MISIRDA TEK TARZI SİYASET
Haritadan bakıldığı zaman Akdeniz’in kuzeyinde Türkiye ile güneyinde Mısır iki büyük ülke olarak karşı karşıya durmaktadır. Tarihin her döneminde bu iki ülke ya bir arada olmuşlar ya da haritada olduğu gibi karşı karşıya gelmişlerdir. Antik çağlarda eski Mısır uygarlığı bu ülkede sürüp giderken, uygarlığın Anadolu üzerinden kuzeye ve batıya doğru yayıldığı görülmekte, insanlık tarihinin en eski çağlarından bu yana Mısır ve Türkiye’nin üzerinde kurulu bulunduğu topraklar, her zaman için önemli siyasal gelişmelerin üzerinde cereyan ettiği tarihsel bir alan olarak gündeme gelmektedir. Eski Mısır’dan çıkan uygarlık Mezopotamya üzerinden bu ülkeye geldiği gibi, Anadolu üzerinden de Avrupa kıtasına yayılmıştır. Bu çerçevede her iki ülkede meydana gelen siyasal gelişmelerin birbirini etkilediği, hatta daha da ileri giderek zaman zaman iki ülkeyi bir araya getiren önemli siyasal gelişmelerin ortaya çıktığı görülmektedir. Roma ve Bizans imparatorlukları sonrasında Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları döneminde de bu jeopolitik gerçeklik değişmemiş ve iki ülkede birbirini etki altında bırakan siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra tarih sayfalarındaki yerlerini almıştır. Batılıların Orta Doğu adını verdiği, dünyanın merkezi coğrafyasının kaderi belirlenirken hem Mısır hem de Anadolu yarımadasındaki yeni oluşumlar en ön planda etkili olmuşlardır.
Bin yıl
önce Türklerin Kuzey ve Orta Asya’dan ön Asya topraklarına gelişi ile başlayan
son dönemde, bugün Türkiye olan Anadolu yarımadası ile Nil ırmağının üzerine
kurulu bulunan Mısır arasındaki ilişkiler daha da yakın olmuş ve her iki ülke
tek ve büyük bir bölgesel imparatorluğun sınırları içerisinde yer almaya devam
etmişlerdir. Orta Doğu topraklarında sahneye çıkan üç büyük din çevreye
yayılırken iki ülke arasındaki ilişkiler daha da sıklaşmış ve daha sonraki
aşamada dinler arası rekabet ve çekişme süreçleri öne çıkarken, ülkeler
arasında karşı karşıya gelme kendiliğinden gündeme gelmiştir. Özellikle,
halifeliğin Memluk devletinden Osmanlı İmparatorluğuna geçiş süreci içerisinde,
Mısır ile Türkiye arasında savaş olmuş ve Osmanlılar halifelik ünvanını bu
ülkenin elinden alarak, bütün İslam dünyasının tek merkezi konumuna
yükselmişlerdir. Osmanlı döneminde beş
asrı geçen bir zaman dilimi içerisinde, iki ülke ortak bir egemenlik çatısı
altında bir araya gelebilmişler ama yirminci yüzyıla doğru batı emperyalizminin
merkezi coğrafyaya girişi ile beraber ,batılı emperyalist devletler Kavala’dan gelmiş olan Mısır hidivi Mehmet Ali
paşayı kışkırtarak ve destekleyerek Mısır’ı İstanbul’dan ayrı bir yönetime
doğru sürüklemişler ve bu büyük ülkenin Osmanlı devletinden ayrılmasını
sağladıktan sonra da, o dönemin dünya devleti olan Büyük Britanya İmparatorluğu
Mısır’a gelerek yerleşmiştir. 1878
yılında Kıbrıs’a giren İngilizler yanlarına Fransızları’da alarak, Birinci
dünya savaşı öncesinde Osmanlıların Orta Doğu topraklarını ele geçirmeye ve
paylaşarak sömürgeleştirmeye yönelmişlerdir. Bugünkü Orta Doğu haritası o
dönemin en güçlü emperyal devletleri olan İngiltere ve Fransa iş birliği sayesinde
çizilmiştir. Birinci dünya savaşı sona ererken, bir İngiliz subayı ile Fransız
ordusunun bir temsilcisinin, Mısır’ın başkenti Kahire’de bir araya gelerek,
Sykes-Picot hattı denen bugünün Orta Doğu devletlerinin sınırlarını çizmiş ve
cihan savaşı sonrasında dünya barışı arayışını karşılayabilme doğrultusunda
yeni bir düzeni bütün dünyaya kabul ettirmeye çalışmışlardır. Osmanlı devleti
çökerken, batının önde gelen iki sömürge imparatorluğu merkezi alana girerek
kendi hegemonyaları doğrultusunda bölgeyi yeniden dizayn ediyordu.
İmparatorluklar dönemi sona ererken ulus devletler aşamasına geçiliyor ve dünya
haritasının orta alanında dönemin özelliklerine uygun yeni ulus devletler
ulusal sınırlarla belirlenirken, Türkiye ve Mısır ayrı devletler oluyordu.
Osmanlı
İmparatorluğu gibi dünyanın merkezi coğrafyasını yedi yüzyıl kontrol altına
almış bir büyük dünya devleti dağılma aşamasına gelirken ülkeyi içine
sürüklendiği çıkmazdan kurtarabilmek üzere, aydınlar bir arayış içerisine
giriyor ve yeni çıkışlar ya da örgütlenmeler yaparak, Osmanlı devletini
kurtarmaya çaba gösteriyorlardı. İngilizlerin Yunanistan’ı Osmanlı
hegemonyasından kurtarmasından sonra başlayan çöküş süreci içerisinde,
imparatorluğun son yüzyılı yaşanıyor ve bu büyük devleti kurtarabilme uğrunda
birçok girişim ya da çıkış arayışı öne çıkıyordu. Avrupa’da ulusculuk akımları
Fransız devrimi sonrasında hızla yayılırken, krallıklar zaman içerisinde ulus
devletlere dönüşüyordu. Uluslaşma süreci bütün imparatorlukları derinden
sarstığı gibi Osmanlı devletini de yakından etkileyerek bölünme batağının
içerisine doğru itekliyordu. Bu nedenle Osmanlılar imparatorluktan ulus devlete
geçiş için önce Osmanlıcılık akımını örgütlemeye çaba gösteriyorlar ama bu
doğrultuda başarılı sonuç alamayınca da Balkan ülkelerinde başlayan
Balkanizasyon oluşumları, Osmanlıları Avrupa kıtasının dışına doğru
sürüklüyordu. Avrupa kıtasındaki ulusalcılık akımlarının zaman içerisinde mikro
milliyetçiliğe dönüşmesi yüzünden Avrupa kıtasındaki topraklarını elinden
kaçıran Osmanlılar, geride kalan Orta Doğu topraklarını kurtarabilmek için yeni
arayışlara giriyorlardı. Bu aşamada, Anadolu ve Arap yarımadalarını tek ve
büyük bir çatı altında yeniden bir araya getirecek din esaslı bir devlet arayış
içerisine giriyorlar ama gene de bir sonuç alamıyorlardı.
Bu tür
arayışlar devam edip giderken, Tataristan’ın başkenti Kazan kentinde doğmuş bir
Türk aydını Türkçülüğün öncüsü olarak ortaya çıkıyor, Osmanlıcılık akımının
başarısız kaldığı bir aşamada Türkçülük akımını yeni bir alternatif olarak öne
sürüyordu. Osmanlı imparatorluğunun kurtarma çabaları Balkanlar’da ve
Anadolu’da başarısız kalınca, Rusya topraklarından gelen bir Tatar Türkü,
Türkçülük akımının öncüsü olarak tarihsel bir belge hazırlıyor ve bunu Mısır’ın
başkenti Kahire’de yayınlıyordu. İngilizler ile Fransızlar Kahire’de bir araya
gelerek, Osmanlı imparatorluğunun geride kalmış Orta Doğu topraklarını
paylaşmaya çalışırken, Kazan’lı Yusuf Akçura “Üç tarzı siyaset “ adı ile tarihe
geçmiş olan önemli siyasal metnini, gene Kahire’de yayınlanan “TÜRK “ isimli
bir gazetede ilk kez yayınlayarak yeni
bir tartışmayı beraberinde başlatıyordu. Emperyalizm bölgeye kendi askerleri
ile Sykes-Picot adı verilen sömürgeleşme sınırlarını dayatırken, Rusya’da Rus
milliyetçiliğine karşı çıkmış bir Türkçü aydın, Osmanlı imparatorluğu gibi
merkezi bir büyük devleti kurtaracak çözüm önerilerini “Üç tarzı siyaset “
belgesi ile Mısır’ın başkenti Kahire üzerinden
duyuruyordu . İşin ilginç yanı, Osmanlı devletinin başkenti olan
İstanbul’da böyle bir çıkış yapılması gerekirken, Mısır’ın merkezinin çıkış
yeri olarak seçilmesidir. Yusuf Akçura gibi tarihi, coğrafyayı ve dünyayı iyi
bilen bir düşünce ve siyaset adamının Osmanlı devletini kurtaracak siyasal
reçetesini İstanbul yerine Kahire’de açıklamasının arkasında, bütün merkezi
alanı kurtaracak bir yaklaşımın sergilendiği görülmektedir. Batılıların Orta
Doğu adını verdikleri Anadolu ve Arap yarımadalarının bütünlüğüne seslenmek
isteyen Yusuf Akçura, Kahire’deki çıkışı ile hem Türkler hem de Araplar için
çözüm yolları önererek, emperyalizmin orta alana girişini önlemeye çalışmıştır.
Batı emperyalizmine karşı merkezi alanının bağımsızlığının korunabilmesinin
ancak bir Türk ve Arap dayanışması içerisinde olabileceğini iyi gören Yusuf
Akçura, geleceğe dönük manifestosunu İstanbul yerine Kahire’de yayınlamayı daha
doğru buluyordu. Bu çıkış Türklerin üzerinde yaşadığı Anadolu yarımadası ile
Arapların üzerinde yaşadığı Arap yarımadası birlikteliğinin yeni dönemde de
sürdürülmek istendiğini açıkça gösteriyordu. İki yarımada halkının dayanışması
ile batı emperyalizminin merkeze girişi ancak önlenebilecekti.
Yusuf
Akçura’nın Kahire’de Osmanlı imparatorluğunu kurtarmak üzere bütün dünyaya ilan
ettiği manifestonun adı “üç tarzı siyaset” idi ve bu metinde önerilen yollar da
Osmanlıcılık, İslamcılık ile beraber Türkçülük’tü. Fransız devrimi sonrasında
Osmanlı aydınlarının çok uğraştığı Osmanlıcılık akımı gerçekleşemeyince ve tüm
Osmanlı ahalisinden bir Osmanlı milleti ortaya çıkarılamayınca, bu kez
İslamcılık arayışları başlamış ve İslamın arkasından gidilerek Osmanlıların
yeniden bir araya getirilebileceği savunulmuştur. Yusuf Akçura bu yüzden
manifestosunda Osmanlıcılık’tan sonra
ikinci yol olarak İslamcılığı öneriyordu. Osmanlı milletinin kurulamamasından
sonra İslamcılık üzerinden bir İslam milleti yaratma girişimleri de Balkan
savaşları ile çıkmaza giriyordu. Osmanlı ahalisinin Balkanlar’da yaşayan küçük Hırıstiyan
toplulukların imparatorluktan koparak bağımsız devlet konumuna gelmeleriyle,
İslamcılık akımının da imparatorluğu kurtaramayacağı ortaya çıkıyordu. İki
temel yolun Osmanlı için kurtarıcı olamayacağı ortaya çıkınca, bunun üzerine
Rusya topraklarında Rus milliyetçiliğine karşı Türkçülük akımını örgütlemiş
olan Yusuf Akçura, Kuzey Asya’daki birikimden yararlanarak Ön Asya bölgesi için
de Türkçülük akımını geçerli bir çıkış yolu olarak öneriyordu. Balkanizasyon
süreci yüzünden hem Osmanlıcılık hem de İslamcılık önerileri geçersiz kalınca,
geriye üçüncü ve son alternatif olarak Türkçülük akımı kalıyordu. Tataristan
kökenli bir Türk’ün Kazan’dan kalkıp gelerek Mısır’ın başkenti Kahire’de üç
tarzı siyaset başlığı altında kurtuluş yolları önermesi, tam anlamıyla emperyalizme
karşı çıkış doğrultusunda Osmanlı hinterlandını, Mısır’ın da içinde bulunduğu
bir biçimde kabul ettiğini bütün dünyaya gösteriyordu. Yusuf Akçura’ya göre,
Batıdan gelen haçlı seferlerine ve Hrıstiyan emperyalizmine karşı Araplar ve
Türkler tarihte olduğu gibi gene birlikte olacaklar ve bir dayanışma düzeni içerisinde
bölgede bağımsız bir gelecek kuracaklardı.
Arap
yarımadasının yanı başında yer alan ve nüfusunun büyük çoğunluğunun Arap olduğu
bir ülke olan Mısır’da, Türkçülük akımını ortaya koymak ya da savunmak pek de
kolay bir iş değildi. Ne var ki, tarihten gelen ortaklıklar ve aynı bölgede iki
halkın birlikte yaşaması, Osmanlı imparatorluğu çatısı altında yedi asır süren
birlikte yaşam Türkler ile Arapları emperyalizme karşı bir araya getiriyor ve
ortak bir gelecek arayışını öne çıkarıyordu. Balkanlar’daki Hrıstiyan ülkelerin
imparatorluktan kopmalarından sonra bir ortak İslam devleti arayışı gündeme
gelmiş ama İngilizlerin Arap ve Türk milliyetçiliklerini iki halk arasında
kışkırtması yüzünden, bu konuda olumlu bir sonuç elde edilememiştir. Anadolu
yarımadası üzerinden İngilizler Suriye ve Irak sınır hatlarını cetvel ile düz
bir çizgi doğrultusunda belirleyerek, yeni dönemde Araplar ile Türklerin eskisi
gibi bir arada yaşamalarının önünü kesmiştir. Osmanlı döneminde olduğu gibi bir
Türk Arap birlikteliğini istemeyen batılı emperyalistler, Arap milliyetçiliğini
Türklere karşı Türk milliyetçiliğini de Araplara karşı kışkırtarak, bölge
halklarının Osmanlı devleti gibi yeni bir büyük imparatorluk çatısı altında
ortak hareket etmelerini önlemişlerdir. Böylece, İngiltere ve Fransa’nın bir
araya gelerek Orta Doğu’da kendi egemenlik düzenlerini kurmalar önlenmiştir. Bunların
üzerinden de geleceğe dönük bir biçimde Siyonist İsrail yapılanmasının önü açılmıştır.
Sykes-Picot hattına bakıldığı zaman, asıl amacın geleceğe dönük yeni bir İsrail
devletinin üçüncü kez kutsal topraklar üzerinde kurulmasının planlandığı ve bu
doğrultuda Türkler ile Arapların arasının açıldığı, Osmanlı toprakları birçok
devlete bölünerek, Türklere ve Araplara karşı bir Siyonist yapılanmanın merkezi
alanda düşünüldüğü görülmüştür. Böylesine emperyal ve siyonist amaçlar için
Türkler ile Araplar birbirine düşürülerek ayrılmış ve böylece Mısır ile Türkiye
ayrı devletler olarak ortaya çıkmışlardır. Kavalalı döneminde başlatılan
ayrılıkçılık sonraki aşamalarda iyice genişletilerek, Türk-Arap düşmanlığına
dönüştürülmüş, böylece emperyalistlerin bölgeye girmesi ile Siyonist İsrail
devletinin kurulması doğrultusunda elverişli bir ortam yaratılmıştır.
Fransızlar Lübnan ve Suriye üzerinden İngilizler de Mısır ve Irak üzerinden
bölgede yayılırken, batıdan gelen Siyonistler de bu durumdan yararlanmasını
bilmişlerdir.
Mısır
tarihte her zaman için bir büyük ülke ya devlet olarak dünya tarihinde yerini
almıştır. Ne var ki, Akdeniz ve merkezi alanı kucaklayan büyük
imparatorlukların kurulması dönemlerinde Mısır bağımsız kalamamış, böylesine
büyük bölgesel birlikteliklerin içerisinde yerini almak zorunda kalmıştır. İslam
dünyasının ve Osmanlı coğrafyasının bir parçası konumunda olan Mısır’da her iki
akımında geçerli olması beklenirken, Osmanlı devletinin dağılması ve batılı
emperyalistlerin bölgeye girmeleri yüzünden, Osmanlıcılık ve İslamcılık Mısır’ı
Türkiye’ye bağlayamamış, geçmişten gelen büyük devlet ve ülke yapılanması ile
Mısır yeni dönemde bir İngiliz sömürgesi olarak öne çıkmıştır. Yirminci
yüzyılın başlarında yeni bir dünya düzeni Britanya İmparatorluğu merkezli
oluşturulurken, Mısır bir İngiliz sömürgesi olarak İngiliz milletler topluluğu
olan Commonwealth örgütlenmesi içindeki yerini almıştır. Yusuf Akçura böylesine
bir aşamada, Mısır halkı için bir kurtuluş yolu olarak da üçüncü seçenek
anlamında Türkçülük akımını önermiştir. Yedi yüzyıl boyunca Osmanlı devleti
çatısı altında Türkler ile birlikte aynı çatıyı paylaşan Arapların batı
emperyalizminin eline düşmesini önleyecek tek yol, güçlü bir Türkçülük akımı
olarak görülüyordu. İngiltere ve Fransa hem ulus devlet hem de bir sömürge
imparatorluğu konumlarında oldukları için, bir anlamda ulus imparatorluğu
statüsüne sahip bulunuyorlardı. Bu gibi ulus imparatorluklarına karşı
çıkabilmek ve emperyal baskılara karşı direnebilmek için, Osmanlı devletinin
yerine bir ulus imparatorluğu olarak Türkçülük akımı sayesinde büyük bir Türk
imparatorluğu tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi, gene merkezi alan üzerinde
kurulabilmeliydi. Özellikle, kuzey Asya’nın Türk nüfus ağırlıklı bölgelerinin
Rusya’nın emperyal yayılmasıyla Slavların egemen olduğu yeni bir millet
imparatorluğuna dönüşmesi üzerine, Osmanlı devletinin geri çekildiği Ön Asya ve
merkezi coğrafya toprakları üzerinde İngiliz, Fransız, Rus ve Alman millet
imparatorlukları ile baş edebilecek güçlü bir Türk millet imparatorluğu
oluşturulması fikri Yusuf Akçura aracılığı ile tartışma sahasına geliyordu. Bu
nedenle, hegemonya çekişmesi aşamasında, Arap toplumlarına doğru Türkçülük
akımı yeni bir merkezi büyük devlet oluşturma yolu olarak öneriliyordu.
Türkçülük
akımı önce Rusçuluk akımına karşı kuzey Asya’da gündeme geliyor ve daha sonraki
aşamada da değişik ülkelerde yaşamakta olan Türk asıllı kavimler üzerinden,
Orta ve Ön Asya bölgelerinde hızla yayılıyordu. Kısa zamanda Avrasya bölgesinde
üç yüz milyonu bulan bir Türk ve Müslüman kitle dünya sahnesine çıkıyordu. Rus,
Fransız, İngiliz ve Alman millet imparatorlukları dünyanın merkezi alanının
kendi emperyal düzenleri doğrultusunda ele geçirmeye çaba gösterirken, tarihin
her döneminde devlet kurmuş ve on bin yıllık insanlık tarihinin her döneminde
ayrı bir siyasal varlık olarak kendini göstermiş olan Türklerin, bu duruma
seyirci kalmalarını beklemek gerçekçi olmazdı. Rus milleti ya da İngiliz, Alman
ve de Fransız milletleri kendi millet imparatorluklarını kurarak küresel
hegemonya peşinde koşarken, on bin yıllık insanlık tarihi boyunca tarihte her
zaman var olmuş olan Türklerin ellerini kollarını bağlayarak oturmalarını
beklemek ya da bu durumda Türklerin değişime sadece seyirci kalmasını istemek
hiç de gerçekçi bir tutum değildi. Nitekim, Birinci Dünya savaşı sürecinde
dünya yeniden kurulurken, yıkılmış olan Osmanlı devletinin topraklarında
Türkler bir ölüm kalım savaşı vererek ayakta kalmışlar ve Kuvayı milliye
zaferini daha sonra bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devletine dönüştürerek ayakta
kalmışlardır. Ulusal kurtuluş savaşı, merkezi alanı ele geçirmek isteyen millet
imparatorluklarına karşı, Türk milletinin vermiş olduğu bir ayakta kalma
mücadelesidir. Orta Doğu bölgesini oluşturan Anadolu ve Arap yarımadaları
batının millet imparatorlukları tarafından istila edilirken, Türklerin de kendi
millet imparatorluklarını oluşturma doğrultusunda hareket etme hakkı vardı. Ne
var ki, İngilizler Arap milliyetçiliğini kışkırtarak yeni bir Türk
imparatorluğu çatısı altında Arap ve Türk topluluklarının beraberce yer
almalarını öncelikle engellemişlerdir. Araplar
ile Türklerin yolunu ayıran İngilizler, hem Anadolu Türklerinin Balkanlar ve
Kafkasya ile bağlarını keserek onları Anadolu’ya hapsetmişler ve Türklerin yeniden bir imparatorluğa
yönelmelerinin önünü kesmişler hem de Arap topraklarını çeşitli devletlere
bölerek bir büyük Arap birliğinin kurulmasının da önüne geçmişlerdir.
Yeni
dönemde Araplar ile Türkleri birbirinden ayıran, Arapları parçalayarak Birleşik
Arap devletinin önünü kesen ve Türk dünyasını paramparça ederek ortada bırakan
batı emperyalizmi Siyonizm ile iş birliği yaparak yirminci yüzyılda merkezi
coğrafyaya farklı bir biçim vermiş ama gerçekçi bir düzen kurulmadığı için, Orta
Doğu yüzyıl boyunca savaşların ve kanlı çatışmaların sürüp gittiği bir karanlık
bölge konumuna gelmiştir. Fransızların felaketler coğrafyası adını verdiği
merkezi alanda Orta Doğu sürekli olarak çıban başı olmuş ve birçok olay birbiri
ardı sıra devam edip gitmiştir. İngilizler, iskambil kağıtlarındaki gibi kukla
krallıkları kendilerine bağlı bir biçimde kurmuşlar, Sovyetler Birliği zaman
zaman Orta Doğu ülkelerine müdahale ederek bu kukla krallıkların yıkılmasına
neden olmuştur. Yirminci yüzyıl boyunca
Orta Doğu bir istikrarsızlık adası olarak sürekli çatışmalara sahne olmuş, bölgede
bir savaş devleti olarak İsrail’in kurulmasından sonra iş çığırından çıkarak,
her zaman için bölge savaşına dönüşecek derecede sıcak gerginlikler bölge
halklarını rahatsız etmiş ve yeni kurulan Arap devletleri de emperyalizmin
kuklası olmanın ötesine gidememişlerdir. İngilizler ve Fransızlar’dan sonra
bölgeye Almanya ve Rusya’nın da karışmaya başlaması üzerine, yirminci yüzyılın
ikinci yarısında Orta Doğu sürekli savaş ve terör alanına dönüşmüştür. Lübnan
bir terör üssü olarak düzenlenmiş ve küçük ülkeden bölgeye yayılan terör grupları,
Orta Doğu ülkelerini sürekli savaş konumuna getirmiştir. Felaketler coğrafyası
adı verilen merkezi bölge zaman içerisinde giderek tırmanan savaşlar yüzünden,
tam anlamıyla bir karanlıklar coğrafyasına dönüşmüştür.
Osmanlı
sonrasında, Arabistan, Irak, Ürdün, Mısır, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri
İngiliz milletler topluluğu içinde yerlerini alırken, Lübnan ve Suriye’de
Fransız milletler topluluğu içinde Afrika ülkeleri ile birlikte üye olarak
yerlerini almışlardır. Ne var ki, İngiliz ve Fransız şemsiyeleri SSCB yüzünden bölgede
tam bir güvenlik sağlayamamıştır. ABD’nin ikinci dünya savaşı sonrasında Orta
Doğu’ya gelmesi ve kutsal topraklarda İsrail’in kurulmasıyla yeni bir aşamaya
girilmiş, bu noktadan sonra Sovyetler Birliği ve Almanya’da diğer emperyal
ülkeler olarak bölgede devreye girerek hegemonya rekabeti içinde yerlerini
almışlardır. Bu aşamadan sonra da eski Osmanlı hinterlandı bir barut fıçısına
dönüşmüştür. Arap ülkelerinin ayrı
devlet olmaları ya da İngiliz veya Fransız sömürgeleri olmaları bir şeyleri
değiştirmemiş aksine işler daha da kötüye gidince Orta Doğu devletlerinde
sürekli savaş senaryoları birbirini izlemiştir. Batı emperyalizmine karşı
birlikte davranamayan Türkler ve Araplar ortak dayanışma düzeni kuramamanın
faturasını ağır ödemişler, sürekli terör ve savaşlar ile bitme noktasına
getirilmişlerdir. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler Birliğinin önce Irak’a
girmesi, sonra Suriye’de ve Kıbrıs’ta kendine bağlı siyasal yapılanmalara
gitmesi üzerine işler daha da kızışmış, Almanya ve Rusya gibi doğu güçlerine
karşı İngiltere, Fransa ve ABD batı güçleri olarak her zaman devrede
olmuşlardır. ABD’nin sırtından kurulmuş olan İsrail ise, bölgenin savaş motoru
olarak sürekli bir sıcak çatışma ortamının yaratıcısı olmuştur. Sovyetler Irak
ve Suriye’yi kendilerine bağladıktan sonra Kıbrıs’a çıkmışlar ve bu adada
dünyanın en güçlü komünist partilerinden birisini oluşturarak, Orta Doğu
bölgesindeki hegemonya kavgasında yerlerini almağa çalışmışlardır. İşte bu
aşamada, Mısır’da devrim olmuş, krallık yıkılarak cumhuriyet yönetimine
geçilmiştir. Cemal Abdülnasır, Mısır Cumhurbaşkanı olarak, bölgeye Arap
birliğini getirmek istemiş ve bu doğrultuda Suriye ile anlaşarak, Birleşik Arap
Cumhuriyetini ilan etmiştir. Böylece, Yusuf Akçura’nın Osmanlıcı yapamadığı ve
İslamcı çizgide Türkiye ile bir araya getiremediği Mısır devleti, bölgenin en
büyük Arap devleti olarak kendisinin merkezinde yer aldığı bir Büyük Arap
Birliği projesini uygulama alanına getirmiştir. Nasır’ın öncülüğünde ilan
edilen Birleşik Arap Cumhuriyeti bütün Arap devletlerini birliğe davet etmiş
ama batılı emperyal güçler ile Siyonistlerin işbirlikçi ve çıkarcı politikaları
sayesinde, Büyük Arap Birliği projesinin gerçekleştirilmesi önlenmiştir.
Yeni
dönemde, İslamcılık batı işbirlikçisi hanedanlar ya da emperyalizm destekli
diktatörlükler aracılığı ile devre dışı bırakılınca, Arap milliyetçiliği öne
geçmiş ve Mısır devlet başkanı Nasır’da bu doğrultuda Suriye’yi yanına alarak
Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. İkinci aşamada Irak devleti de bu
birleşik devlet çatısı altında yer alırken Saddam Hüseyin Irak’da batı destekli
darbe yaparak, Irak’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne girmesini önlemiştir. İran’a
ve bölgedeki Şii hegemonyasına karşı sürekli olarak batı destekli hareket eden
Saddam Hüseyin aynı zamanda Humeyni rejimi ile savaşarak, İran’ın bölgeye
girmesini önlemiş ayrıca daha sonraki dönemde ABD provakasyonu doğrultusunda
hareket ederek ve Kuveyt’i işgal ederek Amerikan ordusunun merkezi alana
gelmesinin ortamını yaratmıştır. Tarihte üç kez ABD politikalarına hizmet etmiş
olan Saddam Hüseyin, sonraki aşamada İsrail’in Irak’ı üçe bölme senaryoları
doğrultusunda iktidardan indirilerek yok edilmiştir. En yakın işbirlikçisini
çıkarları için feda etmekten çekinmeyen batı emperyalizmi, tüm bölgede
işbirlikçi iktidarlar aracılığı ile hegemonyasını sürdürmeye çalışmış ve
gerektiğinde her aşamada sıcak çatışmalar ya da savaşlar çıkartarak üstünlüğünü
sürdürmüştür. Kuveyt sorunu ile bölgeye gelerek yerleşen Amerikan ordusu sonraki
aşamalarda İsrail’in güvenliği için tüm bölge ülkelerinde savaşmak zorunda
kalmıştır. Ne var ki, Irak savaşı sonrasında beş trilyon dolar borca batarak
ciddi güç kaybına uğrayan Amerikan emperyalizmi, Irak benzeri bir büyük savaşa
bölge ülkelerinde girmekten kaçınmıştır. Bush döneminde sekiz yıl İsrail’in
çıkarları için Orta Doğu savaşına kilitlenen Amerika Birleşik Devletleri, bu
yüzden dünya kıtaları üzerindeki hegemonyasını yitirmiş, Latin Amerika ve
Avrupa Birliği ABD’den bağımsız hareket etmeye başlamış, Rusya kuzey denizinde,
Çin ve Hindistan ise Afrika kıtasında yeni hegemonya alanları ele geçirmiştir.
İsrail’i korumak uğruna ABD pasifik okyanusundaki bütün güvenliğini tehdit
altına atmıştır.
ABD’nin
ilk zenci başkanı göreve gelir gelmez, ülkesini Bush yönetiminin ve Neo-Con
denilen Siyonistlerin çılgınlıklarından kurtarmak üzere yeni politikalar
geliştirmiştir. Siyonistlerin Büyük İsrail Projesi ABD’nin kullanılmasıyla
zamanla Büyük Orta Doğu projesine dönüştüğü için, bölgede İsrail karşıtlığı ile
beraber ABD düşmanlığı da giderek tırmanmıştır. Bu gibi düşmanlıkları gizlemek
isteyen emperyalistler ve Siyonistler bölgeye çatışma senaryosu olarak
Şii-Sünni çatışmasını getirmişlerdir. Bunun tam karşıtı bir doğrultuda da yeni
bir barış düzeni olarak da ılımlı İslam yaklaşımını getirerek din üzerinden bir
barış ortamı oluşturmak için çalışmışlardır. İslam dininin modernize edilmesi
ve tıpkı Avrupa’da Hrıstiyanlığın çağdaşlaştırılması gibi yeni bir çağdaş
düzene kavuşturulması doğrultusunda ılımlı bir İslam düzeni öngören proje, ABD
desteği ile uygulama alanına getirilmiştir. Özellikle, Atatürk’ün laik
devletinde ilk denemesi yapılan bu ılımlı İslam politikalarının daha sonraları
Orta Doğu’nun bütün İslam ülkelerine taşınması gündeme gelince, Arap baharı adı
altında Mısır ve Tunus’ta halk kitleleri sosyal medya kullanılarak
ayaklandırılmıştır. Mısır’da ilk çıkışı
yapılan, Tunus’ta yaygınlık kazanan Arap baharı sürecinde Libya’da Kaddafi
rejimi yok edilmiş ve Mısır’da diktatörlüğe son verilmiştir. Mısır’da
askeri rejim ile diktatörlüğe son verilirken, yirminci yüzyılın başlarında
İslam dünyasını örgütlemek ve dini cemaatlere karşı denge sağlamak üzere
oluşturulan Müslüman kardeşler örgütünün iktidara gelmesinin önü açılmıştır.
İsrail Armegeddon senaryosu doğrultusunda Şii-Sünni çatışmasını bölgede
kışkırtırken, İngiltere Müslüman Kardeşlerin Mısır’da iktidara gelmesiyle bir
denge sağlamak istemişti. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymayınca, bir yıl
sonra Mısır’da ikinci askeri darbe ile bu kez Müslüman kardeşlerin başı olarak
seçilmiş olan Mursi, cumhurbaşkanlığı makamından indirilerek hapse atılmıştır.
Mısır
ordusu, ikinci dünya savaşı sonrasında her yıl düzenli biçimde ABD bütçesinden
dış yardım alan Mısır devletinin silahlı kuvvetleri olarak güçlü bir
yapılanmaya sahiptir. Bu doğrultuda ülkenin demokrasiye geçişinde diktatörlüğe
son verilmiştir. Ne var ki, Müslüman kardeşler iktidarı döneminde ülkede hızlı bir İslamizasyon politikasına
kayılması, nüfusun yüzde on beşini bulan gayrimüslimlerin bu durumdan
rahatsızlık duyması üzerine, batı dünyasında Mısır karşıtı hareketler tırmanmış
ve bunun sonucunda ordu ikinci kez müdahale ederek, İslamcı bir partinin getirdiği
cumhurbaşkanını iktidardan indirerek bir yıl ara ile ikinci kez müdahale etmek
zorunda kalmıştır. Dış dinamikler ile iç dinamiklerin kesişme noktasında ikinci
kez gündeme gelen ordu müdahalesi, Mısır halkını ayağa kaldırmış ve bu
doğrultuda ülke yeniden bir ara rejime girmek zorunda kalmıştır. Tahrir
meydanında toplanan kalabalıklar gayrimüslimlerin yönlendirmesiyle laik bir
modeli Mısır için isterken, Adeviye meydanında toplanan Müslümanlar ya da
İslamcılar Müslüman kardeşler Partisinin programı doğrultusunda, İslamcı bir
Mısır doğrultusunda direnmeye devam etmişlerdir. Tahrir ve Adeviye meydanlarındaki
kalabalıklar, Hrıstıyan Kıptilerin öncülüğündeki Gayrimüslimler ile Müslüman
Kardeşler örgütü yönetiminde Müslümanları karşı karşıya getirerek, Mısır gibi
büyük bir devleti ciddi bir siyasal kriz ile karşı karşıya bırakmıştır. Nasır
liderliğinde Arap Birliği öncülüğü yapamayan Mısır, şimdi Müslüman Kardeşler
Örgütü girişimleri ile bir Büyük İslam Birliğini Kahire merkezli bir biçimde kurmaya çalışmaktadır. Mısır’da
bu gelişmeler olurken, Suriye’de iç savaşın tırmandırılması da tesadüf olmamış
aksine, yerleşik düzenlerin yıkılması doğrultusunda dışarıdan kışkırtmalar ile
bölgesel savaş yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. İsrail ile Mısır arasında bir
Hrıstiyan Kıpti devleti isteyen Siyonistler ve emperyalistler, Tahrir ve
Adeviye karşıtlığını tırmandırarak Mısır’ı önce bir iç savaşa sürüklemek ve
daha sonra da Irak ve Suriye de görüldüğü gibi yeniden parçalamak
istemektedirler.
Orta
doğu’da gelinen yeni aşamada İsrail yarım kalan Armegeddon senaryosunu İran ile
savaş doğrultusunda ve Şii-Sünni çatışmaları sayesinde tamamlamaya çalışırken, İngiltere,
ABD ve Fransa gibi batılı ülkeler de ılımlı İslam girişimleri üzerinden Arap
ülkelerinde daha modern bir siyasal yapılanma talep etmektedirler. Türkiye
başbakanı kendi ülkesinde laiklik rejimini sınırlamaya çalışırken, Mısır’ın
başkenti Kahire’de devletin laik olması gerektiğini açıkça vurgulaması, ancak
batının merkezi alanda laik devlet düzeni için ısrar etmesi ne bağlanabilir. Ne
var ki, Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler tam bir İslamizasyon ile din
devletine yönelirken, laik devlet meselesini devre dışı bırakmışlardır. Mısır
ordusunun bir yıl içinde ikinci kez müdahale etmesinin nedeni olarak Mısır’da
tam bir İslamizasyon girişiminin dayatılması gösterilmektedir. Suudi Arabistan
benzeri bir Orta Çağ düzenini, Akdeniz’de kıyısı olan Mısır ve Suriye gibi
ülkelerde görmek istemeyen batılı ülkeler, Mısır ordusunu destekleyerek, bu
ülkede Türkiye ve Tunus gibi laik ve çağdaş bir cumhuriyet rejiminin kurulabilmesi
için destek vermektedirler. Atatürk gibi
çağdaşlaştırıcı bir önderden yoksun olan Mısır devleti ve Arap dünyası yeni bir
Nasır arayışı içine girmiş ve bu nedenle Mursi’den vazgeçme aşamasına gelmişlerdir. Arap
birliği ya da İslam birliği kuramayan Mısır devleti, şimdi aşırı İslamcı
politikalar ve dinci yönetim yüzünden kendi ülkesinin birliğini de
koruyamayacak bir duruma doğru sürüklenmektedir. Ülkedeki yüzde on beşlik
gayrimüslim nüfusun rahatsızlığı Mısır’ın bütün dış ilişkilerine yansımakta ve
bu devlet giderek dış dünyadan
soyutlanma noktasına gelmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında, Yusuf
Akçura’nın önerdiği “Üç tarzı siyaset”ten hiçbirisini uygulama alanına
getiremeyen Mısır devleti, bugün merkezi coğrafyanın tek batılı demokrasisi ve
çağdaş bir cumhuriyet devleti olan Türkiye’yi örnek alarak yakın durmak zorundadır.
Her iki ülkede laik ve çağdaş yaşam düzeninde her din ve inançtan insanlar,
özgür bir biçimde yaşayacaklardır. Hiç kimsenin zorla bir din düzenine
yönlendirilmesi çağdaş demokrasilerde mümkün değildir. Üç tarzı siyaseti
gerektiği gibi uygulayamayan Mısır’ın önünde tek tarzı siyaset kalmaktadır. O da
Türkiye’de çağdaş koşullarda başarılı olmuş olan Kemalist cumhuriyet modelidir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder