütün Anadolu yarımadası Doğu Trakya bölgesi ile birlikte, Türklerin anavatanı olarak ilan ediliyor ve daha sonra da bu vatan topraklarını işgalden kurtarmak üzere de bir ulusal kurtuluş savaşı başlatılıyordu.

                Türkler için sınır denilince ya da vatan toprakları akla gelince, dile getirilen resmi kavram her zaman için Misak-ı Milli oluyordu. İmparatorluk sonrasında yeni bir ulus devlet kurulurken, ana vatan olarak kabul edilen Anadolu yarımadası Küçük Asya konumunu korurken, bunun yanına küçük bir toprak bölgesi olan Doğu Trakya’da ekleniyordu. Devlet deyince akla gelen ülke kavramı doğrultusunda vatan sınırları belirleniyordu. Her devletin var olabilmek için dayanak noktası olması gereken vatan toprakları, dünya kıtalarının içinde yer alan karalar bölgesinden çekip çıkarılarak harita üzerine konuluyordu. Devlet konumundaki bir siyasal örgütlenmenin sınırları belirlenirken önce kara sınırları belirleniyor ve daha sonraki aşamada da karaları çevreleyen ya da içinden geçerek parçalayan denizler, göller ve akarsuların konumları teker teker çizilerek açığa kavuşturuluyordu. Böylece devletler sınırlarının çizilmesiyle birlikte kara ülkesi belirginliğe kavuşturuluyor ve sonraki ikinci aşamada da deniz ülkesi adı verilen su ülkesinin sınırları çizilerek açıklığa kavuşturuluyordu. Sınırlar içinde uzayıp giden kara ülkesini çevreleyen ya da parçalayan su bölgeleri, devletlerin aynı zamanda deniz ülkeleri olarak benimseniyordu. Devletlerin su alanları genel olarak kara sınırlarını çevrelediği için, kara ülkesinin yanı sıra geride kalan kısımlar devletlerin deniz ülkesini gündeme getiriyordu. Genel olarak su barındırdığı için mavi rengin yaygınlık kazandığı bu bölge, ülke yönetimi ya da vatandaşları açısından mavi vatandaşlık olarak tanımlanabilmektedir. Ülkeler dünya haritalarında yer kazanmaya başladı mı, hemen ülkelerini genişletebilmek amacıyla, kara ülkesinin yanında bir de su ülkesi ya da karasuları bölgesi ilan ederek gelecekteki nüfus artışı eğrilerinin getirmiş olduğu beklentilerin realizasyonu çizgisinde, kara sınırlarını çevreleyen su bölgeleri ya da parçaları devletlerin deniz ülkesi olarak kayıtlara geçirilmektedirler. Ayrıca iç denizler, göller ve akarsular da gene kara parçası içinde dikkate alınarak incelenmektedir. Kara sularının yanında uzanıp giden kara parçaları esas alınırken, kara suları devletlerin deniz ülkesini oluşturmaktadır. Bu nedenle her ulus ya da devlet kara ve deniz ülkelerinin sahibi olmak durumundadır.

                Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımada üzerinde yayılmakta olan bir büyük devlettir. Yarım ada konumunda olmak nedeniyle Türkiye kara ülkesi kadar deniz ülkesine de ağırlık vermek durumunda kalmıştır. Yarım yüzyıllık cumhuriyet tarihi sürecinde Türk devleti kara ülkesine paralel bir biçimde deniz ülkesindeki hakları ile uluslararası hukuktan gelen karar ve uygulamaları, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yerine getirmeyi başarabilmiş bir devlet olmasını bilmiştir. Üç büyük kıtanın tam ortasında kurulmuş olan Türk devleti, kıtalararası yakınlık ve ilişkiler ağı doğrultusunda birçok hukuksal ve siyasal sorunlarla karşılaşmış ama her defasında bunlara karşı ülke çıkarlarının korunması büyük bir potansiyel kullanılarak, kazanılmış haklar ve çeşitli alanlardaki çıkarlar açısından her zaman gerekli olan girişimler başarı ile gündeme getirilmiştir. Cihan savaşı sonrasında cumhuriyet devleti kurulurken ve ilk yüz yıllık dönem tamamlanırken Misak-ı Milli kararları doğrultusunda ilan edilen kara ve deniz ülkeleri üzerindeki bütün haklar, yerinde uygulamalar ile bugünlere gelene kadar korunabilmiştir. Ne var ki, dünya yirmi birinci yüzyıl sürecinde yoluna devam ederken, farklı durumlar ortaya çıkmış ve değişen güç merkezleri ile birlikte ortaya çıkan yeni jeopolitik koşullar karşısında yeni durumlara uygun düşecek yepyeni bir açılımın, Türkiye’nin kara suları üzerinden ortaya konulması gerektiği anlaşılmıştır. Bu zamana kadar Misakı Milli antlaşması ve diğer uluslararası belgeler üzerinden, yürütülmekte olan kara suları politikalarının yetersiz kaldığı görülünce yeni bir strateji oluşturmak üzere Türk devleti çeşitli girişimlerde bulunmuştur.

                Atatürk’ün Misakı Milli kavramından sonra, Türkiye’nin denizler alanında gereksinmelerinin artması nedeniyle, yeni bir siyasal açılım olarak Mavi Vatan kavramı öne çıkarılmış ve bu çizgide önemli bir yeni adım atılmıştır. Batı emperyalizminin yeni bir dünya düzeni oluşturabilmek amacıyla, dünya karaları ve denizlerine yeni yayılma ve işgal girişimlerini gündeme getirmesi dolayısıyla, Türkiye üç tarafını çevreleyen denizler üzerinden karasularını yeniden yorumlayarak hareket etmek zorunda kalmış ve yeni dönemde Anadolu ve Trakya bölgelerinin daha güvenlikli bir ortama kavuşabilmeleri amacıyla, Mavi Vatan yaklaşımına geçilmiştir. Mavi Vatan kavramını Türk genel kurmayı sadece denizler için değil ama aynı zamanda masmavi gökler içinde kullanmış ve böylece deniz ile hava kuvvetlerinin aynı kavramın çatısı altında bir araya gelerek daha etkili bir vatan savunması için yola çıkmışlardır. Son yıllarda özellikle Doğu Akdeniz bölgesinde ortaya çıkan enerji yatakları bütün dünya ülkelerinin dikkatini çekince, dünyanın merkezi orta denizi olan Akdeniz ilgi çekmiş ve birçok ülke gemilerini Doğu Akdeniz bölgesine göndererek, yeni enerji kaynaklarından yararlanabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Batının önde gelen emperyalist ülkeleri Akdeniz’in enerji kaynaklarından daha fazla yararlanabilmek için gemilerini bu büyük denizin kara sularında yüzdürürken, merkezi coğrafyanın merkezi ülkesi olarak Türkiye’nin Akdeniz kıyısında en uzun şeride sahip olan ülke konumunda olduğu gözlerden kaçırılmaya çalışılmıştır. Emperyal ülkeler her zamanki gibi gene işi bir an önce bitirmeye çalışmışlar ama bu kez Türkiye Cumhuriyeti bir Mavi Vatan direnişine yönelerek hem kendi ulusal çıkarlarını hem de bölgedeki komşusu olan Akdeniz ülkelerinin hak ve çıkarlarını, daha etkili bir koruma sistemine kavuşturabilme doğrultusunda adımlarını artırmıştır. Anadolu sahilleri kadar, yavru vatan Kuzey Kıbrıs Türk devletinin çıkarları da gündeme getirilerek   ve Akdeniz’in doğusunda T.C-K.K.T.C iş birliğinin somut adımları atılarak, Mavi Vatan anlayışı içinde iki Türk devletinin somut çıkarları her türlü emperyalist saldırılara karşı güçlü bir biçimde savunulmuştur. Türkiye Mavi Vatan planını açıkladıktan sonra, karasuları ve denizler üzerinden gelen her türlü tehdit ve saldırıya karşı çıkarak, uygarlıklar denizi olan Akdeniz suları üzerinde çıkarlarını korumasını bilmiştir. Yirmi birinci yüzyılın yeni dünya düzeni oluşturulması aşamasında, Türk devleti kara ülkesinin dışına çıkarak Mavi Vatan anlayışı doğrultusunda, Doğu Akdeniz bölgesinde denizler üzerinden bir barış ortamı yaratmayı hedeflemiştir.  

                Birinci dünya savaşı sürecinde Ege adalarının Türkiye’nin ellerinden nasıl kopartıldığını iyi bilen Türk devletinin ilgili makamları, bölgede sınırı olmayan emperyalist devletlerin oyunlarını önlemek ve bu tür manevralar yüzünden sıcak çatışmalara meydan vermemek üzere dikkatli bir tutum izlemiştir. Atatürk sonrası dönemde Ege adalarını geri alamayan Türkiye daha sonraki yıllarda İngiliz inisiyatifinin çevirdiği oyunlar yüzünden, Ege adalarını kaybetmek durumunda kalmıştır. Lozan ve diğer uluslararası antlaşmalar doğrultusunda silahsız kalması gereken Ege adalarının silahlı bir konuma getirilerek, İngiltere’nin oyunları sonucunda Ege adaları Türkiye’ye bırakılacağına Yunanistan devletine teslim edilmiştir. Hrıstıyanlık dayanışması çerçevesinde Türkiye’nin komşusu olan Yunan devletini muhatap alan batılı güçler, Osmanlı ülkesinin parçası olan Ege adalarını Türkiye’den uzak tutmuşlardır. Batı bloku dağılırken ve Avrupa Birliği parçalanırken, Rusya, Çin ile İran gibi doğunun büyük devletleri Akdeniz’e girerken, Atlantik güçleri olarak ABD, İngiltere ve Fransa’nın birlikte hareket etmesi yüzünden, Türkiye ile birlikte Akdeniz’deki kıyıdaş ülkelerin hepsi savaş tehdidi ile karşı karşıya gelmişlerdir. ABD Atlantik ülkelerini yanına aldığı gibi Yunanistan ve İsrail gibi gayrimüslim ülkelerle de bir araya gelerek ortak hareket etmiş ve bu yüzden de bölgedeki Müslüman ülkeler in enerji güvenliği tam olarak sağlanamamış bir durumda kalmıştır. Soğuk savaş döneminden kalma bir güvenlik örgütü olarak Nato ittifakının Atlantik ülkelerinin saldırgan politikalarına karşı Türkiye’yi yeterince koruyamadığı ortaya çıkınca, bölge ülkesi olarak Türkiye’nin kara suları ve onun uzantısı olarak deniz sahalarındaki haklarının ve güvenliğinin korunması gerektiği için Türk Silahlı Kuvvetleri Mavi Vatan açılımını devreye sokmuştur. Bu durumda Nato’nun büyük ülkeleri enerji kaynaklarına el koyarken, bölge ülkelerine yönelen yeni tehditler yaratılmıştır.

                Emperyalist çıkarları uğruna terörü kullanmayı ve alt kimlikçilik hortlatması ile bölge halklarını birbirine karşı kullanmayı iyi bilen Atlantik emperyalistleri, Doğu Akdeniz sahasında hukuka aykırı olarak gönderdikleri gemiler ile her türlü manevralara kalkışarak dünyanın bütün maden ve enerji kaynaklarını istedikleri çizgide kullanabilmenin hesapları ile uğraşmışlardır. Birinci Dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen emperyalist güçler, Osmanlı topraklarında bulunan büyük petrol alanlarına el koymuşlar ve Orta Doğu bölgesinde yeni küçük devletler kurarak, ayrıca Osmanlı hegemonyasının geçerli olduğu toprakları birbirinden ayırarak, merkezi bölgede bulunan bütün enerji ve maden yataklarını ele geçirebilmenin çabası içinde olmuşlardır. Dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen iki emperyalist ülke olarak İngiltere ve Fransa, Osmanlı’dan geriye kalan bölgeleri maden ve enerji kaynaklarını dikkate alarak bölmüşlerdir. O dönemde dünyanın patronu konumunda olan İngiltere, yedi kız kardeş adı verilen yedi büyük petrol şirketine Basra körfezindeki petrol kaynaklarını paylaştırmıştır. Büyük tekelci şirketlerle ortak çalışan batı emperyalizmi körfez ya da Doğu Akdeniz bölgelerinin paylaşımı söz konusu olunca ortak çıkarları doğrultusunda paylaşımı gerçekleştirerek, Osmanlı devletinin mirasçısı olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinden malları kaçırır gibi hareket etmişlerdir. Bu yönde iş birliği yaparak Osmanlı hinterlandının batının yeni sömürgesi olmasının önünü açmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti dünya savaşı sonrasında bağımsız bir devlet olarak dünya sahnesinde yerini almak için ayrıca bir de ulusal kurtuluş savaşı vererek, geleceğin bağımsız düzenini kendi çıkarları doğrultusunda oluşturarak ve yüz yıl sonra Türkiye’nin Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerindeki yeni hegemonyasını kurmaya çalışmıştır. Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye bağımsız bir devlet olarak dünya haritasındaki yerini alırken, karasuları üzerinden Türk devletinin komşu denizler üzerindeki hakları uluslararası hukuka göre güvence altına alınarak, Mavi Vatan açılımının önü açılmıştır. Türkiye bu aşamada Mavi Vatan açılımını ilan ederek bir adım daha öne çıkıyorsa, bu olumlu gelişme yüz yıl önce verilen ulusal kurtuluş sınavının her açıdan başarıyla gerçekleşmesi sayesinde olmuştur. Yüz yıl sonra bugün o gün atılan adımlar tamamlanmaktadır.

                Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak kurulduktan sonra batı emperyalizmi ile sürekli uğraşmak zorunda kaldığı için Amerika ve Avrupa ülkelerinde Türkiye hep Balkanlar üzerinden değerlendirilmiş ama hiçbir zaman Türkiye bir Doğu Akdeniz devleti olarak görülmemiştir. Türkiye eski Osmanlı’nın uzantısı bir ülke olarak batılılarca Balkanlar üzerinden kara ülkesi olarak görülmüş ama hiçbir zaman Türkiye’ye bir deniz devleti yaklaşımı içinde bakılmamıştır. Özellikle Lozan antlaşması sırasında Ege denizinin bir Yunan denizi olarak ilan edilmesi ve bu denizdeki adaların birkaç tanesi dışında hepsinin Yunan adaları olarak ilan edilmesi yüzünden, Türk devleti bir deniz devleti olarak ortaya çıkamamış aksine Anadolu yarımadası üzerinde bir kara devleti görünümü, Türkiye’yi Avrupa kıtasından daha uzaklaştıracak birtakım gelişmeler yüzünden fazlasıyla öne çıkartılmıştır. Ege adalarını yüz yıl önce Yunanistan’a bırakan Atlantik emperyalizminin bugün bu adalara sürekli olarak çıkarma yaptığı gibi hukuk dışı manzaralar ile karşı karşıya gelinmektedir. Son dönemde ABD’nin Avrupa Birliği yüzünden iflas etmiş olan Yunanistan’a gelerek yeni yirmi askeri üs ile yerleşmesi ve burayı üs olarak kullanarak, Ege denizi ve adaları üzerinde yeni hegemonya planlarını gerçekleştirmek üzere saldırı ve işgal gibi girişimlere hazırlandığı görülmektedir. Türkler ulusal kurtuluş savaşında İngiltere destekli Yunan işgalini önleyerek Yunanlıları Akdeniz’e dökmüştür ama Türkiye’nin Ege kıyıları yanında kuzeyden güneye doğru dağılmış olan yüzlerce Yunan adasının Türklerin elinden alınarak, bugünkü yeni Atlantik işgali için bu bölgenin hazırlandığı anlaşılmaktadır. İngiltere sonrasında ABD’nin ikinci dünya savaşı sonrasında Orta Doğu bölgesine gelişi de Atlantik güçlerinin merkezi alan hegemonyası doğrultusunda yeni bir saldırı ve işgalin öncü adımı olmuştur. Yunanistan İngiltere gibi ABD’nin de Orta Doğu bölgelerine yayılma stratejilerinin ana üssü konumuna getirilmiştir. Böylece Ege adalarını ele geçirme ve adalar üzerinden Anadolu yarımadasına yönelik bir askeri harekatın çizgisi yirminci yüzyılın başlarında genel hatlarıyla ortaya konulmuştur.

                Türkiye Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinden kalma bütün bölge sorunları ile muhatap olduğu için bu sorunların bugünkü uzantıları ve yarattığı handikaplar ile de her zaman için boğuşmak zorunda olmuştur. Her dönemde dünyanın karşılaştığı yeni jeopolitik gelişmeler, hemen merkezi alana yansımalar gösterdiği için Türkiye’nin kara parçaları ile kara suları üzerindeki pozisyonları sürekli olarak değişim göstermiştir. Bu nedenle de Türk devletinin hakları ile kazanımlarının tehdit ve tehlikeler ile muhatap olmak zorunluluğunda kaldığı anlaşılmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde merkezi alana yönelik geliştirilen Büyük Avrupa, Büyük Orta Doğu, Yakın Doğu ve Büyük İsrail gibi hegemonya projelerini uygulama çabaları, tüm bölge ülkeleri ile birlikte bölgenin merkezi ülkesi olan Türkiye’yi de fazlasıyla tehdit etmiştir. Geçen asırdan kalan Sevr projesi doğrultusunda Anadolu topraklarını bölmeye çalışan emperyalistler, Türklerin kara ülkesini paramparça ettikten sonra deniz ülkesini de parçalı bir yapılanmaya sürükleyeceklerini açıkça ifade etmeye çalışmışlardır. Türk devleti son elli yıldır emperyalizmin bölücü saldırıları ile uğraşırken bugün de Doğu Akdeniz bölgesindeki saldırı ve bölgeyi işgal ederek ele geçirme senaryoları ile de boğuşmak zorunda kalmıştır. İşte bu aşamada daha fazla gerilememek ve Kuvayı Milliye mücadelesinin kazanımlarını korumak üzere, kara suları üzerinden Mavi Vatan açılımı gündeme getirilmiştir. Türkiye sınırları ile birlikte kara sularına da sahip çıkarken, kara sularının kara ülkesinin bir tamamlayıcı parçası olduğunu uluslararası hukuka uygun bir biçimde ortaya koymuştur. Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği üyesi yapılması ve bu doğrultuda Kıbrıs’ın güneyinde yer alan  küçük Rum devletinin de Akdeniz’den kaynaklanan bazı  kara sularına dayanan hakları ileri sürmeleri yüzünden, ortaya yeni bir durum çıkmış ve bu nedenle de Türk devleti geçmişten gelen hak ve çıkarları doğrultusunda  Türkiye merkezli bir Mavi Vatan çıkışı ile, bölgedeki denizler üzerindeki konumunu koruyarak ve  emperyalist projelere karşı  çıkmayı  bir vatan görevi görerek, Mavi Vatan projesini  yeni bir savunma haritası ile ortaya koymuştur.

                Mavi Vatan projesinin adında yer alan mavi kavramı hem suyun hem de havanın rengi olarak benimsenmiş ve böylece Türklerin kara ülkesinin yukarıdan hava, çevreden ise su alanları ile çevrili olduğu vurgulanarak, bu yaklaşımdan kaynaklanan hak ve çıkarlara toplu bir biçimde sahip çıkılmaya çalışılmıştır. Mavi Vatan anlayışı bir program olarak ortaya konulurken uluslararası hukuktan ve kararlardan doğan bir yeni hukuk düzeni ortaya konarak, emperyalist devletlerin saldırı ve işgal girişimleri doğrultusundaki çıkarlarının tehdit ettiği ülkelerin korunması hedeflenmektedir. Türkiye bu çıkmazı bölgedeki komşusu olan ülkeler ile paylaşmak ve bu doğrultuda her ülkenin kendi kara suları doğrultusunda Akdeniz üzerinde doğan haklarını dikkate alarak hareket etmek zorundadır. Türkiye emperyalist saldırı ve tehditlere karşı çıkarak kendisini savunurken, bu aşamada komşu ülkeler ile bir araya gelerek bir ortak savunma planı için önlemler alarak hazırlıklar yapmalıdır. Gerekirse Avrupa Birliği gibi bir Merkezi Devletler Birliği kurularak karalardaki haklar gibi karasuları üzerindeki haklar da Mavi Vatan projesi doğrultusunda savunulabilecektir. Uluslararası deniz hukukunun temel kavramları olan kara suları, kıta sahanlığı, hava sahası, münhasır ekonomik bölge , askeri üsler, yarım ada ve bağımsız adalar gibi terimlerin her birinin birbirini tamamlayan anlamları olduğu ve bunların belirli bölgelerin özelliklerine göre değişiklikler gösterdiği, dikkate alınırsa o zaman bugün Doğu Akdeniz ve Kıbrıs üzerinden geliştirilmek istenen uluslararası buhranın  önlenmesi  için geçmişten günümüze uzanan bir çizgide oluşturulmuş olan uluslararası deniz hukukunun  asgari koşulları çizgisinde  Mavi Vatan projesi, Doğu Akdeniz kıyılarında çıkartılmaya çalışılan büyük enerji savaşının önlenmesini sağlayacaktır. Akdeniz’de en uzun sahil bandına sahip olan Türkiye’nin bölge dışı emperyal merkezlerden gelen her türlü saldırılara karşı, Mavi Vatan başlığı altında bölgedeki komşularını yanına alarak dış saldırılara karşı çıkmasının anlamı dünya barışı için önemli olacaktır.

                Ege adalarının tamamına yakınını Yunanistan’a vererek Türkiye’yi Kaş körfezinin karşısında yer alan Meis adasının çevresine hapis etmek, hiçbir biçimde haklı ya da adil değildir. Türkiye gibi sekiz yüz bin kilometre karelik bir vatana ve seksen beş milyon nüfusa sahip olan ve aynı zamanda Akdeniz’in en geniş sahil bandını kendi karasuları içinde barındıran bir ülkenin, normal koşullarda Akdeniz havzasındaki maden ve enerji kaynaklarından en üst düzeyde yararlanması doğal bir hak durumudur. Ne var ki, Osmanlı devleti dağılırken enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelere el koyan batılı emperyalistler bu kez de yüz yıl sonra aynı oyunu oynamaya yönelerek eskisi gibi saldırı, işgal ve sömürgeciliklerine devam etmeye çalışırlarken, Türkiye’nin Mavi Vatan açılımı üzerinden haklı bir savunma ve eşitlikçi bir yeni düzen peşinde koşması, bölge barışı açısından normal karşılanması gereken bir durumdur. Mavi Vatan ile Türkiye kararlı bir tutum izleyerek hem komşularını kendisine bağlamalı hem de bölge dışı emperyal ülkelere karşı direnirken, bölge ülkeleri ile bir üst birlik oluşumu çerçevesinde hareket edebilmelidir. Her dönemde aldatıcı manevralar aracılığı ile oyun kuran dış güçlerin bu kez aynı oyunları oynamasına izin vermeyen bir yaklaşımın, bölge ülkelerinin dayanışmaları ile sağlanması gerekmektedir. Bölge ülkelerinin Akdeniz’in barındırdığı   maden ve enerji yatakları konusuna ulusal çıkarları doğrultusunda sahip çıkmaları ile yeni saldırı ve işgal girişimlerinin önlenmesi sağlanacaktır. Akdeniz’de kıyısı olan kıyıdaş ülkeler öncelikle kendi kara sularında var olan maden ve enerji kaynaklarına tam anlamıyla özgür ve bağımsız bir biçimde sahip çıkmalıdırlar. Öncelikle kaynakların yer altı ve su altı haritalarının çıkartılması ve komşu ülkelerin iş birliği ile bunların bölge haritaları olarak birleştirilmeleri gerekmektedir. Birinci Dünya savaşı sonrasında ülke sınırları çizilirken batı emperyalizminin el koyduğu kaynak ve yataklar onların elinden alınarak ve Akdeniz’in geniş su alanında kıyıdaş ülkelerin çıkarları doğrultusunda değerlendirilerek yeni bir yapılanmanın adımları atılabilmelidir. Bir bölge ülkesi olan Yunanistan’ın işgal edilerek bir işgalci üssü konumunda bölge ülkelerine karşı kullanılmasına kesinlikle izin verilmemelidir.

                Güney Avrupa’nın Hrıstıyan ülkeleri ile birlikte, Doğu Akdeniz’in tek Yahudi devleti olan İsrail’in sahip oldukları konumlarının bölge ülkelerine karşı kullanılmasına tepki gösterilerek bu gibi olumsuz durumların önüne geçilmesi zorunludur. Akdeniz’in en büyük donanmasına sahip olan Türkiye’nin artık yeni dönemde bir petrol ya da doğalgaz ülkesi konumuna gelmesi gerekmektedir.  Basra körfezinin petrol şirketleri üzerinden paylaşılmasına benzer bir yeni paylaşım senaryosunun bugün ABD ve Avrupa Birliği öncülüğünde yenilenmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu durumda Akdeniz’in en uzun sahiline sahip olan Türkiye’nin, bu aşamada son derece dikkatli bir çizgide hareket etmesi gerekmektedir. İsrail’in öncülüğünde Türkiye karşıtı bir paylaşım birlikteliğini Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve Mısır gibi ülkeler ile yapmak isteyenler, batılı emperyal ülkelerle de bu birlikteliği geliştirerek Akdeniz’in yeni enerji haritasını çizerken en uzun sahil sahibi olarak Türkiye’nin kara suları ve buna dayalı su alanı dikkatlerden kaçırılarak, yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi gene Türkiye’nin elinden enerji kaynakları alınmaya çalışılmaktadır. Yüz yıl önceki haksız bölüşümün yeni bir benzerini uygulamaya getirmek isteyen küresel güçlerin zorlamalarına karşı, bölge ülkelerinin dayanışması aracılığı ile sağlanacak bir alternatif enerji planı Mavi Vatan açılımı ile uygulama alanına aktarılabilirse, o zaman Türkiye ile birlikte diğer bölge ülkelerinin de Akdeniz’in enerji kaynaklarından gereksinmeleri karşılığında eşit yararlanabilmeleri mümkün olabilecektir.

                               Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Orta Doğu’da meydana gelen otorite boşluğunun ABD, Rusya ve İsrail gibi ülkeler aracılığı ile doldurulmaya çalışılması, orta dünya ülkelerinde sürekli sıcak çatışmalara neden olmuştur. Dün Orta Doğu bölgesindeki ülkeleri baskı altına almaya çalışan batılı emperyalistler, bugün de Doğu Akdeniz bölgesinde egemen olabilmenin çabalarını yeniden göstermektedirler. AB ve ABD patentli çevreleme kuşağı değişen jeopolitik dengelerden yararlanarak egemen olmak istemekte ve bu doğrultuda dünyanın diğer büyük güçlerinin merkezi alana gelerek öne çıkmasını önlemeye çalışmaktadırlar. Anadolu yarımadası üzerinden Asya, Kafkasya ve Orta Doğu petrollerinin tam olarak Batı ülkelerine taşınması önlenince, batının gelişmiş ülkeleri alternatif kaynakları Doğu Akdeniz’de bulmaya ve çıkarmaya çalışmışlardır. Hukukun temel ilkelerinden birisi olan hakkaniyet ilkesi doğrultusunda Doğu Akdeniz sorununa bakıldığı zaman, bölgedeki kaynakların öncelikle eşitlik çizgisinde kıyıdaş ülkeler arasında bölüşülmesi ve daha sonra da egemen devletler olarak Akdeniz ülkelerinin batının zengin ülkelerinin bu bölgedeki enerji kaynaklarından eşitlikçi ve adil bir düzen çerçevesinde yararlanmalarını sağlamak gerekmektedir. Bölgedeki devletler arasında gerçekleştirilecek iş birliği düzeni içinde kaynakların yerlerinin ve sahiplerinin açıklıkla belirlenmesi, enerji çatışmalarının bölgeden uzak kalmasını sağlayarak dünya barışına katkı sağlayacaktır. Meis çıkmazına hapsolmak istemeyen Türkiye’nin karasuları üzerinden deniz vatanı çizgisine yönelmesi sırasında önce Girit Adası ile bir araya gelerek deniz ülkesi sınırlarını genişletmek ve daha sonra da Türkiye’nin tam karşısında yer alan Libya devleti ile de bir araya gelerek bir deniz ülkesi sınırı daha çizmek gerekmektedir. Böylece Türkiye’nin deniz yetki alanı 40 bin kilometre karelik bir deniz sahasından çıkarak 190 kilometrekarelik beş misli daha büyük bir alanda devreye girerek, Akdeniz’in en uzun sahil şeridine sahip olan ülkesinin dünyanın orta denizi olan Akdeniz’in güvenliği ile yakından ilgilenmesi gerekeceği yeni bir ortam hazırlamıştır. Maden ve enerji haritalarının kesinlik kazanmasıyla sondaj çalışmalarının başlatılması gündeme gelmekte ve bu doğrultuda denizlerin altındaki toprakların hızla kazılması gerekmektedir. Kazı işlerinin yanı sıra, çıkan petrol ya da doğal gazın yeni kurulacak boru sistemleri ile bekletilmeden satışa arz edilmesi ve uluslararası pazarlara ihraç edilmesi sorunu vardır. Bölge devletleri arasında imzalanacak bir Mavi Vatan protokolü ile bu gibi konular karara bağlanmalı ve kıyıdaş ülkelerin istekleri doğrultusunda enerjiden elde edilen gelirlerin bölge ülkelerinin gereksinmeleri doğrultusunda kullanılmasına dikkat edilmelidir.

                Fransa, İtalya ve İspanya gibi Avrupa’nın önde gelen emperyalist devletleri birer Akdeniz ülkesi olarak, Doğu Akdeniz enerji yatakları ile yakından ilgilenmektedirler. ABD ise Avrupa’ya Akdeniz’i bırakmamak üzere Yunanistan’a gelip yerleşebilmektedir. İngiltere ise bir Atlantik ülkesi olarak Akdeniz ile yakından ilgilenmekte ve bu denizin kıyısında yer alan birçok ülkenin kurucusu olarak gene eskisi gibi enerji kaynakları üzerinde hak iddia ederek, Doğu Akdeniz sorununun daha da büyüyerek tırmanmasına yol açmaktadır. Osmanlı imparatorluğu sırasında bütün Akdeniz’i bir Osmanlı gölü haline getirmiş olan Türk hegemonyası, bugünün koşullarında yeniden dikkate alınırsa o zaman Mavi Vatan açılımının tarihten gelen kökleri günümüzde sorunun çözüme kavuşturulması açısından yardımcı olabilecektir. Daha önceki dönemlerde bir Roma imparatorluğu gölüne dönüşen Akdeniz havzasının günümüzde, Yunanistan üzerinden bir ABD gölüne dönüştürülmesi ABD işgali sonrasında tartışma konusu yapılmaktadır. Doğu Akdeniz’in yeni devleti olarak İsrail ise, tarihten gelen Büyük İsrail projesi doğrultusunda Doğu Akdeniz bölgesinde yayılmaya çalışırken, Kuzey Kıbrıs’ın Karpas  bölgesinde geniş topraklar alarak ada üzerinde hak iddia edecek üçüncü devlet konumuna gelmekte, Azerbaycan’da askeri üs kurmakta ve ABD baskıları aracılığı ile Arap devletleri ile çok yakın bağlar kurarak ve yeni siyasal ittifaklara yönelerek, Doğu Akdeniz bölgesinin yeni güç merkezi olma iddiası ile öne çıkarak etkin olmaya çalışmaktadır. İşgalci hegemonya oluşturulması sırasında birçok sıcak çatışma gündeme geldiği için, Doğu Akdeniz sorunu çözümden giderek uzaklaşmakta ve Orta Doğu bölgesinde çıkartılamayan büyük savaşın bu kez Doğu Akdeniz’de çıkartılarak savaş isteyen lobi ve emperyalist ülkelerin talepleri doğrultusunda, çıkar kavgalarının savaşlara dönüşebileceği gibi karamsar görüşler bugünün koşullarında gündeme getirilebilmektedir.

                Mavi Vatan projesi ile yeniden Akdeniz inisiyatifi geliştirmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti, ABD ve AB ikilisinin zorlamaları ile küreselleşme sürecine uyum politikaları doğrultusunda limanlarını satışa çıkararak kabotaj hakkından vazgeçmiştir.  ABD, Fransa, İngiltere gibi büyük devletler  kendi limanlarındaki kabotaj haklarını, deniz ülkelerini korumak ve kara suları üzerinden açık denizlere dönük çalışmalarını sürdürebilmek için, ülke limanlarının ulusal çıkarlar doğrultusunda yönetilmesini  gerçekleştirmek üzere, kabotaj haklarını ellerinde tutarak deniz ticareti yapma özgürlüğünü korumuşlardır. Türkiye’nin şimdiye kadar yaptığı en önemli hatalardan birisi kabotaj hakkından vazgeçmek ve limanlarını Çin, ABD, Rusya ve İsrail gibi emperyalist ülkelere satarak deniz ülkesini kontrol etme yetkisinin, yabancıların eline verilmesi   gibi ülkenin ulusal çıkarlarına aykırı bir olumsuz durum yaratılmıştır. Kabotaj hakkının korunması kara suları ve bağlantılı açık deniz bölgelerinin yönetilmelerinin sağlanması açısından zorunlu bir yetkidir. Limanlarını satan ülkeler daha sonraki aşamada limanları alan büyük devletlerin ekonomik ambargolarına tanık olduğu için günümüzün acil konusu satılmış olan limanların geri alınması olacaktır. Fransa limanlarını Çin’e satmazken Cibuti ve Güney Kıbrıs gibi deniz kenarı ülkelerde askeri üsler kurabilmektedir. Limanlarına sahip çıkamayan ülkelerin kara sularını koruması da beklenemez ve o nedenle Mavi Vatan gibi açılımlar da tam anlamıyla uygulama alanına geçirilemez. Benzeri bir biçimde ABD kendi limanlarını yabancı devletlere satmazken, kendi çıkarlarına uygun gördüğü limanları dünya devletlerinin elinden almaktadır. Bu gibi durumların ortaya koyduğu gibi yeniden limanlar arasındaki taşıma ve ticaret yapma hakkı olan Kabotaj hakkının yasal düzenlemeler yapılarak tesisi öncelikle yerine getirilmelidir. Kabotaj hakkının Türk milletinin bağımsızlığı açısından önem taşıması nedeniyle bu hakkın yeniden tesisi doğrultusunda satılmış olan limanların da geri alınarak, yeniden Türk vatandaşlarının yönetimine bırakılması zorunlu görünmektedir. Misakı Milli anlayışı ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin önce satılmış limanlarını geri alması, daha sonra da deniz ülkesi üzerinden bir Mavi Vatan açılımı yapması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız geleceği açısından önem taşımaktadır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

14 Mart 2021 Pazar

MISIRDA TEK TARZI SİYASET - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 MISIRDA TEK TARZI SİYASET

                  Haritadan bakıldığı zaman Akdeniz’in kuzeyinde Türkiye ile güneyinde Mısır iki büyük ülke olarak karşı karşıya durmaktadır. Tarihin her döneminde bu iki ülke ya bir arada olmuşlar ya da haritada olduğu gibi karşı karşıya gelmişlerdir. Antik çağlarda eski Mısır uygarlığı bu ülkede sürüp giderken, uygarlığın Anadolu üzerinden kuzeye ve batıya doğru yayıldığı görülmekte, insanlık tarihinin en eski çağlarından bu yana Mısır ve Türkiye’nin üzerinde kurulu bulunduğu topraklar, her zaman için önemli siyasal gelişmelerin üzerinde cereyan ettiği tarihsel bir alan olarak gündeme gelmektedir. Eski Mısır’dan çıkan uygarlık Mezopotamya üzerinden bu ülkeye geldiği gibi, Anadolu üzerinden de Avrupa kıtasına yayılmıştır. Bu çerçevede her iki ülkede meydana gelen siyasal gelişmelerin birbirini etkilediği, hatta daha da ileri giderek zaman zaman iki ülkeyi bir araya getiren önemli siyasal gelişmelerin ortaya çıktığı görülmektedir. Roma ve Bizans imparatorlukları sonrasında Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları döneminde de bu jeopolitik gerçeklik değişmemiş ve iki ülkede birbirini etki altında bırakan siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra tarih sayfalarındaki yerlerini almıştır. Batılıların Orta Doğu adını verdiği, dünyanın merkezi coğrafyasının kaderi belirlenirken hem Mısır hem de Anadolu yarımadasındaki yeni oluşumlar en ön planda etkili olmuşlardır.

                Bin yıl önce Türklerin Kuzey ve Orta Asya’dan ön Asya topraklarına gelişi ile başlayan son dönemde, bugün Türkiye olan Anadolu yarımadası ile Nil ırmağının üzerine kurulu bulunan Mısır arasındaki ilişkiler daha da yakın olmuş ve her iki ülke tek ve büyük bir bölgesel imparatorluğun sınırları içerisinde yer almaya devam etmişlerdir. Orta Doğu topraklarında sahneye çıkan üç büyük din çevreye yayılırken iki ülke arasındaki ilişkiler daha da sıklaşmış ve daha sonraki aşamada dinler arası rekabet ve çekişme süreçleri öne çıkarken, ülkeler arasında karşı karşıya gelme kendiliğinden gündeme gelmiştir. Özellikle, halifeliğin Memluk devletinden Osmanlı İmparatorluğuna geçiş süreci içerisinde, Mısır ile Türkiye arasında savaş olmuş ve Osmanlılar halifelik ünvanını bu ülkenin elinden alarak, bütün İslam dünyasının tek merkezi konumuna yükselmişlerdir. Osmanlı döneminde  beş asrı geçen bir zaman dilimi içerisinde, iki ülke ortak bir egemenlik çatısı altında bir araya gelebilmişler ama yirminci yüzyıla doğru batı emperyalizminin merkezi coğrafyaya girişi ile beraber  ,batılı emperyalist devletler  Kavala’dan gelmiş olan Mısır hidivi Mehmet Ali paşayı kışkırtarak ve destekleyerek Mısır’ı İstanbul’dan ayrı bir yönetime doğru sürüklemişler ve bu büyük ülkenin Osmanlı devletinden ayrılmasını sağladıktan sonra da, o dönemin dünya devleti olan Büyük Britanya İmparatorluğu Mısır’a  gelerek yerleşmiştir. 1878 yılında Kıbrıs’a giren İngilizler yanlarına Fransızları’da alarak, Birinci dünya savaşı öncesinde Osmanlıların Orta Doğu topraklarını ele geçirmeye ve paylaşarak sömürgeleştirmeye yönelmişlerdir. Bugünkü Orta Doğu haritası o dönemin en güçlü emperyal devletleri olan İngiltere ve Fransa iş birliği sayesinde çizilmiştir. Birinci dünya savaşı sona ererken, bir İngiliz subayı ile Fransız ordusunun bir temsilcisinin, Mısır’ın başkenti Kahire’de bir araya gelerek, Sykes-Picot hattı denen bugünün Orta Doğu devletlerinin sınırlarını çizmiş ve cihan savaşı sonrasında dünya barışı arayışını karşılayabilme doğrultusunda yeni bir düzeni bütün dünyaya kabul ettirmeye çalışmışlardır. Osmanlı devleti çökerken, batının önde gelen iki sömürge imparatorluğu merkezi alana girerek kendi hegemonyaları doğrultusunda bölgeyi yeniden dizayn ediyordu. İmparatorluklar dönemi sona ererken ulus devletler aşamasına geçiliyor ve dünya haritasının orta alanında dönemin özelliklerine uygun yeni ulus devletler ulusal sınırlarla belirlenirken, Türkiye ve Mısır ayrı devletler oluyordu.  

                Osmanlı İmparatorluğu gibi dünyanın merkezi coğrafyasını yedi yüzyıl kontrol altına almış bir büyük dünya devleti dağılma aşamasına gelirken ülkeyi içine sürüklendiği çıkmazdan kurtarabilmek üzere, aydınlar bir arayış içerisine giriyor ve yeni çıkışlar ya da örgütlenmeler yaparak, Osmanlı devletini kurtarmaya çaba gösteriyorlardı. İngilizlerin Yunanistan’ı Osmanlı hegemonyasından kurtarmasından sonra başlayan çöküş süreci içerisinde, imparatorluğun son yüzyılı yaşanıyor ve bu büyük devleti kurtarabilme uğrunda birçok girişim ya da çıkış arayışı öne çıkıyordu. Avrupa’da ulusculuk akımları Fransız devrimi sonrasında hızla yayılırken, krallıklar zaman içerisinde ulus devletlere dönüşüyordu. Uluslaşma süreci bütün imparatorlukları derinden sarstığı gibi Osmanlı devletini de yakından etkileyerek bölünme batağının içerisine doğru itekliyordu. Bu nedenle Osmanlılar imparatorluktan ulus devlete geçiş için önce Osmanlıcılık akımını örgütlemeye çaba gösteriyorlar ama bu doğrultuda başarılı sonuç alamayınca da Balkan ülkelerinde başlayan Balkanizasyon oluşumları, Osmanlıları Avrupa kıtasının dışına doğru sürüklüyordu. Avrupa kıtasındaki ulusalcılık akımlarının zaman içerisinde mikro milliyetçiliğe dönüşmesi yüzünden Avrupa kıtasındaki topraklarını elinden kaçıran Osmanlılar, geride kalan Orta Doğu topraklarını kurtarabilmek için yeni arayışlara giriyorlardı. Bu aşamada, Anadolu ve Arap yarımadalarını tek ve büyük bir çatı altında yeniden bir araya getirecek din esaslı bir devlet arayış içerisine giriyorlar ama gene de bir sonuç alamıyorlardı.

                Bu tür arayışlar devam edip giderken, Tataristan’ın başkenti Kazan kentinde doğmuş bir Türk aydını Türkçülüğün öncüsü olarak ortaya çıkıyor, Osmanlıcılık akımının başarısız kaldığı bir aşamada Türkçülük akımını yeni bir alternatif olarak öne sürüyordu. Osmanlı imparatorluğunun kurtarma çabaları Balkanlar’da ve Anadolu’da başarısız kalınca, Rusya topraklarından gelen bir Tatar Türkü, Türkçülük akımının öncüsü olarak tarihsel bir belge hazırlıyor ve bunu Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlıyordu. İngilizler ile Fransızlar Kahire’de bir araya gelerek, Osmanlı imparatorluğunun geride kalmış Orta Doğu topraklarını paylaşmaya çalışırken, Kazan’lı Yusuf Akçura “Üç tarzı siyaset “ adı ile tarihe geçmiş olan önemli siyasal metnini, gene Kahire’de yayınlanan “TÜRK “ isimli bir gazetede ilk kez yayınlayarak  yeni bir tartışmayı beraberinde başlatıyordu. Emperyalizm bölgeye kendi askerleri ile Sykes-Picot adı verilen sömürgeleşme sınırlarını dayatırken, Rusya’da Rus milliyetçiliğine karşı çıkmış bir Türkçü aydın, Osmanlı imparatorluğu gibi merkezi bir büyük devleti kurtaracak çözüm önerilerini “Üç tarzı siyaset “ belgesi ile Mısır’ın başkenti Kahire üzerinden  duyuruyordu . İşin ilginç yanı, Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul’da böyle bir çıkış yapılması gerekirken, Mısır’ın merkezinin çıkış yeri olarak seçilmesidir. Yusuf Akçura gibi tarihi, coğrafyayı ve dünyayı iyi bilen bir düşünce ve siyaset adamının Osmanlı devletini kurtaracak siyasal reçetesini İstanbul yerine Kahire’de açıklamasının arkasında, bütün merkezi alanı kurtaracak bir yaklaşımın sergilendiği görülmektedir. Batılıların Orta Doğu adını verdikleri Anadolu ve Arap yarımadalarının bütünlüğüne seslenmek isteyen Yusuf Akçura, Kahire’deki çıkışı ile hem Türkler hem de Araplar için çözüm yolları önererek, emperyalizmin orta alana girişini önlemeye çalışmıştır. Batı emperyalizmine karşı merkezi alanının bağımsızlığının korunabilmesinin ancak bir Türk ve Arap dayanışması içerisinde olabileceğini iyi gören Yusuf Akçura, geleceğe dönük manifestosunu İstanbul yerine Kahire’de yayınlamayı daha doğru buluyordu. Bu çıkış Türklerin üzerinde yaşadığı Anadolu yarımadası ile Arapların üzerinde yaşadığı Arap yarımadası birlikteliğinin yeni dönemde de sürdürülmek istendiğini açıkça gösteriyordu. İki yarımada halkının dayanışması ile batı emperyalizminin merkeze girişi ancak önlenebilecekti.

                Yusuf Akçura’nın Kahire’de Osmanlı imparatorluğunu kurtarmak üzere bütün dünyaya ilan ettiği manifestonun adı “üç tarzı siyaset” idi ve bu metinde önerilen yollar da Osmanlıcılık, İslamcılık ile beraber Türkçülük’tü. Fransız devrimi sonrasında Osmanlı aydınlarının çok uğraştığı Osmanlıcılık akımı gerçekleşemeyince ve tüm Osmanlı ahalisinden bir Osmanlı milleti ortaya çıkarılamayınca, bu kez İslamcılık arayışları başlamış ve İslamın arkasından gidilerek Osmanlıların yeniden bir araya getirilebileceği savunulmuştur. Yusuf Akçura bu yüzden manifestosunda   Osmanlıcılık’tan sonra ikinci yol olarak İslamcılığı öneriyordu. Osmanlı milletinin kurulamamasından sonra İslamcılık üzerinden bir İslam milleti yaratma girişimleri de Balkan savaşları ile çıkmaza giriyordu. Osmanlı ahalisinin Balkanlar’da yaşayan küçük Hırıstiyan toplulukların imparatorluktan koparak bağımsız devlet konumuna gelmeleriyle, İslamcılık akımının da imparatorluğu kurtaramayacağı ortaya çıkıyordu. İki temel yolun Osmanlı için kurtarıcı olamayacağı ortaya çıkınca, bunun üzerine Rusya topraklarında Rus milliyetçiliğine karşı Türkçülük akımını örgütlemiş olan Yusuf Akçura, Kuzey Asya’daki birikimden yararlanarak Ön Asya bölgesi için de Türkçülük akımını geçerli bir çıkış yolu olarak öneriyordu. Balkanizasyon süreci yüzünden hem Osmanlıcılık hem de İslamcılık önerileri geçersiz kalınca, geriye üçüncü ve son alternatif olarak Türkçülük akımı kalıyordu. Tataristan kökenli bir Türk’ün Kazan’dan kalkıp gelerek Mısır’ın başkenti Kahire’de üç tarzı siyaset başlığı altında kurtuluş yolları önermesi, tam anlamıyla emperyalizme karşı çıkış doğrultusunda Osmanlı hinterlandını, Mısır’ın da içinde bulunduğu bir biçimde kabul ettiğini bütün dünyaya gösteriyordu. Yusuf Akçura’ya göre, Batıdan gelen haçlı seferlerine ve Hrıstiyan emperyalizmine karşı Araplar ve Türkler tarihte olduğu gibi gene birlikte olacaklar ve bir dayanışma düzeni içerisinde bölgede bağımsız bir gelecek kuracaklardı.

                Arap yarımadasının yanı başında yer alan ve nüfusunun büyük çoğunluğunun Arap olduğu bir ülke olan Mısır’da, Türkçülük akımını ortaya koymak ya da savunmak pek de kolay bir iş değildi. Ne var ki, tarihten gelen ortaklıklar ve aynı bölgede iki halkın birlikte yaşaması, Osmanlı imparatorluğu çatısı altında yedi asır süren birlikte yaşam Türkler ile Arapları emperyalizme karşı bir araya getiriyor ve ortak bir gelecek arayışını öne çıkarıyordu. Balkanlar’daki Hrıstiyan ülkelerin imparatorluktan kopmalarından sonra bir ortak İslam devleti arayışı gündeme gelmiş ama İngilizlerin Arap ve Türk milliyetçiliklerini iki halk arasında kışkırtması yüzünden, bu konuda olumlu bir sonuç elde edilememiştir. Anadolu yarımadası üzerinden İngilizler Suriye ve Irak sınır hatlarını cetvel ile düz bir çizgi doğrultusunda belirleyerek, yeni dönemde Araplar ile Türklerin eskisi gibi bir arada yaşamalarının önünü kesmiştir. Osmanlı döneminde olduğu gibi bir Türk Arap birlikteliğini istemeyen batılı emperyalistler, Arap milliyetçiliğini Türklere karşı Türk milliyetçiliğini de Araplara karşı kışkırtarak, bölge halklarının Osmanlı devleti gibi yeni bir büyük imparatorluk çatısı altında ortak hareket etmelerini önlemişlerdir. Böylece, İngiltere ve Fransa’nın bir araya gelerek Orta Doğu’da kendi egemenlik düzenlerini kurmalar önlenmiştir. Bunların üzerinden de geleceğe dönük bir biçimde Siyonist İsrail yapılanmasının önü açılmıştır. Sykes-Picot hattına bakıldığı zaman, asıl amacın geleceğe dönük yeni bir İsrail devletinin üçüncü kez kutsal topraklar üzerinde kurulmasının planlandığı ve bu doğrultuda Türkler ile Arapların arasının açıldığı, Osmanlı toprakları birçok devlete bölünerek, Türklere ve Araplara karşı bir Siyonist yapılanmanın merkezi alanda düşünüldüğü görülmüştür. Böylesine emperyal ve siyonist amaçlar için Türkler ile Araplar birbirine düşürülerek ayrılmış ve böylece Mısır ile Türkiye ayrı devletler olarak ortaya çıkmışlardır. Kavalalı döneminde başlatılan ayrılıkçılık sonraki aşamalarda iyice genişletilerek, Türk-Arap düşmanlığına dönüştürülmüş, böylece emperyalistlerin bölgeye girmesi ile Siyonist İsrail devletinin kurulması doğrultusunda elverişli bir ortam yaratılmıştır. Fransızlar Lübnan ve Suriye üzerinden İngilizler de Mısır ve Irak üzerinden bölgede yayılırken, batıdan gelen Siyonistler de bu durumdan yararlanmasını bilmişlerdir.

                Mısır tarihte her zaman için bir büyük ülke ya devlet olarak dünya tarihinde yerini almıştır. Ne var ki, Akdeniz ve merkezi alanı kucaklayan büyük imparatorlukların kurulması dönemlerinde Mısır bağımsız kalamamış, böylesine büyük bölgesel birlikteliklerin içerisinde yerini almak zorunda kalmıştır. İslam dünyasının ve Osmanlı coğrafyasının bir parçası konumunda olan Mısır’da her iki akımında geçerli olması beklenirken, Osmanlı devletinin dağılması ve batılı emperyalistlerin bölgeye girmeleri yüzünden, Osmanlıcılık ve İslamcılık Mısır’ı Türkiye’ye bağlayamamış, geçmişten gelen büyük devlet ve ülke yapılanması ile Mısır yeni dönemde bir İngiliz sömürgesi olarak öne çıkmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında yeni bir dünya düzeni Britanya İmparatorluğu merkezli oluşturulurken, Mısır bir İngiliz sömürgesi olarak İngiliz milletler topluluğu olan Commonwealth örgütlenmesi içindeki yerini almıştır. Yusuf Akçura böylesine bir aşamada, Mısır halkı için bir kurtuluş yolu olarak da üçüncü seçenek anlamında Türkçülük akımını önermiştir. Yedi yüzyıl boyunca Osmanlı devleti çatısı altında Türkler ile birlikte aynı çatıyı paylaşan Arapların batı emperyalizminin eline düşmesini önleyecek tek yol, güçlü bir Türkçülük akımı olarak görülüyordu. İngiltere ve Fransa hem ulus devlet hem de bir sömürge imparatorluğu konumlarında oldukları için, bir anlamda ulus imparatorluğu statüsüne sahip bulunuyorlardı. Bu gibi ulus imparatorluklarına karşı çıkabilmek ve emperyal baskılara karşı direnebilmek için, Osmanlı devletinin yerine bir ulus imparatorluğu olarak Türkçülük akımı sayesinde büyük bir Türk imparatorluğu tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi, gene merkezi alan üzerinde kurulabilmeliydi. Özellikle, kuzey Asya’nın Türk nüfus ağırlıklı bölgelerinin Rusya’nın emperyal yayılmasıyla Slavların egemen olduğu yeni bir millet imparatorluğuna dönüşmesi üzerine, Osmanlı devletinin geri çekildiği Ön Asya ve merkezi coğrafya toprakları üzerinde İngiliz, Fransız, Rus ve Alman millet imparatorlukları ile baş edebilecek güçlü bir Türk millet imparatorluğu oluşturulması fikri Yusuf Akçura aracılığı ile tartışma sahasına geliyordu. Bu nedenle, hegemonya çekişmesi aşamasında, Arap toplumlarına doğru Türkçülük akımı yeni bir merkezi büyük devlet oluşturma yolu olarak öneriliyordu.

                Türkçülük akımı önce Rusçuluk akımına karşı kuzey Asya’da gündeme geliyor ve daha sonraki aşamada da değişik ülkelerde yaşamakta olan Türk asıllı kavimler üzerinden, Orta ve Ön Asya bölgelerinde hızla yayılıyordu. Kısa zamanda Avrasya bölgesinde üç yüz milyonu bulan bir Türk ve Müslüman kitle dünya sahnesine çıkıyordu. Rus, Fransız, İngiliz ve Alman millet imparatorlukları dünyanın merkezi alanının kendi emperyal düzenleri doğrultusunda ele geçirmeye çaba gösterirken, tarihin her döneminde devlet kurmuş ve on bin yıllık insanlık tarihinin her döneminde ayrı bir siyasal varlık olarak kendini göstermiş olan Türklerin, bu duruma seyirci kalmalarını beklemek gerçekçi olmazdı. Rus milleti ya da İngiliz, Alman ve de Fransız milletleri kendi millet imparatorluklarını kurarak küresel hegemonya peşinde koşarken, on bin yıllık insanlık tarihi boyunca tarihte her zaman var olmuş olan Türklerin ellerini kollarını bağlayarak oturmalarını beklemek ya da bu durumda Türklerin değişime sadece seyirci kalmasını istemek hiç de gerçekçi bir tutum değildi. Nitekim, Birinci Dünya savaşı sürecinde dünya yeniden kurulurken, yıkılmış olan Osmanlı devletinin topraklarında Türkler bir ölüm kalım savaşı vererek ayakta kalmışlar ve Kuvayı milliye zaferini daha sonra bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devletine dönüştürerek ayakta kalmışlardır. Ulusal kurtuluş savaşı, merkezi alanı ele geçirmek isteyen millet imparatorluklarına karşı, Türk milletinin vermiş olduğu bir ayakta kalma mücadelesidir. Orta Doğu bölgesini oluşturan Anadolu ve Arap yarımadaları batının millet imparatorlukları tarafından istila edilirken, Türklerin de kendi millet imparatorluklarını oluşturma doğrultusunda hareket etme hakkı vardı. Ne var ki, İngilizler Arap milliyetçiliğini kışkırtarak yeni bir Türk imparatorluğu çatısı altında Arap ve Türk topluluklarının beraberce yer almalarını öncelikle engellemişlerdir.  Araplar ile Türklerin yolunu ayıran İngilizler, hem Anadolu Türklerinin Balkanlar ve Kafkasya ile bağlarını keserek onları Anadolu’ya hapsetmişler   ve Türklerin yeniden bir imparatorluğa yönelmelerinin önünü kesmişler hem de Arap topraklarını çeşitli devletlere bölerek bir büyük Arap birliğinin kurulmasının da önüne geçmişlerdir.

                Yeni dönemde Araplar ile Türkleri birbirinden ayıran, Arapları parçalayarak Birleşik Arap devletinin önünü kesen ve Türk dünyasını paramparça ederek ortada bırakan batı emperyalizmi Siyonizm ile iş birliği yaparak yirminci yüzyılda merkezi coğrafyaya farklı bir biçim vermiş ama gerçekçi bir düzen kurulmadığı için, Orta Doğu yüzyıl boyunca savaşların ve kanlı çatışmaların sürüp gittiği bir karanlık bölge konumuna gelmiştir. Fransızların felaketler coğrafyası adını verdiği merkezi alanda Orta Doğu sürekli olarak çıban başı olmuş ve birçok olay birbiri ardı sıra devam edip gitmiştir. İngilizler, iskambil kağıtlarındaki gibi kukla krallıkları kendilerine bağlı bir biçimde kurmuşlar, Sovyetler Birliği zaman zaman Orta Doğu ülkelerine müdahale ederek bu kukla krallıkların yıkılmasına neden olmuştur.  Yirminci yüzyıl boyunca Orta Doğu bir istikrarsızlık adası olarak sürekli çatışmalara sahne olmuş, bölgede bir savaş devleti olarak İsrail’in kurulmasından sonra iş çığırından çıkarak, her zaman için bölge savaşına dönüşecek derecede sıcak gerginlikler bölge halklarını rahatsız etmiş ve yeni kurulan Arap devletleri de emperyalizmin kuklası olmanın ötesine gidememişlerdir. İngilizler ve Fransızlar’dan sonra bölgeye Almanya ve Rusya’nın da karışmaya başlaması üzerine, yirminci yüzyılın ikinci yarısında Orta Doğu sürekli savaş ve terör alanına dönüşmüştür. Lübnan bir terör üssü olarak düzenlenmiş ve küçük ülkeden bölgeye yayılan terör grupları, Orta Doğu ülkelerini sürekli savaş konumuna getirmiştir. Felaketler coğrafyası adı verilen merkezi bölge zaman içerisinde giderek tırmanan savaşlar yüzünden, tam anlamıyla bir karanlıklar coğrafyasına dönüşmüştür.

                Osmanlı sonrasında, Arabistan, Irak, Ürdün, Mısır, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri İngiliz milletler topluluğu içinde yerlerini alırken, Lübnan ve Suriye’de Fransız milletler topluluğu içinde Afrika ülkeleri ile birlikte üye olarak yerlerini almışlardır. Ne var ki, İngiliz ve Fransız şemsiyeleri SSCB yüzünden bölgede tam bir güvenlik sağlayamamıştır. ABD’nin ikinci dünya savaşı sonrasında Orta Doğu’ya gelmesi ve kutsal topraklarda İsrail’in kurulmasıyla yeni bir aşamaya girilmiş, bu noktadan sonra Sovyetler Birliği ve Almanya’da diğer emperyal ülkeler olarak bölgede devreye girerek hegemonya rekabeti içinde yerlerini almışlardır. Bu aşamadan sonra da eski Osmanlı hinterlandı bir barut fıçısına dönüşmüştür.  Arap ülkelerinin ayrı devlet olmaları ya da İngiliz veya Fransız sömürgeleri olmaları bir şeyleri değiştirmemiş aksine işler daha da kötüye gidince Orta Doğu devletlerinde sürekli savaş senaryoları birbirini izlemiştir. Batı emperyalizmine karşı birlikte davranamayan Türkler ve Araplar ortak dayanışma düzeni kuramamanın faturasını ağır ödemişler, sürekli terör ve savaşlar ile bitme noktasına getirilmişlerdir. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler Birliğinin önce Irak’a girmesi, sonra Suriye’de ve Kıbrıs’ta kendine bağlı siyasal yapılanmalara gitmesi üzerine işler daha da kızışmış, Almanya ve Rusya gibi doğu güçlerine karşı İngiltere, Fransa ve ABD batı güçleri olarak her zaman devrede olmuşlardır. ABD’nin sırtından kurulmuş olan İsrail ise, bölgenin savaş motoru olarak sürekli bir sıcak çatışma ortamının yaratıcısı olmuştur. Sovyetler Irak ve Suriye’yi kendilerine bağladıktan sonra Kıbrıs’a çıkmışlar ve bu adada dünyanın en güçlü komünist partilerinden birisini oluşturarak, Orta Doğu bölgesindeki hegemonya kavgasında yerlerini almağa çalışmışlardır. İşte bu aşamada, Mısır’da devrim olmuş, krallık yıkılarak cumhuriyet yönetimine geçilmiştir. Cemal Abdülnasır, Mısır Cumhurbaşkanı olarak, bölgeye Arap birliğini getirmek istemiş ve bu doğrultuda Suriye ile anlaşarak, Birleşik Arap Cumhuriyetini ilan etmiştir. Böylece, Yusuf Akçura’nın Osmanlıcı yapamadığı ve İslamcı çizgide Türkiye ile bir araya getiremediği Mısır devleti, bölgenin en büyük Arap devleti olarak kendisinin merkezinde yer aldığı bir Büyük Arap Birliği projesini uygulama alanına getirmiştir. Nasır’ın öncülüğünde ilan edilen Birleşik Arap Cumhuriyeti bütün Arap devletlerini birliğe davet etmiş ama batılı emperyal güçler ile Siyonistlerin işbirlikçi ve çıkarcı politikaları sayesinde, Büyük Arap Birliği projesinin gerçekleştirilmesi önlenmiştir.   

                Yeni dönemde, İslamcılık batı işbirlikçisi hanedanlar ya da emperyalizm destekli diktatörlükler aracılığı ile devre dışı bırakılınca, Arap milliyetçiliği öne geçmiş ve Mısır devlet başkanı Nasır’da bu doğrultuda Suriye’yi yanına alarak Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. İkinci aşamada Irak devleti de bu birleşik devlet çatısı altında yer alırken Saddam Hüseyin Irak’da batı destekli darbe yaparak, Irak’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne girmesini önlemiştir. İran’a ve bölgedeki Şii hegemonyasına karşı sürekli olarak batı destekli hareket eden Saddam Hüseyin aynı zamanda Humeyni rejimi ile savaşarak, İran’ın bölgeye girmesini önlemiş ayrıca daha sonraki dönemde ABD provakasyonu doğrultusunda hareket ederek ve Kuveyt’i işgal ederek Amerikan ordusunun merkezi alana gelmesinin ortamını yaratmıştır. Tarihte üç kez ABD politikalarına hizmet etmiş olan Saddam Hüseyin, sonraki aşamada İsrail’in Irak’ı üçe bölme senaryoları doğrultusunda iktidardan indirilerek yok edilmiştir. En yakın işbirlikçisini çıkarları için feda etmekten çekinmeyen batı emperyalizmi, tüm bölgede işbirlikçi iktidarlar aracılığı ile hegemonyasını sürdürmeye çalışmış ve gerektiğinde her aşamada sıcak çatışmalar ya da savaşlar çıkartarak üstünlüğünü sürdürmüştür. Kuveyt sorunu ile bölgeye gelerek yerleşen Amerikan ordusu sonraki aşamalarda İsrail’in güvenliği için tüm bölge ülkelerinde savaşmak zorunda kalmıştır. Ne var ki, Irak savaşı sonrasında beş trilyon dolar borca batarak ciddi güç kaybına uğrayan Amerikan emperyalizmi, Irak benzeri bir büyük savaşa bölge ülkelerinde girmekten kaçınmıştır. Bush döneminde sekiz yıl İsrail’in çıkarları için Orta Doğu savaşına kilitlenen Amerika Birleşik Devletleri, bu yüzden dünya kıtaları üzerindeki hegemonyasını yitirmiş, Latin Amerika ve Avrupa Birliği ABD’den bağımsız hareket etmeye başlamış, Rusya kuzey denizinde, Çin ve Hindistan ise Afrika kıtasında yeni hegemonya alanları ele geçirmiştir. İsrail’i korumak uğruna ABD pasifik okyanusundaki bütün güvenliğini tehdit altına atmıştır.

                ABD’nin ilk zenci başkanı göreve gelir gelmez, ülkesini Bush yönetiminin ve Neo-Con denilen Siyonistlerin çılgınlıklarından kurtarmak üzere yeni politikalar geliştirmiştir. Siyonistlerin Büyük İsrail Projesi ABD’nin kullanılmasıyla zamanla Büyük Orta Doğu projesine dönüştüğü için, bölgede İsrail karşıtlığı ile beraber ABD düşmanlığı da giderek tırmanmıştır. Bu gibi düşmanlıkları gizlemek isteyen emperyalistler ve Siyonistler bölgeye çatışma senaryosu olarak Şii-Sünni çatışmasını getirmişlerdir. Bunun tam karşıtı bir doğrultuda da yeni bir barış düzeni olarak da ılımlı İslam yaklaşımını getirerek din üzerinden bir barış ortamı oluşturmak için çalışmışlardır. İslam dininin modernize edilmesi ve tıpkı Avrupa’da Hrıstiyanlığın çağdaşlaştırılması gibi yeni bir çağdaş düzene kavuşturulması doğrultusunda ılımlı bir İslam düzeni öngören proje, ABD desteği ile uygulama alanına getirilmiştir. Özellikle, Atatürk’ün laik devletinde ilk denemesi yapılan bu ılımlı İslam politikalarının daha sonraları Orta Doğu’nun bütün İslam ülkelerine taşınması gündeme gelince, Arap baharı adı altında Mısır ve Tunus’ta halk kitleleri sosyal medya kullanılarak ayaklandırılmıştır.  Mısır’da ilk çıkışı yapılan, Tunus’ta yaygınlık kazanan Arap baharı sürecinde Libya’da Kaddafi rejimi yok edilmiş   ve Mısır’da diktatörlüğe son verilmiştir. Mısır’da askeri rejim ile diktatörlüğe son verilirken, yirminci yüzyılın başlarında İslam dünyasını örgütlemek ve dini cemaatlere karşı denge sağlamak üzere oluşturulan Müslüman kardeşler örgütünün iktidara gelmesinin önü açılmıştır. İsrail Armegeddon senaryosu doğrultusunda Şii-Sünni çatışmasını bölgede kışkırtırken, İngiltere Müslüman Kardeşlerin Mısır’da iktidara gelmesiyle bir denge sağlamak istemişti. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymayınca, bir yıl sonra Mısır’da ikinci askeri darbe ile bu kez Müslüman kardeşlerin başı olarak seçilmiş olan Mursi, cumhurbaşkanlığı makamından indirilerek hapse atılmıştır.

                Mısır ordusu, ikinci dünya savaşı sonrasında her yıl düzenli biçimde ABD bütçesinden dış yardım alan Mısır devletinin silahlı kuvvetleri olarak güçlü bir yapılanmaya sahiptir. Bu doğrultuda ülkenin demokrasiye geçişinde diktatörlüğe son verilmiştir. Ne var ki, Müslüman kardeşler iktidarı döneminde   ülkede hızlı bir İslamizasyon politikasına kayılması, nüfusun yüzde on beşini bulan gayrimüslimlerin bu durumdan rahatsızlık duyması üzerine, batı dünyasında Mısır karşıtı hareketler tırmanmış ve bunun sonucunda ordu ikinci kez müdahale ederek, İslamcı bir partinin getirdiği cumhurbaşkanını iktidardan indirerek bir yıl ara ile ikinci kez müdahale etmek zorunda kalmıştır. Dış dinamikler ile iç dinamiklerin kesişme noktasında ikinci kez gündeme gelen ordu müdahalesi, Mısır halkını ayağa kaldırmış ve bu doğrultuda ülke yeniden bir ara rejime girmek zorunda kalmıştır. Tahrir meydanında toplanan kalabalıklar gayrimüslimlerin yönlendirmesiyle laik bir modeli Mısır için isterken, Adeviye meydanında toplanan Müslümanlar ya da İslamcılar Müslüman kardeşler Partisinin programı doğrultusunda, İslamcı bir Mısır doğrultusunda direnmeye devam etmişlerdir. Tahrir ve Adeviye meydanlarındaki kalabalıklar, Hrıstıyan Kıptilerin öncülüğündeki Gayrimüslimler ile Müslüman Kardeşler örgütü yönetiminde Müslümanları karşı karşıya getirerek, Mısır gibi büyük bir devleti ciddi bir siyasal kriz ile karşı karşıya bırakmıştır. Nasır liderliğinde Arap Birliği öncülüğü yapamayan Mısır, şimdi Müslüman Kardeşler Örgütü girişimleri ile bir Büyük İslam Birliğini Kahire merkezli   bir biçimde kurmaya çalışmaktadır. Mısır’da bu gelişmeler olurken, Suriye’de iç savaşın tırmandırılması da tesadüf olmamış aksine, yerleşik düzenlerin yıkılması doğrultusunda dışarıdan kışkırtmalar ile bölgesel savaş yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. İsrail ile Mısır arasında bir Hrıstiyan Kıpti devleti isteyen Siyonistler ve emperyalistler, Tahrir ve Adeviye karşıtlığını tırmandırarak Mısır’ı önce bir iç savaşa sürüklemek ve daha sonra da Irak ve Suriye de görüldüğü gibi yeniden parçalamak istemektedirler.

                Orta doğu’da gelinen yeni aşamada İsrail yarım kalan Armegeddon senaryosunu İran ile savaş doğrultusunda ve Şii-Sünni çatışmaları sayesinde tamamlamaya çalışırken, İngiltere, ABD ve Fransa gibi batılı ülkeler de ılımlı İslam girişimleri üzerinden Arap ülkelerinde daha modern bir siyasal yapılanma talep etmektedirler. Türkiye başbakanı kendi ülkesinde laiklik rejimini sınırlamaya çalışırken, Mısır’ın başkenti Kahire’de devletin laik olması gerektiğini açıkça vurgulaması, ancak batının merkezi alanda laik devlet düzeni için ısrar etmesi ne bağlanabilir. Ne var ki, Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler tam bir İslamizasyon ile din devletine yönelirken, laik devlet meselesini devre dışı bırakmışlardır. Mısır ordusunun bir yıl içinde ikinci kez müdahale etmesinin nedeni olarak Mısır’da tam bir İslamizasyon girişiminin dayatılması gösterilmektedir. Suudi Arabistan benzeri bir Orta Çağ düzenini, Akdeniz’de kıyısı olan Mısır ve Suriye gibi ülkelerde görmek istemeyen batılı ülkeler, Mısır ordusunu destekleyerek, bu ülkede Türkiye ve Tunus gibi laik ve çağdaş bir cumhuriyet rejiminin kurulabilmesi için destek vermektedirler.  Atatürk gibi çağdaşlaştırıcı bir önderden yoksun olan Mısır devleti ve Arap dünyası yeni bir Nasır arayışı içine girmiş ve bu nedenle Mursi’den vazgeçme aşamasına gelmişlerdir. Arap birliği ya da İslam birliği kuramayan Mısır devleti, şimdi aşırı İslamcı politikalar ve dinci yönetim yüzünden kendi ülkesinin birliğini de koruyamayacak bir duruma doğru sürüklenmektedir. Ülkedeki yüzde on beşlik gayrimüslim nüfusun rahatsızlığı Mısır’ın bütün dış ilişkilerine yansımakta ve bu devlet giderek   dış dünyadan soyutlanma noktasına gelmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında, Yusuf Akçura’nın önerdiği “Üç tarzı siyaset”ten hiçbirisini uygulama alanına getiremeyen Mısır devleti, bugün merkezi coğrafyanın tek batılı demokrasisi ve çağdaş bir cumhuriyet devleti olan Türkiye’yi örnek alarak yakın durmak zorundadır. Her iki ülkede laik ve çağdaş yaşam düzeninde her din ve inançtan insanlar, özgür bir biçimde yaşayacaklardır. Hiç kimsenin zorla bir din düzenine yönlendirilmesi çağdaş demokrasilerde mümkün değildir. Üç tarzı siyaseti gerektiği gibi uygulayamayan Mısır’ın önünde tek tarzı siyaset kalmaktadır. O da Türkiye’de çağdaş koşullarda başarılı olmuş olan Kemalist cumhuriyet modelidir.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN