14 Mart 2021 Pazar

MISIRDA TEK TARZI SİYASET - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 MISIRDA TEK TARZI SİYASET

                  Haritadan bakıldığı zaman Akdeniz’in kuzeyinde Türkiye ile güneyinde Mısır iki büyük ülke olarak karşı karşıya durmaktadır. Tarihin her döneminde bu iki ülke ya bir arada olmuşlar ya da haritada olduğu gibi karşı karşıya gelmişlerdir. Antik çağlarda eski Mısır uygarlığı bu ülkede sürüp giderken, uygarlığın Anadolu üzerinden kuzeye ve batıya doğru yayıldığı görülmekte, insanlık tarihinin en eski çağlarından bu yana Mısır ve Türkiye’nin üzerinde kurulu bulunduğu topraklar, her zaman için önemli siyasal gelişmelerin üzerinde cereyan ettiği tarihsel bir alan olarak gündeme gelmektedir. Eski Mısır’dan çıkan uygarlık Mezopotamya üzerinden bu ülkeye geldiği gibi, Anadolu üzerinden de Avrupa kıtasına yayılmıştır. Bu çerçevede her iki ülkede meydana gelen siyasal gelişmelerin birbirini etkilediği, hatta daha da ileri giderek zaman zaman iki ülkeyi bir araya getiren önemli siyasal gelişmelerin ortaya çıktığı görülmektedir. Roma ve Bizans imparatorlukları sonrasında Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları döneminde de bu jeopolitik gerçeklik değişmemiş ve iki ülkede birbirini etki altında bırakan siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra tarih sayfalarındaki yerlerini almıştır. Batılıların Orta Doğu adını verdiği, dünyanın merkezi coğrafyasının kaderi belirlenirken hem Mısır hem de Anadolu yarımadasındaki yeni oluşumlar en ön planda etkili olmuşlardır.

                Bin yıl önce Türklerin Kuzey ve Orta Asya’dan ön Asya topraklarına gelişi ile başlayan son dönemde, bugün Türkiye olan Anadolu yarımadası ile Nil ırmağının üzerine kurulu bulunan Mısır arasındaki ilişkiler daha da yakın olmuş ve her iki ülke tek ve büyük bir bölgesel imparatorluğun sınırları içerisinde yer almaya devam etmişlerdir. Orta Doğu topraklarında sahneye çıkan üç büyük din çevreye yayılırken iki ülke arasındaki ilişkiler daha da sıklaşmış ve daha sonraki aşamada dinler arası rekabet ve çekişme süreçleri öne çıkarken, ülkeler arasında karşı karşıya gelme kendiliğinden gündeme gelmiştir. Özellikle, halifeliğin Memluk devletinden Osmanlı İmparatorluğuna geçiş süreci içerisinde, Mısır ile Türkiye arasında savaş olmuş ve Osmanlılar halifelik ünvanını bu ülkenin elinden alarak, bütün İslam dünyasının tek merkezi konumuna yükselmişlerdir. Osmanlı döneminde  beş asrı geçen bir zaman dilimi içerisinde, iki ülke ortak bir egemenlik çatısı altında bir araya gelebilmişler ama yirminci yüzyıla doğru batı emperyalizminin merkezi coğrafyaya girişi ile beraber  ,batılı emperyalist devletler  Kavala’dan gelmiş olan Mısır hidivi Mehmet Ali paşayı kışkırtarak ve destekleyerek Mısır’ı İstanbul’dan ayrı bir yönetime doğru sürüklemişler ve bu büyük ülkenin Osmanlı devletinden ayrılmasını sağladıktan sonra da, o dönemin dünya devleti olan Büyük Britanya İmparatorluğu Mısır’a  gelerek yerleşmiştir. 1878 yılında Kıbrıs’a giren İngilizler yanlarına Fransızları’da alarak, Birinci dünya savaşı öncesinde Osmanlıların Orta Doğu topraklarını ele geçirmeye ve paylaşarak sömürgeleştirmeye yönelmişlerdir. Bugünkü Orta Doğu haritası o dönemin en güçlü emperyal devletleri olan İngiltere ve Fransa iş birliği sayesinde çizilmiştir. Birinci dünya savaşı sona ererken, bir İngiliz subayı ile Fransız ordusunun bir temsilcisinin, Mısır’ın başkenti Kahire’de bir araya gelerek, Sykes-Picot hattı denen bugünün Orta Doğu devletlerinin sınırlarını çizmiş ve cihan savaşı sonrasında dünya barışı arayışını karşılayabilme doğrultusunda yeni bir düzeni bütün dünyaya kabul ettirmeye çalışmışlardır. Osmanlı devleti çökerken, batının önde gelen iki sömürge imparatorluğu merkezi alana girerek kendi hegemonyaları doğrultusunda bölgeyi yeniden dizayn ediyordu. İmparatorluklar dönemi sona ererken ulus devletler aşamasına geçiliyor ve dünya haritasının orta alanında dönemin özelliklerine uygun yeni ulus devletler ulusal sınırlarla belirlenirken, Türkiye ve Mısır ayrı devletler oluyordu.  

                Osmanlı İmparatorluğu gibi dünyanın merkezi coğrafyasını yedi yüzyıl kontrol altına almış bir büyük dünya devleti dağılma aşamasına gelirken ülkeyi içine sürüklendiği çıkmazdan kurtarabilmek üzere, aydınlar bir arayış içerisine giriyor ve yeni çıkışlar ya da örgütlenmeler yaparak, Osmanlı devletini kurtarmaya çaba gösteriyorlardı. İngilizlerin Yunanistan’ı Osmanlı hegemonyasından kurtarmasından sonra başlayan çöküş süreci içerisinde, imparatorluğun son yüzyılı yaşanıyor ve bu büyük devleti kurtarabilme uğrunda birçok girişim ya da çıkış arayışı öne çıkıyordu. Avrupa’da ulusculuk akımları Fransız devrimi sonrasında hızla yayılırken, krallıklar zaman içerisinde ulus devletlere dönüşüyordu. Uluslaşma süreci bütün imparatorlukları derinden sarstığı gibi Osmanlı devletini de yakından etkileyerek bölünme batağının içerisine doğru itekliyordu. Bu nedenle Osmanlılar imparatorluktan ulus devlete geçiş için önce Osmanlıcılık akımını örgütlemeye çaba gösteriyorlar ama bu doğrultuda başarılı sonuç alamayınca da Balkan ülkelerinde başlayan Balkanizasyon oluşumları, Osmanlıları Avrupa kıtasının dışına doğru sürüklüyordu. Avrupa kıtasındaki ulusalcılık akımlarının zaman içerisinde mikro milliyetçiliğe dönüşmesi yüzünden Avrupa kıtasındaki topraklarını elinden kaçıran Osmanlılar, geride kalan Orta Doğu topraklarını kurtarabilmek için yeni arayışlara giriyorlardı. Bu aşamada, Anadolu ve Arap yarımadalarını tek ve büyük bir çatı altında yeniden bir araya getirecek din esaslı bir devlet arayış içerisine giriyorlar ama gene de bir sonuç alamıyorlardı.

                Bu tür arayışlar devam edip giderken, Tataristan’ın başkenti Kazan kentinde doğmuş bir Türk aydını Türkçülüğün öncüsü olarak ortaya çıkıyor, Osmanlıcılık akımının başarısız kaldığı bir aşamada Türkçülük akımını yeni bir alternatif olarak öne sürüyordu. Osmanlı imparatorluğunun kurtarma çabaları Balkanlar’da ve Anadolu’da başarısız kalınca, Rusya topraklarından gelen bir Tatar Türkü, Türkçülük akımının öncüsü olarak tarihsel bir belge hazırlıyor ve bunu Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlıyordu. İngilizler ile Fransızlar Kahire’de bir araya gelerek, Osmanlı imparatorluğunun geride kalmış Orta Doğu topraklarını paylaşmaya çalışırken, Kazan’lı Yusuf Akçura “Üç tarzı siyaset “ adı ile tarihe geçmiş olan önemli siyasal metnini, gene Kahire’de yayınlanan “TÜRK “ isimli bir gazetede ilk kez yayınlayarak  yeni bir tartışmayı beraberinde başlatıyordu. Emperyalizm bölgeye kendi askerleri ile Sykes-Picot adı verilen sömürgeleşme sınırlarını dayatırken, Rusya’da Rus milliyetçiliğine karşı çıkmış bir Türkçü aydın, Osmanlı imparatorluğu gibi merkezi bir büyük devleti kurtaracak çözüm önerilerini “Üç tarzı siyaset “ belgesi ile Mısır’ın başkenti Kahire üzerinden  duyuruyordu . İşin ilginç yanı, Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul’da böyle bir çıkış yapılması gerekirken, Mısır’ın merkezinin çıkış yeri olarak seçilmesidir. Yusuf Akçura gibi tarihi, coğrafyayı ve dünyayı iyi bilen bir düşünce ve siyaset adamının Osmanlı devletini kurtaracak siyasal reçetesini İstanbul yerine Kahire’de açıklamasının arkasında, bütün merkezi alanı kurtaracak bir yaklaşımın sergilendiği görülmektedir. Batılıların Orta Doğu adını verdikleri Anadolu ve Arap yarımadalarının bütünlüğüne seslenmek isteyen Yusuf Akçura, Kahire’deki çıkışı ile hem Türkler hem de Araplar için çözüm yolları önererek, emperyalizmin orta alana girişini önlemeye çalışmıştır. Batı emperyalizmine karşı merkezi alanının bağımsızlığının korunabilmesinin ancak bir Türk ve Arap dayanışması içerisinde olabileceğini iyi gören Yusuf Akçura, geleceğe dönük manifestosunu İstanbul yerine Kahire’de yayınlamayı daha doğru buluyordu. Bu çıkış Türklerin üzerinde yaşadığı Anadolu yarımadası ile Arapların üzerinde yaşadığı Arap yarımadası birlikteliğinin yeni dönemde de sürdürülmek istendiğini açıkça gösteriyordu. İki yarımada halkının dayanışması ile batı emperyalizminin merkeze girişi ancak önlenebilecekti.

                Yusuf Akçura’nın Kahire’de Osmanlı imparatorluğunu kurtarmak üzere bütün dünyaya ilan ettiği manifestonun adı “üç tarzı siyaset” idi ve bu metinde önerilen yollar da Osmanlıcılık, İslamcılık ile beraber Türkçülük’tü. Fransız devrimi sonrasında Osmanlı aydınlarının çok uğraştığı Osmanlıcılık akımı gerçekleşemeyince ve tüm Osmanlı ahalisinden bir Osmanlı milleti ortaya çıkarılamayınca, bu kez İslamcılık arayışları başlamış ve İslamın arkasından gidilerek Osmanlıların yeniden bir araya getirilebileceği savunulmuştur. Yusuf Akçura bu yüzden manifestosunda   Osmanlıcılık’tan sonra ikinci yol olarak İslamcılığı öneriyordu. Osmanlı milletinin kurulamamasından sonra İslamcılık üzerinden bir İslam milleti yaratma girişimleri de Balkan savaşları ile çıkmaza giriyordu. Osmanlı ahalisinin Balkanlar’da yaşayan küçük Hırıstiyan toplulukların imparatorluktan koparak bağımsız devlet konumuna gelmeleriyle, İslamcılık akımının da imparatorluğu kurtaramayacağı ortaya çıkıyordu. İki temel yolun Osmanlı için kurtarıcı olamayacağı ortaya çıkınca, bunun üzerine Rusya topraklarında Rus milliyetçiliğine karşı Türkçülük akımını örgütlemiş olan Yusuf Akçura, Kuzey Asya’daki birikimden yararlanarak Ön Asya bölgesi için de Türkçülük akımını geçerli bir çıkış yolu olarak öneriyordu. Balkanizasyon süreci yüzünden hem Osmanlıcılık hem de İslamcılık önerileri geçersiz kalınca, geriye üçüncü ve son alternatif olarak Türkçülük akımı kalıyordu. Tataristan kökenli bir Türk’ün Kazan’dan kalkıp gelerek Mısır’ın başkenti Kahire’de üç tarzı siyaset başlığı altında kurtuluş yolları önermesi, tam anlamıyla emperyalizme karşı çıkış doğrultusunda Osmanlı hinterlandını, Mısır’ın da içinde bulunduğu bir biçimde kabul ettiğini bütün dünyaya gösteriyordu. Yusuf Akçura’ya göre, Batıdan gelen haçlı seferlerine ve Hrıstiyan emperyalizmine karşı Araplar ve Türkler tarihte olduğu gibi gene birlikte olacaklar ve bir dayanışma düzeni içerisinde bölgede bağımsız bir gelecek kuracaklardı.

                Arap yarımadasının yanı başında yer alan ve nüfusunun büyük çoğunluğunun Arap olduğu bir ülke olan Mısır’da, Türkçülük akımını ortaya koymak ya da savunmak pek de kolay bir iş değildi. Ne var ki, tarihten gelen ortaklıklar ve aynı bölgede iki halkın birlikte yaşaması, Osmanlı imparatorluğu çatısı altında yedi asır süren birlikte yaşam Türkler ile Arapları emperyalizme karşı bir araya getiriyor ve ortak bir gelecek arayışını öne çıkarıyordu. Balkanlar’daki Hrıstiyan ülkelerin imparatorluktan kopmalarından sonra bir ortak İslam devleti arayışı gündeme gelmiş ama İngilizlerin Arap ve Türk milliyetçiliklerini iki halk arasında kışkırtması yüzünden, bu konuda olumlu bir sonuç elde edilememiştir. Anadolu yarımadası üzerinden İngilizler Suriye ve Irak sınır hatlarını cetvel ile düz bir çizgi doğrultusunda belirleyerek, yeni dönemde Araplar ile Türklerin eskisi gibi bir arada yaşamalarının önünü kesmiştir. Osmanlı döneminde olduğu gibi bir Türk Arap birlikteliğini istemeyen batılı emperyalistler, Arap milliyetçiliğini Türklere karşı Türk milliyetçiliğini de Araplara karşı kışkırtarak, bölge halklarının Osmanlı devleti gibi yeni bir büyük imparatorluk çatısı altında ortak hareket etmelerini önlemişlerdir. Böylece, İngiltere ve Fransa’nın bir araya gelerek Orta Doğu’da kendi egemenlik düzenlerini kurmalar önlenmiştir. Bunların üzerinden de geleceğe dönük bir biçimde Siyonist İsrail yapılanmasının önü açılmıştır. Sykes-Picot hattına bakıldığı zaman, asıl amacın geleceğe dönük yeni bir İsrail devletinin üçüncü kez kutsal topraklar üzerinde kurulmasının planlandığı ve bu doğrultuda Türkler ile Arapların arasının açıldığı, Osmanlı toprakları birçok devlete bölünerek, Türklere ve Araplara karşı bir Siyonist yapılanmanın merkezi alanda düşünüldüğü görülmüştür. Böylesine emperyal ve siyonist amaçlar için Türkler ile Araplar birbirine düşürülerek ayrılmış ve böylece Mısır ile Türkiye ayrı devletler olarak ortaya çıkmışlardır. Kavalalı döneminde başlatılan ayrılıkçılık sonraki aşamalarda iyice genişletilerek, Türk-Arap düşmanlığına dönüştürülmüş, böylece emperyalistlerin bölgeye girmesi ile Siyonist İsrail devletinin kurulması doğrultusunda elverişli bir ortam yaratılmıştır. Fransızlar Lübnan ve Suriye üzerinden İngilizler de Mısır ve Irak üzerinden bölgede yayılırken, batıdan gelen Siyonistler de bu durumdan yararlanmasını bilmişlerdir.

                Mısır tarihte her zaman için bir büyük ülke ya devlet olarak dünya tarihinde yerini almıştır. Ne var ki, Akdeniz ve merkezi alanı kucaklayan büyük imparatorlukların kurulması dönemlerinde Mısır bağımsız kalamamış, böylesine büyük bölgesel birlikteliklerin içerisinde yerini almak zorunda kalmıştır. İslam dünyasının ve Osmanlı coğrafyasının bir parçası konumunda olan Mısır’da her iki akımında geçerli olması beklenirken, Osmanlı devletinin dağılması ve batılı emperyalistlerin bölgeye girmeleri yüzünden, Osmanlıcılık ve İslamcılık Mısır’ı Türkiye’ye bağlayamamış, geçmişten gelen büyük devlet ve ülke yapılanması ile Mısır yeni dönemde bir İngiliz sömürgesi olarak öne çıkmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında yeni bir dünya düzeni Britanya İmparatorluğu merkezli oluşturulurken, Mısır bir İngiliz sömürgesi olarak İngiliz milletler topluluğu olan Commonwealth örgütlenmesi içindeki yerini almıştır. Yusuf Akçura böylesine bir aşamada, Mısır halkı için bir kurtuluş yolu olarak da üçüncü seçenek anlamında Türkçülük akımını önermiştir. Yedi yüzyıl boyunca Osmanlı devleti çatısı altında Türkler ile birlikte aynı çatıyı paylaşan Arapların batı emperyalizminin eline düşmesini önleyecek tek yol, güçlü bir Türkçülük akımı olarak görülüyordu. İngiltere ve Fransa hem ulus devlet hem de bir sömürge imparatorluğu konumlarında oldukları için, bir anlamda ulus imparatorluğu statüsüne sahip bulunuyorlardı. Bu gibi ulus imparatorluklarına karşı çıkabilmek ve emperyal baskılara karşı direnebilmek için, Osmanlı devletinin yerine bir ulus imparatorluğu olarak Türkçülük akımı sayesinde büyük bir Türk imparatorluğu tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi, gene merkezi alan üzerinde kurulabilmeliydi. Özellikle, kuzey Asya’nın Türk nüfus ağırlıklı bölgelerinin Rusya’nın emperyal yayılmasıyla Slavların egemen olduğu yeni bir millet imparatorluğuna dönüşmesi üzerine, Osmanlı devletinin geri çekildiği Ön Asya ve merkezi coğrafya toprakları üzerinde İngiliz, Fransız, Rus ve Alman millet imparatorlukları ile baş edebilecek güçlü bir Türk millet imparatorluğu oluşturulması fikri Yusuf Akçura aracılığı ile tartışma sahasına geliyordu. Bu nedenle, hegemonya çekişmesi aşamasında, Arap toplumlarına doğru Türkçülük akımı yeni bir merkezi büyük devlet oluşturma yolu olarak öneriliyordu.

                Türkçülük akımı önce Rusçuluk akımına karşı kuzey Asya’da gündeme geliyor ve daha sonraki aşamada da değişik ülkelerde yaşamakta olan Türk asıllı kavimler üzerinden, Orta ve Ön Asya bölgelerinde hızla yayılıyordu. Kısa zamanda Avrasya bölgesinde üç yüz milyonu bulan bir Türk ve Müslüman kitle dünya sahnesine çıkıyordu. Rus, Fransız, İngiliz ve Alman millet imparatorlukları dünyanın merkezi alanının kendi emperyal düzenleri doğrultusunda ele geçirmeye çaba gösterirken, tarihin her döneminde devlet kurmuş ve on bin yıllık insanlık tarihinin her döneminde ayrı bir siyasal varlık olarak kendini göstermiş olan Türklerin, bu duruma seyirci kalmalarını beklemek gerçekçi olmazdı. Rus milleti ya da İngiliz, Alman ve de Fransız milletleri kendi millet imparatorluklarını kurarak küresel hegemonya peşinde koşarken, on bin yıllık insanlık tarihi boyunca tarihte her zaman var olmuş olan Türklerin ellerini kollarını bağlayarak oturmalarını beklemek ya da bu durumda Türklerin değişime sadece seyirci kalmasını istemek hiç de gerçekçi bir tutum değildi. Nitekim, Birinci Dünya savaşı sürecinde dünya yeniden kurulurken, yıkılmış olan Osmanlı devletinin topraklarında Türkler bir ölüm kalım savaşı vererek ayakta kalmışlar ve Kuvayı milliye zaferini daha sonra bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devletine dönüştürerek ayakta kalmışlardır. Ulusal kurtuluş savaşı, merkezi alanı ele geçirmek isteyen millet imparatorluklarına karşı, Türk milletinin vermiş olduğu bir ayakta kalma mücadelesidir. Orta Doğu bölgesini oluşturan Anadolu ve Arap yarımadaları batının millet imparatorlukları tarafından istila edilirken, Türklerin de kendi millet imparatorluklarını oluşturma doğrultusunda hareket etme hakkı vardı. Ne var ki, İngilizler Arap milliyetçiliğini kışkırtarak yeni bir Türk imparatorluğu çatısı altında Arap ve Türk topluluklarının beraberce yer almalarını öncelikle engellemişlerdir.  Araplar ile Türklerin yolunu ayıran İngilizler, hem Anadolu Türklerinin Balkanlar ve Kafkasya ile bağlarını keserek onları Anadolu’ya hapsetmişler   ve Türklerin yeniden bir imparatorluğa yönelmelerinin önünü kesmişler hem de Arap topraklarını çeşitli devletlere bölerek bir büyük Arap birliğinin kurulmasının da önüne geçmişlerdir.

                Yeni dönemde Araplar ile Türkleri birbirinden ayıran, Arapları parçalayarak Birleşik Arap devletinin önünü kesen ve Türk dünyasını paramparça ederek ortada bırakan batı emperyalizmi Siyonizm ile iş birliği yaparak yirminci yüzyılda merkezi coğrafyaya farklı bir biçim vermiş ama gerçekçi bir düzen kurulmadığı için, Orta Doğu yüzyıl boyunca savaşların ve kanlı çatışmaların sürüp gittiği bir karanlık bölge konumuna gelmiştir. Fransızların felaketler coğrafyası adını verdiği merkezi alanda Orta Doğu sürekli olarak çıban başı olmuş ve birçok olay birbiri ardı sıra devam edip gitmiştir. İngilizler, iskambil kağıtlarındaki gibi kukla krallıkları kendilerine bağlı bir biçimde kurmuşlar, Sovyetler Birliği zaman zaman Orta Doğu ülkelerine müdahale ederek bu kukla krallıkların yıkılmasına neden olmuştur.  Yirminci yüzyıl boyunca Orta Doğu bir istikrarsızlık adası olarak sürekli çatışmalara sahne olmuş, bölgede bir savaş devleti olarak İsrail’in kurulmasından sonra iş çığırından çıkarak, her zaman için bölge savaşına dönüşecek derecede sıcak gerginlikler bölge halklarını rahatsız etmiş ve yeni kurulan Arap devletleri de emperyalizmin kuklası olmanın ötesine gidememişlerdir. İngilizler ve Fransızlar’dan sonra bölgeye Almanya ve Rusya’nın da karışmaya başlaması üzerine, yirminci yüzyılın ikinci yarısında Orta Doğu sürekli savaş ve terör alanına dönüşmüştür. Lübnan bir terör üssü olarak düzenlenmiş ve küçük ülkeden bölgeye yayılan terör grupları, Orta Doğu ülkelerini sürekli savaş konumuna getirmiştir. Felaketler coğrafyası adı verilen merkezi bölge zaman içerisinde giderek tırmanan savaşlar yüzünden, tam anlamıyla bir karanlıklar coğrafyasına dönüşmüştür.

                Osmanlı sonrasında, Arabistan, Irak, Ürdün, Mısır, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri İngiliz milletler topluluğu içinde yerlerini alırken, Lübnan ve Suriye’de Fransız milletler topluluğu içinde Afrika ülkeleri ile birlikte üye olarak yerlerini almışlardır. Ne var ki, İngiliz ve Fransız şemsiyeleri SSCB yüzünden bölgede tam bir güvenlik sağlayamamıştır. ABD’nin ikinci dünya savaşı sonrasında Orta Doğu’ya gelmesi ve kutsal topraklarda İsrail’in kurulmasıyla yeni bir aşamaya girilmiş, bu noktadan sonra Sovyetler Birliği ve Almanya’da diğer emperyal ülkeler olarak bölgede devreye girerek hegemonya rekabeti içinde yerlerini almışlardır. Bu aşamadan sonra da eski Osmanlı hinterlandı bir barut fıçısına dönüşmüştür.  Arap ülkelerinin ayrı devlet olmaları ya da İngiliz veya Fransız sömürgeleri olmaları bir şeyleri değiştirmemiş aksine işler daha da kötüye gidince Orta Doğu devletlerinde sürekli savaş senaryoları birbirini izlemiştir. Batı emperyalizmine karşı birlikte davranamayan Türkler ve Araplar ortak dayanışma düzeni kuramamanın faturasını ağır ödemişler, sürekli terör ve savaşlar ile bitme noktasına getirilmişlerdir. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler Birliğinin önce Irak’a girmesi, sonra Suriye’de ve Kıbrıs’ta kendine bağlı siyasal yapılanmalara gitmesi üzerine işler daha da kızışmış, Almanya ve Rusya gibi doğu güçlerine karşı İngiltere, Fransa ve ABD batı güçleri olarak her zaman devrede olmuşlardır. ABD’nin sırtından kurulmuş olan İsrail ise, bölgenin savaş motoru olarak sürekli bir sıcak çatışma ortamının yaratıcısı olmuştur. Sovyetler Irak ve Suriye’yi kendilerine bağladıktan sonra Kıbrıs’a çıkmışlar ve bu adada dünyanın en güçlü komünist partilerinden birisini oluşturarak, Orta Doğu bölgesindeki hegemonya kavgasında yerlerini almağa çalışmışlardır. İşte bu aşamada, Mısır’da devrim olmuş, krallık yıkılarak cumhuriyet yönetimine geçilmiştir. Cemal Abdülnasır, Mısır Cumhurbaşkanı olarak, bölgeye Arap birliğini getirmek istemiş ve bu doğrultuda Suriye ile anlaşarak, Birleşik Arap Cumhuriyetini ilan etmiştir. Böylece, Yusuf Akçura’nın Osmanlıcı yapamadığı ve İslamcı çizgide Türkiye ile bir araya getiremediği Mısır devleti, bölgenin en büyük Arap devleti olarak kendisinin merkezinde yer aldığı bir Büyük Arap Birliği projesini uygulama alanına getirmiştir. Nasır’ın öncülüğünde ilan edilen Birleşik Arap Cumhuriyeti bütün Arap devletlerini birliğe davet etmiş ama batılı emperyal güçler ile Siyonistlerin işbirlikçi ve çıkarcı politikaları sayesinde, Büyük Arap Birliği projesinin gerçekleştirilmesi önlenmiştir.   

                Yeni dönemde, İslamcılık batı işbirlikçisi hanedanlar ya da emperyalizm destekli diktatörlükler aracılığı ile devre dışı bırakılınca, Arap milliyetçiliği öne geçmiş ve Mısır devlet başkanı Nasır’da bu doğrultuda Suriye’yi yanına alarak Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. İkinci aşamada Irak devleti de bu birleşik devlet çatısı altında yer alırken Saddam Hüseyin Irak’da batı destekli darbe yaparak, Irak’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne girmesini önlemiştir. İran’a ve bölgedeki Şii hegemonyasına karşı sürekli olarak batı destekli hareket eden Saddam Hüseyin aynı zamanda Humeyni rejimi ile savaşarak, İran’ın bölgeye girmesini önlemiş ayrıca daha sonraki dönemde ABD provakasyonu doğrultusunda hareket ederek ve Kuveyt’i işgal ederek Amerikan ordusunun merkezi alana gelmesinin ortamını yaratmıştır. Tarihte üç kez ABD politikalarına hizmet etmiş olan Saddam Hüseyin, sonraki aşamada İsrail’in Irak’ı üçe bölme senaryoları doğrultusunda iktidardan indirilerek yok edilmiştir. En yakın işbirlikçisini çıkarları için feda etmekten çekinmeyen batı emperyalizmi, tüm bölgede işbirlikçi iktidarlar aracılığı ile hegemonyasını sürdürmeye çalışmış ve gerektiğinde her aşamada sıcak çatışmalar ya da savaşlar çıkartarak üstünlüğünü sürdürmüştür. Kuveyt sorunu ile bölgeye gelerek yerleşen Amerikan ordusu sonraki aşamalarda İsrail’in güvenliği için tüm bölge ülkelerinde savaşmak zorunda kalmıştır. Ne var ki, Irak savaşı sonrasında beş trilyon dolar borca batarak ciddi güç kaybına uğrayan Amerikan emperyalizmi, Irak benzeri bir büyük savaşa bölge ülkelerinde girmekten kaçınmıştır. Bush döneminde sekiz yıl İsrail’in çıkarları için Orta Doğu savaşına kilitlenen Amerika Birleşik Devletleri, bu yüzden dünya kıtaları üzerindeki hegemonyasını yitirmiş, Latin Amerika ve Avrupa Birliği ABD’den bağımsız hareket etmeye başlamış, Rusya kuzey denizinde, Çin ve Hindistan ise Afrika kıtasında yeni hegemonya alanları ele geçirmiştir. İsrail’i korumak uğruna ABD pasifik okyanusundaki bütün güvenliğini tehdit altına atmıştır.

                ABD’nin ilk zenci başkanı göreve gelir gelmez, ülkesini Bush yönetiminin ve Neo-Con denilen Siyonistlerin çılgınlıklarından kurtarmak üzere yeni politikalar geliştirmiştir. Siyonistlerin Büyük İsrail Projesi ABD’nin kullanılmasıyla zamanla Büyük Orta Doğu projesine dönüştüğü için, bölgede İsrail karşıtlığı ile beraber ABD düşmanlığı da giderek tırmanmıştır. Bu gibi düşmanlıkları gizlemek isteyen emperyalistler ve Siyonistler bölgeye çatışma senaryosu olarak Şii-Sünni çatışmasını getirmişlerdir. Bunun tam karşıtı bir doğrultuda da yeni bir barış düzeni olarak da ılımlı İslam yaklaşımını getirerek din üzerinden bir barış ortamı oluşturmak için çalışmışlardır. İslam dininin modernize edilmesi ve tıpkı Avrupa’da Hrıstiyanlığın çağdaşlaştırılması gibi yeni bir çağdaş düzene kavuşturulması doğrultusunda ılımlı bir İslam düzeni öngören proje, ABD desteği ile uygulama alanına getirilmiştir. Özellikle, Atatürk’ün laik devletinde ilk denemesi yapılan bu ılımlı İslam politikalarının daha sonraları Orta Doğu’nun bütün İslam ülkelerine taşınması gündeme gelince, Arap baharı adı altında Mısır ve Tunus’ta halk kitleleri sosyal medya kullanılarak ayaklandırılmıştır.  Mısır’da ilk çıkışı yapılan, Tunus’ta yaygınlık kazanan Arap baharı sürecinde Libya’da Kaddafi rejimi yok edilmiş   ve Mısır’da diktatörlüğe son verilmiştir. Mısır’da askeri rejim ile diktatörlüğe son verilirken, yirminci yüzyılın başlarında İslam dünyasını örgütlemek ve dini cemaatlere karşı denge sağlamak üzere oluşturulan Müslüman kardeşler örgütünün iktidara gelmesinin önü açılmıştır. İsrail Armegeddon senaryosu doğrultusunda Şii-Sünni çatışmasını bölgede kışkırtırken, İngiltere Müslüman Kardeşlerin Mısır’da iktidara gelmesiyle bir denge sağlamak istemişti. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymayınca, bir yıl sonra Mısır’da ikinci askeri darbe ile bu kez Müslüman kardeşlerin başı olarak seçilmiş olan Mursi, cumhurbaşkanlığı makamından indirilerek hapse atılmıştır.

                Mısır ordusu, ikinci dünya savaşı sonrasında her yıl düzenli biçimde ABD bütçesinden dış yardım alan Mısır devletinin silahlı kuvvetleri olarak güçlü bir yapılanmaya sahiptir. Bu doğrultuda ülkenin demokrasiye geçişinde diktatörlüğe son verilmiştir. Ne var ki, Müslüman kardeşler iktidarı döneminde   ülkede hızlı bir İslamizasyon politikasına kayılması, nüfusun yüzde on beşini bulan gayrimüslimlerin bu durumdan rahatsızlık duyması üzerine, batı dünyasında Mısır karşıtı hareketler tırmanmış ve bunun sonucunda ordu ikinci kez müdahale ederek, İslamcı bir partinin getirdiği cumhurbaşkanını iktidardan indirerek bir yıl ara ile ikinci kez müdahale etmek zorunda kalmıştır. Dış dinamikler ile iç dinamiklerin kesişme noktasında ikinci kez gündeme gelen ordu müdahalesi, Mısır halkını ayağa kaldırmış ve bu doğrultuda ülke yeniden bir ara rejime girmek zorunda kalmıştır. Tahrir meydanında toplanan kalabalıklar gayrimüslimlerin yönlendirmesiyle laik bir modeli Mısır için isterken, Adeviye meydanında toplanan Müslümanlar ya da İslamcılar Müslüman kardeşler Partisinin programı doğrultusunda, İslamcı bir Mısır doğrultusunda direnmeye devam etmişlerdir. Tahrir ve Adeviye meydanlarındaki kalabalıklar, Hrıstıyan Kıptilerin öncülüğündeki Gayrimüslimler ile Müslüman Kardeşler örgütü yönetiminde Müslümanları karşı karşıya getirerek, Mısır gibi büyük bir devleti ciddi bir siyasal kriz ile karşı karşıya bırakmıştır. Nasır liderliğinde Arap Birliği öncülüğü yapamayan Mısır, şimdi Müslüman Kardeşler Örgütü girişimleri ile bir Büyük İslam Birliğini Kahire merkezli   bir biçimde kurmaya çalışmaktadır. Mısır’da bu gelişmeler olurken, Suriye’de iç savaşın tırmandırılması da tesadüf olmamış aksine, yerleşik düzenlerin yıkılması doğrultusunda dışarıdan kışkırtmalar ile bölgesel savaş yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. İsrail ile Mısır arasında bir Hrıstiyan Kıpti devleti isteyen Siyonistler ve emperyalistler, Tahrir ve Adeviye karşıtlığını tırmandırarak Mısır’ı önce bir iç savaşa sürüklemek ve daha sonra da Irak ve Suriye de görüldüğü gibi yeniden parçalamak istemektedirler.

                Orta doğu’da gelinen yeni aşamada İsrail yarım kalan Armegeddon senaryosunu İran ile savaş doğrultusunda ve Şii-Sünni çatışmaları sayesinde tamamlamaya çalışırken, İngiltere, ABD ve Fransa gibi batılı ülkeler de ılımlı İslam girişimleri üzerinden Arap ülkelerinde daha modern bir siyasal yapılanma talep etmektedirler. Türkiye başbakanı kendi ülkesinde laiklik rejimini sınırlamaya çalışırken, Mısır’ın başkenti Kahire’de devletin laik olması gerektiğini açıkça vurgulaması, ancak batının merkezi alanda laik devlet düzeni için ısrar etmesi ne bağlanabilir. Ne var ki, Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler tam bir İslamizasyon ile din devletine yönelirken, laik devlet meselesini devre dışı bırakmışlardır. Mısır ordusunun bir yıl içinde ikinci kez müdahale etmesinin nedeni olarak Mısır’da tam bir İslamizasyon girişiminin dayatılması gösterilmektedir. Suudi Arabistan benzeri bir Orta Çağ düzenini, Akdeniz’de kıyısı olan Mısır ve Suriye gibi ülkelerde görmek istemeyen batılı ülkeler, Mısır ordusunu destekleyerek, bu ülkede Türkiye ve Tunus gibi laik ve çağdaş bir cumhuriyet rejiminin kurulabilmesi için destek vermektedirler.  Atatürk gibi çağdaşlaştırıcı bir önderden yoksun olan Mısır devleti ve Arap dünyası yeni bir Nasır arayışı içine girmiş ve bu nedenle Mursi’den vazgeçme aşamasına gelmişlerdir. Arap birliği ya da İslam birliği kuramayan Mısır devleti, şimdi aşırı İslamcı politikalar ve dinci yönetim yüzünden kendi ülkesinin birliğini de koruyamayacak bir duruma doğru sürüklenmektedir. Ülkedeki yüzde on beşlik gayrimüslim nüfusun rahatsızlığı Mısır’ın bütün dış ilişkilerine yansımakta ve bu devlet giderek   dış dünyadan soyutlanma noktasına gelmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında, Yusuf Akçura’nın önerdiği “Üç tarzı siyaset”ten hiçbirisini uygulama alanına getiremeyen Mısır devleti, bugün merkezi coğrafyanın tek batılı demokrasisi ve çağdaş bir cumhuriyet devleti olan Türkiye’yi örnek alarak yakın durmak zorundadır. Her iki ülkede laik ve çağdaş yaşam düzeninde her din ve inançtan insanlar, özgür bir biçimde yaşayacaklardır. Hiç kimsenin zorla bir din düzenine yönlendirilmesi çağdaş demokrasilerde mümkün değildir. Üç tarzı siyaseti gerektiği gibi uygulayamayan Mısır’ın önünde tek tarzı siyaset kalmaktadır. O da Türkiye’de çağdaş koşullarda başarılı olmuş olan Kemalist cumhuriyet modelidir.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

                 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder