24 Ocak 2021 Pazar

ATATÜRK VE CEDİT HAREKETİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ATATÜRK VE CEDİT HAREKETİ

                               Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk kuruluş yılları öncesi ve sonrasında tüm siyasal gelişmeleri izleyerek hareket etmiştir. Bu doğrultuda Avrupa ülkelerinde meydana gelen yeni olayları izlediği kadar, Osmanlı sınırları içerisinde gündeme gelen siyasal gelişmeler ile birlikte eğitim, kültür ve bilim alanlarındaki gelişmeleri de zamanında takip ederek bunlardan çıkardığı sonuç ve yansımaları etkileri ile birlikte, Türkiye merkezli bir bütünlük içerisinde değerlendirmiştir. Dünya jeopolitiğinin tam ortasında kalan bölgede yepyeni bir devlet kurulurken, önce ulusal kurtuluş savaşı veren ve daha sonraki aşamada bunu başararak çağdaş bir cumhuriyet devleti kuran kurucu kadro, o dönemin koşullarında gündeme gelmiş olan tüm yeniliklerin değerlendirilmesiyle bir sonuca varmaya çalışmıştır. Batı emperyalizmine karşı çıkan Osmanlı aydınlarının oluşturduğu Yeni Osmanlı hareketi doğrultusunda önce imparatorluk kurtarılmaya çalışılmış ve daha sonra da istenen sonuç elde bu edilemeyince, bu kez Jön Türk adı altında örgütlenen yeni siyasal hareket, Avrupa ülkeleri üzerinden yaygınlaştırılarak, Avrupa’da Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkmış olan milliyetçilik cereyanlarına uyum sağlanmaya çalışılmıştır. Türkçüler imparatorluğun geride kalan merkezi topraklarında Türklerin ulus devletini kurmak üzere yola çıkmışlardır. Böylesine bir süreç içerisinde Avrupa tipi bir ulus devlete ve çağdaş bir cumhuriyet rejimine sahip olmak Türklerin başlıca amacı haline geliyordu. Bu aşamadaki durum değerlendirilirken, eğitim ve kültür alanındaki yeni gelişmelerde inceleniyordu.

                Birinci dünya savaşı sırasında Türklerin önderi konumuna gelen Mustafa Kemal, Balkan kökenli bir siyasal  lider olarak hem Avrupa’daki yeni oluşumları hem de bunların Balkanlar üzerinden eski Osmanlı bölgesine yansımalarını yakından izliyordu. Başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun Avrupa topraklarında bu kıtanın batısında yer alan büyük devletlerin etkileri dikkatle  takip edilirken, uluslaşma sürecinde sadece Avrupa ile yetinilmiyor, Fransız devrimi sonrasında öne çıkan milliyetçilik hareketleri sonrasında  Asya ve Afrika kıtalarının önde gelen devletlerinde ne gibi yansımaların öne çıktığı da Türkiye’nin aydın çevreleri ile birlikte ulus devletin kurucu kadrosu tarafından da  öne çıkan gelişmeler yakından izlenerek değerlendirilmeye çalışılıyordu. Anadolu’da çağdaş bir cumhuriyet kurulurken  bunlardan nasıl yararlanılabileceği konusunda  düşünsel planda tartışmalar ve fikri hazırlıklar yapılmaya çalışılıyordu. Osmanlı’nın Avrupa toprakları işgal edilince, bu tür silahlı bir saldırıya karşı İttihat ve Terakki adı ile yeni bir savunma ve yönetim örgütlenmesine geçiliyordu. Jön Türklerin siyasal, teorik ve kültürel çalışmalarının yetersiz kaldığı bir aşamada ülke işgale uğrarken, kalemle mücadelenin yetersiz kaldığı noktada, Osmanlının genç kuşakları silahlara sarılarak bir ülkesel kurtuluş savaşına yöneliyorlardı. Jön Türklerin yaptıkları çalışmalar ile ulusal mücadele ve direniş için oluşturulan toplumsal ortam, zamanla direnişe uygun bir konuma geldiği aşamada, fikrin yerini siyasal mücadele ve direniş alıyordu. Osmanlı’nın Avrupa kıtasına komşu kısmı olan Balkanlar’a batıdan gelen tüm yansımalar, dalgalar halinde imparatorluk kamuoyunu etkilerken Fransız devrimindeki devrimci güç olarak ortaya çıkan Jakoben örgütlenmesine paralel bir devrimci atılım, İttihat ve Terakki Cemiyetinin kuruluşu ile birlikte öne çıkıyordu. İmparatorluğun yerine bir milli devlet kurma çabası içinde olan   Kuvayı Milliye örgütlenmesi, Jön Türkler aracılığı ile Avrupa’nın düşünce devrimini izlerken, aynı Avrupa’nın askeri saldırılarına karşı da kendini korumak üzere savunma düzeni kurmaya öncelik veriyordu. Türkler uygarlığa yönelirken, aynı zamanda emperyalist saldırı ve işgale karşı da direnişe geçerek önlem alıyorlardı.

                Avrupa’daki milliyetçilik cereyanları Türkiye’yi etkilediği gibi aynı zamanda Balkanlar üzerinden Rusya ve Asya ülkelerine de yayılarak bu bölgelerde de benzeri yansımalar yaratıyordu. Özellikle Avusturya ve Macaristan imparatorluğu ile Rus Çarlığı, Avrupa’daki gelişmelerden çok etkilenerek bir iç kavgaya doğru sürüklenmiştir. Özellikle 1856 yılında Amerikan donanmasının Japonya’ya gelmesi ve Rus imparatorluğuna karşı ABD destekli Japon ordusunun saldırıya geçmesi ile Rus-Japon savaşı çıkmış ve ABD destekli Japonlar bu savaşı kazanarak, Rus Çarlığı’nın yıkılmasını sağlamışlardır. Napolyon’un ve Hitler’in yıkamadığı Rus hegemonyasını ABD destekli Japonlar arkadan saldırarak yıkmışlar ve 1905 yılından sonra Rus devletinin çökertilmesiyle birlikte, kuzey Asya’da uçsuz bucaksız alanlara yayılmış olan Rus toprakları sahipsiz kalmıştır. Rus Çarlığı’nın çöküşü üzerine bu imparatorluğun topraklarında yaşamakta olan bütün etnik ve dini topluluklar, kendilerine ülkenin bazı kısımlarını ayırarak imparatorluk sonrası dönemde yaşadıkları ülkeleri ulus devlet çatısı altında bağımsızlık düzenine kavuşturmak istemişlerdir. Rusya toprakları üzerinde en fazla nüfusa sahip bulunan Türkler ve Müslümanlar bu süreçte diğerlerinden daha hızlı davranarak, Kazan –Kırım-Kafkasya üçgeninde bir Türk devleti kurmak amacıyla yola çıkmışlardır. Jeopolitik konumu nedeniyle dünyanın kuzey bölgesinde yer alan Rusya’nın, güneyden gelen saldırılara karşı kendini koruması ve savunması daha kolay olduğu için Avrupa’dan ya da batı dünyasından yapılan saldırılar başarısız kalmıştır. ABD-Japonya ortaklığındaki saldırı hareketi doğudan ve ülkenin arka kapısından yapıldığı için başarılı sonuca ulaşmış ve böylece beş yüz yıllık Rus devleti arkadan vurularak çökertilmiştir. Rusların geçmişten gelen büyük sosyal ve kültürel yapılanması, Rus devletini kurtaramamış ve batı emperyalizmi Japonya’yı kullanarak Rusya devletini bitirmiştir.

                Fransız devrimi dünyada imparatorlukları bitirerek ulus devletlerin önünü açarken, Batıdan gelen rüzgarlar Balkan bölgesindeki küçük ulusal toplulukları kışkırtarak imparatorluğun parçalanmasını sağlamıştır. Silahlı saldırılar öncesinde Jön Türk hareketi Fransa üzerinden örgütlenerek, Osmanlı imparatorluğunun Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüştürülmesi yolunu açmıştır. Fransa’da eğitilen Türk aydınları ülkelerine dönerek ülkede var olan cumhuriyetçi potansiyel ile birleşince, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sağlanmıştır. Benzeri bir durum Osmanlı devletinin kuzeyinde yer alan Rus çarlığında da öne çıkmış, Avrupa’daki milliyetçilik rüzgarları devleti çökertilmiş olan Rusya’yı da etkilemeye başladığı aşamada, Rus topraklarında yaşayan bütün etnik, kültürel ve dini toplulukların siyasal örgütlenmeye giderek kendi ulus devletlerini kurmak üzere yola çıktıkları tarih kitaplarında anlatılmaktadır. Fransız devrimi Avrupa ülkelerinde yenilikçi hareketleri öne çıkarınca, milliyetçilik ve yenilikçilik rüzgarları Rus topraklarına da girmiş ve bu bölgede yaşayan azınlıkların harekete geçmesine giden yolu açmıştır. Önce Rusya’daki Müslüman topluluklar harekete geçmiş ama daha sonra Rusya Türkleri daha örgütlü bir yapıda öne çıkınca, yenilikçilik Kazan-Kırım-Kafkasya üçgeninde sosyal ve siyasal hareketlere girişen Rusya Türklerini siyasal açıdan da öne çıkarmıştır. Rusya ‘da başlayan yenilikçi hareketin adı eski Osmanlıca dilinden geldiği biçimde Ceditcilik olarak belirlenmiştir. Yenilikçilik anlamına gelen Ceditçilik hareketi, Rusya’dan dışarıya giderek tıpkı Jön Türklerin Avrupa ülkelerinde tahsil yapmaları gibi gelişmiş ülke eğitimleri alarak ülkelerine geri dönmüşlerdir. Rus Çarlığının çöküşü sırada yaşanan yenilikçilik hareketleri, zamanla Cedit akımı olarak kamuoyunda etkili olmaya başlamış ve daha sonraki aşamada Rus devriminin oluşması için de elverişli bir ortamın doğması sağlanmıştır. Daha çok Türk asıllı Rus vatandaşlarının etkili olduğu Cedit hareketi, Rusya’da geleneksel toplum yapısından modern toplum düzenine geçişi gerçekleştirmiştir. Modernizm yenilikçi hareketler ile Rus toplumuna Avrupa üzerinden girerken, aynı zamanda ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet hedeflerini de beraberinde getirerek Rusya’nın tarihin en büyük devrimlerinden birisine sahne olmasını sağlamıştır.

                On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu batarken Rusya’da çöküş dönemine sürüklenmiş ve her iki ülkede Avrupa üzerinden yenilikçilik öne geçerken, Türkiye ve Rusya iki devrimci oluşumu kendi ülkelerinde yaşamışlardır. Yenilikçilik Rusya’da sosyalist devrime gidişin yolunu açarken, Türkiye’de de yenilikçilik akımı cumhuriyetçilik olarak ortaya çıkarak, ülke ve devletin yapısını değiştirmiştir. Yüzyıllardır geleneksel toplum yapısı altında yaşayan bu iki ülkede geçmişten gelen yenilikçi arayışlar siyasal devrimlerin önünü acırken: eğitim, kültür ve bilimsel alandaki son gelişmelerde Sosyalist ve Kemalist devrimlerin oluşum süreçlerini hızlandırmışlardır. Atatürk üç kıtanın ortasında çağdaşlığa yönelen bir cumhuriyet devletini kurarken, batı uygarlığından gelen bütün yansımaları izleyerek hareket etmiştir. Batı rüzgarları Türkiye’yi olduğu kadar Rusya’yı da benzer bir biçimde etkilerken, yanı başımızdaki bu büyük ülkedeki gelişmelere Türk devletinin kurucu önderi öncelikle ilgi göstermiş ve birbirini izleyen siyasal gelişmeleri daha sonraki aşamada bir bütünlük içerisinde değerlendirerek, Kemalist devlet modelini ortaya koymuştur. Osmanlı’da ikinci meşrutiyet yılları yaşanırken, Rusya’daki Türk topluluğu tüm yenilikçilik arayışlarını Cedit hareketi içinde bütünleştirerek sistematik bir yapılanmaya dönüştürmüştür.  Cedit hareketinin Rusya’da etkinliğini artırması ve resmen ortaya çıkması üzerine, Türkiye’deki milliyetçiler ve milli devlet yanlısı gruplar Rusya’daki Cedit hareketi ile yakından ilgilenmeye başlamışlardır. Türkiye kamuoyunun Rusya’daki gelişmeler ile yakından ilgilenmeye başlaması üzerine de Ankara’da yeni kurulmakta olan çağdaş cumhuriyetin öncüleri Atatürk’ün önderliğinde Rusya’daki Türkçü girişimler ile birlikte, Türk asıllı aydınların örgütlediği Cedit hareketi ile de yakından ilgilenmeye başlamışlardır. Türklerin anavatanı olan Rus toprakları üzerinde bir Türk devletinin kurulmak istenmesi Osmanlı topraklarındaki Türkleri de heyecanlandırmış ve Anadolu toprakları üzerindeki Türk devleti kurulurken, Rusya’daki geçmiş, yeni oluşumlar ve gelecek arayışları Türkiye’yi de yakından ilgilendirdiği için, Atatürk Türkiye’si kuzeydeki gelişmeleri yakından izlemiştir.  

                Bölgeye milli devlet rüzgarlarının yansıdığı aşamada ilk Türk devleti girişimleri siyasal olarak Rusya’da öne çıkmış ve bu doğrultuda ilk Türkçülük Kongreleri Cedit hareketinin öncülüğünde Rusya kentlerinde toplanmıştır toplanmıştır. İlk olarak Oka ırmağı kenarında yapılan vapur toplantısından sonra Novgrad ve Petersburg kentlerinde   üç toplantı daha yapılarak, Kazan-Kırım-Kafkasya üçgeninde bir Türk devleti kurulması için harekete geçilmiştir. Bu toplantıları yakından izleyen Rus emniyeti, toplantılara öncülük yapan ve katılan Türkçü aydınları birer birer tespit ederek ve bunları bölücülük suçu işledikleri gerekçesiyle topluca sınır dışı ederek, Pantürkizm akımının Rusya’yı bölmesini önlemişlerdir. Rusya’dan kapı dışarı atılan ilk Türkçülerin bir kısmı İsviçre ve Almanya’ya yönelirken, diğerleri de İstanbul’a gelerek bu kentte ilk olarak Türk derneği adı altında yeni bir örgütlenmeye yönelmişlerdir. Yeterince adam bularak örgütlenemeyen Türk derneği kapatılırken, bu örgütün yerine önce Türk Yurdu ve daha sonra da Türk Ocakları adı altında Türkçü örgütlenmelere gidilerek, Rusya’da önü kesilen Türk devleti kurma projesi Türk toprakları üzerinde yeniden harekete geçirilmiştir. Rusya’da yapılan Türkçülük kongreleri sonucunda elde edilen siyasal birikim daha sonra Türk toprakları üzerinde kullanılarak, imparatorluk sonrasında kurulacak milli devletin Türk adı ile kurulmasına karar verilmiştir. İşte bu aşamada Türkler anavatanları olan Türkistan’dan kovulurken, emperyalisit saldırılara karşı çıkmış ve geçmişten gelen Türk kimliğinin siyasal bir kurumlaşmaya giderek örgütlenmesinin önü Anadolu toprakları üzerinde açılmıştır. Rusya Türkçüleri ilk Türkçü örgütlenmeleri İstanbul’da Kazanlı Yusuf Akçura önderliğinde oluştururken, ulusal kurtuluşa yönelen Kuvayı Milliye hareketi de Osmanlıcılığın ve İslamcılığın alternatif yaratamadığı bir ülkede üçüncü siyaset tarzı olarak Türkçülük ile devreye giriyordu. Kısa zamanda yirmiden fazla Türk Ocağı şubesinin Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde örgütlenmesiyle Türkçülük Türkiye’de   öne çıkıyordu.

                Cedit hareketi eğitim ve kültür alanında yeni atılımları ve modernleşme eğilimlerini, Rusya gibi doğu da kalmış bir ülkede devreye sokarak, bir anlamda ülkede çağdaşlaşma yaratmaya doğru adım atarken, kısa zamanda sosyal alandaki yeniliklerin hızla siyasal alana da kaydığı ve bu doğrultuda yenilik tartışmalarının ulus devlet ve cumhuriyet konularına doğru kaydığı görülmüştür. Benzeri bir durum Türkiye’de de Rusya’ya paralel biçimde öne çıktığı için, Türk ulusalcıları ile Rusya Türkçüleri arasında birbirine yakın bir atmosfer doğmuştur.  Atatürk daha Ankara’da yeni devlet kurulmadan önce bazı Kafkas kökenli siyasetçileri ya da Rusya göçmeni Türk vatandaşlarını Rusya’ya göndererek, bu ülkedeki Cedit hareketi ile yakından ilgilenmiştir. Rusya’dan kovulan Türkçülük önderlerinin destek ve yardımları ile Türkiye ve Rusya Türkçüleri arasında dayanışma geliştirilmiştir. Atatürk’de bunun üzerine ulusal kurtuluş savaşı sırasında nerede bir Türk Ocağı şubesi varsa oraya giderek, o çatı altında Türkiye vatandaşlarının Türkleşmesi ve kısa zamanda Türk kimliği çatısı altında birleşerek emperyalizme karşı çıkması doğrultusunda söylevler vererek, ulusal kurtuluş mücadelesinin Türk ulusal kurtuluş savaşına dönüşmesinde etkin olmaya çalışmıştır. Anadolu ve Trakya topraklarında yeni bir Türk devleti   kurulurken, kuzeyden gelen Türkçülük birikiminin ve bunu örgütleyen   Cedit hareketinin önemli rolü olmuştur.  Çökmüş olan Rus Çarlığı kendini kurtaramazken, Rusya’da kurulamayan Türk devleti bu ülkeden kovulan Türkçülerin öncülüğünde, Türkiye’de kurulmuştur. Böylece dağınık bir yaşam alanında bölünmüş bir durumda var olma savaşı veren Türklerin ilk ulus devletleri, Birinci Dünya savaşı sonrasında Anadolu toprakları üzerinde bağımsızlık kazanabilmiştir.

                İlk dünya savaşı sonrasında Avrupa’nın doğusunda yer alan üç imparatorluk çökertilirken Türkiye üzerinden ulus devlet modeli bu bölgeye getirilmiştir. Rusya’da bir ideolojik devrim yapıldığı için Cedit hareketinin önü kesilmiş, Ceditciler ile Türkçüler Stalin diktatörlüğünün vahşeti ile ölüme mahkûm edilmişlerdir. Ceditcilerin başlattığı yenilikçilik hareketleri hem Rusya’da hem de Türkiye’de yeni siyasal rejimlere doğru geçişin ana nedeni olmuştur. Rusya’dan kovulan ya da göç eden bazı bilim adamları, sanatçılar, yazarlar ve siyaset adamları, Türk vatandaşlığına kabul edilerek yeni Türk devletinin birçok kurumunda ya da makamlarında çalıştırılmışlar ve yeni kurulan ulus devletin Türkleştirilmesinde bunların geçmişten gelen birikimlerinin Türkiye’ye katkı getirmesine çalışılmıştır. Rusya’daki Türkçülüğün öncülerinden ve Türk Ocaklarının kurucu başkanı olarak hizmet eden Yusuf Akçura Atatürk’ün baş danışmanı olarak, Türk dünyasının bütün birikimini Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderine sunmuştur. Ankara’da yeni devletin kuruluşu sırasında Ankara’da açılan ilk fakülteler olan Ankara Hukuk Fakültesi ile Dil-Tarih ve Coğrafya fakültelerinin kurulmasında öncülük yapmış ve daha sonra Türk Tarih Kurumu’nun kurucu başkanlığı ile Türk Dil Kurumu’nun kurucu üyelikleri gibi görevleri de devletin kuruluşu aşamasında, Atatürk’ün yanında yerine getirmiştir. Yeni Türk devletinin tarih ve kültür alanındaki bakış açılarının ve siyasetlerinin belirlenmesinde Akçura’nın kurucu önder Atatürk’e büyük yardımları olmuş ve böylece tarihten gelen birikimin öne çıkarılarak zorlukların aşılmasında önemli katkılar sağlamıştır. Kuruluş sonrası dönemde de Ankara’daki devlet yapılanması genişletilirken, Rusya’dan gelen Türkçü ve Ceditçi’lere öncelik verilerek, kısa bir zaman içinde Anadolu halkının hızla Türkleşmesinin ve bir ulus olarak tarih sahnesine çıkmasının öncülüğü gene Cedit hareketinden gelen yansımalar doğrultusunda, Rusya göçmeni Türkler sayesinde   elde edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal, Yavuz Abadan, Hüseyinzade Ali Bey ve Ahmet Ağaoğlu gibi Kırım, Türkistan ve Kafkas kökenli öğretim üyeleri Türkçülük birikimleri ile Türk üniversitelerinin kuruluşuna öncülük etmişlerdir. Atatürk çağdaş bir cumhuriyet kurarken, aynı zamanda Türk Ocaklarının destekleri ile çok kısa bir sürede yepyeni bir ulus devleti Türk kimliği ile kurarak, Türklerin tarih sahnesinde öne geçmesini sağlamıştır.

                Atatürk sadece ulus devleti kurarken ya da siyasal sistemi oluştururken Ceditcilikten yararlanmamış aynı doğrultuda eğitim ve kültürel alanda da yeni yapılanmalarla geleneksel toplum yapısını değiştiren önemli yeniliklere öne çıkarmıştır. Ceditcilik imparatorluk sonrasında Rusya’nın geleceğinin belirlenmesi sırasında dışlanmış ama yeni Türkiye’nin kuruluşu sırasında Türk Yurdu ve Türk Ocakları üzerinden yeni Türkiye’nin yapılanmasında son derece etkin bir biçimde kullanılmıştır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri ya da Atatürk ilkeleri adı verilen ilke ve görüşlerin temelinde de Cedit hareketinin etkinliği öne çıkmaktadır. Jön Türk hareketi ile birlikte Cedit hareketinin de Rusya göçmeni Türkçüler aracılığı ile devreye girmesi sayesinde yeni Türkiye’nin daha güçlü bir modernleşme atılımı içinde, dünya sahnesine çıkışı sağlanmıştır. Gerçek Türk birikiminin hızla Türkiye’ye aktarılmasında, Ceditcilerin katkılarının son derece olumlu dayanaklar sağladığı görülmektedir. Türkiye’de ulusal kurtuluş savaşı başlatılırken kurucu önder Atatürk’ün yanında yer alan önemli askeri ve sivil kadroların içinde Kafkasya ve Kuzey bölgelerinden gelen Türkçülerin önde gelen bir yere sahip oldukları ve bunların katkıları ile de Cedit temelli yenilikçi ilklerin yeni devletin çekirdeğinde önemli bir yere sahip olarak cumhuriyetin temel ilkelerinin belirlenmesinde hareket noktası konumunda oldukları anlaşılmaktadır. Dünya dengeleri nedeniyle Cedit hareketinin yenilikçiliğinden yararlanamayan Rusya ideolojik imparatorluk döneminden kalma bir gerilik içerisinde bocalarken, Jön Türk arayışları ile birlikte Cedit yenilikçiliğini birlikte değerlendiren Atatürk cumhuriyeti Ceditciliğin tüm yenilikçi yanlarından yararlanmak şansını elde etmiştir. Bu doğrultuda Atatürk milliyetçiliği olarak adlandırılan siyasi görüş Türkiye Anayasasının temel ilkelerinden birisi haline gelmiştir.

                Ceditciliğin Rusya’daki serüvenine bakıldığı zaman, ülkenin her yerinde başlatılan yenilik arayışlarını ülkenin merkezinde bir araya getirerek güçlü yenilenme atılımları ile batının önde gelen ileri devletleri ile rekabet içinde yarışa girebilmenin hedeflendiği görülmektedir.  Ceditcilik tıpkı Türkiye’deki gibi aydınların Avrupa’ya gitmesi sonrasında ülkenin çeşitli bölgelerinde ortaya çıkmıştır. Halk kitlelerinin modernleşmesinin daha hızlı bir biçimde gerçekleştirilebilmesi için, Usul-ü Cedit adı altında yeni okulların açılmasıyla birlikte, hareketin toplumsallaşması ve yeni yetişen gençlerin gelenekçi yaşam tarzının baskılarından kurtularak daha özgür bir yaşam düzenine sahip olabilmeleri hedeflenmiştir. Usul-ü Cedit olarak belirlenen yeni metodun geçerlilik kazandığı bu yeni uygulamada, dilde, düşüncede ve işte birlik sloganı ile hareket ediliyor ve tümüyle yepyeni bir toplumsal yapının oluşturulmasına çaba gösteriliyordu. Arapça ve Farsça eğitimleri devre dışı bırakılırken, Orta Asya kökenli Türkçe eğitimde ana dil olarak benimseniyordu. Ceditcilik Türkçe’yi öne çıkarırken, Rusya Müslümanları arasında yaygın olan Arapça ve Farsça dillerine öncelik veren eski eğitimciler de Usul-ü Kadim adı altında örgütlenerek yenilikçiliğe karşı çıkıyorlardı. Ceditcilik akımı Rusya’da siyasal alana doğru genişlemeye başladığı aşamada, Rus devleti de yenilikçilerin siyasal düzeni değiştirmelerini önleyebilmek için, Usul-ü Kadim adı altında öne çıkan karşıt hareketi destekleyerek, ülke içi dengeleri korumaya çaba gösteriyordu. Azerbaycan bölgesinde dini tarikatların yönlendirmesiyle din adamları açıkça Cedit hareketine karşı çıkıyorlardı. Kazan ve Kırım bölgelerinde yaşayan Türk grupları Ceditcilik hareketini bütünüyle benimseyerek savunurken, Kafkasya bölgesindeki Müslüman Türklerin eski düzenden yana tavır almaları Rusya Türklerini bölerek Türkçülük akımının gücünü kırıyordu. Rus devletinin Türkçü bir devlet yapılanmasını önlemek üzere tarikatlar üzerinden Müslüman kitleleri desteklemesiyle de Türkçülük akımı giderek zayıflatılıyordu. Ceditcilik hareketi bir Türkçü tabana oturmaya hazırlanırken Rus devleti Müslüman tabanı buna karşı örgütleyerek Cedit akımının önünü kesiyordu. Rusya aynı zamanda Ortodoks klişesini devreye sokarak, diğer Hrıstıyan vatandaşların da kendi ulus devletlerini kurmalarına engel oluyordu.

                Rusya’daki Cedit hareketi incelendiği zaman, bu hareket Batı uygarlığını öne geçiren aydınlanma hareketinin Rusya topraklarına yansıması olarak görülebilir. Geçmişten gelen din ağırlıklı düzenden modernleşme aşamasına gelindiği zaman, eski düzene son verilmesi zorunlu olmuş ve bu yüzden de gelenekçi ve yenilikçi kavgası Rus toplumunun tam ortasına oturtulmuştur. Batı dünyasına daha yakın bir konuma sahip olan Kırım merkezli bir yapılanma Ceditcilerin tercih ettiği bir yaklaşım olarak denenmiş ama uluslararası konjonktürün Rusya’yı dünya savaşlarına sürüklemesi yüzünden böylesine bir adım atılamamıştır. Savaş sürecinde Kırım bölgesinden birçok Rus vatandaşı ülkelerini terk ederek batı ülkelerine göç etmişlerdir. Rusya’dan dışlanan Ceditciler İstanbul’a geldikleri zaman Jön Türklerin önde gelen temsilcileri ile karşılaşmışlar ve onların etkisiyle yenilikçi modern bazı düşünceleri öğrenerek, bunları kendi ülkelerinde uygulayabilmenin yollarını aramışlardır. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde öne çıkan Ceditcilik, pozitif bilimlerin öğretilmesini esas almış ve bu doğrultuda Usul-ü Cedit okulları açarak dini eğitimden bilimsel eğitime yönelmiştir. İlk okulların bu doğrultuda medreselerden ayrılarak  bilimsel eğitime yönelmesi  Cedit hareketinin başlıca çalışma konularından birisi olmuştur. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında Kazan’da kurulan Cedit okulu ile Türkçe bilimsel eğitim başlatılmıştır. Daha sonraki on yıl içinde beş bin civarında Cedit okulları bütün Rus ülkesinin her bölgesinde açılmıştır. Rus çarlığı Cedit okullarını ihtilal okulları olarak gördüğü için bunları kontrol altında tutabilmek için her yolu denemiştir. Türkçülüğe karşı Rusculuk yapan toplum kesimleri de Usul-ü Kadim adı altında eski eğitimi yapan okulları desteklemişlerdir. Rusya sosyalist bir devrime doğru sürüklenirken, Rus devleti ve Ruscu akımlar Ceditciliği ihtilalcilik olarak görmüşler ve bu doğrultuda Usul-ü Cedit okullarını kapatarak, bu okullardaki Türkçüleri hapse atmışlardır.

                Türkçülük akımına karşı Rusçuluk akımının örgütlenmesi Cedit hareketini n önünü kesince, bu kez Türkçü akımlar ve merkezler daha geniş bir Asya birlikteliğini savunarak, bütünüyle Orta ve Kuzey Asya’yı ana konu olarak içine alan Turancılık akımını öne çıkarmışlardır. Özellikle Avrupa ülkelerinde Rusya’ya karşı geliştirilen arayışlar, bu aşamada Macaristan merkezli bir Turancılık akımına yönelmiştir. Rusya’da giderek zorlanan Türkçülük akımlarının yeni dengelere yönelmesiyle ideolojik devrim ile önü kesilen Rusya Türkçülüğünün   yola devam edebilmesi için gereksinme duyulan dış destekler Avrupa’dan sağlanmıştır. Dünya savaşı sonrasında Türkçüler Rusya’da hapishanelere gönderilirken ve topluca kurşuna dizilirken, Avrupa ülkelerinde gündeme getirilen Turancılık akımı ortaya koymuş olduğu daha geniş bir alanda Türkçülüğün önünün açılmasına çeşitli yönlerden katkı sağlamıştır. Atatürk bu aşamada, Sovyetler Birliğini karşısına almadan sorunun çözümüne çalışmış, Sovyetler Birliği ile emperyalizme karşı çıkma konusunda ittifak antlaşmalarına yönelirken, Rusya’dan kovulan Türkçü ve Ceditçi aydınlara, Türkiye’de vatandaşlık statüsü vererek sorunların savaş sonrası dönemde ele alınarak çözüm arayışına devam edilmesi gibi bir yumuşak yaklaşım ile, büyük komşu olan ideolojik imparatorluğu karşısına almadan çözebilmenin yollarını aramıştır. Azerbaycan’da yirmi bin Türkçü kurşuna dizilirken, Stalin Gaspralı İsmail’in mezarının üstüne beton bina yaparak Türkçülüğün öncüsünü yok etmeye çalışırken, Atatürk Türkiye’yi yok etmek isteyen batı emperyalizmine karşı dev komşusu ile dayanışma içinde olmaya dikkat etmiştir. Ceditçi hareketin çeyrek yüzyıllık birikimi ile tam Rusya’da Türk devletinin kurulma aşamasına geldiği noktada, Türkiye’nin yeniden Rusya ile savaşa girerek hareket etmesi, her iki ülkedeki Türkçü hareketlerin yok edilmesine giden yolu açabilirdi. Bu aşamada Atatürk Türk-Sovyet dostluğu çerçevesinde sorunun büyümesini önleyerek, geleceğe dönük bir proje olarak Türkçülük akımının Turancılık desteğinde barışçı bir çizgide yönlendirilmesine çalışmıştır. Türkçülüğün çok kesin bir savaş getirmesi önlenirken, Cedit hareketinin sosyal ve kültürel içeriği ile barış ortamı korunmuştur.

                Atatürk Cumhuriyetinin dayandığı temel ilkeler belirlenirken, sosyal ve kültürel alanda bir cumhuriyet devrimi gerçekleştirilirken, yeni kurulmakta olan Türk devletinin modelinin belirlenmesi sırasında Türk dünyasının uyanışına öncülük yapan Cedit hareketi Türkiye’deki aydınlar ve kurucu öncü kadro tarafından yakından izlenerek, Türkiye açısından değerlendirilmeye çalışılmıştır. Yeni Rusya’dan dışlanan Türkçülük Anadolu bölgesinde daha farklı bir devlete dönüştürülürken, bir deney yapılıyor ve sorun bir Turan meselesi olarak geleceğe taşınmak isteniyordu. Ortadoks Ruslar ile Müslüman Türkler arasında yirminci yüzyılın başlarında gündeme getirilen siyasal çekişme soğuk savaş döneminde buzdolabına konuluyordu. Siyasal birliğin sağlanamadığı bu Rusya ve Anadolu Türkçüleri arasında, Türkçe tek ortak özellik olarak varlığını koruyordu. Türkçe’nin yoğun olarak kullanılmasıyla Türkiye Türkleri, Rusya Türkleri ve Türk dünyası arasında kurulmuş olan bağlar sosyal ve kültürel açılardan geliştirilirken, Müslüman Türklerin geleneksel yaşamlarında bilimin egemen olduğu dünyevi bir yaşam ve eğitim düzeni oluşturmak amacıyla hazırlıklar yürütülüyordu.  Atatürk’ün bizzat başkanlık yaptığı Türk Dil ve Tarih Kurultaylarında Türk dünyası çeşitli açılardan ele alınırken Ceditci kadroların geliştirmiş olduğu Türkçü yaklaşımlar üzerinden, bir fikir ve siyaset birliğine varabilmenin arayışları sürdürülüyordu. Dünya savaşı sırasında Rusya sınırları içinde ortaya çıkan Alaş Orda, Kolçak ve Basmacı isimleri altında sürdürülen Rusya’dan ayrı bir devlet kurma arayışları, Cedit hareketinin başlatmış olduğu çizgide yirminci yüzyıl boyunca devam ederek bugünlere kadar gelmiştir. Turancılık çizgisinde Türkçülük bir teritoryal projeye dönüştürülünce, Türkiye büyük komşuları İran ve Rusya’yı karşısına almamak üzere daha barışçı bir yol izlemiştir.

                Rusya’da Tatar reformculuğunun çağdaş bir düzeye gelmesi için arayışlar örgütlenirken, Tatar asıllı bilim ve düşünce adamlarının öne çıkmasıyla Rusya’daki Türkçülük hareketleri hız kazanmıştır. Bunların dış ülkelere açılmasıyla birlikte Rusya’daki Türkçü arayışlar ilk kez Cedit hareketinin ortaya çıkmasıyla düzenli bir yapılanmaya yönelmişlerdir. Tatar burjuvazisi Kazan kentinde güçlenerek zenginleşirken, batı ülkelerindeki burjuva hareketleri gibi bir ulus devlet arayışı içine girmişlerdir. Rusların Panslavizm politikaları kendi nüfusunu bir Slav ulusu haline dönüştürme girişimlerine karşı, Tatar burjuvazisi de Rusya imparatorluğu sınırları içinde yaşayan ve Türkçe konuşan değişik toplulukları bir Pantürkizm yaklaşımı çerçevesinde bütünleştirerek, Rus emperyalizmine karşı bölge halklarının direniş insiyatiflerini güçlendirmeye çalışmıştır. Avrupa ülkelerinde öne çıkan laik devlet ve din dışı düşünce ve yaşam tarzlarının yenilikçilik çizgisinde öne çıkarılmasında Cedit hareketi ilk düzenli hareket olarak Türk dünyasının uyanışını gerçekleştirmiştir. Rusya’da Çarlığın çöktüğü yıl olan 1905 yılında, Rusya’daki Müslüman Türklerin durumu ile ilgili bir bildiri Tatarlar tarafından hazırlanarak, Rus Çarlığına verilmiştir. Bu bildiriden sonra Rusya’da ki Türkçülük çalışmaları daha resmi bir karakter kazanmıştır.

                Rusya’daki Cedit hareketi Türkçülüğün önünü açarken ve bu doğrultuda Fransız devrimi çizgisinde bir içerik kazandırırken, Türkiye Cumhuriyeti de sürekli olarak devrede olmuş ve Atatürk Lenin ile mektuplaşarak, resmi temsilcilerini birbirine göndererek Rus devleti ile Türkler arasındaki sorunların çözümü için çaba göstermiştir. Yusuf Akçura Rusya’da yaptığı çalışmalara daha sonra Türkiye’ye gelerek Atatürk’ün yanında devam etmesi, geleceğe dönük Türkçü arayışın bu iki ülke halklarının içinden bir çözüm çıkarma girişimlerinin ana göstergesi olmuştur. Akçura’nın Türkiye’ye taşıdığı Ceditcilik hareketi, Türk devriminin ve rönesansının temellerine katkı sağlamıştır. Ceditcilik ortaya çıkışı itibarıyla Tatarların öne çıkardığı burjuva yapılanmasını örgütlemiş ve öncüsü Yusuf Akçura’da bu birikimi Türkiye’ye taşıyarak Atatürk ile birlikte çalışmalarını sürdürmüştür. Bu açıdan Kemalist Türkiye’nin çıkışında var olan Atatürkçü birikimin içinde Ceditciliğin de çok etkisi vardır.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

17 Ocak 2021 Pazar

DOĞU AVRUPA BİRLİĞİ KURULUYOR MU? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 DOĞU AVRUPA BİRLİĞİ KURULUYOR MU?

                 Küreselleşme dönemi sona ererken dünya yeni bir döneme doğru sürüklenmektedir. Yüzyıl önce imparatorluklar sona ererken ve bu doğrultuda ulus devletler siyaset sahnesine çıkarken, Avrupa kıtası dünyanın merkezi olma konumunu elinde tutmuş ve iki dünya savaşı sonrasında da Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte oluşturduğu batı blokunu, Atlantik bölgesi merkezli olarak elinde tutmuş ve yönlendirmiştir. Batı uygarlığının çıkış bölgesi olan Avrupa kıtası iki büyük dünya savaşı ile güç kaybederek içeriden çökme aşamasına gelince, doğu ve batı Avrupa olarak öne çıkmış ve kıtanın batısı Atlantik okyanusuna doğru kayarak denizler üzerinden dünya hegemonyası oluşturmaya çalışırken, Avrupa’nın doğusu da savaşlar sonrasında eskisinden çok farklı bir yapılanmaya doğru sürüklenmiştir. Batı Avrupa denizler üzerinden kıtalara yayıldıktan sonra yeni bir hegemonya arayışı içine girerken, Orta Avrupa bu duruma karşı çıkmış ve bu yüzden birinci dünya savaşı Avrupa’nın doğu bölgesinde çıkmıştır. İkinci dünya savaşı da birincisinin devamı olarak siyasal gündeme gelirken, gene Balkanlar üzerinden Doğu Avrupa coğrafyasında gerçekleşmiş ama bu kez ikinci dünya savaşı son aşamada Rusya’nın merkezi olan Moskova bölgesinde değil, batı uygarlığının çıkış noktası olan Hazar bölgesinde sona ermiştir. Şimdi üçüncü dünya savaşı arayanlar bu çizginin devamında Kafkasya üzerinden Hazar’a ve daha sonra da Hazar bölgesi üzerinden, Orta Doğu ve Kuzey Asya’ya doğru yönelmektedirler. Kutsal kitaplara dayanan kıyamet senaryoları ve Armageddon adı ile planlanan üçüncü dünya savaşı, Doğu Avrupa’da yarım kalan yapılanmanın tamamlanması çizgisinde ortaya çıkacak yeni olaylarla gelişecek gibi görünmektedir.

                Doğu Avrupa bölgesinin merkezinde yer alan Balkanlar bölgesine bütün jeopolitik kitaplarında fazlasıyla önem verilmektedir. Dünya hegemonyasına ağırlık veren bütün büyük devletler kendi yetiştirdikleri jeopolitik uzmanları aracılığı ile, yeryüzü coğrafyasını kendi egemenliklerini merkeze koyarak açıklamaya çalışırlarken, üç büyük kıtanın birleştiği Orta Doğu bölgesini Kalpgah adı ile dünyanın merkezi konumunu dile getirmişler ve bu doğrultuda bütün dünya kıtalarının jeopolitik değerlendirmesini yapmaya çaba göstermişlerdir. Genel olarak üzerinde birleşilen görüşe göre, Orta Doğu bölgesinin dünyanın merkezi olduğu ama üç kıtanın ortasındaki bu konumun, bu bölgenin geleceği açısından tam olarak güvenlik sağlamadığı ve o yüzden de Balkan bölgesinin daha öne çıkarak bu merkezi konumun tamamlanmasına katkı sağlaması gerektiği üzerinde bir ortak düşünceye varmışlardır. Milattan sonra yaşanan iki bin yıllık dünya tarihi içinde Asya ve Avrupa kıtalarındaki gelişmeler dünya tarihini belirlemiş ve kıtalardan merkeze yönelen gelişmeler doğrultusunda, Orta Doğu toprakları Balkanlara egemen olan güç tarafından yönlendirilmiştir. Bu merkezi coğrafya jeopolitiği çerçevesinde, Balkanlar’a egemen olan merkezi coğrafya üzerinde de hegemonya kurar. Dünya jeopolitiğinin bu ana esası, iki bin yıllık dünya tarihinin ortaya koymuş olduğu ana ilkelerden birisi olarak, dünya devletleri ve güç merkezleri arasında sürekli olarak bir tartışma konusu olmuştur. Batı Avrupa denizler üzerinden dünyaya yayılırken, Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkeleri de kıtanın doğusuna doğru genişleyerek ve en büyük kıta olan Asya topraklarına doğru genişleme arayışları içinde olmuşlardır. Asya’da gelişen büyük güçler Avrupa’ya doğru açılırken, Avrupa’da öne çıkan büyük devletler de Doğu’ya doğru açılmaya başladıklarında karşılarına Doğu Avrupa bölgesi çıkmaktadır. İşte bu nedenle Balkanların tarihte merkezi bir rolü bulunmaktadır.

                Balkanlar bölgesine adını veren sıra dağlar bölgeye yönelen saldırı ve işgal girişimlerine karşı yeterince destek sağlamada her zaman zorlanmış ve bu yüzdende bu bölgede kıtasal savunma  yerleşik devlet yapılanması açısından yeterince etki sağlayamamıştır. Balkan kelimesinin iki hecesinden birisinin bal olması diğerinin de kan olması gibi bir durumun arkasında, bu bölge coğrafyasının rolü bulunduğu imajı yaratılmaktadır. Dünyanın en güzel doğal yapılanmalarından birisine sahip olan bu bölgeye egemen olmak isteyen Asya ve Avrupa egemen güçleri Balkanları ele geçirme doğrultusunda çok büyük savaşlara girişmişler ve bunların sonucunda da Balkan ırmaklarından sular kanlı bir kırmızı renkte akmıştır. Balkanların bal gibi güzel coğrafyası her iki kıtanın egemenlerini bu bölgeye çekmiş ve tarih boyunca devam edip giden göç olayları nedeniyle ise her zaman bir toplumsal hareketlilik, Doğu Avrupa bölgesindeki devlet yapılanmalarını sürekli tehdit ederek savaşlara yol açmıştır. Asya ve Avrupa kıtaları arasında yer alan Doğu Avrupa, Batı Asya denen komşu bölge ile birlikte göç ve yer değiştirme olaylarına sahne olduğu için her iki bölgede geçmişten kalan küçük küçük topluluklar hem Balkanları hem de Kafkasları birer etnik müze haline getirmiştir. Bugünkü küreselleşme süreci bir anlamda global Balkanizasyon olarak tanımlanırken, geçmişten gelen bu sorun bölgenin geleceği ile ilgili ana mesele olarak yeniden siyasal gündemin tam ortasına oturtulmaktadır. Bölgenin geçmişten bugüne gelen tarihsel süreci içerisinde her zaman yeni dönemler gündeme gelmiş ve Doğu Avrupa bu yüzden bir istikrarsızlık adası olarak her zaman öne çıkmıştır. Balkanlar sorunu Doğu Avrupa bölgesini her zaman canlı bir sorun haline getirerek, bu bölgede ortaya çıkan yeni yerleşimler, göçler ya da farklı siyasal yapılanmalar üzerinden dünya konjonktürünün değişmesine giden yolu açmıştır.

                Doğu Avrupa’nın tarihi geçmişi modern tarihin başlangıcı olarak kabul edilen Milat yılından itibaren başlatılırsa, merkezi coğrafyada ortaya çıkan Asya ve Avrupa kökenli bütün büyük siyasal yapılanmaların, Doğu Avrupa bölgesine ulaştığı ya sınıra gelerek durduğu ya da sınırları geçerek tüm bölgeye egemen bir konuma geldiği görülmektedir. İnsanlık tarihinin Çin’den başlayarak Hint bölgesine gelmesi ve daha sonra da merkezi coğrafya üzerinden batı bölgelerine geçiş yapması sürecinde, Doğu Avrupa bir geçiş bölgesi ya da bir giriş kapısı olarak öne çıkmaktadır. Çin ve Hint sonrası dönemlerde Asya’nın ortalarından dünya sahnesine çıkmış olan Türk ve Moğol imparatorluklarının Doğu Avrupa’yı geçerek Batı Avrupa topraklarına girdikleri ve böylece Pasifik kıyılarından Atlantik okyanusuna kadar uzanan geniş alanda egemen devletler kurdukları geçmişin belgelerinde görülmektedir. Sırasıyla İskitler, Hunlar, Avarlar ve Hazarlar Asya kıtasının ortalarından yola çıkarak Avrupa kıtasının bütününde yayılmaları ve her gittikleri bölgelerde kendi nüfuslarının bir kısmını oralarda yerleştirmeleri sayesinde, bugünkü Avrupa kıtasında yaşamını sürdürmekte olan insan toplulukları ve halkların aslında Asya kökenli olduklarını ortaya koymaktadır. İki bin yıllık zaman dilimi içerisinde çeşitli siyasal olayların birbiri ardı sıra gündeme gelmeleri ile belirginlik kazanan Avrupa tarihinin bugünkü yapılanmaya sahip olmasında, doğudan gelen Asya göçlerinin belirleyici olduğu görülmektedir. Orta Avrupa’nın tam ortasında yer alan Macaristan devleti geçmişin birikimini temsil eden bir siyasal yapılanma ve Asya kökenli bir göç dalgasının bugünkü uzantısı olarak, Doğu Avrupa’nın ortalarında varlığını sürdürmektedir. İngilizce adında Hun kavramı bulunan Macaristan hem Hun kökenli Asya Türklerinin bir parçasıdır, hem de sekizinci ve onuncu yüzyıllar arasında devam eden Hazar göçlerinin bir kalıntısı olarak da bugün Doğu Avrupa’daki halkların Türk kökenli geçmişlerinin en açık göstergesidir. En son Kırgızistan’da yapılan Türk Birliği zirvesine bir Avrupa Birliği üyesi   devletin başbakanı olarak Macaristan başbakanının katılması, bütün dünya ülkelerini   sarsmış ve dünya geleceğe doğru evrilirken, bugünkü halkların ve ulusların geçmişten gelen kökenlerine tekrar yöneldiklerini açıkça dünya kamuoyuna göstermiştir.

                Avrupa halkları incelendiği zaman, kuzey bölgesinde yaşayan halkların İskitlerin uzantısı olduğunu ve bu yüzden Avrupa’nın kuzeyine İskandinavya adı verildiği anlaşılmaktadır. Hunların öncüsü grupların Tuna boylarına yerleştikleri bugünkü Macaristan’ın Macarların, Hunların ve Hazarların karması bir nüfus yapısına sahip olduğu, daha sonraları da Kalmuk Türklerinin gelerek   Tuna boylarına yerleşmesiyle beraber çeşitli Türk kökenli boyların bir ülkesi olarak Macarların orta ve doğu Avrupa’da bir krallık kurduklarını tarih kitapları anlatmaktadır. Roma İmparatorluğunu yıkan Hunların kralı olarak Atila, Asya’dan gelerek bütün Avrupa’yı ele geçirdiği zaman, İtalya merkezli Roma İmparatorluğunun çöktüğü ve Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrıldığı ve böylece Doğu Avrupa’da İstanbul merkezli bir Doğu Roma ya da daha sonraki adıyla Bizans imparatorluğu kurulduğu anlaşılmaktadır. Bu bölünmeden sonra  Avrupa kıtasına kuzeyden gelen Cermen boyları ile batı Roma devletinin birleştiği ve Hırıstıyanlığın tüm Avrupa’ya yayılması üzerine de Romalılar ile Cermenlerin bir araya gelerek Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğunu  kurdukları anlaşılmaktadır. Batı Roma devleti Cermenlerle bir araya gelirken, Doğu Roma devleti de Balkanlar ve Doğu Avrupa bölgesindeki  etkinliğini uzun süre devam ettirmiş ama Batı Roma’yı ele geçiren Hrıstıyanlar, Doğu Roma devletinin halkını da  kendi  dindaşları haline getirmek üzere Haçlı seferlerini düzenlemeye başladıkları aşamada, Doğu Avrupa bir büyük savaş alanına dönüşmüştür. Doğu Avrupa’da Doğu Roma imparatorluğu çökerken Orta ve Kuzey Asya’dan gelen Türkler ile gene Orta ve güney Asya’dan gelen Müslümanlar, Bizans devletini yıkarak önce Selçuklu sonra da Osmanlı İmparatorluklarını kurarak, Hırıstıyan Romalıların Doğu Avrupa üzerinden merkezi coğrafya ülkelerini ele geçirmelerini önlemişlerdir. Selçuklular ile birlikte orta dünya bölgesine gelerek bu alanın çeşitli ülkelerine yerleşen Türkler, zaman içerisinde bölgeye yerleşerek ve merkezi coğrafya da bin yıllık bir Türk egemenliğini oluşturarak varlıklarını bugünlere kadar getirmişlerdir.

                Bugün Doğu Avrupa’da yerleşik olarak devam etmekte olan devletlerin çok büyük kısmı Asya kökenli Türk göçleri aracılığı ile Avrupa’ya yönelen ve bu doğrultuda Doğu Avrupa bölgesinde devlet kuran Türk boylarıdır.  Sekizinci yüzyılda Türk asıllı Fin-Ogurlar Hazar bölgesinden yola çıkarak batıya doğru giderlerken ikiye bölünmüşler, bir kısmı kuzeydeki Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, İsveç ve gibi Çekya gibi bugünün devletlerinin kurulmasına giden yolda bölgeye yerleşmişlerdir. Güneye yayılan Ogurlar ise, Polonya ile Macaristan bölgelerine yerleşerek Doğu Avrupa yapılanmasını tamamlamaya çaba göstermişlerdir. Rusların Polenez adını verdiği Kıpçaklar, Hazar devletinin dağılması üzerine sekizinci asır göçleri içinde yer alarak bugünkü modern Polonya devletinin oluşumunu gerçekleştirmişlerdir. Doğu Avrupa’nın en önemli bölgesi olan Balkan dağları alanında kurulan Bulgaristan devleti de gene bir Türk asıllı devlet olarak bugünün dünyasında Türkiye’nin batı komşusu ve Doğu Avrupa’nın sınırında bir bağımsız ülke olarak varlığını sürdürmektedir. Bulgarlar, Kıpçaklar ve Macarlar ilk devletlerini Hazar denizinin kıyılarında kurmuşlar ve daha sonraki dönemde batıya doğru göç dönemi gündeme gelince, sekizinci yüzyıl göçleri ile birlikte Doğu Avrupa bölgesi üzerinden Avrupa devleti olma hakkını kazanmışlardır. Batı Avrupa’daki Endülüs İmparatorluğunun dağılması üzerine batı Avrupa halkları denizlere açılarak okyanus ötesi kıtalarda kendilerine sömürgeler kurmuşlardır, Dünya batı Avrupa merkezli bir sömürgecilik dönemine doğru sürüklenirken, Doğu Avrupa ülkeleri daha farklı bir tarihsel süreçten geçmişlerdir. Roma İmparatorluğu sonrasında Macarlar bir Doğu Avrupa krallığı kurarak Dalmaçya kıyılarına kadar egemenlik alanını genişletmişler ama bu sırada Müslüman Boşnakların Balkanlara gelmesi üzerine, bir Türk ve İslam devleti olarak Osmanlı imparatorluğu Anadolu üzerinden Balkanlara geçerek Hrıstıyanlığın doğuya doğru yayılarak Asya kıtasına erişmesini önlemişlerdir. Selçuklu İmparatorluğu İstanbul’u alamayınca dağılmış yerine kurulan Osmanlı devleti İstanbul’u alarak egemen olmuştur.

                Osmanlılar öncesinde bir dönem Macarların yönetimi altına giren Doğu Avrupa toprakları, Osmanlı döneminde sürekli olarak Müslüman ve Hrıstıyan dinleri arasında bir çekişme alanı haline gelmiştir. Romalıların Orta Doğu’ya gelerek bu bölgede kurulmuş iki Yahudi devletini yıkmaları üzerine, Yahudiler dağılmış, bir kısmı Akdeniz kıyılarına yerleşirken, diğerleri de önce Hazar bölgesine ve daha sonra da Asya topraklarından Avrupa kıtasına yönelik göç hareketleri içinde yer alarak, Avrupa ülkelerinin özellikle deniz kıyısı bölgelerine yerleşmişlerdir. Orta Doğu’da ikinci kez yıkılan İsrail devletini üçüncü kez kuramayan Yahudiler, Avrupa tarihi içinde hem Doğu Avrupa hem de batı Avrupa ülkelerinde yerleşik yaşama geçmişlerdir. Batı Avrupa ülkelerinin hızla zenginleşmesi üzerine dünya ticaretini ellerinde tutan Yahudi topluluklarına karşı, Hrıstıyan batı Avrupa ülkelerinde ciddi tepkiler ortaya çıkınca hem Endülüs devleti yıkılmış hem de ikinci dünya savaşına kadar geçen süre içinde Avrupa kıtası Hrıstıyanlar ve Yahudiler arasında bir çekişme ve savaş alanına dönüşmüştür. Batı Avrupa’dan kovulan Museviler’in bir kısmı deniz yollarının geçtiği yeni ülkelere doğru göç ederken, geri kalanlar da Türk asıllı halkların egemen olduğu Kuzey ve Doğu Avrupa ülkelerine sığınmışlardır. İspanya’dan kovulan Yahudiler Balkanlara geldiğinde, Batı Avrupa’dan Doğu Avrupa ya geçiş süreci yaşanmıştır. İspanya’dan gemilerle Doğu Avrupa ve Orta Doğuya gelen üç yüz bin Seferad  Yahudisi  hem Osmanlı devletinin hem de Doğu Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasında önde gelen roller oynamışlardır .  Hrıstıyanların Yahudileri Avrupa’dan atma politikasına karşılık, Yahudiler de hem orta ve Kuzey Avrupa devletlerinde hem de Doğu Avrupa devleti olarak öne çıkan Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında örgütlenerek varlıklarını sürdürmüşlerdir.

                 Avrupa’nın batısındaki İspanya yarımadasından   göç ederken, Hrıstıyan   Avrupanın doğusunda bir Yahudi devleti kurmayı düşünen Seferadlar, bunun için yeterli güce sahip olmadıkları için Müslüman Osmanlılardan yardım istemişler ve bu doğrultuda Macar Yahudileri geliştirdikleri top silahlarını Osmanlılara vererek, Doğu Avrupanın merkezini Hrıstıyan Bizans’ın elinden almışlardır. İstanbul Türk ve Müslümanların eline geçince, bütün Balkan ülkelerine ve Doğu Avrupa bölgesine dönük olarak yeni bir imparatorluk düzeni kurulmuştur. Yedi yüzyıllık bir dönemde Osmanlılar Balkanlar ve Kafkaslar arasındaki alana egemen olurlarken, sürekli olarak Hrıstıyan Avrupa’nın orduları ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Osmanlı devleti tarihe Müslümanların koruyucusu olarak geçerken, bu durumdan Museviler de yararlanmışlar ve Hrıstıyan dininin Haçlı seferleri ile Avrupa’dan Asya’ya yayılmasını Osmanlıların Doğu Avrupa bölgesinde önlemesine, Musevi lobileri birçok yönden yardım etmişlerdir. İberik yarımadasından kovulan Museviler ile Müslümanların içine düştüğü durumun benzeri, Balkan savaşları sırasında Doğu Avrupa bölgesinde yaşanmış ve Osmanlılar Avrupa topraklarından geri çekilirken, bu imparatorluğun vatandaşı konumundaki Museviler de Avrupa dan çıkartılarak mübadele sözleşmesi ile Türk ve Müslümanların yönetiminde çöken imparatorluğun yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında yeni bir yapılanmaya yönlendirilmişlerdir.  Böylece bir anlamda Avrupa kıtasında ya da Doğu Avrupa toprakları üzerinde kurulmak istenen Yahudi devletinin, bu küçük kıta üzerinde kurulamayacağı ortaya çıkmış ve Birinci Dünya savaşı sırasında Avrupa’da kurulamayan bu devletin nerede kurulacağı tartışma konusu olmuştur. Böyle bir devlet için Fransa Madagaskar adasını tahsis ederken, İngiltere Latin Amerika kıtasının tam ortasında yer alan Arjantin devletinin kuzey bölgesini teklif etmiş, bazı batılı otoriteler ise bu devletin Avustralya ya da Yeni Zellanda gibi uzak doğu ülkelerinde kurulmasının, dünya barışı açısından yararlı olacağını öne sürerek başka alternatifler ortaya koymuşlardır. Türkiye’nin kurucusu Atatürk Avustralya kıtasındaki eyaletlerden birisinde böyle bir devletin kurulmasının dünya barışı açısından yararlı olacağını ileri sürmüştür . Ne var ki Osmanlı Yahudileri önce İstanbul’un ortasında Pera bölgesinde, bu olmazsa İzmir-Manisa hattında Avrupa’da kurulamayan Musevi devletinin kurulmasını talep etmişlerdir.

                Museviler Doğu Avrupa’da kurulamayan İsrail’in kutsal kitaplara dayanılarak vaad edilmiş topraklar üzerinde Orta Doğu alanında kurulması için mücadele etmişlerdir. Sonunda Birleşmiş Milletlerin kurulması ve bir numaralı kararı ile de Filistin’de bir Musevi devleti kurulması konusunda karar alması üzerine, bu bölgede ayrı bir devlet kurulması için mahalli halka danışılmadan ve bir referandum yapılmadan Birleşmiş Milletler kararı ile bu devlet kurulmuştur. Böylece bir yandan Avrupa’da kurulamayan İsrail devleti Orta Doğu bölgesinde kurulurken, diğer yandan da Rusya topraklarında kurulamayan Türk devleti de Anadolu yarımadası üzerinde kurulmuştur. Rus Çarlık rejiminin polisleri Türkçü önderleri Rusya’dan kovunca, bunun üzerine İsviçre’de toplanan beşinci Türkçülük kongresinde, Türklerin ana vatanı olarak Anadolu yarımadası ilan edilerek bir Türk devleti ilk kez Türk adı ile Anadolu yarımadası üzerinde kurulmuştur. Avrupa kıtasında kurulamayan Musevi devleti ve Rusya bölgesinde kurulamayan Türk devleti İsviçre kongreleri üzerine, dünyanın ortasındaki merkezi alanda kurulabilmiştir.  İki devlet aynı siyasal süreç içinde Orta Doğu bölgesinde kurulurken, tıpkı Endülüs döneminde batı Avrupa’dan dışlandıkları gibi şimdi de Doğu Avrupa topraklarından dışarıya atılıyorlardı. Museviler İstanbul ve de İzmir yörelerinde kendi devletlerini kuramadığı gibi, Türkler’de   Kazan-Kırım-Kafkasya üçgeninde kuramadıkları Türk devletini Edirne’den Ardahan’a kadar Misakı Milli ile ilan ettikleri vatan toprakları üzerinde kuruyorlardı. Üç büyük din arasındaki çekişmeler ile Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya gibi emperyalist devletlerin aralarındaki çatışmalar ve savaşların dünyayı getirdiği yeni noktada, Doğu Avrupa’daki Müslüman Türkler ile Osmanlı döneminden kalma Museviler de dışlanarak, İngiliz ve Fransız emperyalizmleri Doğu Avrupa bölgesinde kendilerine küçük ortaklar arıyorlardı. İngiltere Yunan devletini kurarken, Fransa    Romanya ve Arnavutluk, Rusya, Bulgaristan ve Sırbistan, Almanya, Hırvatistan ve Slovenya gibi eski Osmanlı eyaletlerini yeni Hırıstıyan devletler olarak Müslümanlara ve Musevilere karşı, Doğu Avrupa’da topraklarında kendi kolonilerine dönüştürmeye çalışıyorlardı.

                Birinci Balkan savaşı sonrasında Doğu Avrupa’da  küçük Balkan devletleri kuruluyor ve  sonraki aşamada  bu devletler daha büyümek üzere ikinci bir Balkan savaşına yönelirken, Türkler  Balkanları terk ederek Anadolu topraklarına geliyorlardı .Osmanlı egemenliği altında  Vatikan yönetimindeki  Hrıstıyan Avrupa’ya karşı  kendilerini korumaya çalışan Museviler,  son aşamada Makedonya’yı  bir  Melami devleti olarak örgütleyerek bu devletin çatısı altında  Selanik merkezli  yeni bir Musevi  Makedonya  kurma planları devreye sokmaya çalışmışlardır. İngiliz emperyalizmi bu projenin önüne geçerek, Musevilerin de tıpkı Müslümanlar gibi Doğu Avrupa bölgesini terk etmeleri için Selanik ve İzmir’de yangınlar çıkararak  ve bazı örgütlenmeleri  gündeme getirerek  bölgede bir mübadele düzenlemesi yapılmasını  dayatmıştır. Doğu Avrupa bölgesinde Müslüman Osmanlı yönetimi biterken Vatikan denetiminde bir Hrıstıyan yapılanmasını önlemek üzere , Museviler  Makedonya’yı bir Avrupa Musevi devleti  olarak yeniden kurmaya çaba gösterirlerken, Fransa destekli İngiltere  Hrıstıyan Türkler ile  Müslüman ve Museviler arasında bir  mübadele yapılmasını siyasal baskılar aracılığı ile gerçekleştirmişlerdir. Türkler, Müslümanlar ve Museviler ile Ortodokslar arasında bir mübadele antlaşması hem Balkanlar hem de Irak ve Suriye ile Türkiye arasında imzalanarak, Avrupa tipi ulus devletler modeli Orta Doğu bölgesine de getirilmek istenmiştir.  Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu bölgesindeki ülkelerin kurucusu olan İngiliz-Fransız ortaklığı, bugün gelinen yeni aşamada ABD-İsrail ikilisi ile karşı karşıya kaldığı için, merkezi coğrafya da gene büyük devletler ve siyasal güçler arasında eskisinden farklı bir çizgide yeni anlaşmazlıklar sürecine girilmiştir. Avrupa ve Rusya’da kurulamayan iki devletin zorlanarak Orta Doğu Bölgesinde kurulması ile yeni gelinen noktadaki sıcak çatışmalarla bölge gerginlik ortamına doğru sürüklenirken, üçüncü dünya savaşını hatırlatan benzeri gelişmeler bugünün dünyasında insanlığın geleceğini   tartışmalı bir duruma sürüklemektedir.

                Türkiye üç kıtanın ortasında üç yarımada üzerine kurulurken, ulusal yemin ile korunma altına alınan sınırlarını güvence altına almak üzere bir güvenlik devleti olarak kurulmuştur. Kurucu iradenin bu başarılı girişimi yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti yüz yıllık bir zaman diliminde her türlü saldırıya karşı kendisini korumasını bilmiş ve Kıbrıs gibi yüz yıl önceki dönemde Misakı Milli sınırları dışında bırakılan Türk toprağını ana vatana yakınlaştırma başarısını sağlamıştır. Türkiye sürekli savunmada kalarak başarı sağlarken, İsrail ise sürekli sorun yaratarak, bölge devletleri arasında çekişmeleri körükleyerek her zaman için bir üçüncü dünya savaşı arayışı içinde olmuştur. Küçük İsrail’in Büyük İsrail’e dönüşmesi için bölge devletlerinin parçalanmasına dönük senaryolar ardarda devreye sokulmuş ve bu doğrultuda orta dünyada Balkanizasyon senaryoları parçalanmaları hedefleyerek yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu yüzden Orta Doğu bölgesinde tam olarak güvenlik sağlayamayan İsrail: Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya gibi Hırıstıyan Doğu Avrupa ülkeleri ile Türkiye karşıtı çizgide yeni güvenlik antlaşmalarına girişmiştir. Türkiye böylece Doğu Avrupa bölgesinden bir Hrıstıyan ittifak ile çevrelenirken ,  İsrail  öbür tarafta da Birleşik Arap Emirliklerini  taşeron konumunda kullanarak ve  bu kez yeniden Orta Doğu’nun  Müslüman ülkeleri  ile anlaşmaya giderek, laik rejimi ile kendisine şimdiye kadar şeriat rejimlerine karşı şemsiye görevini yapan Türkiye Cumhuriyetine  karşı bir çizgide,  bu kez de  güneyden  çevirme hareketine yönelerek,  hasım konumunda bir tutum ile  eski müttefiki  Türkiye  devletinin  karşısına çıkmaktadır.

                Son dönemdeki gelişmeler böylesine olumsuz bir çizgide gelişirken, İsrail’in Bulgaristan Yunanistan ve Romanya ile yeni bir dayanışma ittifakına kalkışması ile Doğu Avrupa bölgesini yeniden batı merkezli bir doğrultuda devreye sokularak, Orta Doğu barışı için Balkanlar ve Kafkaslar arasında yeni düzen arayışı gündeme getirilmektedir. Eskiden Doğu Avrupa’da egemen olan Osmanlı devletinin yıkılışı üzerine, bu bölgede komünist rejimler oluşturularak Rusya’nın öncülüğünde koskoca bir Sovyetler Birliği kurulmuştur. Hrıstıyanlık merkezi Vatikan’a karşı Müslüman Osmanlı devletine sığınan Museviler, Osmanlı sonrası dönemde   yeni bir Hırıstıyan baskısı ya da dayatmalarıyla karşı karşıya kalmamak üzere, Rusya üzerinden oluşturulan Sovyetler Birliği’nin dinsizlik düzenini desteklemişlerdir.  Başta Rusya olmak üzere bütün sosyalist ülkelerde dinsizlik resmi ideolojinin bir uzantısı olarak kabul edilmiş ve bu doğrultuda Hrıstıyan ülkelerde Kliseler, Müslüman ülkelerde ise Camiler hem kapatılmış hem de yıkılmışlardır. Hırıstıyan dünyaya karşı da dinsizlik esasını savunan Yahudiler, kendi dini kimliklerini koruyarak Doğu Avrupa’dan vazgeçmemişler ve Hazar devletinin uzantısı olan Doğu Avrupa ülkelerinde, materyalizmi savunan sosyalizm üzerinden uzlaşma arayarak yerlerini korurlarken, gene bu bölge üzerindeki Vatikan’ın etkisini önlemişlerdir. Rusya dünya savaşları sonrasında yeni dönemde öne geçerken, Ortodoks inancını Doğu Avrupa halkları arasında yaygınlaştırarak, Müslümanların ve Musevilerin bölgeden ayrılmalarını sağlayacak bir eski karşıtlığı canlı tutarak, Hrıstıyan Avrupa kıtasının desteği ile Osmanlı artığı nüfusları Doğu Avrupa bölgesinden uzaklaştırabilmenin çabası içinde sosyalist dönemi kendi açısından değerlendirebilmenin yollarını aramıştır. Sosyalist sistemin tasfiyesi aşamasına gelindiğinde zayıf düşmüş bir Rusya eski ideolojik imparatorluğu bölgelerinde güç kaybetmiş ve eski SSCB üyesi olan on beş adet eyalet bağımsız devletler olarak Birleşmiş Milletlerin çatısı altındaki yerlerini almışlardır. Osmanlı yönetimi sonrasında komünizm üzerinden Rus yönetiminin egemen olduğu Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist sistemin tasfiyesi ile birlikte bağımsızlık düzenleri devreye girmiş ama bu aşamadan sonra da Batı Avrupa merkezli Avrupa Birliği, Avrupa’da bir kıtasal devlet kurmak üzere Doğu Avrupa ülkelerini üye yaparak içine almıştır. Ne var ki, Bosna, Arnavutluk ve Kosova gibi Müslüman ülkelere üyelik hakkı tanınmayarak, Avrupa Birliğinin Hrıstıyan kimliği korunmuştur. Eski Osmanlı kalıntılarının bu bölgeden temizlenmesine, AB yönetimi üyelikten önce yer vermiştir.

                Küreselleşme sürecinde ABD’nin kontrolü altında bir Avrupa Birliği sürecine giren Avrupa ülkeleri zaman içinde   birleşeceklerine, kendi ayrı yapılarını korumak durumunda kalmışlar ve ABD ile anlaşmazlığa düşen İngiltere ise birlikten ayrılma yoluna girince, başta Fransa ve İspanya olmak üzere büyük devletlerin bu birlikten ayrılma yoluna doğru yönlerini değiştirdikleri görülmüştür. Batı Avrupa’nın büyük devletleri birbiriyle çekişmelere gene eskisi gibi düştükleri açığa çıkınca, birliğe sonradan üye olan Hrıstıyan Doğu Avrupa devletlerinin gelecekleri tartışılmaya başlanmıştır. Kuzeyinde protestan, güneyinde Katolik, doğusunda Ortodoks mezheplerine sahip olan Avrupa devletlerinin, son yıllardaki gelişmeler karşısında batı Avrupa merkezli bir Avrupa birliği oluşumundan giderek   uzaklaştıkları, kıtasal birlik yerine bölgesel ittifaklar arayışı içine yöneldikleri görülmektedir. İngiltere’nin başlatmış olduğu Avrupa Birliğinin dağılma sürecine girerken, bunun yerini Akdeniz Birliği, İskandinav Birliği, Batı Avrupa Birliği, Orta Avrupa Birliği, Doğu Avrupa Birliği, Balkan Birliği, Ege Federasyonu ya da Kuzey Birliği gibi bu eski kıtayı yönler doğrultusunda bölecek bazı bölgesel birlikler konuşulmaya başlanmaktadır. Türkiye’yi dışlayan ve hiçbir biçimde bu tür bölgesel yapılanmalar içinde düşünmeyen Türkiye karşıtı girişimler giderek ön plana çıkarken, Türkiye bir parçası olduğu ve büyük oranda da komşu konumuna sahip olduğu Doğu Avrupa yapılanması içinde bile düşünülmemektedir. Müslüman bir halka sahip olan Türkiye’nin sadece din ayrılığı gerekçesi ile Doğu Avrupa’dan dışlanması bile bugünkü Avrupa ülkelerinin orta çağ zihniyetinden henüz uzaklaşamadıklarını da ortaya koymaktadır.

                Avrupa’nın geleceği belirsizlik ortamına girerken, Avrupa devletleri kendilerini kurtarmak üzere sınır komşuları ile bölgesel birliklere gitmektedirler. Son yıllarda Macaristan ve Polonya gibi Doğu Avrupa ülkeleri ile batı Avrupa merkezli Avrupa Birliği arasında ihtilaflar çıkmakta ve bu ülkeler sürekli olarak AB ortamından dışlanmaktadırlar.  Varşova kenti soğuk savaş dönemindeki doğu blokunun merkezi konumundayken, Nato’ya karşı doğu paktı olarak Polonya merkezli bir savunma   örgütü Varşova Paktı adıyla kuruluyordu. Avrupa’nın büyük devletleri ABD’nin Nato baskılarına karşı yeni bir Avrupa ordusu kurulması düşüncelerini Avrupa Birliğinin merkezi olan Brüksel’de savunurlarken, ABD merkezi bölgedeki Arap ülkelerini bir araya getirerek Avrupa ordusuna karşı bir Arap ordusunun Orta Doğu da kurulmasıyla ile ilgili toplantıyı, Varşova kentinde   Brüksel’ci ülkelere karşı düzenlemiştir  Doğu Avrupa bölgesinin merkezi olarak kabul edilen Varşova kenti yeni dönemde ABD destekli politikaların da merkezi konumuna geleceği son gelişmelerle ortaya çıkmaktadır.  Ayrıca eski Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri olan   Polonya, Macaristan, Çekya ve Slovakya gibi dört ülkenin oluşturduğu V-4 olarak adlandırılan Vişegrad dörtlüsü oluşumu da bir anlamda Orta Avrupa Birliği arayışının sonucu olarak gündeme gelmiştir. Bir anlamda Doğu Avrupa’ya yönelen yeni bölgesel ittifakın çıkış yeri olarak belirlenen Vişegrad kenti Avrupa Birliği’nin dışında gelişen yeni bir oluşum olarak dünya sahnesine çıkmaktadır. Batı Avrupa Atlantik okyanusuna ve   Akdeniz bölgesine doğru kayarken, siyasal alanda boşluğu hissedilen Doğu Avrupa yapılanmasını karşılamak üzere, Vişegrad gibi bir Orta Avrupa kentinde dört devletin ilgili çalışmalara başlaması, geleceğin Avrupa yapılanmasında Orta ve Doğu Avrupa bölgelerinin birlikteliği ile daha güçlü bir alternatif yapılanmayı öne çıkaracaktır.  Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamakta olan milyonlarca Doğu Avrupa kökenli insanların içinde yer aldığı Çek, Polonya, Macar, Fin ve Ukrayna kökenli lobilerin ve bu ülkelerden ABD’ye göç etmiş olan Yahudi lobilerinin örgütlü etkinlikleri, önümüzdeki dönemde daha güçlü bir biçimde öne çıkarsa, o zaman şimdiye kadar hep ihmal edilen ve geri planda tutulan Doğu Avrupa bölgesinde, yepyeni yapılanmalar ortaya çıkabilecektir. Önümüzdeki dönemde Varşova ya da Odesa merkezli bir Doğu Avrupa Birliği oluşumu gündeme gelebilir. Türkiye komşusu olduğu bu bölgenin geleceği ile yakından ilgilenmek ve gereğini yapmak zorundadır.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

13 Ocak 2021 Çarşamba

ANA ÇELİŞKİ ULUS DEVLETLER VE KÜRESEL ŞİRKETLER - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANA ÇELİŞKİ 

ULUS DEVLETLER VE KÜRESEL ŞİRKETLER

                Dünya kamuoyu son günlerdeki Amerika Birleşik Devletlerindeki siyasal gelişmeleri izlemekte ve her yönü ile bu gösteri ve işgal girişimlerinin geleceğin dünyasının biçimlenmesinde ne gibi etki ve yansımalar yaratacağını, her yönü ile tartışmaktadır.  Başkanlık seçimlerinin sonuçlanmasından sonra ortaya çıkan yeni durum her açıdan ele alınırken, iktidarın el değiştirme törenleri sırasında  seçimi kaybeden cumhuriyetçilerin  bazı tepkiler sergileyeceğini ve bunların arasında bazı sokak eylemlerinin ya da binalara  saldırıların  olması gibi  fiili durum yaratmaya yönelik yeni gelişmelerin birbiri ardı sıra  ortaya çıkacağı öne sürülürken, iktidarın cumhuriyetçilerden  demokratlara doğru el değiştirmesinin engellenebileceği  ve bu alanda ABD tarihinde görülmemiş bazı siyasal gelişmelere, ABD halkı ile birlikte dünya kamuoyunun da tanık olacağı aylardır tartışılıp duruyordu . Önde gelen basın organlarında şimdiki başkanın göreve devam edeceği, seçimi kazanamazsa iktidarı bırakmayacağı ve cumhuriyetçi partinin iktidar yılları içinde kendine bağlı olarak örgütlediği milis kuvvetler ile sokak hareketlerine egemen olarak ayakta kalacağı ve kesinlikle iktidarın devredilmeyeceği, birçok yayın organında dile getiriliyordu. Böylece dünyanın en büyük demokrasisi olarak adlandırılan Amerika Birleşik Devletlerinde ilk kez demokratik rejim dışına çıkılarak, siyasal koşulların zorlanacağı ve bu doğrultuda artık eskisi gibi serbest seçimler aracılığı ile iktidarların el değiştirme döneminin geride kalacağı gibi konular aylardır dile getirilerek tartışmalar tırmandırılıyordu. ABD’deki son dönemde yaşanan olaylar ve bunlar üzerinden gündeme gelen siyasal gelişmeler artık bir dönemin sonuna gelindiğini ve bir daha eskisi gibi bir siyasal düzenin bu büyük kıtasal ülkede söz konusu olamayacağını açıkça ortaya koyuyordu.

              Amerika Birleşik Devletlerinde eski dönemin sona ermesi ve yeni bir sürece girilmesinin arkasında yatan siyasal, sosyal ve ekonomik nedenler doğru dürüst ortaya konulmazsa o zaman bugün yaşanmakta olan gelişmelerin tam olarak gerçekçi bir yaklaşım çerçevesinde anlaşılması mümkün olamayacaktır. Bugün yaşanmakta olan siyasal gelişmeler son yıllardaki yaşanan olayların birer sonucu olarak gündeme gelmektedir. Bu nedenle bugünü iyi anlayabilmek için dünü her yönü ile bilerek değerlendirmek gerekmektedir. Başta ABD olmak üzere bütün dünyada son dönemde yaşanan siyasal gelişmelerin adı küreselleşme diye konulmuş ve böylesine bir oluşum uluslararası tüm gelişmelerin arkasında yatan ana neden olarak etkin olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasıyla birlikte içine girilen yeni dönem küreselleşme olarak ilan edilirken, iki kutuplu düzenden tek kutuplu bir düzene geçileceği ve bu doğrultuda ABD’nin dünyanın en büyük gücü olarak bir süper devlet konumuna geleceği, bütün dünya devletlerinin bu doğrultuda parçalanarak tüm siyasal yapıların ABD’nin çevresinde toplanarak tek kutuplu yeni bir dünya düzeni oluşturulacağı, emperyalist ve onların işbirlikçisi çevreler tarafından dile getiriliyordu. İki kutuplu dünya geride kalırken ve bu doğrultuda ABD merkezli tek kutuplu bir dünyaya bütün ülkeler zorlanırken, herkes bir ABD merkezli küresel düzen beklemeye başlamış ama aradan geçen çeyrek yüzyıllık zaman dilimi sırasında, beş kıtanın üzerinde yaşamakta olan iki yüz civarındaki ulus devletler ile küreselleşme görünümünde oynanarak, bunların tasfiyesine giden yol ekonomik reçeteler üzerinden tamamlanmaya çalışılmıştır. Yirminci yüzyılın geleneksel siyasal literatürü çizgisinde dünya devletleri cumhuriyetlerin çatısı altında demokrasi oyunu oynarken, gerçekler ve geleceğe dönük senaryolar medya organlarının yaratmış olduğu sahte kamuoyları üzerinden saklanarak, bir oldu bitti ile dünya bugünün sahnesinde yeni bir görünüm ile gündeme gelmiştir. ABD’de yaşanmakta olan olaylar yirminci yüzyılın son on yılında içine girilen küreselleşme döneminin ortaya koyduğu doğal sonuçlardır. Bugün yaşanmakta olan olayların gerçek boyutlarıyla ele alınarak değerlendirilebilmesi için dünyanın neden küreselleşme aşamasına getirildiğini iyi bilmek ve bu sürecin devam ettirilmesi durumunda dünyanın nerelere doğru sürükleneceğini de iyi görmek gerekmektedir.

                Dünyanın en büyük demokrasisi olduğu ileri sürülen ABD’de demokrasi dışı gelişmeler ve eskisi gibi devam ettiği varsayılan geleneksel demokratik düzeni ortadan kaldırmaya yönelen sokak hareketleri ve bunların uzantısı siyasal olaylar birbiri ardı sıra gelişmeler ile öne çıkıyorsa, bu aşamada durup bir küreselleşme dönemi değerlendirmesi yapılması gerekmektedir. Küresel emperyalizme geçilmeden önce nasıl bir dünya düzeni vardı ve birinci dünya savaşı sonrasında  imparatorluklar yıkılırken, bunların yerini neden ulus devletler aldı ve bunlar yirminci yüzyıl geride kalırken ne durumdaydılar  gibi sorular yeterince yanıtlanmadan,  soğuk savaş döneminin  ulus devletlere ne gibi yansımalar getirdiği   ve bu devletler  bugün gelinen aşamada  küresel şirketlerin ekonomik saldırıları sonrasında  nasıl bir konuma geldikleri,  gerçek boyutları ile ele alınıp değerlendirilemez . Tekelci şirketler giderek küresel emperyalist örgütlere dönüşürken, yeni sömürgecilik politikaları doğrultusunda eskisinden çok farklı yapılanmalara yönelmelere, küresel emperyalizmin ana örgütleri konumuna gelmişlerdir. Para gücünü çok iyi kullanan küresel şirketler, bu doğrultuda hem siyaseti finanse ederek hem de para gücü ile basın-yayın ve medya organlarını satın alarak ayrıca kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda hareket ederek, ulus devletleri tasfiye eden İMF ve Dünya Bankası politikalarını sürekli olarak uygulama alanına getirerek, devletlerin kendi ekonomilerine sahip olmak ve ekonomik yapılarını ulusal çıkarları doğrultusunda   yönlendirme şanslarını ellerinden almaya çalışmışlardır. Bu gibi politikalar yüzünden ulus devletler   eski güçlerini kaybetmişler ve emperyalizm tarafından desteklenen insan hakları politikaları aracılığı ile de birlik ve bütünlüklerini koruyamaz durumlara gelmişlerdir. Küresel şirketler ekonomiyi İMF ve Dünya Bankası reçeteleri ile ulus devletler ve milletlerin elinden alırken, ulus devletler yarı yarıya çökertilmiş ve insan hakları söylemleri doğrultusunda alt kimliklerin kışkırtılmasıyla, toplumsal yapılarda da bölünme ve bölücülük oluşumları hızlandırılarak, küresel sermayenin dünya egemenliği için var olan devlet yapılarının ulusal modelleri nedeniyle dağıtılmaları, siyasal gündemin tam ortasına oturtulmuştur.

                Küresel emperyalizm bu doğrultuda geliştirilirken, büyük şirketler daha da büyüyerek ilkelerin ve toplumların yönlendirilmesinde ulus devletlerin yerini almışlardır. Geçmişten gelen cumhuriyet devletleri ile demokratik rejimler içinde çağdaş gelişmeler gösteren ulusal yapıların dış baskılar aracılığı ile alt kimlikçilik, tarikatçılık ve çemaatçilik oluşumları çerçevesinde parçalanarak ulus devletler ile birlikte millet gerçekliklerine de son verilmeye çalışılmıştır. Yüz yıllardır dünyanın belirli bölgelerinde yaşamakta olan ulusal yapılar zorlanan koşullar çerçevesinde yok edilirlerken, küresel şirketlerin dünya egemenliğini gerçekleştirecek biçimde şehir devletlerine geçiş sürecinin gerekleri tamamlanmaya çalışılmıştır. Bugün gelinen noktada dünyanın en ileri demokrasisi olarak gösterilen ABD’de yaşanan olayların perde arkasında, küresel emperyalizmin dünya hegemonyasını ele geçirme planları bulunmaktadır. Ulus devletleri ortadan kaldıracak doğrultuda tekelci şirketler küresel örgütlere dönüşürken geçmişten gelen normal demokrasinin yapısı değişmekte, şirketler ön plana geçerek ülkenin yönlendirilmesinde söz sahibi olmak noktasına geldiklerinde, siyasal partiler önemini yitirmekte, siyaseti  artık partiler değil şirketler belirlerken, millet kimliğini taşıyan toplumsal  yapıların bu duruma karşı çıkmaması için de, tarikatlar batılı emperyalist ülkelerin gizli örgütleri aracılığı ile  işbirlikçi bir biçimde  milletlerin parçalanmasında önde gelen görevler yapmaktadırlar.

                Amerika Birleşik Devletlerinde son yaşanan, siyasal partilerin eski güçlerini yitirdiklerini ve bunların yerini yeni yetme bazı tarikatların aldıklarını bütün dünya kamuoyu yaşanan olaylar aracılığı ile görmüştür. Özellikle  İsrail merkezli bir Siyonist düzen kurma peşinde olan Evanjelik tarikatı, siyaseti  bu örgütün amaçları doğrultusunda  Avrupa ve Amerika kıtalarında  örgütlerken, ulusal yapıları dışlayarak, Siyonizmin kuyruğunda  Hırıstıyan toplulukları Evanjelizm adı altında harekete geçirerek , bütün Hrıstıyan ülkeleri yönlendirmeye kalkarken , başta ABD olmak üzere bütün büyük ve güçlü devletleri dünya siyaset sahnesinden  çekerek, tarikatçı ve cemaatçi kadroları hem uluslararası alanda hem de devletlerin  çatısı altında örgütlemiştir. Devletlerin yerini çok uluslu şirketler alırken milletlerin yerini de cemaatlar almaya başlamış, böylece daha küçük toplumsal yapılar yeni devletçikler olarak siyaset sahnesine çıkartılmaya çalışılmışlardır. Küreselleşme aracılığı ile hem uluslar hem de ulus devletler devre dışı bırakılırken, küresel emperyalizmin gizli dünya devleti ile bu yapıya bağlı olarak hareket eden    yeni tarikatlar büyük parasal destekler aracılığı ile harekete geçmişlerdir. Bir yanda Hrıstıyan dünyayı örgütlemek üzere Evanjelizm tarikatı aracılığı ile Hrıstıyan Siyonizmi devreye sokulmuştur. Diğer yanda ise İslam dünyasında da benzeri bir Siyonist yapılanma bir anlamda Siyonist İslam tarikatı oluşturularak tamamlanmaya çalışılmıştır. Hrıstıyan devletler Evanjelizmin çıkmazları doğrultusunda yıllarca bocalarken, benzeri yapılanmanın çıkış ülkesi olarak ilan edilen Türkiye bu konuda dikkatli ve erken davranarak, küresel emperyalizme karşı koyarken, Türk devleti sınırları içinde Siyonist bir İslamcı yapılanmaya izin verilmemiştir. Evanjelizmin batı ülkelerindeki demokratik partiler düzenini bozması önlenemezken, benzeri bir yaklaşımın İslam dünyası içinde geliştirilmesi projesine, Atatürk cumhuriyetinin zamanında müdahale etmesiyle izin verilmemiştir.

                Dünyanın en büyük Yahudi nüfusunun barındığı bir ülke olarak ABD’de her zaman için Siyonist lobiler etkili olmuşlardır. Ne var ki, İsrail’in orta dünyada büyüyerek dünyanın merkezi büyük gücü olma planları doğrultusunda, ABD’nin Siyonist lobiler ve Evanjelik tarikatı aracılığı ile Siyonist planlara doğru yönlendirilmeye başlandığı aşamada, ABD kendisini kuran İngiltere ile karşı karşıya gelmiş ve ABD politikası bu aşamadan sonra cumhuriyetçiler ile demokratların çekişmesi yerine Hrıstıyan lobiler ile Musevi lobiler ya da Anglo-Saksonlar ile Yahudi grupları arasındaki çekişmelere dönüşmüştür. Bu aşamada dinci ve ırkçı lobilerin devreye girmesi ve ABD siyasetinde ön plana geçmeleri yüzünden, üç yüz yıllık geçmişe sahip olan demokrat ve cumhuriyetçi partiler, Amerika’nın devlet politikalarında geçmişten gelen güçlü konumlarını kaybetme aşamasına gelmişlerdir. Bugün ABD Demokratları küresel sermayeye teslim olarak politik işlevlerini yerine getiremedikleri aşamada, devletçi cumhuriyetçiler demokratların yerini alarak sokak hareketlerine gitmişler ve bu doğrultuda küresel emperyalizm Amerikan devletini de bitirme noktasına getirmiştir.  Yeni dönemde Amerikan siyaseti artık göründüğü gibi olmanın ötesine doğru kaymıştır. Ortada iki büyük parti vardır ama bunların yerine hem dinler hem mezhepler hem de alt kimlikli etnik lobiler ABD siyasetinin tam anlamıyla içine girerek, bu büyük yapıyı kendi politikaları doğrultusunda yönlendirebilmenin arayışı içine yönelmişlerdir.  Yeni yılın başından bu yana ABD’de yaşanmakta olan siyasal gelişmelerin arkasında, küreselleşme döneminin uzantısı olarak öne çıkan konular ve sorunlar bulunmaktadır.  Trump ve onun izlediği politikalar uzaydan ya da yıldızlardan gelen siyasetler değil ama   dünyayı İsrail merkezli küresel bir imparatorluğa dönüştürme siyaseti ve bu siyasetin ulus devletler ile ulusal toplum yapılarını ortadan kaldırma çizgisinde, Amerikan devleti ile birlikte milletine vermiş olduğu büyük zararlar bulunmaktadır. Orta çağ sonrasında dünyayı yönetmeye soyunan küresel patronların artık ABD devletinden vazgeçerek, dünyanın ortasında Kudüs merkezli bir büyük dünya devleti kurmaya yöneldikleri yeni aşamada, ABD’yi de içeriden yıkmanın girişimlerini örgütlemeye başlamışlardır.

                Dünya kamuoyu ve siyaset bilimi bugünkü Amerika’yı ve ABD’nin geleceğini tartışırken, perde arkasındaki güç merkezlerini ve onların üzerinden dünyayı yönlendirmeye kalkışan büyük zenginler ile ilgili her türlü gerçek bilgiyi ele almışlar ve böylece insanlığın üzerinde yaşadığı yer kürenin geleceği tehlike altına girmiştir. Bugün ABD’de yaşanmakta olan sokak hareketlerinin arkasında, ABD’de bitirilmiş olan siyasal partiler ile, bunlara bağlı olarak geliştirilmiş olan cumhuriyet devleti ve demokratik siyasal düzenin zayıflatılmasının büyük rolleri bulunmaktadır. Küresel kapitalistlerin tarikatlar ve lobiler üzerinden Amerikan devletini teslim almaları ve bu devletin politikalarını bir avuç zenginin çıkarları doğrultusunda oluşturmaları yüzünden, bugünün Amerika’sında yaşayan halkın yarısının sosyal güvencesi bulunmamaktadır. Dünyanın en fazla sayıda evsiz barksız insanları Amerikan şehirlerindeki parklarda yatıp kalkmaktadırlar. Göz boyayan büyük kapitalist yapılanmanın arkasında sömürü ve baskıların insan haklarına aykırı bir çizgide tırmandırılmasının büyük payı bulunmaktadır. Her yönü ile haksız ve adaletsiz bir düzen olan Amerikan siyasal rejimindeki haksızlıklar ve sorunlar artık patlama noktasına geldiği için son siyasal gelişmeler sokağa doğru kayma göstermiş ve bu aşamada bazı güç merkezleri, siyasetin marjinal unsurlarını devreye sokarak sonuç almak istemiştir. Seçimi kaybeden cumhuriyetçileri kışkırtarak sokağa çıkma aşamasında siyasal karışıklık ortamı yaratmak isteyen dünyanın egemen güçleri, çeşitli komplolar ile kamuoyunda ABD’nin prestij yitirmesinin sağlayarak çok istenen kaos ortamının önünü açmaya çalışmışlardır.

                Amerika’da bugün son seçimler tartışılırken, esas ele alınması gereken konunun bundan önceki seçimler olduğunu hatırlamak gerekmektedir. Küresel sermaye Amerikan devletini İsrail lobilerinin arkasına takarken, hem ABD merkezli tek kutuplu dünya düzeni kurulmasını engellemişler hem de kutsal kitaplar da var olduğu söylenen İsrail merkezli Siyonist imparatorluğun kurulmasında, ABD emperyalizmini Siyonizmin gerçekleştirilmesi için kullanmaya çalışmışlardır. Bu tür girişimlere ABD’nin kurucu gücü olarak İngiltere karşı çıkınca hem ABD merkezli küreselleşme hem de İsrail merkezli Siyonizm projelerinin giderek olumsuz noktalara kaydığı anlaşılmıştır. İşte bu durumu önceden gören Amerikan devleti kendisini küresel sermayenin saldırılarına karşı koruyacak bir yeni planı geçen seçimlerden başlatarak, bu doğrultuda sert ve otoriter bir politikacının başkanlığa getirilmesini, ülke ve devletin çıkarları doğrultusunda   Pentagon ve FBİ ortaklığında örgütlemişlerdir Trump bu tür bir rol için seçilerek önceden hazırlanmış ve daha sonra da başkanlığa getirilmiştir. Geçen seçimlerde herkes Clinton’ın karısı olarak New York senatörü Hillary’nın başkanlığa geleceğini söylerken ve dünya Siyonist lobisi Hillary’e kilitlenirken, Amerikan derin devleti küresel emperyalizmin Siyonist oyunlarını bozmak üzere Trump’ı ulus devleti kurtaracak bir ulusalcı başkan olarak cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtmuştur. Herkesin şaşkınlığı altında göreve gelen Trump seçimlerde, ”Amerika’yı yeniden büyük yapacağız” sloganı ile Amerikan halkından ve çeşitli lobilerden destek alarak seçilmiştir. “Önce Amerika “söylemi devletin hazırlıkları doğrultusunda öne çıkarılmış, küreselleşme sürecinde ve Siyonist planlar doğrultusunda ABD’nin zarar gören yanları törpülenerek devletin eski güçlü durumuna gelebilmesi için, Trumph döneminde ABD için ciddi bir restorasyon dönemi devreye sokulmaya çalışılmıştır. Amerikan şirketlerinin yeni yatırımlarının sınır ötesi ülkelerde yapılmasına karşı çıkılmış ve daha önceden dışarıya gitmiş olan büyük Amerikan sermayesinin, yeniden Amerikan topraklarına geri dönmesi için çalışılmıştır. Geçmişten gelen ABD üstünlüğünün yenilenmesi için devlet her türlü önlemleri almıştır.

                Trump başkanlığa geldikten sonra uyguladığı ulusalcı politikalarla ABD şirketlerinin dışarıya yatırım yapmasını önlemiş ve dışa gitmiş olan ABD sermayesinin yeniden ülkeye gelmesini ve yatırımlarını artık Amerikan topraklarında sürdürmesini gerçekleştirmeye çalışmış ama bu çabalarında küresel sermayenin karşıt politikaları ile karşı karşıya gelmiştir. Küresel sermaye ile bütünleşmiş dış istihbarat örgütüne karşılık, Pentagon yönetimindeki iç istihbarat örgütü ile çalışan Trump, devletin çıkarları doğrultusunda devlet kurumları ve ABD ordusu ile birlikte çalışarak ulus devleti yeniden restore edecek yeni planları uygulama alanına getirmeye çalışmıştır. Merkez bankası konumunda olan Federal  Rezerv’i yöneten gizli dünya devleti  İlluminati temsilcisi  on aşırı zengin ailenin küreselci  politikalarını karşısına alarak ulusalcı politikalarına devam eden  yeni   cumhurbaşkanı , merkez bankasını Amerikan halkının çıkarları doğrultusunda yönetmeye çalışmış ama bu aşamada küresel sermaye kendi kontrolü altındaki medya ve basın organları  aracılığı ile  ulusalcı başkanı karşısına alarak, sürekli aleyhinde yayınlar ile  dünya kamuoyu önünde  prestijini düşürmeye çalışmıştır . Daha önceki dönemde Kennedy gibi ulusalcı bir başkanı öldürten küresel zenginler, Amerikan merkez bankasını kendi bankaları gibi kullanırken, Amerikan halkının büyük çoğunluğunun yoksulluğuna çözüm bulmaktan sürekli kaçınmışlardır. Pentagon Trump ile devletin yeniden güçlendirilmesi sürecini başlattığı aşamada, küresel kapitalistler Siyonist lobiler ile iş birliği yaparak Federal Rezerv’i   kişisel çıkarları doğrultusunda kullanmayı sürdürmüşlerdir. Bu yüzden Amerikan halkının en temel gereksinmeleri olarak işsizlik, yoksulluk, barınma ve açlık sorunlarının bir türlü çözüme kavuşturulamadığı ve bu yüzde sokak hareketlerinin arkasının kesilmediği de ortaya çıkmıştır.

               Trump’ı küresel sermaye saldırganlığına karşı işbaşına getiren Amerikan devleti, başkanın sürekli olarak çatışma içinde olan politikalarına sahip çıkamadığı için ulusalcı başkanın ikinci seçimlerini kazanamadığı görülmüştür. Küresel sermaye ve tekelci şirketler uluslararası açılımlarına ve her yere yapmak istedikleri yatırımlarına devam etme doğrultusunda ulus devletin güçlenmesine karşı çıkarak, Trump’ın ikinci kez seçimini engellemişlerdir. Para babaları hem siyasetçileri hem de medya mensuplarını satın alarak kullandığı için bu durumu devam ettirme doğrultusunda ulus devletin güçlendirilmesine ve Amerikan devletine geri dönüşe karşı çıkmışlar ve geleceğin süper gücü olarak örgütledikleri Çin’i en büyük ekonomik güç haline getirme doğrultusunda, New York’a karşı Şangay’ı dünya ekonomisinin merkezi konumunda örgütlemek için, her yolu deneyerek Trump’ı n önünü kesmişlerdir. Küreselciler Çin’e gittikten sonra eski bir komünist devlet olan Çin başkanı küreselleşmeyi savunarak ABD başkanı Trump’ın ulusalcı politikalarına açıktan karşı çıkmıştır. Trump Amerikan devletinin ulusal kesimleri ile ABD toplumu içinde ulus devletten yana olan ulusalcı grupları   ve merkezleri bir araya getirerek cumhuriyetçileri iktidara taşırken, küreselci güçler de demokrat partiyi ele geçirerek küresel emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarları çizgisinde Amerikan sermayesi ve yatırımlarını değişik dünya devletlerine çekerek, küresel bir imparatorluğu ekonomi üzerinden kurabilmenin çabası içinde olmuşlardır. Cumhuriyetçilerin geleneksel politikaları olan devlete sahip çıkmak ve bu doğrultuda devletçi girişimleri örgütlemek, Trump ile birlikte Cumhuriyetçi partinin de esas hedefi olmuştur. Cumhuriyetçiler bu doğrultuda vatanseverlik arayışı içinde ülke ve devlet için özel olarak çabalarken, liberal politikaların savunucusu ve uygulayıcısı olan demokratların zenginliklerini artırma hedefi ile kapitalist politikalara destek vermesi yüzünden Amerikan halkının sorunları devam etmiş ve yıllardır sürdürülen küreselci politikalara karşı yeniden Trump’ın öncülüğünde ulusalcı politikaları öne geçirme girişimleri etkisiz kalmıştır. ABD’nin bir dünya devleti olması ve Batı blokunun getirmiş olduğu uluslararası sorumlulukların gereklerini yerine getirme çabaları da Amerikan devletini yormuş ve yıpranmasına neden olmuştur. ABD dünya bekçiliği görevini yerine getirirken, devlet yönetimi ulusal hizmetlerde geri kalmıştır.

                Soğuk savaş sonrasında istenen seviyede bir yeni dünya düzeni kurulamadığı için yenilikleri çarpıklıklar izlemiş ve yeni bir düzen eski düzenin yıkılmasıyla iyice düzensizliğe doğru kayışlar yaşanmıştır. Bu gibi gelişmeler i kendi yararına kullanan küresel sermayeciler, Çin’i ön plana çıkarırken, Amerika’yı da geri plana iterek, ABD’nin parçalanabileceği bir yeni bir sürecin öne çıkarılması için çeşitli yolları denemişlerdir. Bir anlamda ABD markasını ve devletin korumasını elde etmiş olan Amerikan şirketlerinin Şangay’a yönelmeleri, bütün dünyada kurulmakta olan elektronik düzenin merkezinin de ABD ‘den alınarak Çin’e götürülmeye çalışıldığını ortaya koymuştur. Çeşitli toplantılar sonucunda bu durum anlaşılmış ve böylece ABD’nin ikinci kez kendi sermaye kesimlerinin ihanetine uğrayarak sırtından bıçaklandığı anlaşılmıştır. ABD bir yandan ulusal çıkarları doğrultusunda öne çıkan kendi esas gündeminden uzak tutulurken, İsrail merkezli bir başka planın tam ortasında kullanılmak istenmiştir. Bu durum Amerikan devletinin tasfiyesi aşamasında dışarıdan kararlı bir biçimde dayatılmıştır. Kendisi de bir iş adamı olan ve küresel düzeyde yatırımları bulunan bir sermayedar konumu ile Trump’ın, iş ve sermaye çevrelerinin eğilimleri doğrultusunda devlet için sorun yaratan temel problemlerin çözümüne yöneldiği aşamada, küreselci iş çevrelerinin karşı çıkışları ile sürekli olarak mücadele etmek zorunda kalınmıştır. ABD’nin içinde karşıt kesimlerin oluşturduğu lobiler ve onlara bağlı çalışan küreselci kadroların dış destekler sayesinde güçlü hareket etmeleri ile birlikte, devlet içi bölünmelere yol açılmıştır. Bu doğrultuda Alaska, Teksas ve Kaliforniya gibi ayrı bir devlet büyüklüğünde olan önde gelen geniş   eyaletlerin Trump’a karşı çıkakarak, ABD federasyonundan ayrılmak için fırsat kolladıkları, son dönemlerde fazlasıyla gün ışığına çıkmıştır. Corona virüsün başladığı aşamada New York merkezli on kuzey eyaleti ortak hareket ederek ve ABD devletinden ayrı girişimlerde bulunarak, geçmişten gelen kuzey-güney ayırımına yeniden ülkenin sürüklenmesine uygun zemin hazırlamışlardır.

 Özellikle son virüs probleminin çözümü için çalışıldığı aşamada, New York valisi Washington yönetiminden uzaklaşarak, kuzey bölgesindeki on eyaletle beraber hareket etmiş ve küresel sermayenin desteği ile de Trump yönetiminin elinde olan başkent Washington’a karşı yeni bir bölgesel birlikteliği öne çıkarmıştır. Bu noktada ABD  yeniden kuzey ve güney kutuplaşmasına doğru zorlanmıştır. ABD’nin kuzey bölgesindeki zengin eyaletlerinin yoksulların yaşadığı güney eyaletlerinden koparak ayrı bir bölgesel birliğe yönlendirilmesi ile birlikte, güney eyaletlerinde giderek artan Latin ve Zenci toplulukların birlikte yaşamaya başlamaları da Amerikan milletinin ikiye ayrılmasının önünü açmıştır. Toplumun demokratlar ve cumhuriyetçiler olarak ikili bir dengede varlığını sürdürmesi bir yana bırakılarak, zenginler ve yoksullar ya da beyazlar ve siyahlar olarak ikiye bölünme sorunu, Trump’ın başlatmış olduğu yeniden ulusalcılık akımının iktidardan indirilmesi ile birlikte çözümsüz kalmıştır. Küreselleşme döneminde insan hakları görünümünde alt kimlikçiliğin örgütlenmesi sayesinde, eyaletlerin birlikten ayrılarak bağımsız devletler haline gelmek istedikleri açıkça ortaya konulurken, Amerikanın her yerinde yaşamakta olan Mormon tarikatı üyelerinin Utah eyaletine gelerek   bu eyaleti bir Mormon devleti haline getirmeleri de Amerikan birliğinin ortadan kaldırılmasına dönük bölücü bir girişim olarak küreselciler tarafından desteklenmiştir. İşte Amerikan devleti bu gibi ayrılıkçı hareketlerin önlenebilmesi için, ulus devletin dağılmasını önleyecek bir yeni uluslaşma programını Trumph gibi sert bir politikacı aracılığı ile uygulamaya başlatmasını, küreselciler Demokrat partiyi örgütleyerek önlemişlerdir. Son seçim sonuçları ile küreselciler Amerikan devletinin tasfiye sürecini tamamlayacaklardır. ABD seçim sonuçlarının ortaya koyduğu en büyük gerçek, siyaset sahnesindeki ana çelişkinin ulus devletler ve küresel şirketler arasında olduğudur.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN