17 Nisan 2022 Pazar

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’DE REFORM YAPILMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’DE REFORM YAPILMALIDIR

İki büyük dünya savaşı yaşandıktan sonra yirminci yüzyılın ortalarında, dünya Birleşmiş Milletler olarak anılan devletler üstü bir uluslararası organizasyona sahip olabilmiştir. Birinci dünya savaşı sonrasında kurulmuş olan Milletler Cemiyeti Örgütü de bir  devletler üstü uluslararası örgütlenme olmasına rağmen, ana hedef olan savaşların önlenememesi ve Birinci dünya savaşı sonrasında yaşanan çeyrek asırlık zaman dilimi içinde gelişen olayların, hemen ikinci bir dünya savaşına gidişi ile birlikte, yeni bir dünya düzenini bu örgütün kuramayacağı anlaşılmış ve ikinci dünya savaşı sonrasında hemen Birleşmiş Milletler örgütü kurularak, evrensel dünya barışı  uluslararası güçlü bir örgüt aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve Çin gibi beş büyük devletin öncülüğü sonucunda bir üçüncü dünya savaşını önlemek ve insanlığı sürekli barış düzeni içinde koruyabilmek üzere, Birleşmiş Milletler adı ile evrensel bir barış örgütü kurulmuştur.

Birleşmiş Milletlerin kuruluş sözleşmesinde dünyaya şu şekilde hitap edilmiştir: “Biz Birleşmiş Milletler halkları, bir insan hayatı boyunca iki kez insanlığa eşi görülmedik acılar yaşatan savaşlardan gelecek kuşakları korumaya, temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların ve küçük ve büyük ulusların hak eşitliğine olan inancımızı yinelemeye, adaletin korunması ve anlaşmalardan ve uluslararası hukukun öteki kaynaklarından doğan yükümlülüklere saygı gösterilmesi  için gerekli koşulları oluşturmaya, daha geniş bir özgürlük içinde toplumsal ilerlemeyi ve daha iyi bir yaşam düzeyini sağlamaya ve bu amaçlarla hoşgörülü olmaya ve iyi komşuluk ilişkileri içinde birbirimizle barış içinde yaşamaya ve uluslararası barış ve güvenliği korumak için gücümüzü birleştirmeye, ortak çıkarlar dışında silahlı güç kullanılmamasını sağlayacak ilkeler benimsemeye ve yöntemler geliştirmeye, tüm halkların ekonomik ve toplumsal gelişmesini hızlandırmak üzere uluslararası yollar geliştirmeye, tüm halkların ekonomik ve toplumsal gelişmesini hızlandırmak üzere uluslararası yollara başvurmaya kararlı olarak, bu amaçları gerçekleştirmek üzere çabalarımızı birleştirme sonucuna vardık.“ sözleri ile örgütün kuruluşu tüm insanlığa müjdelenirken, Amerika’nın San Fransısco  kentinde toplanan dünya ülkeleri kuruluş ile ilgili hazırlıkları ve toplantıları  tamamlayarak ,imzalanan antlaşmalarla Birleşmiş Milletler adıyla en üst düzeyde bir uluslar üstü evrensel kuruluşu  örgütleyerek gerçekleştirmişlerdir.

Örgütün amaç ve ilkeleri de ilgili uluslararası sözleşmenin birinci maddesi olarak ilan edilmiştir; Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla barış tehditlerini önlemek, kaldırmak  ve barış bozucu eylemleri bastırmak üzere etkin önlemler almak ve barışçı yollarla, genel hukuk ilkelerine uygun olarak barışın bozulmasına varabilecek uluslararası anlaşmazlık ya da sorunların düzeltilmesini ya da sorunların çözümünü sağlamak, halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirlemeleri ilkesine saygı temeli üzerinde uluslararası dostça ilişkileri geliştirmek ve evrensel barışı güçlendirecek uygun önlemler almak, uluslararası sorunların çözümünde ırk, cinsiyet, dil ve din ayırımı gözetmeksizin ve herkes için insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı geliştirip özendirmede ,uluslararası işbirliğini gerçekleştirmek ve bu amaçlara ulaşma yolunda ulusların eylemlerini bütünleştirecek bir merkez olmak ana amaç olarak  benimsenmiştir.

Bu maddede dile getirilen çalışmalar yapılırken, örgüt tüm üyelerinin eşitliği ilkesini esas alır. Tüm üyeler örgüte ve birbirlerine karşı yükümlülüklerini iyi niyetle yerine getirir. Tüm üyeler anlaşmazlıklarını uluslararası hukuka uygun bir biçimde çözüme kavuştururlar. Bütün üye devletler birbirlerine karşı her türlü tehdit ve güç kullanmaktan uzak duracaktır. Üye devletler Birleşmiş Milletler örgütüne her türlü yardımı yapmaya hazır olacaktır. Sorun çıkaran üyelere karşı örgüt her türlü önlemi almaya yetkili kılınmıştır. Örgüte üye olmayan devletlere yardımcı olunmaktadır.

Birleşmiş Milletlerin asil kurucu üyeleri San Fransisco’daki Birleşmiş Milletler uluslararası örgütlenme konferansına katılmış ya da daha önce 1 Ocak 1942 tarihli Birleşmiş Milletler Bildirgesini imzalamış olan ve kuruluş sözleşmesini onaylayan devletlerdir. Birleşmiş Milletler üyeliği kuruluş sözleşmesindeki kuralları yerine getirme yeterlik ve isteğinde olduklarına, örgüt yönetimince verilecek karar ile barış sever tüm devletlere açık tutulmuştur. Örgüt içi disiplinin sağlanabilmesi için kendisine karşı Güvenlik Konseyince önleyici ya da zorlayıcı eylemlere başvurulmuş olan bir Birleşmiş Milletler üyesinin, Güvenlik Konseyinin tavsiyesi üzerine üyelik ve ayrıcalıklarından yararlanması Genel Kurul kararı ile askıya alınabilir ya da bu gibi hak ve ayrıcalıkların kullanılmasına, Güvenlik Konseyi’nce yeniden izin verilebilir. Kuruluş sözleşmesini sürekli olarak çiğneyen ve kurallar ile kararlara sürekli olarak karşı çıkan herhangi bir üye devlet, Genel Kurul kararı ile örgüt üyeliğinden çıkarılabilmektedir. Örgütün üst düzey ana organları; Genel kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Toplumsal Konsey, Vesayet Konseyi, Uluslararası Adalet Divanı ve Genel Sekreterlik olarak ana sözleşme başında kararlaştırılmıştır. Örgüte üye olan her devletin eşit haklara ve katılım özgürlüğüne sahip olduğu öncelikle belirlenmiştir Başta Genel Kurul çalışmaları olmak üzere örgütün üst düzey kurullarının çalışma koşulları ana sözleşmede belirlenerek örgütün tüm çalışmalarının uyum içinde yapılması düşünülmüştür. Böylesine bir yapılanma ile Birleşmiş Milletler örgütü üzerinden bir dünya devleti yapılanmasına geçişin ön hazırlıkları tamamlanmaya çalışılmıştır. Örgüt genel kuruluna her üye devletin beşer adet diplomat ile katılabileceği ve temsilcilerin belirlenmesinde erkek ve kadın eşitliğine dikkat edileceği vurgulanmıştır. Örgüt Güvenlik Konseyine Genel Kurul kararları aracılığı ile yön gösterebilir, uluslararası barış ve güvenliğe dönük her türlü tehdit gündeme geldiği zaman, gene Güvenlik Konseyi en üst organ olarak örgütü bağlayıcı kararlar alabilir. Güvenlik Konseyi kararları Genel Kurul kararlarını yönlendirmektedir. Genel Kurul, Güvenlik Konseyi kararlarını raporlar aracılığı ile inceleyebilir, kurullara atamalar yapabilir ve kararlarını üçte iki çoğunluğa dayanarak alabilir.

Güvenlik Konseyi Birleşmiş Milletlerin Genel Kurul’dan sonra gelen ikinci üst düzey kuruludur Genel olarak on beş üyenin bir araya gelmesiyle toplanan Güvenlik Konseyi dünya ülkelerinin her türlü güvenliği ile ilgili karar alma yetkisine sahip bulunmaktadır. Güvenlik Konseyi kararları örgüte ve genel kurula yön gösterdiği gibi, uluslararası alanda da olayların yönlendirilmesi konusunda en önde gelen merkezdir. İki dünya savaşı sonrası dönemde Birleşmiş Milletler kurulurken, yirminci yüzyılın ortalarında dünyanın en büyük beş ülkesi Güvenlik Konseyinin önde gelen üyeleri kabul edilerek bunlara sürekli üyelik hakkı tanınmıştır. On beş üyelik Güvenlik Konseyinin beş sürekli üyesi olarak ABD, SSCB, Fransa, İngiltere ve Çin Halk Cumhuriyeti ana sözleşmede belirtilerek bu dünya örgütünün yönetimi beş büyük ülkenin eline bırakılmıştır. Örgütün kuruluş aşamasında sürekli üye olarak belirlenen beş büyük devletin, daha sonra her iki senede bir araya gelerek on geçici üyeyi tespit etmeleri kural olarak benimsenmiştir. Örgüt üyelerinin barış ve güvenliğin korunması için öncelikli sorumluluğun Güvenlik Konseyinde olduğu ve bu doğrultuda konsey üyelerinin hazırladıkları raporlar aracılığı ile genel kurulu bilgilendirmesi gerektiği, Güvenlik Konseyi ile ilgili maddelerde kabul edilmiştir. Askeri Kurmay Komite’nin verdiği raporlar aracılığı ile dünya barışı için raporlar Güvenlik Konseyi tarafından hazırlanmaktadır. On beş üyeli Güvenlik Konseyi dokuz üyenin katılımı ile toplanarak kararlarını almakta ve bu doğrultuda beş sürekli üyenin oy ağırlığı konsey kararlarının alınması sırasında yönlendirme yapmaktadır. Güvenlik Konseyi daimî üyeleri örgütün merkezinde sürekli olarak temsil edilmektedirler. Güvenlik Konseyi öne çıkan sorunlara dikkat ederek en etkili çözüm ve kararları belirleyeceği yerlerde de acilen toplantılar yapabilmektedir. Yaşanmakta olan sorunlarda taraf olan üye ülkelerin, Güvenlik Konseyi üyesi olmaması gibi durumlarda Konsey toplantılarında temsil edilmesi ilke olarak benimsenmiştir. Güvenlik Konseyi toplantılarında sorunun tarafı olan ülkelerin, toplantılar sırasında söz ve savunma hakları öncelikli olarak ilgili ülkelere tanınmaktadır. Anlaşmazlıkların barışçı çözümü için gerekli olan her türlü önlemi Güvenlik Konseyi alma yetkisine sahip bulunmaktadır.

Uluslararası alanda dünya barışının tehlikeye girmesi ve tehdit ile saldırı eylemlerine karşı gerekli önlemlerin alınması da Güvenlik Konseyinin yetkileri içinde yer almaktadır. Ortaya çıkan her türlü güvenlik sorununun çözümü doğrultusunda, Güvenlik Konseyinin gereken önlemleri alarak sorunun taraflarına uyarılarda bulunmak ve bu yoldan tehdit ve tehlikeli durumları ortadan kaldırmak gibi hak ve yetkileri bulunduğu, Birleşmiş Milletler ana sözleşmesinde maddeler halinde sıralanmıştır. Genel Kurul ya da Güvenlik Konseyi kararlarının örgüt üyesi bütün üye devletler tarafından yerine getirilmesi konusunda örgüt genel merkezinin yönlendirici çalışmalar yapma yetkilerine sahip olduğu gene ana sözleşmenin ilgili maddelerinde dile getirilmektedir. Silahlı güçlerin devreye girmesi ya da güvenlik sorunlarının çıktığı ülkelere gönderilmesi de gene Güvenlik Konseyi karar ve uygulamaları aracılığı ile yerine getirilmektedir. Sorun çıkan devletlere karşı yapılan müdahalelerde başka üye devletlerin zarar görmemesi için zarar gören ya da tehdit altına sürüklenen devletlerin, Güvenlik Konseyi’ne şikâyet ederek kendi güvenliği açısından zorunlu olan önlemlerin alınması ile ilgili başvuru hakları vardır. Başka devletler için alınan zorlayıcı önlemlerin B.M. üyesi diğer devletlerin kendi hak ve çıkarlarının korunması ile istekte bulunmaları da örgüt tarafından üyeler için düşünülen güvenlik şemsiyesinin doğal bir uzantısı olarak görülmüştür. Üye devletlerin içinde bulundukları bölgelerde bulunan komşu ülkelerle bölgesel güvenlik ve iş birliği antlaşmalarına gidilmesini olağan karşılayan Birleşmiş Milletler sözleşmesi, yerel anlaşmazlıkların bu gibi yollardan önlenebileceğini benimseyen bir sisteme sahip bulunmaktadır. Güvenlik Konseyi benzeri ayrı bir kol olarak çalışan Ekonomik ve Toplumsal Konsey ile, bu konseye bağlı olarak uluslararası ekonomik ve toplumsal iş birliği gene ayrı maddeler halinde örgüt sözleşmesinde ilgili kesimlere yön göstermektedir.  Ayrıca kendini yönetmeyen ya da yönetemeyen ülkelerin yönetim düzenleri için kurulmuş bulunan uluslararası vesayet sisteminin kuruluş ve çalışmaları ile ilgili kurallar ile vesayet rejiminin çalışmaları ile ilgili diğer düzenlemelere de vesayet rejimi ile ilgili hükümlerde yer verilmiştir. Normal koşullarda egemen eşitlik ilkesine göre yönetilen üye devletler vesayet uygulamalarının dışında kalmaktadır. Eski sömürge, ya da manda rejimlerine sahip olan ülkelerin B.M. sistemi içine alınabilmeleri için vesayet rejimleri ile ilgili düzenlemelere gereksinme duyulmuştur. Uluslararası Adalet Divanı da bir Birleşmiş Milletler Kurumu olarak sayılmış ve ana sözleşmede genel hükümler aracılığı ile düzenleme altına alınmıştır. Barış ve güvenliğin hukuk düzeni ile birlikte düşünülmesi, Uluslararası Adalet Divanını ve bu kurum aracılığı ile hukuk ve siyaset danışmanlığını, evrensel örgütün çatısı altına getirmiştir.

Birleşmiş Milletler kuruluş sözleşmesi ile dünya sahnesine çıktıktan sonra insan hak ve özgürlükleri ile ilgili olarak birçok uluslararası sözleşmeler hazırlayarak, evrensel alanda bir uluslararası hukuk sisteminin kurulabilmesi için yoğun çalışmalar yapmıştır. İki büyük dünya savaşı sonrasında yeni bir dünya düzeni getirilmeye çalışılırken birbirini izleyen onlarca hak ve hukuk sözleşmeleri düzenlenerek, çağdaş dünyanın hak ve özgürlükler düzeni olabilmesi için mücadeleler verilmiştir. Bu durumda Birleşmiş Milletler örgütü öncelikle devletlerin bir araya geldiği bir ortak çatı olarak geliştirilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, yeryüzü ülkelerinde hak ve özgürlük taleplerinin giderek artması yüzünden, Birleşmiş Milletler devletlerden daha çok insan hak ve özgürlükleri ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Yeni dünya düzeninin hak ve özgürlükler üzerine kurulmaya çalışılması ve böylesine bir örgütün var olan devletler düzeni aracılığı ile oluşturulmaya çalışılmasının, doğru ya da yanlış olup olmadığı konusunda dünya kamuoyunu ciddi bir tartışma ortamına doğru sürüklemiştir. Dünya ülkeleri devletlerin haklarını tartışırken, birden insan hak ve özgürlüklerinin daha acil bir sorun olarak öne çıkartılmasıyla, devletler olgusu geri planda kalmıştır. Her devletin düzeninde bir mesele olan insan haklarının yeni dönemde devletlerin ya da toplumların sorunu olarak değil de bireylerin esas meselesi olarak gündeme getirilmesi, Birleşmiş Milletler örgütünün devlet merkezli bir hukuki yapılanmadan insan merkezli farklı bir yapılanmaya doğru yönlendirilmesi gibi eskisinden daha farklı bir düzen oluşumunu öne çıkarmıştır. Kamusal alanda hak ve özgürlükler üzerine insanlar ile devletlerin karşı karşıya gelmesi, bu açıdan yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.

Milletler Cemiyeti Birinci Dünya savaşı sonrasında dünya barışı kurmak ve ikinci bir dünya savaşını önlemek üzere kurulmuş olan bir uluslararası örgüt olarak tarih sahnesine girmiştir. Ne var ki ilk kez böylesine bir örgüt oluşturulurken belirli bir disiplin çerçevesinde hareket edilmemesi yüzünden, bu tür bir örgütlenme ile ikinci dünya savaşının ortaya çıkışı önlenememiş ve aynı yüzyıl içinde insanlık ikinci bir dünya savaşı yaşayarak gene eskisi gibi milyonlarca insanını kaybetmiştir. Almanya ile imzalanan Versay Antlaşması doğrultusunda savaş karşıtı bir çizgide yeni bir barış ortamına doğru gidilmiştir. 10 Ocak1920 tarihinde uluslararası barış ve güvenlik sorunlarını çözmek ve milletlerarası iş birliğini geliştirmek üzere gündeme getirilen Milletler Cemiyeti düzeninde, devletler için savaş yetkisi sınırlandırılmış ve her isteyen devletin savaş çıkartmasına izin verilmemiştir. Cemiyet Avrupa ülkeleri tarafından kurulduğu için Avrupa merkezli bir yapılanma içine girmiştir. Milletlerarası iş birliği çok hızlı geliştirilmiş ama barış ve güvenlik düzeni kurma konusunda yeterli çalışmalar yapılamayınca, ikinci dünya savaşı ekonomik çöküntülerin sonucu olarak doğmuştur. ABD bu kuruluşun dışında kalınca Milletler Cemiyeti uluslararası alanda savaşları önleyebilecek derecede sıkı bir örgütlenme içine girememiştir. İkinci dünya savaşı sonrası ortamda I946 yılında toplanan Cenevre konferansı kararları ile Milletler Cemiyeti feshedilerek örgütün elinde bulunan siyasi, hukuki ve diplomatik tüm belgeler daha sonra kurulan Birleşmiş Milletlere teslim edilmiştir. İkinci dünya savaşını kazanan müttefiklerin Londra’da 1941 yılında imzaladığı Müttefikler Bildirisi ile gene 1941 yılında imzalanan ABD ve Britanya devletlerinin ortak imzaları ile yayınlanan Atlantik şartı üzerine, 1942 yılında imzalanan kuruluş sözleşmesi ile Birleşmiş Milletler düzenine doğru bir adım atılmıştır. Bu aşamadan sonra birbirini izleyen konferanslar olarak Dumborton Oaks, Yalta ve San Fransisco toplantılarının yapılmasıyla, Birleşmiş Milletlerin oluşumuna giden yol tamamlanarak, örgütün kurulduğu bütün dünyaya ilan edilmiştir. Kurucu elli üye devletin bir araya gelmesiyle birlikte ABD Birleşmiş Milletlerin kuruluşuna öncülük etmiştir. Böylece de geleceğin dünya devletine doğru bir adım atılarak, Milletler Cemiyetinden Birleşmiş Milletler düzenine geçilmiştir. Tüm insanlık için bir Nazi düzeni dayatan Almanya’nın geri çekilmesiyle, barış ve özgürlük için yeni bir örgütlenme modeli olarak Birleşmiş Milletler, Atlantik güçleri aracılığı ile gündeme getiriliyordu. Japonya’ya atılan atom bombaları küresel bir güvenlik düzeninin kurulmasını zorunlu kılıyordu.

Birleşmiş Milletlerin kuruluş aşamasında beş büyük devletin yanında bağımsızlığı ve devlet olma statüsü tartışmalı olan çeşitli yeni devletlerin yer alması önemli bir tartışma ortamını beraberinde getirmiştir. Hindistan gibi sömürgeler ile Filipinler gibi işgal altındaki devletlerin de kurucu yapılmalarına itirazlar olmuştur. Sovyet yardımı ile ayakta kalan Polonya’da sorunlu devlet olmasına rağmen kurucu üye olarak kabul ediliyordu. Emperyalist devletlerin sömürge olarak ellerinin altında tuttukları yeni devlet yapılanmalarının uluslararası hukuk içindeki statüleri uzun süre tartışmalı kalmıştır. Kuruluş sırasında ortaya atılan çeşitli itirazlar Birleşmiş Milletler örgütünün ilk aşamada zayıf kalmasına neden olmuştur. İtirazlar yüzünden çalkantılı bir kuruluş süreci yaşayan Birleşmiş Milletler zaman içinde yaptığı çalışmalar sayesinde kendisini küresel alanda kabul ettirebilmiştir. Daha kuruluş aşamasında Güvenlik Konseyinin beş sürekli üyeye dayanan tekelci statüsü ile Genel Kurul kararlarını veto etmeye yönelik yetkilerine fazlasıyla itiraz edilmiş ve sorunlar bugüne kadar gelmiştir. Kuruluşundan bu yana yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimi geçen Birleşmiş Milletler örgütü üç çeyrek yüzyılı dolduran ömrü ile birçok tecrübenin birikimine sahip olmuştur. Değişen koşullarda hem üye devlet sayısı elliden iki yüze çıkmış hem de o dönemin beş büyük devlet sayısı ona çıkmıştır. Amerikan kıtasında Brezilya, Avrupa’da Almanya, Asya’da Hindistan, Afrika’da Nijerya ve ayrı bir kıta olan Avustralya, dünyanın önde gelen yeni büyük devletleri olarak Güvenlik Konseyi’nin daimî üye sayısının ona çıkarılmasında devreye girmesi gereken aday ülkelerdir. Ne var ki, Atlantik emperyalistleri örgüt üzerinde kuruculuktan gelen hegemonyaları ile eskisi gibi yönlendirici olmaya devam etmek istediklerinden, yeni büyük devletlerin önünü kapamaya çalışmaktadırlar ve bu yüzden de örgüt beş kıta üzerindeki etkisini zamanla yitirmek tehlikesi ile  karşı karşıya kalmaktadır.

Güvenlik Konseyi’nin yanında, Genel Kurulun statüsünün de ele alınarak yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. İki yüzü geçen üye sayısıyla bu kurulun da daha etkin çalışmasını sağlayacak değişikliklere, kuruluş sözleşmesindeki ilgili maddeler yenilenerek yer verilmelidir. Kararların salt çoğunlukla alınması sağlanarak daha hızlı ve etkili çalışma düzeni getirilmeli ve üçte iki çoğunluk aramak gibi geciktirici durumların önü kesilmelidir. Ayrıca Güvenlik Konseyi’nin Genel Kurul kararlarını veto etmesi ile bunların uygulamaya geçişlerinin ertelenmesi gibi durumlarda, örgütün eskisi gibi durgun bir yapıda kalmasına yol açmaktadır. I950 yılında “Barış için birleşme” kararı alan Genel kurul, kurucu Güvenlik Konseyi’ne karşı üstünlük sağlayarak, veto nedeniyle gecikmeler olmaması amacıyla, Genel Kurulun uluslararası siyasal alanda daha etkin çalışmalar yapma şansını elde edebilmiştir. Ayrıca Genel Kurul genel hukuk kurallarını ve standartlarını belirleyebilen kararlar alarak Güvenlik Konseyi’nin yönlendirmeleri dışına çıkarak, siyasal baskılara karşı hukuki direnmeler gösterebilmiştir. Kurucu Atlantikçi ülkelere karşı, BM Genel kurulu hem “İnsan Hakları bildirisini “hem de  “Sömürge yönetimi altındaki ülkelere bağımsızlık verilmesine ilişkin bildiri” gibi anti emperyalist bildiri ve kararlara sahip çıkarak  direnmiştir. Büyük-küçük, zengin-yoksul ve kapitalist-sosyalist ülkeler ayırımı, uzun süre BM Genel kurulunda alınan kararlarda tartışmalı durumlar yaratmıştır ama zamanla çalışmalar arttıkça, orta yol bulma ve böylece dostça uzlaşma şanslarının arttığı görülmüştür. “Sürdürülebilir gelişme kavramı “ya da “Global etki “konusu BM Genel kurulundaki grupların ortak desteği ile benimsenmiştir. Büyük ve emperyalist devletlerin kendi çıkarları çizgisinde genel kurul kararlarına müdahale etmesi genel kurul toplantılarında problem olmuş ama bugün gelinen yeni aşamada örgüt üyesi bütün devletlerin bir araya gelerek ortak bir görüşte birleşebildikleri görülmüştür. Kendi gücüne güvenerek insanlığı teslim almak isteyen emperyal devletlere karşı bir üçüncü dünya hareketi, BM genel kurulunda yönlendirici olmuştur.

Kendisine yüklenen tüm idealist anlam ve beklentilere rağmen BM kendisini oluşturan üyelerinin yapılarından ve iradelerinden bağımsız olamamıştır. Dolayısıyla BM’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunların ana nedeninin, Birleşmiş Milletlerin oynadığı rolün yetersizliğine değil ama üye devletlerin isteksizliği gibi bazı olumsuz durumlara dayandığı görülmektedir. Bütün devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda toplantı gündemleri oluşturmaya çalışmaları bazen birbirine zıt çizgide kararların çıkmasına yol açmakta ama diğer üye devletlerin devreye girmeleriyle belirli noktalarda ve ortak çözümlerde anlaşabilmek mümkün olabilmektedir. Her alanda çok aktif çalışmalar yapamaması yüzünden etkili sonuçlar alamayan Birleşmiş Milletler, gene de eskisine oranla savaşlara daha uzak bir dünyanın yaratılmasında başarılı olmuştur. BM genel kurul ya da Güvenlik Konseyi çatısı altında istedikleri kararları çıkartamayan devletler, bu gibi durumlardan şikayetçi olarak ve örgüt kurullarına başvurarak sonuç almaya çalışmaktadırlar. Uluslararası hukuk normlarının yaratılması, devletlerin tutumu ve belirli davranışları hukuk kuralı olarak benimsemeleriyle mümkün olduğundan, bu düzende genel olarak hukuki meşruiyetten ve özel olarak BM’den umut kesmeden önce, dünyanın ve örgütün durumuna bir daha dikkatle bakmakta yarar vardır. BM Genel Kurulu sağlamış olduğu tartışma ortamı ile anlaşmaya uygun zeminler yaratabilmektedir. Büyük devletlerin emperyalist baskılarına karşı bir direnme ortamının yaratılmasında, BM belirli bir düzeyde etkin olarak hukuk dışı baskılara karşı direnme ortamı yaratabilmektedir. Emperyalist saldırganlığın öncüsü olan büyük devletlerin haksız tehdit ve saldırılarına karşı BM Genel kurulunun bir direniş merkezi konumuna getirilebilmesi, adaletin sağlanması açısından önemlidir. BM tarafından geliştirilen “İnsancıl müdahale” ile ilgili tartışmalar sivil toplum yapılarının korunması açısından yararlı olmaktadır. Güvenlik Konseyi’nin hızlı hareket edemediği durumlarda, Genel Kurul kararları ile acil çözümler üretilerek, insani müdahaleler zamanında uygulanabilmekte ve Birleşmiş Milletler her alanda bir insanlık merkezi olarak görev yapabilmektedir.

Bugünün uluslararası ortamında büyük devletlerin çıkarları temelinde değerlendirmeler yapmak yerine, her türlü girişim ve hareketlerin meşruiyetine yardımcı olabilecek çok taraflı bazı tartışmaları sağlamaya en elverişli ortamın, gene de Birleşmiş Milletler zemini olduğu görülmektedir. Normal koşullarda Birleşmiş Milletler örgütünün bu rolüne devam etmesi beklenmektedir. Ne var ki, beklenmeyen durumlar ya da ortaya çıkan acil durumlar çerçevesinde evrensel barış düzeni tehlikeye girdiği zaman, dünya barışının kurucusu ve koruyucusu olarak Birleşmiş Milletlerin, devreye girerek çözüm üretmek ve bunu uygulama alanına aktarmak gibi önemli misyonları vardır. Güvenlik Konseyi’nin büyük devletlerin tekelinde olması yüzünden, beş ülkenin tekeline karşı örgüt üyesi olan diğer devletlerin tepki göstermeleri yüzünden, zaman zaman Birleşmiş Milletler örgütü içinden karşı sesler ya da tepki göstermeler öne çıkabilmektedir. Atlantikçi egemen güçlerin Güvenlik Konseyini ele geçirmesi, dünya devletlerinin sadece genel kurul üyeliği ile yetinmemeleri gibi durumlarda önemli tartışmalar ortaya çıkabilmektedir. BM çatısı altında kurulların çekişmeleri karışıklık yaratırken, yıllardır bu örgüt içinde çalışmakta olan hukuk ve siyaset kadroları, tıpkı diğer kurumlarda olduğu gibi bir Birleşmiş Milletler bürokrasisi oluşumunu ortaya çıkarmaktadırlar. ABD ve SSCB’nin Güvenlik Konseyi üyesi olarak sahip oldukları veto hakkını fazlasıyla kullanmaları, bir dönem Birleşmiş Milletler örgütünde dalgalanmalar yaratarak istikrarsızlığa yol açmıştır. SSCB’nin dağılmasından sonra daha az ideolojik tartışma dönemine geçilmesiyle birlikte, bu büyük devlet yapılanmasının yerini Rusya Federasyonu almış ve ideolojik tartışmalar sona ermiştir. İdeolojik kutuplaşma geride kalırken, siyasal veto hakkı daha az kullanılır bir aşamaya gelinmiştir. Vetolar kurulları karşı karşıya getirdiği için BM’nin çalışmalarının hızını kesmiştir. Örgütün ellinci yıldönümü kutlanırken kapsamlı bir reform tasarısı hazırlanarak ve örgüt küçültülerek, personel ve masraflar kısıtlanarak yeni bir reform denemesi yapılmak istenmiş ama Güvenlik Konseyinin yeniden yapılanması konusunda ortaya çıkan büyük anlaşmazlık çözüme kavuşturulamadığı için reform denemesi başarısızlığa mahkûm edilmiştir. Güvenlik Konseyinde yeni bir yapılanma olmadan reform yapılamayacağı o aşamada görülmüştür.

Benzeri tartışmalar Genel Kurul’un çalışma düzeni ile de yapılmış ve bu konuda da üye devletler arasında bir fikir birliğine varılamamıştır. Güvenlik Konseyi ile ilgili reform istekleri veto hakkının kaldırılması ve sürekli üye sayısının iki misli artırılması olarak gündeme getirilmiş ama her iki konuda da derin bir anlaşmazlık çıkmıştır. Beş daimî üye burada kendi tekellerini korumak doğrultusunda hareket ederek hem veto hakkını savunmuşlar hem de üye sayısının artırılmasına karşı çıkarak sahip oldukları örgüt içi egemenlik statüsünü korumaktan vazgeçmemişlerdir. Almanya ve Japonya’nın daimî üye olma haklarına karşı çıkılırken, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın önde gelen ülkelerinden yeni sürekli üyeler alma konusu tartışılmış ama bir karara varılamamıştır. Ayrıca sürekli olmayan üye sayısının da iki misli olarak yirmiye çıkarılması önerilmiş ama sonuçta bu öneri de reddedilmiştir. Ayrıca veto hakkına sahip olmayan daimî üyeler olarak yeni bir statüde üye alma önerisi de kabul edilmemiştir. Yeni bir Güvenlik Konseyi oluşturulurken Pakistan Hindistan’ı, Çin Japonya’yı, İngiltere Almanya’yı, Mısır Türkiye’yi, Malezya Endonezya’yı, Meksika Brezilya üyeliğini engellemeye çalışırken, Güvenlik Konseyi sorunu çözülememiş ve bu yüzden reform girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Dünya’nın beşten büyük olduğunu ileri süren Türkiye gibi ülkeler de reformun önünü açmak için uğraşmışlar ama bu konuda yeterli bir sonuç alamamışlardır. Örgüt içinde yeni koşullara uygun düşen bir yeni yapılanma başarısız kalınca, bu kez uluslararası ilişkiler Birleşmiş Milletler örgütünün dışında gelişmeler göstermiştir.  NATO, AGİT, ŞANGAY, G-7, G-8 ve AVRUPA BİRLİĞİ gibi başka uluslararası örgütler devreye sokularak, evrensel alanda gereksinme duyulan yeni örgütlenmeler alternatif olarak gündeme getirilmektedir. Büyük devletler ve BM kurulları arasındaki çekişmeler sona ermediği için, Birleşmiş Milletler çatısı altında denenen reform girişimleri bugüne kadar sonuçsuz kalmıştır. Yıllar geçtikçe dünyanın koşulları değişmekte ve yeni ortaya çıkan koşullara göre, insanlar eskisinden çok daha farklı örgütlenmelere giderek, dünya savaşları sonrasında kurulmuş olan evrensel barış düzenini geleceğe dönük biçimde güvence altına almaya çalışmaktadır.

Birleşmiş Milletler bugünün koşullarında barış ve güvenliğin sağlanması, silahsızlanmanın gerçekleştirilmesi, sanayileşmiş ülkeler ile  gelişmekte olan diğer ülkeler arasındaki çekişmelerin sona erdirilmesi, küreselleşme süreci içinde tekelci şirketler ile ulus devletler arasında yeni bir diyalog düzeni oluşturulması, devletlerarası bölgesel birliklerin barış içinde düzenli bir biçimde oluşumlarının sağlanması ve büyük devletlerin kendi bölgelerinde emperyalist işgal senaryolarına  kalkışmalarını önlemek gibi  büyük sorunların çözümüne yönelik yeni adımlar atılmasında ,öncülük yapamadığı için giderek dünyanın gelişme sürecinde Birleşmiş Milletler örgütü eskisi gibi  dünya devletlerine öncülük ya da liderlik yapabilme gücünü gösterememektedir. Nüfus artışı ile birlikte devlet sayısında da yeni artışlar devam ettikçe bugünkü dünya haritasının kesin bir düzenleme ile yenilenmesinin kısa dönemde mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. Fransa ve Almanya’nın beraber hareket etmesi dikkate alınarak bu iki ayrı ülke yerine, ikisinin bir arada Avrupa Birliği oluşumu içinde tek bir üye olarak Güvenlik Konseyi üyeliğini devam ettirmeleri bir öneri olarak gelmiş ama tam olarak karara varılamadığı için bu öneri de devre dışı kalmıştır. Büyük devletler Amerika, Avrupa, Rusya, Çin ve Hindistan olarak merkezi güç olarak kaldıkları sürece, Birleşmiş Milletler örgütü de bu büyük devletlerin konumuna ya da onların öncülüğünde oluşturulan çok kutuplu yeni dünya düzeni içinde yeni yapılanmalara doğru biçimlenebilecektir. Kararların kesinliği ve uygulama şansı açısından hiçbir uluslararası kuruluş Güvenlik Konseyi’nin ağırlığında etkin karar alma ve uygulama düzeni oluşturma şansını elde edememiştir. Güvenlik Konseyi dünya dengelerini gözeterek Birleşmiş Milletler içindeki anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulması sürecinde özel ya da genel yapılanma içindeki danışma kurullarından faydalanma arayışı içine girilmiştir. Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi arasındaki çekişmelerin önlenmesinde de yetkili uzmanlardan oluşabilecek danışma kurullarının yol gösterici ve diyalog kurucu yönleriyle anlaşmazlıkların aşılmasında yararlı oldukları görülmektedir.

Dünya güvenliği, evrensel bir hukuk düzeni ve uluslararası barış ve güvenlik düzeni kurmak üzere kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünden beklenen yararlar, yarım yüzyıl sonra elde edilemeyince hem bu devletler üstü kurumun içi karışmakta hem de bu yüzden dünya güvenliği tehlikeye sürüklenmektedir. Yeryüzünde var olan kuzey-güney ülkeleri arasındaki ayrılıkların önlenememesi üye devletler arasında ciddi bir uçurumu da beraberinde getirerek küresel alanda ciddi bir kaos ortamının doğuşuna yol açmaktadır. Birleşmiş Milletler örgütü bugün gelmiş olduğu düzeyde dünyanın en prestijli kurumlarının en önde gidenidir. Artan nüfus ve devlet sayıları yeni yapılanmaları zorlamakta ama bu durum Birleşmiş Milletler örgütünün dünya kamuoyu önündeki prestijini bozmamaktadır. Yeni kurulan her devletin bütün dünya tarafından siyasal bir varlık olarak tanınması ancak Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararına dayanan üyeliğe alma kararı ile mümkün olduğu için Birleşmiş Milletler örgütü her türlü tartışma ve yıpranma süreçlerinin ötesinde dünya barışı için en önemli güvence olarak yoluna devam etmektedir. Birleşmiş Milletler bugünün dünyasında bu önemli konumu sahip olan bir uluslararası örgüt olarak, barış ve güvenlik hedeflerinde yoluna devam etmektedir. Örgüte üye olan her devlet için uluslararası hukuktan gelen meşruiyet oluşumu tamamlanmış olmaktadır. Gerekli adımları atarak oluşumunu tamamlayan yeni kurulmuş devletler, Birleşmiş Milletlerin onayı ile diğer devletler ile eşit bir statüye gelmekte ve BM ilkeleri doğrultusunda insanlık düzeninin bir parçası konumuna erişmektedirler. Kendi iç düzenini toparlayan Birleşmiş Milletler; zaman içinde sömürgeciliğin tasfiyesi, emperyalizmin önlenmesi, her türlü saldırı ve de kaos ortamının ortadan kaldırılması, uluslararası hukuk sisteminin geliştirilmesi, insan haklarının ve doğal çevre koşullarının korunması, insanlık değerlerine sahip çıkılması ve en önemlisi geçmişten gelen uygarlık mirasına geliştirilerek sahip çıkılması, insan uygarlığını sarsan temel sorunlar olarak her zaman için Birleşmiş Milletler çatısı altında ele alınarak, bu sorunlar için yeni durumlara uygun çözümler gündeme getirilebilmektedir. Şimdiye kadar insanlık için birçok önemli hizmeti gerçekleştiren Birleşmiş Milletler örgütünün gelecekte daha da güçlendirilmesi, dünya barışına ve güvenlik sorunlarına önemli ölçülerde daha büyük hizmetler getirecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

3 Nisan 2022 Pazar

CUMHURİYETÇİ ULUSAL İTTİFAK NEDEN YOK? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

 CUMHURİYETÇİ ULUSAL İTTİFAK NEDEN YOK?

                       Türkiye Cumhuriyeti geleceğe dönük arayışlar sürecinde yeni bir aşamaya geçerken, partiler arası siyaset yarışında bu kez ittifaklar arası yarışların gündeme geldiği bir dönemden geçilmektedir. Normal demokrasilerde her görüşte siyasal partiler kurulmakta ve bunlar siyasal iktidara gelebilmek amacıyla, her yolu deneyerek ülkelerinde iktidar sahibi kurumlar haline gelmeye çaba göstermektedirler. Normal demokrasilerde doğal karşılanmakta olan bu durumda, demokrasi ötesi rejimler ve siyasal yapılanmalar ortaya çıkabilmekte ve partilerin ülkeyi yönetemez bir duruma gelebildikleri görülebilmektedir. İktidarların genel seçimler aracılığı ile belirlendiği demokratik rejimlerden hızla uzaklaşmakta olan Türkiye’de, neredeyse otokrasi olarak adlandırılabilen anti demokratik yapılanmalar gündeme gelebilmektedir. Bir siyasal parti bu ülkeyi çeyrek yüzyıla yakın bir zaman dilimi içinde yönettikten sonra hala seçim kazanarak iktidarda kalıyorsa, yani seçimler aracılığı ile geldiği gibi aynı yoldan gidemiyorsa, o ülkedeki rejimin normal bir demokrasi gibi olarak adlandırılması son derece güç bir durumdur. Normal bir demokraside siyasal partiler seçimlerle iktidara geldikleri gibi gene normal iktidar sürelerini tamamlayarak gitmeleri gerekirken, çeyrek yüzyıla doğru uzanan uzun bir zaman dilimi içinde gidemedikleri durumlar da her siyasal rejim de otokrasilerden diktatörlüklere doğru bir geçiş olgusu yaşanabilmektedir. Günümüzde Türkiye önümüzdeki genel seçimleri de kazanabilecek bir iktidar partisinin çeyrek yüzyılını iktidar döneminde tamamladığı bir ülke olarak siyasal tarihe geçmektedir. Çeyrek asırlık bir iktidarın her geçen yıl daha da güçlendiği bir süreç içinde muhalefet partilerinin yeterince muhalefet yapamaması ve bu yüzden de iktidara gelememesi gibi garip bir durum öne çıkabilmektedir. Yetersizlik çizgisini bir türlü aşamayan muhalefet siyasal çıkmazlarda bocalarken, siyasal iktidara gelen parti iç konjonktürel durumların geride kaldığı yeni bir aşamada, bütünüyle dış konjonktürün akıntısına kapılarak iç konjonktüre karşı kendi iktidar tekelini koruyabilmektedir. Bu durumda iktidarların seçimle değişemediği rejimler zamanla antidemokratik rejimlere ve diktatörlüklere dönüşebilmektedir.

                ABD’nin Türkiye’de kurdurduğu yüksek eğitim kurumlarından Bilkent Üniversitesinde geçen haftalar içinde yapılan bir siyasal toplantıda, bugünkü siyasal yelpazenin içinde yer alan altı parti bir araya gelerek, Bilkent Protokolu olarak adlandırılan siyasal anlaşma metnini, Türk kamuoyuna açıklamışlardır. Türkiye yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini tamamlarken, içine sürüklenmiş olduğu iktidar ve muhalefet arasındaki tahtaravalli oyununun bozulması yüzünden, antidemokratik bir otokrasiye dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Yeni seçimlerin gene bugünkü iktidar tarafından kazanılması gibi bir durumun ortaya çıkması olumsuz bir sahne yaratırsa, çağdaş demokrasilerin vazgeçilmez kuralları içerisinde yer alan denge ve kontrol mekanizmalarının bütünüyle bozulması ve tek adam yönetiminin ülkenin her alanında tek söz sahibi olması gibi bir diktatörlük oluşumuna giden yeni bir siyasal yöneliş ile, kaçınılmaz bir biçimde Türk devletinin karşı karşıya kalabileceği olumsuz durumlar şimdiden görülebilmektedir. İktidar değişikliği olmadığı için normal demokrasilerde olması gereken denetim ve hesap verme gibi işlemlerin yapılamadığı bir çıkmaz ile Türk siyasal rejimi uğraşmak zorunda kalmaktadır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde ve dönemlerinde görülen bu gibi siyasal çıkmazların, ne gibi vahim durumlara yol açtığı ve sonunda tek adam diktatörlüğüne giden yolu öne çıkardığı birçok örnekle kanıtlanmış bir durumdur. Yeni bir yüzyılın başladığı dönemin ilk yılında işbaşına gelen siyasal iktidarın aradan geçen çeyrek asır içinde tüm seçimleri kazanarak iktidarda kalmaya devam etmesi yüzünden ve Türkiye’de demokrasinin normal kuralları işlerliğini yitirdiğinden, muhalefetin denetim ve kontrol işlevlerinin yerine getirilmesi sürekli olarak engellenmiştir. Demokrasilerin olmazsa olmaz kurallarından olan muhalefet görevinin yapılamaz bir duruma gelmesiyle, Türkiye demokrasi klasmanında en alt kademelere düşmüştür.

                Avrupa tipi bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, bu kıtanın yanı başındaki komşusu konumunda demokrasiden uzaklaşır bir konuma gelmesi normal olmayan bir gelişme olarak gündeme gelmiştir. Yeni yüzyılın başlarında Türkiye umut dolu yönelişlerle geleceğe doğru adımlar atarken, çağdaş uygarlık düzeninin onurlu bir üyesi olabilme doğrultusunda yeni girişimlere ve projelere doğru hazırlanırken, üst üste ve peş peşe sürekli olarak aynı partinin iktidarını ortaya çıkaran genel seçim sonuçları ile mücadele etmek ve zaman zaman da boğuşmak zorunda kalmıştır. İktidar partisi sürekli seçim kazanarak yoluna devam ederken, birinci ve ikinci on yıl birbirini izleyerek geçmiş ve bugün üçüncü on yılın ortalarına doğru gelinmiştir. Yeni aşamada Türkiye’deki siyasal rejimin demokrasiden otokrasiye doğru yönelmesinin önlenmesi ve batı tipi demokrasilerde görülen bütün hak ve özgürlüklerin eşit koşullarda gerçekleştirilebilmesi için, serbest genel seçimler yolu ile iktidarların yer değiştirmesine dikkat edilmesi zorunluluk kazanmaktadır. Seçimle gelen iktidar bir ya da iki dönem sonra muhalefete geçerken, muhalefet partileri de eski iktidar partisi gibi genel seçimleri kazanarak iktidara gelebilmesi gerekmektedir. Ancak o zaman demokrasi tahtaravallisi çalışabilmekte, bir parti iktidara gelirken iktidardaki parti muhalefete düşerek yasama organında denetim ve kontrol işlevini yerine getirebilmektedir. Türkiye’de son dönemde bozulmuş olan bu denge ve kontrol amaçlı mekanizmaların eskisi gibi sırayla çalışabilmesi için her rejimde olduğu gibi Türkiye’de de siyasal reform çalışmalarının yapılması gerekmektedir.  Gerçek demokratik yönetim için iktidar ve muhalefet arasındaki hassas ilişkilerin dengeli bir biçimde sürdürülmesi gerekmektedir. Ayrıca birlikte seçimler aracılığı ile iktidara geliş ve gidişlerin normal bir biçimde sistemin koşullarına uygun gelecek bir biçimde ayarlamalarının yapılması gerekmektedir. Çeyrek yüzyıla yakın bir süre iktidarda kalan hegemonik siyasal partinin normal koşullarda demokrasi sınırları içinde bir denge içine alınabilmesinin mümkün olması gerekmektedir. Bu doğrultuda siyasal rejimin aksayan yanlarının giderilmesi ve diğer batı demokrasilerine benzer bir kontrol ve denetim mekanizmalarının devreye sokulmalarının asgari koşullarda sağlanmaları gerekmektedir.

                Uzun süreli iktidar ile güçlenen iktidar partisinin sınırlanması ve iktidara gelemeyen muhalefet partilerinin güçlendirilerek iktidara hazırlanmalarının düşünüldüğü bugünkü aşamada ,altı siyasal partinin bir araya gelerek  “Güçlendirilmiş Parlamenter sistem “ başlığı altında demokrasiyi konsalide edecek bir takviye çalışmasının tamamlanmasının gerekli olması nedeniyle, yeni çalışmaların bu yöne doğru çevrildiği bir aşamada, artık daha güçlü bir demokrasiden söz ederek  hareket edilmesine gerek vardır. Demokrasilerin ve siyasal rejimlerin her türlü olumsuz koşula rağmen sürdürülebilmesi için, demokrasilerin konsalidasyonuna şiddetle gereksinme bulunmaktadır. Yeni düzenlemeler ile konsolide edilmiş olan parlamenter demokrasilerin geleceğe doğru yönlendirilmeleri süre açısından zorunlu olabilmektedir. Olağanüstü durumlar hariç, normal olarak her ülkenin özel koşulları doğrultusunda kendine özgü siyasal rejimlere sahip oldukları kabul edilmektedir.  Normal durumda demokrasiler ya da otokrasiler birbirlerinin alternatifleri olarak siyaset sahnesinde boy gösterirken, her ülke sahip olduğu siyasal rejimin birikimlerinden yararlanarak, kendisi için yararlı olacak sistemler üzerinde dururken, olumsuz durum ve koşullara sahip olan devletlerin yozlaşmış siyasal rejimlerinin ülke gerçekleri doğrultusunda düzeltilebilmesi mümkündür. Birçok ülkede siyasal rejimler normal koşullarda varlıklarını sürdürürken, diğer işlevlerini de gerçekleştirebilmektedirler. Ne var ki, Türkiye gibi kritik bir jeopolitik ortamda bulunan ülkelerde bazen ortaya çıkan olağanüstü durumlar, demokratik rejimlerin normal koşullarda işlemesini önleyebilir ya da başka koşulları gündeme getirerek eskisinden çok farklı bir rejim ile halk kitlelerinin karşı karşıya gelmesine neden olabilir. Türkiye Cumhuriyeti bugün benzeri bir kaotik durumu, soğuk savaş koşulları ile küreselleşme akımının getirdiği yeni yapılanmaların aynı dönemde varlıklarını sürdürmesi, ciddi bir siyasal kargaşa ortamı yaratarak ülkede ciddi bir siyasal rejim krizinin gelişmesine yol açmıştır. Uzun süre çeşitli tartışmalar ve yapay gündem yaratma çabaları ile halk kitlelerinin gözünden kaçırılan bu kargaşa ortamı artık tartışma gerektirmez bir biçimde kamuoyu önünde açıklığa kavuşmuştur.

Yirminci yüzyıldan kalan bir anayasanın gerçek siyasal koşullara uyum sağlayamadığı biçiminde bir eleştiri dış güçler tarafından da desteklenince, ülkede yaratılan yeni ortamda yeni bir anayasaya giden yol açılmıştır. Ilımlı İslam adı ile iktidara gelen siyasal partinin çeyrek asıra yakın bir süre içinde Türkiye’yi demokratik rejimden uzaklaştırması üzerine, normal fonksiyonlarını yerine getiremeyen muhalefet partileri bir araya gelerek böylesine bir kaos ortamından kurtulabilmenin arayışı içine girmişlerdir. Daha önceki dönemde yeni bir anayasa çıkartarak bu olumsuz gidişin önüne geçmek isteyen önde gelen büyük partiler, yeni bir anayasayı tam olarak çıkaramadıkları için ülkenin siyasal düzen sorununu çözüme kavuşturamamışlardır. Tam olarak bütünüyle yeni bir anayasa ortaya konamadığı için, kısmı bir değişiklik ile yetinilmiş ve bu nedenle Türkiye hem eski hem de yeni anayasayı birlikte düzenleyen bir ucube anayasa sistemi ile karşı karşıya gelmiştir. Anayasa değişikliği ile yetinilmesi gibi bir yeni durum da hem eski anayasanın hem de yeni anayasa değişikliğinin temel ilkeleri T.C. Anayasası içinde yer alarak, ortaya bir anayasa çorbası çıkartılmıştır. Eski anayasada var olan parlamenter demokrasi rejiminin üzerine bir de son yıllardaki gelişmeler ile kapıya dayatılmış olan başkanlık sistemi doğrultusundaki tartışmalar aracılığı ile, sonradan farklı bir biçimde isimlendirilen cumhurbaşkanlığı sistemi görünümünde ve tek adam diktatörlüğüne giden otoriter rejim ile ilgili düzenlemeler, sanki bir olağanüstü hâl durumu yaratılıyormuş gibi yeni bir anayasa değişikliği olarak kabul edilmiştir. Geçen asırdan var olan bir parlamenter sistemin üzerine tamamen bambaşka yeni bir siyasal sistemin monte edilmesi, Türkiye’deki geleneksel anayasacılığı bir montaj mesleğine dönüştürerek ortaya ucube bir hukuk olgusunun çıkmasına giden yolu açmıştır. Bu durumda anayasacılar eski ve yeni sistemlerin ciddi bir kargaşa ortamı yaratması yüzünden, Türkiye’nin anayasasız bir ülke konumuna geldiğini öne sürerek, bu durumda bütün kamu kurumları ile birlikte yargı organlarının da son derece dikkatli hareket etmeleri gerektiğini sürekli bir biçimde vurgulayarak, siyasetin ortaya çıkardığı hukuk dışı ortamın bir an önce sona erdirilmesini talep etmişlerdir. Eski ve yeni anayasaların anayasa metni içinde yarım yamalak yer almaları yüzünden Türkiye uzun bir süredir anayasasız bir ortama sürüklenmiştir.

Ülkenin Amerika destekli üniversitelerinden birisinde toplanarak içine düşülen hukuksuzluk ortamından kurtulabilme çizgisinde yol ve yöntem aramaya başlayan altı siyasal parti, yaptıkları toplantılar ve çalışmalar sonucunda ortaya “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem“ adı altında bir eskiye dönüş raporu koymuşlardır. Küresel emperyalizmin ve uluslararası Siyonizm’in  Büyük Orta Doğu projeleri yüzünden Türkiye’ye dayatılmış olan ucube hukuk sisteminden yeni bir anayasa değişikliği ile Türkiye kurtulamayınca, bu sefer  doğrudan siyasal sistemi ele alan ve genel anlamda  ülkenin her köşesinde yeni bir yapılanmayı hedefleyen bir sistem “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem “adıyla gündeme getirilerek Türk devletinin bu kaos ortamından bir an önce kurtulabilmesinin çareleri aranmaya başlamış ve altı partinin imzaladığı bir siyasal rapor ile çözümler demeti önerilmiştir. Uzman hukukçular tarafından hazırlanmış olan parlamenter sistemi geri getirme raporu Türk kamuoyuna sunulurken, Türkiye’nin düşünce ve siyasal ortamlarında birbirini izleyen görüş ve öneriler aracılığı ile ciddi bir hareketlenme meydana getirilmiştir. İki anayasanın bir arada varlığının yarattığı olumsuz durum ülkeyi her geçen gün daha fazla gerginliğe götürürken ve konunun bu kez sistem açısından ele alınması, Türk siyasetini yeni bir döneme doğru yönlendirirken, çeyrek asırlık iktidar partisi hemen seçim ya da baskın seçim gibi hızlı adımlar atarak muhalefet partilerinin ortak hazırlamış olduğu parlamenter demokrasinin yeniden güçlendirilmesi ile ilgili çıkışın önünü kesebilmenin arayışı içine girmiştir. Bütünüyle yepyeni bir sistem getirecek bir anayasa atılımının bu aşamada gerçekleştirilememesinin sonucunda konuya sistem açısından yaklaşılması bir yönü ile olumlu diğer açılardan ise olumsuz durumlar yaratabilecektir. Ülkede var olan devlet sorunu yeni bir anayasa ile kesin bir çözüme bağlanmadan konuya sistem açısından yaklaşılması, devlet sorununa kalıcı ve kesin bir çözüm getiremeyeceği için dünyanın merkezi alanında herkes kendi devletini kurmak için mücadele ederken, Türk ulusu Türkiye Cumhuriyeti devletini kaybedebilecektir.

Türkiye’nin önde gelen muhalefet partilerinin hazırlamış olduğu Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem raporu incelendiği zaman öne çıkan bazı başlıklar dikkat çekmektedir. İktidarda bulunan Ilımlı İslam partisi ile Milliyetçi parti arasında imzalanmış olan Cumhur ittifakı adıyla anılan bir siyasal ortaklığa karşı, ana muhalefet partisinin öncülüğünde merkez sağ, kapitalist ve İslamcı geleneklere sahip bulunan diğer partilerin bir araya gelerek oluşturdukları parlamenter sistem cephesinde  oluşturulan birlikteliğe Millet İttifakı adı verilerek, Türk Milletinin düşürüldüğü çıkmazdan bir an önce kurtulabilmesi hedeflenirken, iktidar ve muhalefet ittifakları eskiden olduğu gibi yine karşı karşıya geliyorlar ama tek bir anayasa ya da ortak bir siyasal rejim oluşturulabilmesi için geniş kapsamlı bir ulusal birlik ortamı oluşturulması gibi bir üst düzey politikadan uzak kalarak, gene eskisi gibi çekişme ve tartışma ortamlarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Laik cumhuriyetin İslamcı iktidarı kendi doğal yapısına aykırı olan Cumhur adını tercih ederken, Cumhuriyetin kurucu partisi isminin uzantısı olarak bu kavrama sahip, ümmet kökeninden gelen millet kavramını benimseyerek kendi doğasında var olan laiklik ilkesine aykırı bir tutum içine giriyordu. Üst üste binmiş iki anayasa ile yaratılan kargaşa ortamında siyasal düzen de karışıklığa uğruyor ve sistemde top yekûn bir yapılanma gereksinmesi iyice içinden çıkılamaz durumlara doğru sürüklenirken, temel kavramların da bu karışıklıktan nasibini almasıyla cumhur ve millet kavramlarının kamp değişikliğine uğradığı görülüyordu. Siyasetin sağ ve sol çizgilerde kamplaşmasının belirtisi olarak kullanılan cumhur ve millet kavramlarının içine düştüğü bu kamp değiştirme konumu, ülkedeki karışıklık ortamının ne derece yüksek bir çizgiye ulaştığını ortaya koyuyordu. Ümmetçiler Cumhur kavramına, Cumhuriyetçiler de Millet kavramına sahip çıkarken siyasetin diğer ana kavramları da farklı siyasal oluşumlar çizgisinde gündeme getiriliyordu. Yüzden fazla siyasal partinin aktif olduğu bir ülke olan Türkiye’de, diğer temel kavramlar üzerinden yeni ittifakların gündeme getirilmesiyle siyasal alandaki kamplaşma oluşumları devam edip gidiyordu.

Türk siyaset sahnesinin önde gelen temsilcilerinden birisi olan bölücü parti, kendisinin dışlandığı bu aşamada dokuz adet sosyalist partiyi bir araya getirerek, başını çektiği bir demokrasi platformunu Türkiye’nin bölünmesi doğrultusunda gündeme getireceğini kamuoyuna duyuruyordu. Böylece Türkiye’de geçmişten gelen bölücülük akımına sosyalist potansiyelin de destek vermesi ve böylece Meclis’te bölücülerle sosyalistler arasında ulusalcı olmayan bir siyasal ittifakın gelecekte kalıcı olabileceği yeni bir ittifak devreye sokuluyordu. Bir anlamda üçüncü ittifak olarak da görülebilecek bölücülerle sosyalistlerin birlikteliği, bölücülerin tercih ettiği bir kavram olarak Demokrasi İttifakı olarak adlandırılıyor ve daha sonra da kamuoyuna takdim ediliyordu. Fazlasıyla siyasal partinin bulunduğu ve içinde bulunulan dönemde yeni partilerin kurulmasıyla birlikte Türkiye’deki siyasal sistem bir partiler enflasyonu oluşumu ile karşı karşıya kalıyordu. Sadece sosyalist ideolojiyi benimseyen dokuz ayrı partinin kısa zaman içinde kurulması bile, Türk siyasal sisteminin nasıl bir dağılma ve parçalanma çıkmazı içinde olduğunu ortaya koyuyordu. Bölücüler ve sosyalistler Millet ve Cumhur ittifakları doğrultusunda ikili bir kamplaşmayı aşabilmek üzere ve Demokrasi adıyla üçüncü bir ittifak oluşturarak bu kamplaşmayı önlemeye çalışmaları gerçek anlamda bir demokratik oluşum olarak devreye giriyordu. Ne var ki, laikliğe mesafeli Ilımlı İslamcı yapılanma ile ümmetçiliğe yakın duran bir cumhuriyetçi yaklaşımın ayrı ayrı ittifaklar ile devreye girmeleri aşamasında, gerçek anlamda bir laikliğe saygılı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkellerine uygun düşen bir Cumhuriyetçi ve Ulusalcı ittifak, gelinen son aşamada göze çarpmamıştır. Yeni bir anayasa hazırlanırken ve bu doğrultuda Türk siyasal sistemi gözden geçirilirken Laik-cumhuriyetçilik ile ulus devletçilik dışlanmakta ve böylece dünyanın tam ortasında yüz yıl Türk ulusuna hizmet etmiş olan çağdaş cumhuriyetçilik ile ulusal devletçilik devre dışı bırakılarak, Türkiye Cumhuriyeti gelecekte belirsiz bir kargaşa ortamına doğru sürüklenmeye terk edilmektedir. Devletin ve ülkenin içine sürüklendiği siyasal bunalımdan uzaklaşabilmesi için devletin kuruluş ayarlarına geri dönülmesi ve ulusal bir senteze dayanan devlet modelinin korunması zorunlu bir duruma gelmiştir.  

                Bilkent Protokolü adında olduğu gibi  Amerika’yı  ve Amerikan politikalarını  öncelikle dikkate alan bir yaklaşım içerisinde kaleme alınmış görünmektedir. Ne var ki , Avrupa ülkeleri ve Avrupa Birliği üst örgütlenmesinin Amerika’nın desteklediği dinci, alt kimlikçi ve İsrailci  yaklaşımlara karşı mesafeli  durduğu  bu  aşamada, Türkiye’nin  son yıllarda iç sorunlardan daha çok dış sorunlara doğru yöneldiği bugünün koşullarında Türkiye’deki Ilımlı İslamcı iktidarın yola devam etmek üzere, Atlantikçi -Siyonist cephenin dış desteklerine güvenerek dış politika oluşumlarına öncelik verdiği anlaşılmaktadır. Bu çerçevede laiklik ilkesine karşı çıkan bir İslamcı yaklaşım öne geçerken hem halifelik rejimine geri dönüş hem de İslam dünyasının merkezi konumuna doğru sürüklenirken, yeniden Ankara’nın yerine İstanbul’un payitaht yapılması ve Arapçanın Kuran dili olarak resmi dil haline getirilmesi tartışma alanına getirilmektedir. ABD’nin dünya hegemonyası planı çerçevesinde Türkiye İslam dünyasının merkezine kaydırılırken, Balkanlar’da kapı komşusu olan Hristiyan Avrupa Birliğinden koparılarak uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Eski TBMM başkanı avukat laiklik kalksın derken, aslında Türkiye İslam dünyasının merkezi olsun diyordu. Türkiye’nin kapı komşusu Avrupa laiklik konusunda ısrar ederken, ABD; İngiltere ve İsrail’in etkisi ile, ayrıca Evanjelistlerin desteği ile küresel bir yönde hegemonya düzeni kurmak amacıyla, Türkiye üzerinden tüm İslam ülkelerini ve de bu ülkeler üzerinden de tüm dünya kıtalarının kontrolünü, İstanbul merkezli olarak kendi elinin altında korumak istiyordu. Böylece Türkiye ve içinde bulunduğu merkezi coğrafya küresel hegemonya yarışında öne geçerken, Türkiye Cumhuriyeti de ciddi bir biçimde kararsızlık ortamına doğru sürükleniyordu. Avrupa ülkeleri laiklik diye ısrar ederken, ABD ve İsrail ikilisi de din devletlerini desteklemek üzere karşı politikaları sonuna kadar zorluyorlardı. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin laik kampta kalıp kalmaması, hilafete dönüş senaryosu ile birlikte başlatılacak din devleti döneminin nasıl gelişeceğini açıkça ortaya koyacaktır. Merkezi coğrafyada hegemonya projeleri çarpıştığı sürece çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin din devleti mi yoksa laik bir ulus devlet mi olarak, yoluna devam edip etmeyeceği sorusuna kesin bir yanıt vermek için daha bir süre olayların gelişimi beklenecektir.

                Türkiye’nin uzatmalı siyasal iktidarı iç dinamiğe göre devleti yönetemez bir duruma gelirken ve bu nedenle önce yeni anayasa daha sonra da yeni siyasal sistem arayışları öne çıkarken, bu konularda çözüm üretebilmek için öncelikle çözüme kavuşturulması gereken bir sorun vardır. Türkiye hangi sistem içinde yer alacak sorusuna verilecek yanıtın netleşmesi gerekmektedir. Dünyanın tam merkezinde yer alan Türk devletlerinin alacağı biçim ve yöneleceği hedefler konusunda bir kesinleşme olgusu tamamlanmadıkça, Türkiye’nin geleceği ile ilgili yeni bir adım atılabilmesi mümkün olamayacak gibi görülmektedir. Laik ve dinci dünyalar arasında bir kesin seçim yapılamadan Türkiye’nin gelecekteki yeri belirlenemeyecekmiş gibi bir durum devlete ve ülkeye karşı belirsizlik ortamı yaratmaktadır. Hilafet konusunun yeniden gündeme getirilmesiyle başlayabilecek yeni dönemde, yeni anayasa ve siyasal sistem ya din esaslarına göre belirlenecek ya da laik dünyanın bilimsel esaslarına göre yepyeni bir sistem siyasal alana getirilecektir. Bugünün dünya haritasına bakıldığı zaman Hristiyan bir batı bölgesine karşılık, Asya’nın büyük devletlerinin kendilerine göre  Asya dinleri ile yaşamlarını sürdürdükleri  ama Genişletilmiş Kuzey Afrika ,Büyük Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerinin Müslüman ülkelerle dolu bulunduğu, bu nedenle de dünyanın tam ortasında  Çin’e, Rusya’ya ve Hindistan’a karşı bir güç merkezi olarak bulunan İslam ülkelerinin bir İslam Federasyonu çatısı altında toplanmaları ve İstanbul merkezli bir imparatorluk olarak Arapça’nın resmi dil olarak kullanılacağı yeni bir devlet düzeni arayışı devam etmektedir. Bin yıllık Türk devleti mi yoksa, bin iki yüz yıllık İslam devleti mi açmazının tam ortasında yer alan Türkiye’nin gelecekteki yolunu belirlemek üzere önce bir karar vermesi gerekmektedir. Geleceğin anayasası ve siyasal sistemi ancak bu sorunun yanıtının Türk ulusu tarafından kesin olarak verilmesiyle belirlenebilecektir. Ulusal bir kurtuluş savaşı verilerek çağdaş bir cumhuriyete kavuşan Türk ulusunun yeniden bir karar vermeye zorlanması sürecinde, merkezi coğrafyada çağdaş bir sentez olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin parçalanmasına ve yok olmasına Türk ulusu izin vermeyecek ve adımlarını bilerek atacaktır.

                Böylesine büyük bir dönemecin tam ortasında yer alan Türk devleti, emperyalist devlet projelerinin çarpışması yüzünden önemli bir çıkmazın içine sürüklenmiştir. Dünyanın gelecekte kaç kutuplu olacağı ve hangi kutbun merkezi alana egemen olacağı ve bu doğrultuda nasıl bir yeni dünya düzeni olacağı kesinleşmeden Türkiye’nin alacağı tutum ve izleyeceği yol tam olarak kesin bir çizgide belirlenemeyecektir. Halifelik düzenine İslam dünyası kaydırılırken, Türkiye’nin de bu doğrultuda kaydırılarak laik cumhuriyetten yeni bir İslam devletine doğru yönlendirilmesi, Türkiye’yi Atatürk’ün yolundan ayıracağı gibi çağdaş cumhuriyet rejimi ile modern ulus devlet yapılanmasından da uzaklaştıracaktır. Önümüzdeki dönemde Türkiye beş yüz milyonluk Türk dünyasında mı yoksa iki milyarlık İslam dünyasında mı yerini alacaktır sorusunun yanıtı, Türkiye’nin yerini belirleyecektir. Doğu ve Batı dünyaları arasında yeni bir sentez devleti olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kökleri hem bir ulus devlet hem de bir çağdaş cumhuriyet olarak, var olan Türk devletinin temelleri içinde kaynaştırılmıştır. Böylesine bir kaynaşmayı gerçekleştiren Kuvayı Milliye Türkiye’si böylesine bir başarının sonucu olarak da dünyanın ortasında tam bağımsız devlet olarak var olabilmiştir. Bu nedenle, yeni anayasa ve siyasal sistem arayışları sırasında cumhur, millet ve demokrasi ittifaklarının yanı sıra Atatürk ilkeleri çizgisinde bir “Cumhuriyetçi Ulusal İttifak” a da gereksinme vardır. Laik olmayan bir cumhur ittifakı ile ulusalcı olmayan bir Millet İttifakı Türkiye’nin temelinde var olan Atatürkçülük harcını eksik bırakmaktadır. T.C. Anayasasının giriş kısmında yer alan Atatürk ilkeleri devletin siyasal modelini ortaya koyduğu gibi, ayrıca dayanak noktası olarak ele alınan temel kuralları da açıkça belirlemektedir. Anayasada yer alan cumhuriyetin temel ilkelerinden uzaklaşan bir tutum ile yeni anayasa ve siyasal sistem belirlenirse, ortaya ya bir üçüncü dünya ülkesi ya da İslam dini üzerinden bir din devletine dönüşme gibi tümüyle bir başkalaşma macerası ve emperyalist senaryolar Türk devletinin geleceğini etkilemektedir. Böylesine bir yok edici senaryoya karşı Türkiye, Atatürk’ten gelen alternatif plan ve projelerini bugünün koşullarında bir an önce devreye sokarak, emperyalist güçlere bu alanda kullanacakları bir siyasal boşluk bırakmamak durumundadır. Ülkedeki ve bölgedeki siyasal boşluklar Türkiye’nin siyasal çıkarları doğrultusunda yeni planlar ile doldurulursa o zaman emperyalistlerin harekât alanları, sınırlanarak kontrol edilebilecektir.

                Devleti kuran Atatürk’ün partisinin öncülüğünde devlet modelini değiştirmeye yönelen ve bu alanda yeni adımlar atan partili olmayan bugünkü yönetim batı merkezlerinin baskıları ile hareket ederken, iktidar partisini indirmek üzere diğer muhalefet partileri ile iş birliği yaparak ortaya bir Millet İttifakı raporu koymuşlardır. Millet ittifakının görüş ve önerileri doğrultusunda hazırlanmış olan bu rapor, Avrupa destekli olarak görünmekte ve burada laikliğe sahip çıkılırken, Atatürk, Cumhuriyet, Tam bağımsızlık, bölgesel barış ve ulus devlet gibi kavramlar görmezden gelinerek raporun hazırlandığı belli olmuştur. Partilerin üçünün İslamcı tabandan gelmesi, bir tanesinin de eski bir iktidar partisi olarak batı emperyalizminin kapitalist politikalarına yakın durması yüzünden, devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisinin temelinde var olan Atatürk ilkeleri ve cumhuriyet rejimi çizgisinde Millet İttifakının ortaya bütünleşmiş bir siyasal sistem koyamadığı anlaşılmaktadır. Türkiye’nin en büyük siyasal krizini aşmak için yola çıktığını söyleyen bu ittifakın üyelerinin tarihi bir adım attıkları ve bu çizgide yeni bir sistem önerdikleri açıklanmaktadır. Burada bir geriye dönüşün değil ama tümüyle bir yeni bir sistemin getirilmeye çalışıldığı belirtilmektedir. Cumhurbaşkanlığı sistemi çalışmadığı için ülkenin bölünme noktasına geldiği anlatılırken, eski ve yeni devlet yapıları çatışırken, her şeyin tek adamın omuzlarına yüklenmesi yüzünden devletin çalışamaz bir duruma getirildiği söylenmektedir. Kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, devlet bürokrasisi, yargı organları ve yüksek öğretimdeki tüm kadroların iktidar partisinin kontrolü altında yönlendirilmesi sonucunda, ülkede devletin tarafsızlığına zarar verdiği bir parti devleti oluşumu gündeme gelmiştir. Meclisin yetkileri elinden alınırken, Anayasa mahkemesi kararlarının uygulanmadığı bir tek adam rejimi içinde endişeler ile birlikte kutuplaşmanın ülkede hızla arttığı bir ortama sürüklenilmiştir. Böylesine olumsuz bir durumda geçmişe dönülmeyeceği için yeni bir sistemin kurulması zorunluluk kazanmıştır.

                Neden güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçildiğinin anlatıldığı raporda, yeniden hukuk devletine, anayasal düzene ve ciddi bir devlet yapılanmasına ülkenin sahip olabilmesi için gereken adımların acilen atılması gerektiği dile getirilmiştir. Devlet yönetiminde keyfiliğe son verilerek yeniden liyakat sistemine geçilmesi gerektiği açıkça raporda gündeme getirilirken, ortak akıl ve ulusal uzlaşma ile yola çıkarak bütün sorunlara çözüm getirecek bir yeni yaklaşımın acil bir biçimde devreye konulması gerektiği dile getirilmektedir. Geçmişe dönme olmayacağı söylenerek her yönü ile yeni bir sistem önerilirken 1921 anayasası çıkış noktası olarak ele alınmakta ve cumhuriyet öncesi bir dönemin belgesi olarak benimsenirken, din devleti ve yerel yönetimlerin önceliği dikkate alınarak Atatürk’ün kurmuş olduğu devletin merkezi, ulusal, cumhuriyetçi ve laik esasları geri planda bırakılmaktadır. Diğer anayasalar darbe ürünü olarak gösterilirken Sovyetler Birliği oluşumunun etkisi altında hazırlanmış olan 1921 anayasası yeniden devreye sokularak ve dinci, eyaletçi, alt kimlikçi siyasal yapılanmalara öncelik verilerek, yüz yıl sonra Türk devletinin kuruluştan gelen yapılanmasının dışlandığı göze çarpmaktadır. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında örgütlenmeye çalışılan yeni sistemin keyfi ve kural tanımaz yönlerinin hukuk devletini ortadan kaldırdığı ileri sürülerek, adil ve tarafsız bir bakış açısı ile özgürlükçü demokratik hukuk devletine ulaşılabileceği iddia edilmektedir Devlet içinde etkili olacak denge ve denetim mekanizmalarının yeniden kurulmasıyla birlikte ana amaçlar olan huzur ve toplumsal barış düzenlerine, daha kolay bir biçimde ulaşılabileceği ileriye sürülmektedir. Milli irade üzerinde kuruluş döneminden gelen vesayet sisteminin kaldırılacağı ve ülkenin daha özgür ve bağımsız bir düzene kavuşturulacağı, daha şeffaf ve hesap verilebilir biçimde oluşturulacak yeni hukuk devleti sayesinde mümkün olabileceği anlatılmaktadır.

                İktidarın cumhur ittifakına karşılık öne sürülen millet ve demokrasi ittifakları alternatif siyasal uzlaşmalar olarak gündeme getirilirken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş modeli olan ulus devlet ile çağdaş cumhuriyet rejimlerine ulusal bir sentez içinde sahip çıkacak, cumhuriyetçi bir ulusal ittifakın gündeme getirilmediği görülmektedir. Devletin kuruluş modeline ve anayasanın giriş bölümünde dile getirilen cumhuriyetin temel ilkelerine sahip çıkmadan, Atatürk Cumhuriyetinin sonsuza kadar var olabileceği bir yeni siyasal sistemin kurulabilmesi bugünün koşullarında pek mümkün görünmemektedir. Cumhur, Millet ve Demokrasi İttifakları ile birlikte Türk devletinin bir de Cumhuriyetçi Ulusal İttifaka gereksinmesi bulunmaktadır.  Yüzden fazla partinin halen aktif bir biçimde var olduğu partiler yelpazesi içinde yer alan ve adında Türkiye, bağımsızlık, ulusalcılık, cumhuriyetçilik, özgürlükçülük ve de memleketçilik gibi milli bir çizginin bulunduğu mevcut partilerin bir araya gelerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş modeline sahip çıkan yeni bir cumhuriyetçi ulusal ittifaka bugün her zamandan daha çok gereksinme vardır. Kurucu önderin Türk ulusuna bırakmış olduğu siyasi miras olarak, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilelebet payidar kalabilmesini sağlayacak yepyeni bir yapılanmaya yönelik çalışmalar ve protokollar bir an önce tamamlanarak, egemen güçler tarafından Türkiye’nin ekonomik çökertilme senaryoları ile iç ve dış çatışma ve savaş senaryolarına doğru sürüklenmesine, Türk ulusu kesinlikle izin vermemek durumundadır. Devlet ile milletin yeniden barıştırılmalarını hedefleyen yeni siyasal düzenin bir an önce kurulması gerekirken, ülkeye yönelik her türlü dış müdahale ve emperyalist senaryolara karşı milletin bütün fertlerinin bir araya gelerek ve sırt sırta dayanışma içine girerek, yeniden bir Kuvayı milliye mücadelesi yapılmalıdır. Bu amaçla Cumhuriyetçi Ulusal İttifakın kuruluşu ilk adım olacaktır Var olan diğer ittifakların ihmal ettiği ve dikkate almakta yetersiz kaldığı bir aşamada, Türk devletinin laik cumhuriyetçi ve ulus devletçi yapılanmasının milli bir sentez olarak benimsenmesi halen içinde bulunulan siyasal çıkmazın aşılabilmesi açısından zorunlu görünmektedir. Parlamenter sistemin güçlendirilmesi önemlidir ama tek başına bu çıkmazdan kurtulabilmek için yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle, tıpkı Kuvayı milliye günlerinde olduğu gibi Türk ulusunun yeni bir şahlanışa geçebilmesi için Cumhuriyetçi Ulusal İttifakın, öncelikli olarak Türk ulusunun önüne milli bir alternatif olarak konulması gerekmektedir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN