29 Kasım 2020 Pazar

ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ANAYASA KURALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ANAYASA KURALIDIR

                               Türkiye Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılın ortalarına doğru yolunda giderken, bir yönü ile uluslararası ilişkiler alanında diğer yönü ile de bunların Türkiye’ye yansımaları doğrultusunda, yepyeni durumlar ile karşılaşmakta ve emperyal güçlerin bu gibi durumlardan yararlanarak, kendi çıkarları doğrultusunda gelişmeleri yönlendirmek istedikleri görülmektedir. Eski dünya düzeni döneminden gelen emperyal devletlerin varlığı ile birlikte küresel hegemonya peşinde koşan büyük güçlerin değişen koşullarda yeni manevralar düzenleyerek, yeryüzünde yaşamakta olan tüm devletleri ve halkları etki altına alarak yönlendirecek girişimleri teker teker devreye soktuğu anlaşılmaktadır. Yeni dönemin koşulları herkesi ve her ülkeyi etkilerken çeşitli ülkelerde yeni siyaset ve yasal düzenlemeler gündeme gelmektedir. Bu doğrultuda, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğin dünyasında var olabilmesi ve daha güçlenerek merkezi bir güç konumu ile uluslararası alanda rekabet edebilmesi gerekmektedir. Var olan devletler ve diğer siyasal yapılanmalar içinden geçilmekte olan bu geçiş aşamasında, gelecekte daha güçlü bir biçim de var olabilmenin koşullarını aramaya ya da hazırlamaya başladığı yeni girişimler dolayısıyla anlaşılabilmektedir.

                Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında emperyal güçler ve devletler kendi çıkarları doğrultusunda bütün dünyaya yönelik plan ve projeleri yavaş yavaş uygulama alanına getirirlerken dünyanın tam ortasında yer alan bir merkezi devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti de küresel hegemonya saldırıları ile karşı karşıya gelmiştir. Emperyalist güçler yeni dönemde kendi çıkarlarına uygun bir biçimde hazırladıkları plan ve programları devreye sokarken, dünyanın bütün devletlerini değişim görünümü altında dönüştürmeye sürükleyecek geleceği belirsiz planlar çizgisinde, yeni anayasa ve yasa düzenleme girişimleri ile karşı karşıya bırakmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti de bu tür saldırıların hedefi olan ülkeler içinde bulunduğundan, çeyrek yüzyıldır değişim görünümlü dönüşüm programlarının gizlice sürdürülmesi gibi bir tehdit oluşumu ile zaman zaman karşı karşıya kalmaktadır. Bu doğrultuda son dönemde bazı gizli toplantılar yapıldığı ve dışarıdan yönlendirilen bazı siyasal partiler aracılığı ile Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin anayasal yapılanmasının değiştirilerek, başka tür bir devlet yapılanmasının getirilmeye çalışıldığı açığa çıkmıştır. Osmanlı devletinin zayıflaması aşamasında ortaya çıkan merkezi coğrafyadaki emperyalist hegemonya oluşturma girişimlerinin en son örneklerinden birisi, son günlerde gündeme gelen köklü anayasa değişimi girişimidir. Basın ve yayın organlarına yansıyan boyutları ile, var olan anayasal düzenin ortadan kaldırılmak istendiği ve bu amaçla da başka bir devlet yapılanmasına yönelik hazırlıkların birbiri ardı sıra gizli toplantılar aracılığı ile öne çıkarıldığı anlaşılmıştır. Türkiye’yi kendi  istedikleri yönlere çekmek isteyen büyük devletler ,  merkezi alanda orta boy büyüklükte bir devletin kendilerine karşı çıkacağı ve önemli çıkar çatışmalarında  güçlü bir biçimde muhalefet yapacağı düşüncesiyle,  Osmanlı imparatorluğu sonrasında  bölgede ortaya çıkan ulus devletleri ortadan kaldıracak, onları alt kimlikler ve farklı inançlar üzerinden  bölüp parçalayacak girişimleri sürekli biçimde dayatarak,  yeni bir orta dünya  yapılanmasına   eski Osmanlı ülkeleri ile birlikte Türkiye’yi de yönlendirmeye çalışmışlardır. İkinci dünya savaşının galibi olan ABD, savaşın mağlup ülkeleri olan Almanya ve Japonya’ya kendi hazırladığı anayasaları zorla kabul ettirdiği gibi, Türkiye’ye de kendi istedikleri anayasal yapılanmayı kabul ettirmeye çalışmışlardır. Aynı girişimleri dünya savaşı sonrasında İngiltere de yapmıştır.

                Doğu ve batı bölgelerinin kesiştiği yerde bir merkez devleti olarak ortaya çıkan Türk devletinin bölgenin jeopolitik konumu ve tarih biliminin getirdiği siyasal birikimin yansımaları doğrultusunda   oluşturulan bir sentezin yaklaşımı çizgisinde, diğer ulus devletlerden çok farklı bir konuma sahip olduğu görüldüğü için, bu duruma uygun düşecek biçimde diğer devletlerden ayrılan özel bir kuruluş modeli kurucu iktidar tarafından ortaya konulmuştur. İmparatorlukların parçalandığı ve ulus devletlerin ortaya çıktığı bir tarihsel dönemde, hem Avrupa tipi ulus devlet getirilmeye çalışılmış hem de bir Asya ülkesi olarak Asya kıtasının kuzeyinde gerçekleştirilen sosyalist devrimin uzantısı olarak halkçılık ilkesi benimsenerek, kurulmakta olan cumhuriyetin halkçılık temeline dayanmasına çaba gösterilmiştir. Bir anlamda Avrupa ve Asya kıtalarının arasında tam merkez denilecek bir bölgede Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, ulus devlet ile birlikte halkçı bir cumhuriyet rejiminin birlikte uygulanacağı bir sentezci girişim geliştirilerek yasalaştırılmıştır. Avrupa kıtasındaki ulus devletler oluşumu imparatorluk sonrasında geride kalan Osmanlı ahalisini kucaklayamayınca, ilan edilen ulusal sınırların içerisinde kalan halkın büyük çoğunluğu, aynı zamanda Asya kıtasında ortaya çıkan yeni büyük güç olan Sovyetler Birliğinin geliştirdiği sosyalist sistemin temel esası olan halkçılık anlayışı çerçevesinde organize edilmeye çalışılmıştır. Böylesine sentezci bir yaklaşıma doğru giderken hem milliyetçilik hem de halkçılık ilkeleri birlikte uygulanmaya çalışılmıştır. Bir anlamda ulus devlet ile halkçı cumhuriyet sentezi Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar dikkate alınarak diğerlerinden farklı olan özgün bir siyasal düzen kurulmak istenmiştir.

                Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti anayasası ele alındığı zaman diğer anayasalardan çok farklı bir yapılanmaya sahip olduğu görülmektedir. Batı tipi ulus devletlerde sadece millet kavramına dayanmak ile siyasal sistem kurulabiliyordu. Ama Asya kıtasının kuzey bölgesinde gerçekleşen sosyalist bir devrim sonrasında ortaya çıkan sosyalist ülkelerin devletçilik ile birlikte halkçılık ilkesini esas alan bir siyasal devrimi gündeme getirmesi üzerine, kurucu önder olarak Atatürk Lenin ile mektuplaşarak, Moskova’ya heyetler göndererek bu yeni oluşum ile de bağlantı kurmuş ve Avrupa birikiminin yanına Asya birikimi de bu sayede eklenerek, Türkiye’nin jeopolitik konumuna uygun bir yeni siyasal model   geliştirilmiştir. Eski Osmanlı ahalisi hiçbir ayırım yapılmadan milli sınırlar içerisinde kucaklanarak Türk ulusu oluşturulurken, alt kimlikleri farklı kökenlerden gelen eski Osmanlı vatandaşlarının yeni ulus devlet çatısı altında toplanmasıyla uluslaşma tamamlanırken, herkesin bu oluşumun içinde olmasına dikkat edilerek, öteki olarak bakılabilecek nüfus artığı gruplar bazı kişiler dışlanarak yaratılmamıştır. Esas olan Avrupa modeli ulus devlet Anadolu yarımadası üzerinde kurulurken, imparatorluktan geriye kalan bir ulus bırakılmadığından ulus devletin ilanı sırasında bir ulusal yapılanmaya da öncelik verilmiştir. Olmayan bir ulusun kendi ulus devletini yaratmak mümkün olamayacağı için, ulusal kurtuluş savaşı sırasında da Kuvayı Milliye mücadelesi üzerinden bir ulusal toplum yapılanmasına dikkat edilmiştir. Kurulmakta olan devletin adında Türk kavramı yer aldığı için geçmişten gelen boyutları ile Türk kimliğinin ortaya konulması ulus devletin ilanı açısından önem taşıyordu. Bir yandan Türk Ocakları yurt düzeyinde açılarak Türkleşme olgusu hızlandırılırken, diğer yanda da Türk ulusu çatısı altında kendisini Türk olarak hissedemeyenlerin de Türk halkının bir parçası konumunda görülerek halkçılık üzerinden Türkiye Cumhuriyeti devletinin eşit vatandaşları olarak kabul edilmesi farklı bir devlet modelinin yapılanması sırasında milliyetçilik ve halkçılık kavramlarının ortak kullanımını gündeme getirmiştir. Böyle bir aşamada iki kavramın birlikte uygulama alanına getirilmesiyle ortaya ya ulusalcı halkçılık ya da halkçı ulusalcılık gibi karma kavramların çıktığı doğal bir sonuç olarak görülebiliyordu. Uluslaşma sürecine uyum sağlayamayan toplum kesimleri ötekileştirilmeden halkçılık aracılığı ile halkçı cumhuriyetin dolaylı vatandaşları olarak görülebiliyordu. Anayasal özgürlük ve eşitlik ilkelerine dikkat edilerek bir sentez yapılıyordu.

                Türkiye Cumhuriyeti anayasası hazırlanırken ülkede var olan uluslaşma süreci ile birlikte bir ulus devleti kurma amacı da belirli bir hedef olarak aynı anayasa da vurgulanmaya çalışılmıştır. Osmanlının son yüzyılında ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ya da Pan-Türkizm akımlarının hiç birisi geride kalan mirası geleceğe götürebilecek bir siyasal yapılanmayı ortaya koyamadığı noktada, önce Atatürk’ün başına geçtiği ulusal kurtuluş savaşı kazanılmış ve daha sonrada halkçı bir cumhuriyet düşüncesine dayanan yeni ulus devletin kuruluşu gündeme getirilmiştir. Bu doğrultuda, cumhuriyet dönemi anayasalarına bakıldığı zaman, Türk devletinin sahip olduğu sentezci siyasal devlet modelinin her dönemde benimsendiğini ve bu nedenle de farklı dönemin anayasalarında bu durumun hukuk devleti çatısı altında korunmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Ulus devlet ve halkçı cumhuriyet birlikteliği resmi durumlarda dile getirilirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin farklı koşulları dikkate alınarak anayasanın hem başlangıç bölümünde hem de cumhuriyetin niteliklerini belirleyen ikinci maddede bu özel durumun yansıtılması çizgisinde, ilan edilen cumhuriyetin önde gelen nitelikleri arasında Atatürk Milliyetçiliği kavramına da yer verilmiştir. Burada konu yetersiz kalabileceği düşüncesiyle sadece milliyetçilik kavramı ile ifade edilememiş, milliyetçilik kavramının başına kurucu önder Atatürk’ün ismi eklenmiştir. Doğu ve batı dünyaları arasında sentezci bir yaklaşım ile hareket eden Atatürk çizgisi, böylece milliyetçilik anlayışının belirlenebilmesi açısından da halkçılık destekli bir bütünleyici kavram olarak Türkiye Cumhuriyeti anayasasına girmiştir. Normal bir milliyetçiliğin ulusalcı ve halkçı yaklaşımların bütünleştirilmesi açısından yetersiz kalacağı endişesi yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasında sadece milliyetçiliğin değil ama Atatürk milliyetçiliğinin benimsenmesi vurgulanmıştır. Atatürk milliyetçiliği bu açıdan ulus devlet ile halkçı cumhuriyet birlikteliğinin bir sembolü olarak Türk anayasasının birinci bölümünde yer almıştır.

                Anayasanın genel esaslar ile ilgili bölümünde cumhuriyetin nitelikleri sayılırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” biçiminde bir tanımlama yapılmaktadır.  “Anayasa’nın başlangıç kısmında belirtilen bütün konular cumhuriyetin temeli ve nitelikleri olarak görülmektedir.” Türk vatanının ve milletinin ebedi  varlığını, yüce Türk milletinin bölünmez bütünlüğünü  belirleyen  bu anayasanın  Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkleri doğrultusunda, dünya milletleri ailesinin eşit  haklara sahip şerefli bir üyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedi varlığı, refahı, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine  ulaşma azmi yönünde, millet iradesinin mutlak üstünlüğü ,egemenliğin kayıtsız ve şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiç bir kişi ya da kuruluşun, bu anayasada  gösterilen hürriyetçi demokrasi  ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı, kuvvetler ayırımının devlet organları  arasında üstünlük sıralaması   anlamına gelmeyip belli devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak anayasa ve kanunlarla bulunduğu, hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk  varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları  ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işleri ve politikaya kesinlikle  karıştırılamayacağı, her Türk vatandaşının bu anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden  eşitlik ve  sosyal adalet  gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi  varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu, topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda milli sevinç  ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, ve millet hayatının her türlü tecellisinde nimet ve külfetlerde  ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı  içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh”  arzu ve inancı içinde huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu, fikir, inanç ve kararıyla  anlaşılmak, sözüne ve  ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatla yorumlanıp uygulanmak üzere, Türk milleti tarafından demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”

                Yukarıda belirtilen esaslar cumhuriyetin nitelikleri maddesinde belirtilirken, anayasanın başlangıç hükümlerine de atıf yapılarak, bir anayasal ilke olarak nitelikler arasında belirtilen Atatürk Milliyetçiliğinin ne anlamlara geldiği açıklanmaya çalışılmıştır. Adalet, eşitlik, barış, demokrasi, laiklik ve insan hakları gibi temel hukuk kavramları arasına Atatürk Milliyetçiliğinin de nitelik belirten bir kavram olarak ele alınması, bu siyasal anlamı olan kavramın hukukileşmesini de sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel özelliklerinden birisi olarak nitelikler maddesinde yer alması ile birlikte, Atatürk milliyetçiliğinin aynı zamanda bir anayasal kavram haline gelmesi de sağlanmıştır. Devletin dilinin Türkçe olması, Türk bayrağının ulusal sembol olarak benimsenmesi ,İstiklal marşının milli marş olarak kabul edilmesi  ve Ankara’nın yeni milli devletin başkenti olarak  belirtilmesi, anayasada belirtilen devlet yapılanmasının temel esasları olarak benimsendiği belirtilirken, cumhuriyetin temel özellikleri ile ilgili maddelerin anayasanın başlangıç hükümleri ile bir bütünlük gösterdiği vurgulanarak, bu maddelerin ve başlangıç kısmının hiçbir biçimde değiştirilemeyeceği ve  bu konuda herhangi bir değişiklik dahi verilemeyeceği anayasada açıkça belirtilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasası olarak devletin yapısını ve özelliklerini ortaya koyarken, herhangi bir değişikliğe gidilemeyeceğinin belirtilmesi, Türk anayasasını sert anayasalar arasına sokmaktadır. Kolay değiştirilen anayasalar yumuşak, sert maddelerle değiştirilmesi zor olan anayasalar ise sert anayasalar olarak adlandırılmaktadırlar. Dünya haritasında yer alan ülkelerin anayasalarında bulunmayan maddeler ya da niteliklerin geniş bir çerçevede başlangıç hükümlerinde ve nitelikler maddesinde sert bir tonda vurgulanmasının ana nedeni, Türkiye’nin orta alandaki merkez devleti olarak sahip olduğu güvenlik sorunları ile çok yakından bağlantılıdır. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti emperyalizmin işgaline karşı verilen bir ulusal kurtuluş savaşının ortaya koyduğu son derece riskli bir ortamın ürünü olarak, güvenlik devleti anlayışına uygun düşen bir model ile ortaya çıkmıştır.

                Üç kıtanın birleştiği ve her türlü siyasal sorunun bolca bulunduğu bir coğrafya üzerinde hem ulusal hem merkezi hem de üniter bir devlet modeli ortaya koyabilmek son derece zor bir iştir. İşte devletin kuruluşu sırasında yaşanan olaylar ve girişimlerin ortaya çıkardığı farklı plan ve projeler yüzünden, Türk devleti kendisini güvence altına almak gereksinmesi duymuş ve bu doğrultuda ilgili maddeler her türlü yanlış anlamayı ve istismarı önlemek üzere geniş bir tanımlama ile anayasa metni içinde yer almıştır. Nitekim cumhuriyetin ilanından sonra bu bölgede yaşanan siyasal gelişmeler, kurucu önder Atatürk’ü haklı çıkarmış ve bu gerçekçi devlet modeli bugüne kadar ayakta kalarak yüzüncü yıl dönümüne doğru varlığını hem korumuş hem de geliştirmiştir. Batılıların felaketler coğrafyası ya da karanlıklar bölgesi olarak tanımladıkları merkezi coğrafyanın tam ortalarında  bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkan Türk devletinin  kendi özel koşullarını dikkate alarak değerlendirme yapıldığında, Türkiye cumhuriyetinin neden bir güvenlik devleti olarak kurulduğu ortaya çıkmakta ve bu durumun gereği olan bazı hukuk kuralları ile birlikte Atatürk Milliyetçiliği gibi siyasal içerikli kavramlar da anayasal düzenin bir temel taşı olarak devreye girmektedir. Normal koşullarda batılı ulus devletlerde görülmeyen böylesine bir düzenlemenin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iktidarı üzerinden Türk anayasalarında yer alması, her türlü polemiğin ötesinde devletin kurulu bulunduğu toprakların ülke olarak farklı bir jeopolitik konum ortaya çıkarması yüzündendir. Bu nedenle hiçbir emperyal devletin, Türkiye’nin bu konumuna karşı çıkması beklenmemelidir.

                Türkiye Cumhuriyeti anayasasında Atatürk milliyetçiliği gibi bir kavramın devletin kuruluş modelinin belirlendiği bölümde yer, devletin kimliğinin belirlenmesi açısından önem taşımaktadır. Öncelikle bir Türk devleti kurulması söz konusu olduğu için, Türklerin atası ve  cumhuriyetin  kurucu önderi olarak  Atatürk isminin anayasada temel alınması, bir anlamda simgesel olarak  kurucu önderin Misakı Milli sınırları içerisindeki bütün halk kitlelerini cumhuriyet çatısı altında toparlayabilmek içindir .Normal koşullarda böyle bir durumun  dışa yansıyan fazla bir görüntüsü yoktur ama olağanüstü koşulların getirdiği siyasal çıkmazlar  ve  devletin varlığı ile bütünlüğünü ve geleceğini tehdit eden  tehlikeler  ya da emperyal  projeler  söz konusu olduğunda, o zaman görüntü değişmekte ve  anormal koşulların getirdiği siyasal çıkmazlar çözümsüz kalabilmektedirler.  Bu çerçevede, sorunların aşılabilmesi çizgisinde Atatürk Milliyetçiliği kavramından anayasal yapılanma açısından yararlanabilmek gerekmektedir. Bu nedenle Atatürk milliyetçiliğinin ne anlama geldiği ne gibi unsurlara sahip olduğu ve diğer milliyetçiliklerden ayrılan yönlerinin hangileri olduğu konusunda yeterli bir değerlendirme yapılabilmesi gerekmektedir. Cumhuriyetin temel ilkelerinden birisi olan milliyetçilik, Türk anayasasında soyut ya da genel bir ilke olarak değil ama somut ve içeriği kurucu önder tarafından belirlenmiş bir biçimde anayasal bir kavram olma şansını elde etmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin herkes için benimsendiği   anayasada, Türklerin özgür ve bağımsız yaşam düzenini güvence altına alacak bir biçimde Atatürk Milliyetçiliği yol gösteren bir yönlendirme yapmaktadır.

                İnsanların üzerinde yaşadığı ülkenin devlet kuruluşu sonrasında vatana dönüşmesi ve insanların vatan topraklarında varlıklarını geliştirerek sürdürmesi, beraberinde vatanseverlik duygularını geliştirmekte ve bu yoldan duyguların gelişimi ile birlikte vatanseverlikten yurttaşlığa geçiş aşaması tamamlanmaktadır. Bir anlamda medeni bir insan ya da toplum olabilmenin ortaya çıkardığı bir kavram olarak millet kavramı, ulus devletlerin insan unsurunu ya da dayandığı halk kitlesini ifade etmektedir. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan insanların topluca millet düzeyine gelebilmesi, o topraklar üzerinde bir ulus devletin kurulmasıyla birlikte gündeme gelmiştir. Yüz yıllarca süren beraber yaşam ya da birlikteliklerin zamanla ortak değerler üretmesiyle, toplumların milletleşme aşamasına geldikleri görülmektedir. Ortak bir vatanda, aynı devletin çatısı altında yaşayarak   ve o bölgenin siyasal ya da ekonomik koşullarında aynı kaderi ve tarihi paylaşarak yaratılan ortak milli kültür milletleri ortaya çıkarabilmektedir. Birkaç yüz yıllık zaman dilimi içinde millet haline gelen toplumlarda siyasal birliği sağlayan güçlü devlet adamları, bilim ve düşünce alanında üretim yapan aydınlar, sanatçılar ve kültür adamları da insan toplumlarının millet düzeyinde gelişebilmesi açısından önemli katkılar sağlayan unsurlardır. Avrupa milletlerinin kurdukları imparatorluklarda var olan anavatan kavramı, ulusal sınırlar boyunca ilerleyerek gelişen toplumların dayandığı ana toprakları ifade etmektedir. Milliyetçi bir vatan anlayışı zaman içerisinde anavatanı bir yurda dönüştürüyordu. Osmanlı imparatorluğunu parçalamak istemeyen Türk milliyetçileri önceleri pasif kalarak hareket etmişler ve katı bir milliyetçiliğin imparatorluğu parçalayabileceğini görmüşlerdir. Ne var ki, bir dünya savaşı sonrasında imparatorlukların çöküş noktasına gelmesiyle birlikte, milliyetçiler daha özgür olarak hareket etmeye başlamışlardır. Bir devleti çökertmek yerine, yıkılmış olan bir imparatorluğun içinden yeni bir ulus devlet çıkarabilmek doğrultusunda daha serbest milliyetçilik yapılabilmiş ve bu gibi girişimlerin merkezi bir konumda örgütlenmesiyle birlikte milletler tarih sahnesinde öne çıkmışlardır. Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasını önleyebilmek için milliyetçiler utangaç bir tutum izlemişler ve bu yüzden de Türk milliyetçiliğinin uyanması gecikmiştir. Soyut bir vatan kavramı milli birlik bilinci ile birleşmediği için devletleri kurtarmak için yeterli olmamış ama özgürlük düşünceleri, imparatorluk sınırları içinde yer alan bazı toplulukların kendi devletlerini kurmaları yolunda bölücü olmuştur.

                Normal koşullarda Türkiye Cumhuriyeti   ulus devletinin anayasasında ya sadece milliyetçilik ya da Türk milliyetçiliği kavramları yer alabilirdi. Ne var ki, Türk devletinin kuruluşu sırasında tarihten ve coğrafyadan gelen özellikler ile jeopolitik koşulların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan durumlar çerçevesinde, geçmişten gelen Türk milliyetçiliği kavramının daha da güçlendirilebilmesi yüzünden Atatürk milliyetçiliği kavramı bir hukuki kalıp olarak anayasa metni içinde yerini almıştır. Genel anlamda Atatürk Milliyetçiliği kavramı ele alındığında ne gibi anlamlara sahip olduğu konusunda öncelikli bir araştırma ya da düşünce çalışmasının yapılması gerekir. Aslında Atatürk’ün söylev ve demeçlerine bakıldığı zaman, kurucu önderin tam anlamıyla Türkçü bir siyaset adamı olduğu ve bu yönü ile Türk ulusunun devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğu görülmektedir. Atatürk atılacak her adımda Türklüğün esas olduğunu dile getirerek imparatorluk döneminden gelen bazı siyasal boşlukların doldurulmasına   çalışmıştır. Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı bilime ve akılcılığa dayanan çağdaş, ileriye ve gelişmeye dönük, demokratik, birleştirici, insancıl, barışçı ve yüceltici anlamda bir siyasal çizginin temsilcisidir. Bugünün dünyasında millet gerçeği görmezden gelinemez derecede insan toplumlarının yaşamını belirleyen ana kavramlardan birisidir. İnsan topluluklarının yüz yıllarca birlikte yaşadıktan sonra millet haline dönüşmesi, yeni ve yakın çağların ortaya çıkarmış olduğu bir sosyal gerçekliktir. Bu noktada Fransız devriminin bütün dünya ülkelerini etki altına alan güçlü tesirleri bulunmaktadır. Devrim sonrasında batı ülkelerinde ortaya çıkan hızlı değişim rüzgarları Avrupa’daki insan toplumlarının kısa bir zaman dilimi içinde milletleşmesine katkı sağlamıştır. Millet kavramının   tek başına ele alındığında sadece sayı ve yığın olarak görülmemesi gerektiği, sayısal çoğunluğun yanı sıra kollektif ve kitlesel bir ruh yapısının da bu oluşumda en az sayısal katılım kadar etkisi bulunduğu bilim ve siyaset adamlarınca vurgulanmaktadır.

 Türkiye Cumhuriyeti devlet modelinin üniter bir yapıda kurulmuş olması, Atatürk milliyetçiliğinin ülke ve millet bütünlüğüne dayanması nedeniyledir.  Anayasada yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bir hukuki bütün olarak tanımlanmasının nedeni üniter bir devlet düzeni getirilmesidir. Meslekler, mezhepler ya da   siyasal örgütlenmeler birbirinden ayrı da olsa, millet kavramı bunların hepsinin içinde yer aldığı bir toplumsal bütünlüğü ifade etmektedir. Türk devletinin üzerinde kurulu bulunduğu siyasal yapılanmanın parçalanmadan yoluna devam edebilmesi için, her türlü bölücülüğü önleyen ve bu doğrultudaki girişimlere izin vermeyen bir üniter yapılanma, Atatürk milliyetçiliğinin ülke ve millet bütünlüğünü birlikte ele alması sayesinde devlet model i olarak korunabilmektedir. Atatürk milletin birlik ve bütünlüğünün korunmasının, cumhuriyet devletinin bağımsızlığının korunabilmesi açısından son derece gerekli olduğunu birçok yerde dile getirmiştir. Onuncu yıl söylevinde kurucu önder, Türk milletinin bütün güçlüklerin üstünden gelmesini milli birlik ve bütünlük içinde hareket etmesine borçlu olduğunu söylemiştir.

Atatürk milliyetçiliği kavramı her türlü ırkçılığı red eden bir içeriğe sahip bulunmaktadır. Anayasaya milliyetçilik ilkesi bir temel prensip olarak konurken, TBMM görüşmelerinde Türk milliyetçiliğinin dar ve tekelci olmadığı dile getirilerek, her türlü ırkçı yaklaşıma karşı çıkıldığı açıkça vurgulanmıştır. Üniter yapıya sahip olan Türk devleti her türlü ırkçılığa karşı çıkarken, bu doğrultuda yapılmak istenen propogandalara da tepki göstererek, ulusal birlik ve bütünlük konusunda sağlam durmak için çaba göstermiştir.  Atatürk Hitler ve Mussolini gibi ırkçı liderlere karşı çıkarken, eski Osmanlı Hinterlandında kurulmuş olan Balkan devletlerini de emperyalist saldırılara karşı bir araya getirerek, ulus devletler dayanışması aracılığı ile ırkçılığın önünü kesmiştir. Batının büyük devletleri emperyalizmin getirdiği büyüklük sarhoşluğu ile diğer devletlere saldırırken, Atatürk mazlum uluslar dayanışması ile siyasal dengeler oluşturarak barışı gerçekleştirmeye öncelik vermişti.

Batı dünyası çağdaş uygarlığı temsil ettiği için, Atatürk milliyetçiliği hem uygar ülkeler ile yakın ilişkiler kurmaya hem de çağdaş uygarlık düzeni içinde onurlu bir üye ülke olarak yer almaya öncelik vermiştir. Türk ulusunu çağdaş uygarlığa ulaştırmak üzere kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin her yönü ile çağdaşlıktan yana olması Atatürk milliyetçiliği ilkesinin benimsenmesi ile gerçekleşmiştir. Medeniyetçi bir yaklaşımın anayasada yer alması ile birlikte, Türkiye doğunun mazlum ulusları ile batının çağdaş ülkeleri arasında bir çağdaşlık köprüsü olmuştur. Atatürkçülükte çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak ana hedef olduğu için, Atatürk milliyetçiliği ilkesi ile anayasa bu çizgiye çekilmiştir. Yüzyılların gerisinde kalan geri kalmışlık olgusunun aşılabilmesi için çağdaş uygarlık hedefi    öncelikli bir amaç olarak benimsenmiştir. Bu doğrultuda Atatürk milliyetçiliği orta çağ din düzenlerine karşı çıkarak ve her türlü mezhep ayrımcılığını red ederek, bu duruma karşı çıkma yolunda laiklik ilkesini benimsemektedir. Toplumun dinsel baskıları aşarak bilimsel bir düzeye ve düzene kavuşabilmesi için uygarlıkçı adımların atılması da gene Atatürk Milliyetçiliği ilkesi doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.  Atatürk bütün Tekke ve zaviyeleri kapatarak Ortaçağ benzeri bir dinsel düzene sürüklenmemek amacıyla, çağdaşlaşma sürecinden sonra laiklik düzenini de kurmuştur. Yirminci yüzyılın başlarında gerçekleştirilmiş olan Sovyetler Birliğinin getirmiş olduğu sınıf kavgasını red eden Atatürk Milliyetçiliği anlayışı, ulus devletin toplumsal tabanını kurmak ve korumak için milli dayanışma ve sosyal adalet gibi kavramlardan yana bir tutum izlemiştir. Atatürkçülük oluşumu iyi incelendiğinde milliyetçi bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak tanımlanabileceği görülmektedir. Her türlü sınıfsal oluşumlara karşı ulusallıktan yana olan Atatürkçülük, milliyetçilik ilkesini benimseyerek bütün çatışma senaryolarından uzak kalmayı tercih etmiştir. İmtiyazsız ve sınıfsız kaynaşmış bir kitle olmayı düşünen Atatürkçülük, milliyetçilik ilkesi ile böylesine bir hedefi gerçekleştirmeye çalışmıştır. İnsanlı tarihini sınıf çatışması ile açıklamaya çalışan sosyalizm çökmüştür ama Atatürk’ün dile getirdiği emperyalizm ve mazlum uluslar çelişkisi doğru çıkmıştır. Atatürk milliyetçiliğinin demokrasi ve millet egemenliğine dayanması da ulus devletlerin güçlenerek devam etmelerine katkı sağlamıştır. Atatürk milliyetçiliği her türlü saldırganlığa karşı barışçılık ve insancıllık ilkelerini benimsemesi de dünya barışının gerçekleşmesinde önemli katkılar getirmiştir.

                Türkiye’de ulus devletin ve milli vatanın inşasında çok etkili olan Atatürk’ün milliyetçilik anlayışının bir temel ilke olarak Türkiye Cumhuriyeti anayasası içinde benimsenmesi, siyasal sistem açısından geleceğe dönük bir güvence oluşturmaktadır. Cumhuriyet rejimi yüzüncü yılına doğru emin adımlarla ilerlerken, araya giren emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri el birliği yaparak gizli bir anayasa değişikliği girişimini gündeme getirerek, anayasadan başlangıç hükümleri ile birlikte cumhuriyetin temel niteliklerini de değiştirmeye kalkışmaktadırlar. Kurucu önderin ve iradenin isabetli adımları ile oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti devlet modeli, bugün Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm iş birliği ile ortadan kaldırılmak istenmektedir. ABD, İngiltere ve İsrail devletleri   Büyük Orta Doğu Projesi, Yakın Doğu Konfederasyonu ve Büyük İsrail imparatorluğu gibi   hegemonyacı   plan ve projeler üzerinden, Türk ulusunu bir yüzyıl ayakta tutan ulus devlet modelini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Türkiye’deki ulusalcı, cumhuriyetçi ve Atatürkçü kadroların tasfiye edilmesinden sonra, ortaya çıkan siyasal boşluğu doldurmak üzere işbirlikçi burjuvazinin adamları dış destekler aracılığı ile devreye girerken, Atatürk Milliyetçiliğinin anayasa metninden çıkarılmaya çalışıldığı basına ve medyaya yansımıştır. Bu aşamada bağımsız ulus devletlerin emperyalizmin ötesinde ayakta kalarak var olabilmesi ve uluslararası alanda tüm ulus devletler ve mazlum uluslar ile dayanışma içine girerek her türlü emperyal saldırganlığa karşı, küresel boyda bir insanlık mücadelesinin verilmesi gerekmektedir. Dünya halkları ile ulus devletler bir araya gelerek evrensel bir dayanışma içinde emperyalizme karşı çıkmak zorundadırlar.        

Prof. Dr.  Anıl ÇEÇEN  

24 Kasım 2020 Salı

BÜYÜK GÜÇLERİN ÇÖKÜŞÜ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 BÜYÜK GÜÇLERİN ÇÖKÜŞÜ

                Türk atasözlerinden birisine göre her çıkışın bir inişi vardır. Dünya tarihine bakıldığı zaman her dönemde birbirinden farklı olarak yeni siyasal yapılanmalar ortaya çıkmakta ve bunlar zaman içerisinde devletleşerek, kendi dönemlerinin büyük gücü konumuna gelmektedirler. İlk çağlarda görülen ilkel yapılanmalar dikkate alınmazsa, Ortaçağ dönemine geçiş ile birlikte birbirini izleyen bir çizgi doğrultusunda yeni yeni devletler kurulmuş ve bunlar zaman içerisinde birbirleriyle rekabet içine girince büyümeye başlamışlar   ve bir süre sonra kendi dönemlerinin en büyük devleti konumuna gelerek, dünya düzeyinde hegemonya peşinde koşmuşlardır. Bu nedenle insanlık tarihine bakıldığı zaman sürekli olarak her dönemde bazı güçlerin ortaya çıktığı, zamanla bunların büyük güç konumuna geldiği ama bir süre sonra ortaya çıkan yeni koşullarda bu devletlerin büyümesinin durduğu ve bu nedenle bir süre bocaladıktan sonra gerileyerek, büyük güç olma potansiyelinden uzaklaştığı görülmektedir. Bir devlet duraklama aşamasından sonra gerilemeye başladığı zaman çöküşe geçebilmekte ve kısa bir süre içinde de merkezi konumunu elinden kaçırarak ya dağılmakta ya da parçalanarak haritadaki yerini yitirmektedir Bir dönemin süper gücü olan büyük devletler bu durumlarını korumak durumundadırlar, aksi takdirde yeni dönemde ortaya çıkan başka devlet yapılanmaları hızla büyüyerek dünyanın yeni hegemon devleti konumuna gelebilmektedirler.

             Yirmi birinci yüzyıla gelmiş olan bugünün dünyasında tarihsel süreç yeniden tekrar etmekte ve günümüzün süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri, yüzyıl boyunca sürdürdüğü büyük güç konumunu elinden kaçırmak gibi bir olumsuz durum ile karşı karşıya kalmaktadır. On beşinci yüzyılda başlamış olan İngiliz üstünlüğüne dayalı küresel düzenin içinden çıkarak ve bunun arkasından giderek büyük güç konumuna gelen Amerika Birleşik Devletleri, yüz yıllık büyüklükten sonra bugünün koşullarında süper güç potansiyelini koruyamamış ve zamanla bu hegemonik konumunu elinden kaçırma aşamasına gelmiştir.  Yirmi birinci yüzyılın   ilk çeyreği dolarken, gündeme getirilmiş olan küresel emperyalizm düzeninde tekelci şirketler ekonomi üzerinden güçlenerek devletlerden daha da güçlü bir konuma geldikleri noktada, devletler zayıflayarak güç kaybetmekte ve zamanla ülkelerini yönetemez bir duruma sürüklenince egemen güç bu kez devletlerin ötesinde küresel şirketlerin eline geçmektedir. Birinci dünya savaşını İngiltere kazandıktan sonra gündeme gelen ikinci dünya savaşını da ABD kazanmış, böylece Atlantik okyanusunun doğusunda ve batısında yer alan iki büyük devlet dünyanın hegemonya sahibi büyük güçleri konumuna gelmişlerdir. Bir ada devleti olarak dünyanın yeni büyük ve kalabalık ülkeleri karşısında zayıf kalan İngiltere, dünya hegemonyasını eskisi gibi götüremez bir noktaya gelince, onun eski bir sömürgesi olan ABD Britanya milletler topluluğu içinden   İngiliz hegemonyasına önce karşı çıkarak savaşmış ve daha sonra da kendisini yeni güç merkezi ilan ederek dünyanın yeni efendisi olmaya soyunmuştur. İngiliz hegemonyası döneminde Anglosakson dünyasından gelen ABD, yeni bir büyük güç olarak Anglosakson yapılanmasının içinden çıkan yeni bir dev ülke konumuna gelmiştir. Ne var ki, Birinci dünya savaşı sonrasında kurulan Sovyetler Birliği dengelerinde yeni büyük devlet olma yoluna giren ABD, iki kutuplu dünyada doğunun süper gücü olarak devrede olan sosyalist sistemin yıkılması üzerine, eski konumunu yitirmiş ve bir dış düşman olarak ortaya çıkan karşı kutbun çöküşü gündeme gelmiştir. Bu gibi durumlarda görülen iç çatışma ve savaşların çökerttiği devletler gibi ABD de bu geleneğin devamı üzerine, tarihsel çöküş sürecine günümüz koşullarında kaotik bir biçimde sürüklenmiştir.  

                ABD’de yapılan son başkanlık seçimleri sonrasında yaşanan olaylar, ABD gibi bir süper gücün bırakın dünyayı yönetmeyi, bugünün koşullarında kendisini bile idare etmekten aciz bir duruma sürüklendiğini açıkça göstermektedir. Sovyet imparatorluğu varken küresel düzeni belirleyen iki kutuplu dünya düzeninde var olan çekişmeye dayanan hareketli ortam, SSCB’nin dağılması üzerine, ABD’de var olan karşı kutupla yarışma dönemini geride bırakmıştır. Dışa dönük yarış sona erince bunun üzerine içe dönük çekişmeler ABD gündeminde öne geçmiştir.  Kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı çizgisinde örgütlenmiş olan iki kutuplu dünya düzeni bitince, geride kalan süper güç olarak ABD karşıt güç dengesini yitirmiş ve bu durumda eskiden karşıt kutba doğru bir araya gelerek mücadele eden rekabetçi yapı ortadan kalkmıştır. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sosyalist sistem dağılınca önde gelen siyaset bilimciler önce Sovyetler Birliğinin dağıldığını, ikinci aşamada da kısa bir ABD’nin dağılacağını ve böylece iki kutuplu siyasal yapılanmanın dünyanın gündeminden çıkacağını ifade etmişlerdir. ABD’de tamamlanan son başkanlık seçimleri sonrasında ortaya çıkan tabloya bakıldığında, dünyanın en büyük siyasal gücü olarak kabul edilen hegemonik ülke Amerika Birleşik Devletleri yeni dönemde karşı kutupla rekabet etme şansını kaybedince, eskiden karşı kutba rakip olarak kurulmuş olan ulusal dayanışma düzeni ortadan kalkmıştır. Bu durumda elli yıl sonra önce SSCB ve daha sonra da ABD’nin çökeceği görüşlerinin yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kesinlik kazandığı anlaşılmaktadır. Jeopolitik bilimine göre iki kutuplu dünyanın ilk kutbu çökünce ikincisi de çökmekte ve yarım yüzyıla dayanan tek kutuplu dünya oluşturma çabaları sonuçsuz kalan ikinci kutup başı olarak, ABD’nin de SSCB benzeri bir çöküş yoluna doğru sürüklendiği ortaya çıkmaktadır. Karşı kutba dayalı dengeler bozulunca, iç dengelerini yitiren büyük güçlerin zamanla gevşeyerek dağılması SSCB örneğinde olduğu gibi kaçınılmaz olmaktadır.

                 Dünya tarihi son beş yüz yıllık zaman dilimi içinde ele alındığında, yer kürenin batıya düşen bölgelerinde bir hareketlilik ve kalkınma olguları öne çıkınca bugünkü batı uygarlığının yükselişi başlamıştır. Birçok bilim adamı tarafından modern ve modern dönem öncesi zaman dilimleri birbirinden ayırmak üzere seçilen 1500 yılında, Avrupa kıtasının dünyanın geri kalan kıtaları üzerinde egemenlik kurmaya hazır bir duruma geldiği insanlık açısından hiç de belli olmayan bir durumdu. Avrupa kıtası jeopolitik açıdan biçimsiz bir yapıya sahip olduğu için dünyanın diğer kıtalarına öncülük yapacak gibi görünmüyordu. Dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’nın kendisinden büyük Çin, Hindistan, Kanada ve Avustralya gibi çok büyük ülkelerin başka kıtalarda yer alması nedeniyle, en küçük kıtanın yeryüzüne egemen olabilmesi pek mümkün görünmüyordu. Kuzeyi ve batısı buzlu sular ile çevrilmiş, doğusu Asya’dan gelen saldırılar nedeniyle sürekli savaş alanına dönüşen, güneyindeki Akdeniz üzerindeki sürekli stratejik kavgalar yüzünden çok ciddi güvenlik sorunları bulunan Avrupa kıtasının, toparlanarak kendi güvenliğini tam olarak sağlamasının olanaksızlığı yüzünden gelişme yolundaki Avrupa’nın bütün dünyaya önderlik yapabilmesi son derece zor görünüyordu. Asya ve Afrika’da daha önceki dönemlerde görülen uygarlıkların geniş alanlara yayılmış olması da Avrupa’nın bu açıdan yetersiz kaldığını ortaya koyuyordu. Asya’da öne çıkan uygarlıkların çok geniş alanlara yayılması da Avrupa’nın bir uygarlık merkezi olamayacağını gösteriyordu. Ne var ki, bütün bu olumsuz faktörlere rağmen küçük Avrupa medeniyet yarışını kazanarak dünyanın merkezi gücü konumuna geliyordu. Her dönemde dünyanın farklı bölgelerinden ortaya çıkan büyük devletler süper güç olarak hem çevrelerine yayılıyorlar hem de diğer bölgelerdeki toprakları üzerinde egemenlik kurarak kendilerine bağlama yollarına gidiyorlardı. İlk çağlarda ortaya çıkmış olan Çin ve Hindistan gibi Asya uygarlıkları sırasında bu gibi gelişmeler görülmüştür. Doğudan yola çıkan uygarlıklar daha sonraki aşamada dünyanın ortasındaki Mezopotamya’ya gelince, doğudan gelen uygarlık birikiminin merkezden Avrupa kıtasına doğru açılım yaparak yöneldiği görülmektedir.

             Eski Çin ülkesi ilk çağların uygarlık beşiği olarak tarih sahnesinde öncü yerini almıştır. Modern çağlar öncesi dönemlerde en büyük uygarlık merkezi olarak eski Çin’in ileri geldiği tarih kitaplarında belirtilmektedir.  Çin o dönemlerde yüz milyonluk bir insan potansiyeli ile büyük bir uygarlık düzeni kurarak geleceğin dünyasına öncülük yapmıştır. Orta çağ Avrupa’sındaki şehir devletlerinden daha büyük kentler kuran, sahip olduğu merkezi yönetim sayesinde bu kentleri birbirine bağlı bir çizgide yönlendiriyordu. Kentler arası alışverişin başlaması ile birlikte Çin aynı zamanda ticaretin de ilk ortaya çıktığı bölge olarak görülebilir. Büyük gemiler aracılığı ile dünyanın çeşitli bölgelerine yönelik ticaret girişimleri, kısa zamanda doğu Asya bölgesini ilk uygarlığın merkezi konumuna getirmiştir. Daha sonraki dönemde Çin’de gemi yapımının yasaklanması kabul edilince, ticari hareketlilik sona ermiştir. Konfüçyüs’çü bürokrasinin tutuculuğu yüzünden Çin ekonomisi durgunluk noktasına gelince, Çin teknolojideki yenilikçilikten koptu ve daha sonra da bilimsel eserlerin basımının yasaklanması üzerine de Çin bütünüyle durgunluğa sürüklenerek, kendi içine kapanık geri bir bölge olmaya doğru sürüklenmiştir. Günümüzde dünyanın yeni süper gücü olarak ileri teknoloji ve ekonomide en iyi konumuna gelen Çin, beş yüz yıl sonra yeniden dünya liderliğine soyunmak gibi bir misyon ile karşı karşıya kalmıştır. Çin uygarlığı teknolojideki erken gelişmelerin etkisiyle kısa zamanda büyük güç olmuştur. Onuncu yüzyıldan sonra maden alanına giren Çin dünyanın en gelişmiş demir sanayisini kurarak ekonomik büyüklüğünü güçlendirmiştir. Büyük gemiler ile diğer kıtalar ve ülkelerdeki liman kentlerine gidip gelen Çin devleti o dönemde büyük bir ekonomik güç olmak başarısını göstermiştir. Uygarlığın bütün dünyaya yayılmasını isteyen bazı güçler, Çin’in dünyaya arkasını dönerek içine kapanık bur duruma sürüklenmesinde etkin olmuşlardır. Sung, Ming ve Mançu gibi hanedanların yönetiminde Çin önceleri çok gelişmiş ama daha sonra da ekonomide içe kapanarak gerilemiştir.

                Sekizinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık yüzyıllar boyunca gelişerek on altıncı yüzyıldan sonra üç kıtaya yayılınca, yeni bir uluslararası güç olarak öne çıkmıştır. Abbasi, Emevi, Osmanlı ve Endülüs gibi imparatorluklar aracılığı ile yeryüzünde dinlerin egemenliği için çalışan İslamiyet Avrupa kıtasına gelince Hrıstıyanlık ile  karşı karşıya kalarak  Osmanlı imparatorluğu üzerinden beş yüz yıllık bir savaşlar dönemine sürüklenmiş  ve bu yüzden de dünyanın en büyük iç denizi olan Akdeniz kıyılarında oyalanmak durumunda kalmıştır  ve bu yüzden de okyanuslara açılarak, bir küresel dünya devi konumunda yeni bir büyük güç olarak süper bir devlet ortaya koyamamıştır . Yahudi sorunu çerçevesinde sürekli olarak Hrıstıyanlarla savaştırılan İslam orduları önce Endülüs’te, sonra Balkanlar’da ve son olarak da Merkezi coğrafyanın Orta Doğu ülkelerinde girmiş olduğu savaşları birbiri ardı sıra yitirerek, dünyaya egemen olabilecek bir süper güç olma şansını bütünüyle elinden kaçırmıştır. Bugün İslam dünyası elliden fazla devlete bölünmüştü. İçlerinde Türkiye, İran, Mısır ve Endonezya gibi çok büyük devletler bulunmasına rağmen, içine sürüklendikleri cemaat ve tarikat kavgaları yüzyıllarca devam etmiş ve bir türlü eskisi gibi bir araya gelerek dünyaya egemen olabilecek yeni bir büyük güç konumunda, dünyanın yönetiminde etkili olabilecek bir süper güç olarak büyük bir İslam devleti gündeme getirilememiştir. Türkler Kuzey ve Orta Asya’dan merkezi coğrafyaya göçler yolu ile gelince İslam toplumu ve devletleri ile orta dünyada karşılaşmış ve bu nedenle de bir sentez arayışı çizgisinde Safevi, Kaçar, Selçuklu ve Osmanlı gibi imparatorluklar, Türk-İslam sentezi arayışları içinde tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. İslamiyet öncesi yıllarda Göktürkler, Hunlar, Avarlar, Uygurlar ve Hazarlar dünya çapında büyük devletler kurarak siyaset sahnesindeki büyük güç boşluğunu doldurmaya çalışmışlar ama üç kıtanın kesişme noktasındaki konumları nedeniyle bu kıtalar üzerinden sürekli yönlendirilen saldırılara karşı savaşmak zorunda olduklarından, bir türlü barış içinde toparlanma şansını elde edememişlerdir. Bu gibi nedenlerle uzun süreli bir Türk ya da İslam imparatorluğu kurulamamış ve Müslümanlar dünya sahnesinde büyük güç olamamışlardır.

                Uygarlık Çin’deki Sarı Irmak kıyılarından başlayarak Hindistan yarımadasındaki İndüs nehri kıyılarına taşınırken, İslam dini dünyanın orta bölgelerinde hızla yayılmıştır.  Vaad edilmiş topraklar denen merkezi coğrafya da ise önce Musevilik daha sonra da İsevilik öne çıkarak etkin olmuşlar ve daha da sonra Avrupa kıtasında yayılmışlardır. Bu süreçte Avrupa merkezli batı dünyasını ele geçirme kavgasında iki tek tanrılı dinin çekişmesi yaşanmıştır. Avrupa merkezli   Roma ve Bizans İmparatorlukları dünyanın Hrıstıyan imparatorlukları olarak öne çıkarken, Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorlukları da İslam imparatorlukları olarak dünyanın orta bölgelerinde yer alan ülkeleri bir Müslüman hegemonyası altında bir araya getirmeye çalışmışlardır.  Ne var ki, bütün bu imparatorluklar yedi yüz ya da sekiz yüz yıl civarında etkinliklerini sürdürebilmişler ama Çin gibi yerleşik kalıcı bir merkezi devlet düzeni oluşturamadıkları için, hiçbir zaman bütün dünyayı hegemonyası altına alabilecek büyük güç yapılanmasını sonsuza kadar devam ettirememişlerdir. Milat yıllarından sonra dünya bir dinler savaşı alanına dönüştüğü için her savaş sonrasında düzenler değişmiş ve büyük güçler de değişme sürecinde birbirlerini izleyerek hiçbir zaman kalıcı bir süper güç konumunu elde edememişlerdir. Önceleri Musevilik ve İsevilik arasında beliren din savaşları, üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlığın ortaya çıkmasından sonra sürekli olarak bir İslamiyet ve Hrıstıyanlık çatışmasına dönüşmüştür. Böylece Milattan sonra geçen iki bin yıllık dönemde üç büyük dinden hiç birisi kalıcı bir dünya imparatorluğu oluşturamamış ve bu çerçevede sadece dinler üzerinden bir dünya hegemonyası kurulamamıştır. Nüfusun artması, göçlerin belirli merkezlerde toplanması ve de jeopolitik konumların öne geçmesi gibi yeni durumlarda, doğu bölgesinde Çin, Hindistan ve Mezopotamya gibi uygarlıklar birbirini izlemiştir. Batı dünyasında ise Roma, Bizans, Britanya ve Amerika gibi büyük devletlerin oluşturduğu uygarlık oluşumları birbirini izlemiştir.

                Merkezi coğrafyanın dışında kalan Rusya ve Japonya gibi büyük devletler   dünya tarihi ilerlerken büyük güç olma ya da kalıcı büyük devlet oluşturma gibi hegemonik yapılanmaları yakalayamadıkları için, İngiltere ya da Amerika gibi uzun süreli   büyük güç olma düzeyine gelememişlerdir. Yerleşim yerlerindeki bozukluklar, ada devleti olmak ya da dünyanın tepesinde kalan soğuk bir kuzey devleti olmak gibi jeopolitik durumlar açısından, Rusya ve Japonya geride kalırken, İngiltere ve Amerika gibi devletler büyük güç olma şansını elde edebiliyorlardı. Üç kıta arasında kalan Avrupa, denizlere ve okyanuslara açılarak bütün dünyanın merkezi olmak gibi bir şansa sahip olmasına rağmen, kıtanın doğusu, batısı, kuzeyi ve güneyi ile parçalanmış bir durumda olması yüzünden, büyük bir siyasal yapılanma olarak ön plana çıkamıyordu. Roma, Bizans ve Osmanlı gibi büyük imparatorlukların Akdeniz kıyılarında öteye gidememesi ve okyanuslara açılamaması gibi faktörler yüzünden Avrupa uygarlıkları küresel bir yeni yapılanma ile ortaya çıkamıyorlardı. Bugün Fransa, İngiltere ve İtalya gibi ulus devletlerin merkezi olduğu imparatorlukların kurulmasına rağmen bütün Avrupa kıtasını kapsayan bir büyük imparatorluk gücünü, Avrupa kıtası yaşadığı iç çelişkiler ve çatışmalar yüzünden bugüne kadar gerçekleştirememiştir. Yirmi birinci yüzyıla girerken, Avrupa Birliğinin kurulması, Avrupalıların bir araya gelerek bir büyük Avrupa gücü yaratmak istemesindendir. Hegemonya kavgası merkezi alana yönelik olarak gelişince, kıyı ya da kenar ülkeler merkezi bir güç olma şansını elde edememişlerdir. İtalya Roma imparatorluğu aracılığı ile bir dönem merkez olmuştur. Fransa, İngiltere, İspanya gibi batı Avrupa ülkeleri de deniz ticareti yolu   üzerinden sömürgeciliklerini geliştirerek dünya dengelerinde kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır. Ne var ki, Avrupa’nın kara gücünü temsil eden Almanya kıtayı ele geçirme yolunda ilk adımlarını on altıncı yüzyılda Habsburg hanedanının devreye girmesi ile atıyordu. I9.yüzyılda Alman birliği sağlanana kadar Avrupada’ki güç mücadelesi sürekli savaşlar aracılığı ile sürmüştür. Avrupa’daki savaşları kazanan büyük devletler Avrupa gücünü temsil etme iddiası ile öne çıkarak belirleyici oluyorlardı.

           Avrupa kıtası dünya sömürgeciliğini yönetirken kıta içinde de sürekli olarak din savaşları ile uğraşıyordu. Endülüs’te başlayan din savaşlarında Musevilik ve İsevilik karşı karşıya gelirken, sonraki aşamalarda Osmanlı gücünün Balkanlar üzerinden kıtaya sokulması ile, bu kıtadaki din savaşları üç tek tanrılı din arasında cereyan etmeye başlamıştır. Bu yüzden Musevi cemaatlarının zorlaması yüzünden Vatikan’ın kontrolunda bir büyük Hrıstıyan Avrupa’nın kurulması önlenmeye çalışılmıştır.  Osmanlı devleti Hrıstıyanlar ile Yahudilerin savaşları arasında sürekli olarak Hrıstıyan dünyaya karşı bir güç olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Avrupa’da bir Musevi devleti istemeyen Vatikan’ın kontrolünde bir büyük Hrıstıyan Avrupa inşa edilmeye çalışılmıştır. Hrıstıyan bir Avrupa kıtasının oluşumuna tepki gösteren Museviler ise sürekli olarak Osmanlı devletinin bir Müslüman güç olarak Balkanlar üzerinden bir Doğu Avrupa gücü olması için çalışmışlardır. Endülüs’ten Müslümanlar ile Musevilerin kovulması gibi bir benzeri gelişme de Balkanlar’da Museviler ile Müslümanların birlikte kovulması macerasını Balkan savaşları olarak Türk tarihine yazdırmıştır. Osmanlı devletinin çökertilmesi ile Yahudi sorunu Avrupa dışına itilirken, ikinci dünya savaşı sonrasında da İsrail’in kurulmasıyla birlikte Orta Doğu bölgesi yeniden dinler arası çekişmelerin savaş alanı haline dönüştürülmüştür. Birinci dünya savaşı sırasında gerçekleştirilen Sovyet ihtilali aracılığı ile kurulan Sovyetler Birliği, daha sonraki aşamada Müslüman dünya üzerinde bir çatı konumuna getirilerek, İslam coğrafyasının tam ortasına bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması için elverişli bir ortam yaratılmıştır. İki bin yıl sonra Avrupa’da kurulamayan bu din devleti, kutsal kitaplardaki ayetlere uygun olarak merkezi coğrafyanın vaad edilmiş toprakları üzerinde kurulabilmiştir. Dünyanın tam ortasında var olan Müslüman devletlerini dışlayarak ve Hrıstıyan Avrupa kıtasını karşısına alarak kurulan bu din devleti, Orta Doğunun İslami çoğunluğa dayanan nüfus yapısını Sovyet ihtilali üzerinden, İslam’a karşı dinsiz bir sosyalizm dengesi kurularak, iki bin yıl sonra geri dönüşü ve devletleşmeyi başarıya ulaştırma noktasına gelinmiştir. Batı dünyasındaki Avrupa, İngiltere ve ABD’nin büyük güçlerine karşılık, Siyonizm ancak onlar üzerinden merkezi alanda büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştır.

                İki dünya savaşı iki büyük güç yaratarak iki kutuplu bir dünya düzeni kurma yoluna girdiğin bu aşamaya kadar yeryüzünde sömürgecilik dahil emperyalizmin her türlü oyununu oynayan büyük devletler geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bir tarafta batı gücü olarak okyanus ötesi büyük devlet konumunda ABD, diğer yanda da yeni dünya düzeni jeopolitiğinde bir kuzey gücü olmaktan çıkarak doğu devletlerini sosyalist devrimlerle kendisine bağlayan bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adıyla yenilenmiş bir Rusya, tarih sahnesine karşılıklı iki kutup olarak çıkartılıyordu. Birinci Dünya savaşında İngiltere ve Almanya gibi Avrupa devletleri savaşa tutuşurken, savaş sonrası ortaya çıkan dünya haritasında bir tarafta okyanus ötesi güç olarak ABD ve diğer tarafta da Bolşeviklerin örgütlemiş olduğu SSCB, yirminci yüzyılın yeni dünya düzeninin iki karşıt merkezi olarak öne çıkıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün savaşlar öncesinde geleceğe yönelik tahminlerinde böylesine bir yapılanmanın ortaya çıkacağı açıkça belirtiliyordu. Almanya-İngiltere karşıtlığı dünya savaşına giden yolu açarken, gündeme getirilen ideolojik devrim karşıtlığı devletler arası olmaktan çıkarak, sosyalizm ve kapitalizm üzerinden siyasal kamplar arası bir çekişmeye doğru dünyayı sürüklüyordu.  İmparatorluktan ulus devletlere geçiş aşamasında devletler arası rekabet yaşanırken, Rusya gibi çok büyük bir ülkede gerçekleştirilen ideolojik devrim, kamplaşmayı ana çelişki olarak ortaya koyuyordu. Ne var ki, Karl Marx’ın ileri sürdüğü gibi bir çalışan sınıf olarak Proleterya’nın olmadığı bir tarım ülkesinde sosyalist devrimin yapılması, Marksizm’in ana ilkelerine ters düşüyordu. Gerçek anlamda işçi sınıfının geliştiği Avrupa ülkelerinde Paris Komünü ile birlikte bir halk devrimi süreci   başlatılmış ama Anglosakson dünyasının süper kapitalist güçleri bu durumu önleyerek,  acele tarafından çalışan sınıfların ideolojisi olarak görülen  sosyalizmi Almanya üzerinden Rusya’ya taşıyorlardı . Böylece Rus devrimi ile iki kutuplu dünyanın karşı kutbu olarak, süper büyük güç konumunda Sovyetler Birliği yapılanması tarih sahnesine getiriliyordu.

                ABD’nin karşısına SSCB’nin bir ideolojik imparatorluk olarak oturtulması dünya haritalarında normal görülebiliyordu ama gerçek koşullar arandığı zaman, bu durumun hiç de var olan gerçeklere uymadığı görülebiliyordu. İkinci dünya savaşı sonrası dünyada ana çelişki devletlerarasından alınarak ideolojiler arası çekişmeye indirgendiği zaman, yeryüzünün tam ortalarında yaşamakta olan, İslam dünyası baskı altına alınarak elliden fazla devletin çatısı altında yer aldığı büyük İslam dünyası kontrol altına alınmak isteniyordu. Böylece dünyanın yeni büyük gücü olarak ortaya çıkan SSCB, materyalist felsefe ve dünya görüşü ile camiler ile kiliseleri kapatarak, yeni bir dinsizlik düzeni gündeme getiriyordu. Bu tür bir dinsizlik düzeni Avrasya üzerinden Orta Doğu’ya taşınırken, tam bu aşamada kocaman İslam dünyasının ortalarında yer alan bir Yahudi devleti olarak İsrail, Siyonist Hrıstıyanlık olan Evanjelizmin iş birliği organizasyonu ile kuruluyordu. Hrıstıyan dünyasından dışlanan Yahudi devleti böylece İslam dünyasının tam ortalarında kurulurken, diğer yandan da dinleri ortadan kaldıracak bir biçimde üçüncü dünya savaşının hazırlıkları Armegedon senaryoları üzerinden tamamlanmaya çalışılıyordu. Dünya bugün Sovyetler Birliğinin ortadan kaldırılması ile tek kutuplu bir düzene doğru zorlanmış ama aradan geçen çeyrek asırlık zaman dilimine karşılık, bir türlü istenen üçüncü dünya savaşı çıkartılamamıştır. Hiçbir üretimin olmadığı, dış dünya ile ticaret ilişkilerinin geliştirilmediği ve bu haline rağmen yoksul ve işsiz milyonları sınırları içinde barındırmaya çalışan Sovyet sisteminin sahte bir imparatorluk olduğu anlaşılınca, doğu kutbunun dağılması kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Vatandaşı için araba üretmeyen ama dünya güç dengeleri içinde uzaya gitmeye çalışan bir sahte düzenin çöküşü hızla gerçekleşince, İlluminati isimli gizli dünya devletinin Müslümanlar ile Hrıstıyanları çarpıştıracakları ve bunun sonunda devletler düzeninin yıkılacağı ve bu aşamadan sonra küçük İsrail devletinin merkezdeki yeni büyük güç olarak büyüyeceği, en sonunda Kudüs merkezli Büyük İsrail devletinin bütün dünyaya egemen olacağı inancı ile hareket edilmeye başlanmıştır.

               Yirminci yüzyılın dünya savaşlarına kadar devletlerarası ilişkiler üzerinden eski dünya düzeni sürdürülmeye çalışılmış ama bu arada da Medeniyetler Çatışması görünümünde, ortaya devletlerin ötesindeki farklı kültürel yapılar arasında çekişmeler gündeme getirilmeye başlanmıştır. Armegeddon senaryosundaki kıyamet savaşları olarak hazırlanan Müslümanlık ve Hrıstıyanlık arasındaki kıyamet çatışmalarına doğru dünya sürüklenirken, önce karşı kutup merkezi olan Sovyetler Birliği dağıtılmıştır. Bunun üzerine bir çeyrek yüzyıl da esas kutup merkezi olarak görünen ABD’nin de dağılmasıyla, bir büyük gücün olmadığı ve bu durumdan yararlanan küçük ve orta boy güçlerin dünya sahnesinde etkin olacağı ve bir süre sonra da çok kutuplu dünyanın giderek bir kaos ortamına sürüklendikten sonra çıkartılacak bir kıyamet senaryosu ile her şeyin yıkılacağı varsayılmıştır. Bu yıkım sonrasında da ilk tek tanrılı din olan Yahudiliğin örgütlenmesi sonucunda kurulacak Büyük İsrail devleti çatısı altında yepyeni bir dünya imparatorluğu kurulacağı önceden programlanmıştır. Böylece iki binyıl önce başlatılmış olan dünya hegemonya düzeni arayışında Hrıstıyanlara ve Müslümanlara hiç fırsat verilmeyecek ve Evanjelizmin örgütlenmesiyle Siyonist Hrıstıyanlar batı dünyasını yönlendireceklerdir. Bayrağında elli adet yıldız bulunan ve günümüzde ana kutup merkezi olarak yönlendirilen ABD’de, Büyük İsrail devletinin kurulması ve bu doğrultuda izlenen Armegeddon planının devreye sokulması ile birlikte, devlet hedefsiz kalacağından, ülke içinde başlayacak olan iç gerginliklerin ve çatışmaların bu büyük gücün çökmesine giden kaos yolunu açacağı şimdiden görülmektedir.

                Dünya tarihi incelendiği zaman tarihsel dönüşümlerin gerçekleştirilmesinde ya da eski hegemonya düzeninden sonra bir başka egemenlik düzenine doğru ortaya çıkan değişimlerin, zaman içinde belirleyici olduğu geçmişteki gelişmeler incelendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Tarihsel dönemler tek tek ele alınarak incelendiğinde, değişen koşulların yeni büyük güçlerin sahneye çıkmasında etkili oldukları anlaşılmaktadır .Bilimsel devrimler, önemli icatlar, karaların keşfi, denizlere açılma, okyanuslara egemen olma , sömürge imparatorlukları kurma, uzaya çıkma, silah teknolojisindeki gelişmeler, fen bilimlerindeki  son yenilikler, siyasal devrimler ya da bugün yaşanmakta olan teknolojik devrimler, elektronik alandaki hızlı gelişmeler  ile uzay çağının  gerekleri yeryüzünde önemli yansımalar yarattığından, jeopolitik konumlar ve  dengeler değişmekte   bu yüzden de eski düzenler geride kalırken, eskinin büyük güçleri de çökme ya da dağılma aşamasına gelmektedirler. Bir büyük güç çökerken onun bıraktığı boşluğu doldurmak üzere dünyanın bir başka bölgesinde yeni bir büyük güç siyaset sahnesindeki yerini almaktadır. Aynı dönemde iki büyük güç olursa ya çatışmalar sonucunda büyük savaşlar yaşanmakta ya da aradaki yarışın tırmanmasıyla büyük güçlerden birisi, daha da büyüyerek kendi hegemonyasını yeryüzünde geçerli kılarken, geride kalan büyük gücün bu konumunu kaybederek ya orta boy bir güç haline gelmesi ya da bütünüyle parçalanarak küçük siyasal yapılanmalar doğrultusunda bir yeni siyasal düzene yönelmesi gündeme gelebilmektedir.

                Bugün çöküşe geçen ABD için gerileme sürecinin, gücünün zirvesinde olduğu Vietnam savaşı sırasında başladığını ilgili uzmanlar dile getirmektedirler. Dünya hegemonyasının ana bölgesi olan Asya kıtasına egemen olabilmek için yapılan Vietnam savaşı, ABD için hem gücünün zirve noktasıdır hem de çöküş zincirinin ilk halkasıdır. Yapısal olarak çok milliyetçi bir halk olan Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı direnmesi sonucunda, süper güç olan Amerikan ordusu bir büyük savaş yenilgisiyle Asya topraklarını terk ederek ülkesine geri dönmek zorunda kalmıştır. İlk darbeyi Vietnam’dan yiyen ABD ikinci darbeyi de sürekli olarak Büyük İsrail projeleri ile Amerikan hükümetlerinin üzerine giden İsrail lobilerinden yemiştir. Dünya kapitalist sistemini elinde tutan Siyonist lobilerin baskı ve çekiştirmeleri yüzünden giderek bocalayan ve kendi ülkesini yönetilemez bir duruma düşüren İsrail lobileri, ABD’yi sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği için, böylesine bir büyük gücün çöküşüne yol açmıştır. Kennedy  gibi  ABD başkanlarını öldüren, Amerikan ekonomisini  bağımsız merkez bankası aracılığı ile alt üst eden, İsrail’in güvenliği için Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Avrasya bölgelerinde savaşlar çıkartan, para gücü ile her şeyi satın alan, en son teknolojileri kullanarak bütün dünyada bir çıkar düzeni oluşturan, siyasal kadroları birer kurşun asker gibi kullanan İsrail lobileri, ABD içinde de örgütlenerek  bu büyük devletin kendi çıkarları  çizgisinde  görünmeyen derin devletler yarattığı sürece ,ABD ve benzeri büyük güçlerin var olması ve yaşaması artık eskisi gibi mümkün olamamaktadır.  Son dönemlerde gündeme getirilen küreselleşme akımı da şirket merkezli yeni bir dünya düzeni getirirken, devlet merkezli siyasal yapıları çökerterek yıkmaya başlamıştır. Bir büyük güç olarak ABD aynı zamanda devlet olduğu için, şirketlerin saldırısı ile devletin temelden sarsılması ve çökertilmesine karşı eskisi gibi direnememiştir. ABD son yıllarda gerileme sürecinde olmasına rağmen, gene de eskisi gibi bir numara konumunu korumaya çalışarak ortaya bir otorite boşluğu alanı çıkartılmaması için bugünün koşullarında mücadele vermektedir. Son ABD başkanlık seçimlerinde iki adaydan birisinin devletin, diğerinin de küresel şirketlerin temsilcisi olarak hareket ettikleri görülmekte ve dünya devleti olmaya soyunan küresel şirketler ile, yirminci yüzyılın en büyük siyasal gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabet içinde karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Bu aşamada, dönemin büyük gücü olarak ABD’nin önü kesilmekte ve bir sermaye imparatorluğu teknolojiyi kontrol ederek, yeni bir büyük güç konumuna   gelmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

17 Kasım 2020 Salı

ATATÜRK VE MİLLET MEKTEPLERİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ATATÜRK VE MİLLET MEKTEPLERİ

        Türkiye Cumhuriyeti siyasal devrim sonucunda kurulmuş olan bir devlettir. Devletlerin dünya tarihi içinde meydana çıkarken, ortaya çıktıkları zamanın uluslararası konjonktürüne göre biçimlendiği ve bu doğrultuda belirli bir modeli benimseyerek ve zamanla yeni bir hukuk düzeni oluşturarak, dünya haritası üzerinde yerlerini aldıkları görülmektedir. Geriye doğru insanlık tarihi incelendiği zaman, her dönemin kendine has koşulları doğrultusunda farklı devlet modellerinin öne çıktığı anlaşılmaktadır. İlk çağlarda ilkel yönetim modelleri görülürken, Ortaçağ’da din devletleri, yeni ve yakın çağlarda ise önce krallıklar sonra imparatorluklar ve sonrasında da ulus devletler tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. Türk devleti imparatorluklar batarken ve parçalanırken, eski bir imparatorluğun merkez topraklarında kurulmuş olan bir ulus devlet olarak ortaya çıkmıştır. Bir yönü ile tarihsel sürece uygun bir biçimde imparatorluktan ulus devlete geçiş yaşanırken, diğer yönü ile de bir dünya savaşı kaosundan kurtulabilmek önceliği doğrultusunda, o dönemin koşullarında gerçekleştirilen bir Kemalist devrim sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti tam bağımsız devlet statüsünü kazanarak, merkezi coğrafyanın tam ortalarında Türk ulusuna tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik düzenini kazandırmıştır.

           Bir devrim sonucunda kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu, devrimci bir yönetim olarak her alanda Kemalist devrimin yansımaları doğrultusunda devrimci girişimleri birbiri ardı sıra uygulama alanına getirerek, çağdaş bir cumhuriyet düzeninin temelleri atılmıştır.  Her siyasal devrim yepyeni bir düzen getirirken ya içinde gerçekleştiği devletin sınırları içinde yeni bir düzen kurar ya da bütünüyle eskiyen devlet düzenini arkada bırakarak, yepyeni bir devlet modelinin önünü açmaya çalışır. Kurucu önder olarak Atatürk, gerçekleştirdiği Kemalist devrimin toplumun bütün katmanlarında yerleşebilmesi ve kökleşmesi için her alanda devrimci atılımlarda bulunarak, çağdaş bir cumhuriyetin gerçeklik kazanmasına devrimci potansiyel doğrultusunda yardımcı olmuştur. Yedi yüzyıllık bir imparatorluk düzeninin çöküşü üzerine gerçekleştirilen cumhuriyet devleti, bir hanedanın saltanat yönetimine karşılık Türk halkının ulusal egemenlik düzenini eski rejimi yıkarak gerçekleştirmiştir. Toplum ve devlet yönetiminin gerektirdiği her alanda devrimci atılımlar kısa zamanda yapılarak tamamlanmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin onuncu yılında kurucu önderin dile getirdiği gibi az zamanda çok işler yapılmıştır. Ortaçağ karanlığından kurtarılan bir halk topluluğu Türk kimliği içinde ve çağdaş uygarlık dünyasında kendisine onurlu bir yer arayan bir halk yönetimi olarak gündemdeki yerini almıştır. Topyekün bir devrim olarak Kemalist devrim toplumu yeniden düzenlerken, çağdaş dünya ile yakınlık oluşturulmasına dikkat etmiş ve bilim, kültür ve sanat alanlarında devrimci girişimler ile yeni dünya düzenindeki yerini almasını bilmiştir.

                Türk devrimi imparatorluktan ulus devlete geçerken, eski devletin geride kalan dağınık ahalisinden bir ulus çıkarabilmek üzere devrimci atılımlar ile sonuç almaya çalışmış ve bu doğrultuda devrimci atılımlar uygulama alanına aktarılırken, Harf devrimine öncelik tanınmıştır. Geçmişten gelen Arapça’nın getirdiği bir Ortaçağ yapılanmasının halk kitlelerini bugünün dünyasından uzaklaştırması üzerine bu doğrultuda yeni Türk devletinin ulusal dili olamayacağı ortaya çıkınca, yeni yönetim Arapça öncesi dönemlerde Orta Asya merkezli Türk dünyasının kullanmış olduğu eski Türkçe’ye geri dönmeye karar vermiştir. Yeni ulus devlet bir Türk devleti olarak kurulurken doğal olarak da bu ulus devletin resmi dili Türkçe olarak benimsenmiş ve böylece Türk dil devrimi tamamlanmıştır.

                Batı dünyası ile doğu bölgesi arasında sıkışan ve bir merkezi coğrafya devleti olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti ‘nin kurulduğu topraklar imparatorluğun geri çekildiği alanların tam ortasında kalınca, merkeze doğru Türk boylarının göçleri hızlanmış ve böylece geniş bir coğrafyada yaygın bir dil olarak etkinliğini sürdüren Türk dilinin, yeni devletin resmi dili olması benimsenmiştir. Osmanlı devleti sırasında Türkçe’ye girmiş olan Arapça ve Farsça kelimelerin temizlenmesinden sonra arı bir dil yapılanmasına gidilmiş ve bu doğrultuda harf devrimi yapılarak, Türk dilinin Arap harfleri yerine Latin harfleri ile yazılması devrimci bir atılım sayesinde yasal bir düzene kavuşturulmuştur. Latin alfabesinin bir dil devrimi ile kabulünden sonra bu harflerin Türk halkına öğretilmesi gibi bir kamu görevi devrim yapan Türk devletini bekliyordu. Batı dünyasında genel olarak kabul edilen Latin harfleri sistemi, batı ülkeleri dışında pek uygulanmıyor ve bu doğrultuda her devlet kendi diline uygun düşen bir alfabe modelini kendi ülkesinin özel koşullarını dikkate alarak düzenliyordu. Çin, Japonya, Hindistan, Arabistan ve İran gibi ülkeler kendi alfabeleri doğrultusunda özel bir harf sistemini benimseyerek varlıklarını geliştirmeye çalışırlarken, Atatürk cumhuriyetinde çağ dışı Arap alfabesi terk edilerek yerine batı dünyasının önde gelen ülkelerinin benimsemiş olduğu Latin alfabesi, modern dünyanın harf sistemi olarak benimseniyordu. Osmanlı devletinin yönetimi sürekli olarak savaşmak durumunda olduğu için, ülkede yaşayan halk topluluğunun bilim, sanat ve kültür alanlarında gelişme yaşaması mümkün olamıyor ve bu yüzden de eski imparatorluk ahalisi, cahil bir insan topluluğu olarak geride bırakılıyordu. Sürekli savaş durumunda bir ülkenin kalkınması ve çeşitli alanlarda kalkınmaya geçmesi mümkün olamadığından, Ortaçağ düzeni  ülkede süreklilik kazanıyordu . İşte bu durumun farkına varan kurucu yönetim, kültür alanında da devrimci bir atılım yaparak, yeni devletin çağdaş uygarlığı temsil eden ülkeler arasında yer alabilmesi çizgisinde, bir   harf devrimi yaparak yeni Türk alfabesini yürürlüğe koyuyordu.

                Latin alfabesinin kabul edilmesi ile başlayan dil devrimi harekatı, ikinci aşamada bu işin eğitimini yapmak üzere Millet Mekteplerinin açılışı ile yola devam ediyordu. Ülkenin kuzey bölgesinde Rus topraklarında bir sosyalist devrim gerçekleştirilirken, her alandaki devrimci atılımlar Türkiye’yi de etkiliyor ve bu doğrultuda yeni Türk devletinin yönetimi sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda birbirini tamamlayan devrimci atılımları devreye sokuyordu.   Cumhuriyet rejiminin ilanı sonrasında 1924 yılında Türkiye’ye gelen ABD’li eğitim uzmanı Prof. Dr. John Dewey, Atatürk’e sunduğu raporunda, yeni cumhuriyet rejiminin gelişmesi, ülkenin hızla kalkınması ve halkın bir siyasal terbiyeden geçirilmesi ve halk kitlelerinin yeni rejimden mutlu olabilmesi için, kitlesel eğitim yapacak halk okullarının açılması gerektiğini yeni yönetime bildirmiştir.  Atatürk bu rapor üzerine Avrupa ülkelerine genç eğitimcileri göndererek bu ülkelerin halk eğitimi alanında nasıl geliştiklerini anlamaya çalışmıştır. Avrupa ülkeleri sırasıyla incelendikten sonra Danimarka devletinin çatısı altında çalışmalar yapan halk okullarının çalışma yöntemleri incelenerek, bu sistem doğrultusunda halkçı bir eğitim sisteminin oluşturulmasına karar verilmiştir. Yepyeni bir devlet kurulurken ve onun toplumsal temeli oluşturulurken Türkiye’nin komşusu olduğu Avrupa tipi devlet modeline yönelme kendiliğinden gündeme gelmiştir. Avrupa uygarlığının içinden çıkan çağdaş ulus devletlerde olduğu gibi, eğitime önem verilmiş ve bunun temeli de dil devrimi ile atılmıştır. Sıra eğitimin bütün toplum düzeyinde örgütlenebilmesi için halk okullarının açılmasına geliyordu. Atatürk bu gerçeği hemen tespit ederek bu amaçla Millet Mekteplerinin kurulmasına karar veriyordu. Daha önceleri oluşturulan eğitim encümeninin yaptığı çalışmalar ve aldığı kararlar doğrultusunda Millet Mekteplerinin kurulması gerçekleştirilirken, Atatürk Kemalist devrimin eğitim alanındaki devrimci atılımının en önemli uygulamalarını öncelikli olarak gündeme getiriyordu. Bir Ortaçağ toplumundan çağdaş cumhuriyet yapılanması ortaya çıkarabilmek için herkesin okuma yazma bilmesi gerekiyordu.

                Milli bir devlet kurmak üzere yola çıkan Türk Cumhuriyetçileri , bu devleti ilan ettikten sonra Osmanlı sonrasında geride kalan ahalinin  yeni milli devletin  milletini oluşturabilmesi  doğrultusunda  ulusalcı adımlar atıyordu. Bu doğrultuda çalışmalarını yoğunlaştıran cumhuriyet yönetimi, harf devrimini kabul ettikten hemen sonra Millet Mekteplerinin kuruluşunu tamamlayarak, dil devriminin kurumsal bir yapıya dönüşmesini sağlıyordu. Benimsenen Latin Alfabesinin Türk halkı tarafından öğrenebilmesi için böylesine bir örgütlenmeye yönelmek zorunluluğu vardı. Yeni bir ulus devlet için, dil olarak Türkçe ve onun dayanağı olan Türk alfabesinin öncelikli olarak halk kitlelerinin bilgisine sunulması gerekiyordu. Yüzyıllarca imparatorluk çatısı altında yaşamını sürdüren cahil halk kitlesinden bir Türk milleti çıkartabilmek için öncelik millet kavramına veriliyordu. Dağınık halk kitlelerinin bir ulus devletin çatısı altında disiplinli ve modern bir toplum yapısına dönüştürülebilmesi için halk kitlelerinin milli devlet yapılanmasına yönelik bir biçimde eğitilmesi, zorunlu görünen bir misyon olarak devrim yönetimi tarafından yerine getiriliyordu. Kısaca bir milli devlet kurulurken onun toplumsal tabanını oluşturabilme yönünde millet kavramına dayalı bir eğitim örgütlenmesi gündeme alınıyordu. Bir milli devletin olabilmesi için ortada bir milletin olması gerekiyordu ya da bir devrimci süreç sonucu kurulmuş olan milli devletin kendi milletini yaratması gerekiyordu. Kurucu yönetim bu yolda kendi milletini yaratabilmek için ilk attığı adımlardan birisi olarak, Millet mekteplerinin kuruluşu 1928 yılında tamamlanıyordu. Bir yıl önceden halk dershanelerinin açılmasıyla başlatılan bu girişim, daha sonra Millet Mektepleri olarak yasal bir düzenleme sonrasında halka sunuluyordu.

                1 Kasım 1928 tarihli yasa ile Türk harflerinin kabul edilmesi sonrasında bütün yurtta bir okuma yazma seferberliği başlatılarak yeni yazı modeli Türk ulusunun her ferdine öğretilmeye çalışılmıştır. Hızlı modernleşmenin kısa zamanda atılacak eğitim adımları ile sağlanabileceği görüldüğü için, Millet Mektepleri girişimi gerçekleştirilmiştir. Osmanlı döneminde bir türlü gerçekleştirilemeyen eğitimin yaygınlaştırılarak halk kitlelerinin seferber edilmesi   konusu, cumhuriyet yönetiminin önemli başarılarından birisi olmuştur. Avrupa ülkelerindeki eğitim atılımlarından yararlanılarak ortaya çıkarılan programlar aracılığı ile aydınlanma hareketlerinin ışığı ülkenin dört bir yanına götürülmeye çalışılmıştır. Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet dönemlerinde gerçekleştirilemeyen eğitim devrimini cumhuriyet yönetimi Millet Mektepleri ile başlatmıştır. Binlerce köye dağılmış olan Türk insanının yeni Türkçe’yi öğrenerek çağdaş aydınlanmaya yönelmesi Atatürk devrimlerinin genel anlamda başarılı olmasına büyük katkılar sağlamıştır. Atatürk   bu işin başında harf devriminin en çok bir yıl içinde tamamlanması gerektiğini önemle vurgulamıştır. Ona göre bu iş uzarsa başarısız kalabilirdi O nedenle Millet Mektepleri gibi bir kamu örgütlenmesi devlete bağlı bir biçimde gerçekleştiriliyordu. Toplumda var olan yaygın bilgisizliğin hızla ortadan kaldırılmasıyla istikrarlı bir eğitim atılımı gerçekleştirilecekti. Milli devlet kurma yolunda eğitim bakanlığının adının başına milli kavramı getiriliyor ve Millet Mekteplerine giden ortam yaratılıyordu. Kuruluş döneminin hükümet programlarında, eğitim yolu ile modernleşme hedefi çizgisinde yeni atılımlar dile getiriliyordu. Yurttaşların devletin çalışmalarına katılabilmesi ve bu doğrultuda üzerine düşen görevleri yerine getirebilmesi için okulların amaç ve misyonlarının önceden belirlenmesine çalışılıyordu. Çeşitli bölgelerde eğitim örgütlenmelerinin yerel özelliklere uygun düşecek bir yapıda tamamlanması hedefleniyordu. Dış etkilerden arınmış bir eğitim sisteminin kurulabilmesi devrim yönetiminin ana hedefi olarak öne çıkıyordu. Bilim ve teknik rehberliğinde geliştirilecek bir akılcı dünya görüşünün vatandaşlara aktarılması, ülkenin gelişip kalkınabilmesi için zorunlu görülen bir girişim olarak, Millet Mektepleri ile birlikte uygulama alanına getiriliyordu. Düşünce özgürlüğünün ana esas olduğu çağdaş bir eğitim düzeninin oluşturulabilmesi için, Millet Mektepleri programı ile bütüncül bir devrim eğitim alanında gerçekleştiriliyordu.

           Eğitim alanında yeniliğin ilk adımı olan Millet Mektepleri, yeni Türk alfabesinin kabulünün yasallaştırılmasının bir sonucudur. Tanzimat döneminde başlamış olan yenilikler dizisi cumhuriyetin ilanına kadar sürdürülmüş ama yeni rejimin ilanı ile birlikte bütün yenilikçi hareketler, Atatürk devrimi yapılanması içerisinde sürdürülmüştür. Yeni cumhuriyetin aldığı kararlardan en önemlilerinden birisi eğitimin birleştirilmesi olduğu için, Millet Mektepleri girişimi de cumhuriyetin hukuk düzeninin bir yansıması olmuştur. Ülkede var olan bütün eğitim işlerinin yürütülmesi merkezi bir yapılanma çerçevesinde Milli Eğitim Bakanlığına bağlanarak, daha fazla etkin olabilecek yeni bir yapılanmaya gidilmek istenmiştir. Öğretim Birliği yasası, Millet Mektepleri uygulamalarında da temel alınan en önemli belgelerden birisi olmuştur. Eski imparatorluk döneminden kalma çoklu hukuk sistemi reddedilirken, benzeri bir biçimde çoklu eğitim yapılanmasına da izin verilmemiştir. Alt kimlikli gruplar ile farklı dini kesimler toplumu bölücü bir yönde hareket etmesinler diye, öğretimin birliği yasası meclis tarafından kabul edilmiştir. Devrimin temel ilkeleri anayasada genel hukuk prensipleri olarak yer alırken, yeni devletin eğitim politikasına da yön veriyorlardı. Özellikle dini grupların kendi inanç sistemleri doğrultusunda eğitim merkezleri oluşturmalarına karşı, ülkede birlik ve bütünlüğün tesisi doğrultusunda öğretimin birleştirilmesi yasası, yeni dönem için önemli bir basamak noktası oluşturuyordu. Yabancılar ve gayrimüslim cemaatlerin ayrı okullarını sürdürmek istemeleri gene öğretimin birliği yasası çerçevesinde düzenleniyordu. Harf devrimini hazırlayan nedenlerin aynı zamanda Millet Mektepleri oluşumunu gündeme getirmesi de eğitim devrimi içinde yer alan bir yeni durumdu.

                Yeni Türk abecesi, Kısa Türkçe dilbilgisi, İlk okuma, Yazım sözlüğü, Seçme yazılar, Dil Kurultayı gibi el kitaplarının dağıtıldığı Millet Mekteplerinde eğitim, öncelik yeni Türk harflerine verilen bir biçimde sürdürülüyordu. Çağ dışı Arap kültüründen uzaklaşarak çağdaş uygarlığa yönelik bir yeni yapılanma, Latin alfabesinin kabul edilmesi sayesinde gerçekleşme aşamasına geliyordu. Avrupa ile yakınlaşmak isteyen Türkiye bu yolda yeni bir adım atarak, bilim açısından sorumluluğunu yerine getiriyordu. Türk yazı devriminin en önemli aşaması olan Millet Mekteplerinin örgütlenmesi, okuma-yazma seferberliği ile birlikte yürütülüyordu. Millet olmanın birinci koşulu olan dil birliğinin sağlanabilmesi ve bu alandaki çağdaş gelişmelerin ulusal dil olan Türkçeye yansıtılması ve zaman içerisinde yeni yazı ile birlikte Millet Mekteplerinin yurt düzeyinde örgütlenmesi, tam anlamıyla bir kültür devriminin en önemli yansımaları olarak öne çıkıyordu. Türk yurdundan geri kalmışlığı ve cahilliği uzaklaştırabilmek için böylesine bir devrimci atılıma gereksinme vardı. Millet Mektepleri Talimatnamesinde kuruluşun amacı yeni Türk harflerinin kolayca okuyup yazma olanağı vermesinden Türk ulusunu en geniş ölçüde yararlandırmak ve büyük halk kitlelerini hızla okur yazar durumuna getirmek ve bu doğrultuda gerekli olan ana bilgileri kazandırmak amacıyla, Millet Mekteplerinin kurulduğu ilan edilmiştir. A kategorisinde hiç okuma yazma bilmeyenler, B kategorisinde ise eski yazı olarak Arapça bilenler eğitim çalışmalarında kurs programına alınmıştır.

                Açılışından sonra geçen hafta içinde bir milyondan fazla vatandaşın Millet Mekteplerine başvurarak yeni yazıyı öğrenmek istemesi, bu kültür devrimine Türk insanının ne kadar yakın durduğunu ve inandığı göstermektedir. Atatürk tüm vatandaşların yeni Türkçe dilini öğrenmesi için her yerin halk dersanesi gibi kullanılabileceğini ve bu doğrultuda önümüze çıkan herkese yeni dilin öğretilmesi gerektiğini her konuşmasında dile getirmiştir.” Vatandaş Türkçe konuş “kampanyasının yurt düzeyinde yarattığı heyecan, bakanlığın üst kadrolarını harekete geçirince, kampanyanın sahibi olarak Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey beklenmedik bir rahatsızlık geçirerek vefat etmiştir. Talimatnamenin birinci maddesinde her Türk vatandaşının Millet Mekteplerinin asli öğrencileri oldukları vurgulanarak, herkes bu halk okullarına hem yardımcı olmaya hem de öğrenci olarak katılmaya davet edilmiştir. Okuma-yazma seferberliğinin ilk günlerinde kurucu önder Atatürk, bu mekteplerin belirli bir binası ya da mıntıkasının olmadığını, bütün vatan topraklarının Millet Mekteplerinin yuvası olduğunu sürekli olarak dile getirmiş ve bu doğrultuda seferberliğin bütün yurtta hızla örgütlenerek sonuca ulaşması için elinden gelen katkıları sağlamıştır. Bakanlık içinde Halk Eğitimi müdürlüğüne bağlı olarak açılan Millet Mekteplerinde, bakanlık mensuplarının bir kısmı resmi olarak, geri kalanları da gönüllü olarak çalışmalara katılıyor ve böylece kampanyanın en hızlı bir zaman süreci içinde tamamlanması için var olan potansiyel en üst düzeyde değerlendirilmeye çalışılıyordu. Bu aşamada toplantı yapmak için elverişli olan tüm binalarda halk dersaneleri açılarak, Millet Mektepleri projesinin başarıya ulaşabilmesi için her türlü çaba gösteriliyordu.

                Yurdun her köşesinin Millet Mektepleri çalışmalarını tahsis edilmesi dolayısıyla her bölgede kırsal alanlarda yaşayan halk kitlelerine ulaşabilme doğrultusunda, gezgin ya da seyyar öğretmen toplulukları gereksinme duyulan her yerde devreye girmesiyle, en kısa zamanda bütün vatandaşların okuma yazma bilen eğitilmiş insanlar haline dönüşmesi için gerekli hazırlıklar tamamlanmaya çalışılıyordu. Okul müdürleri ve bakanlık personeli dahil olmak üzere kampanya sırasında eğitim ile ilgili herkes çalışmalara katılırken, dağ başındaki köylere de gezgin ekipler sayesinde ulaşılarak aydınlanmanın ışığı her yere götürülmeye çalışılıyordu. Halk kitlelerinin yeni harflere ilgisini çekmek üzere propoganda kurulları oluşturularak, herkes seferberlik düzeyinde harekete geçirilmeye çalışılıyordu. Ayrıca kampanyanın gerekli kıldığı masrafların karşılanabilmesi için bağış kampanyaları açılarak her bölgenin kendi masraflarını karşılamasına dikkat edilmişti. Millet Mekteplerinin amacına uygun çalışmalarını yürütebilmesi çizgisinde, Milli Eğitim Bakanlığının resmi denetimleri ülkenin her köşesinde yapılabiliyordu. Dönemin başbakanı Millet Mekteplerine gönderdiği bir genelgede Millet Mektebi öğrencilerinin diğer öğrencilerden farklı olarak ele alınmaları gerektiğini vurgulayarak, yaşı ilerlemiş olgun insanlara başka türlü eğitim çalışmalarının yapılması gerektiğini belirtiyordu. Hukuken Yaşları 16 ile 46 arasında bulunan bütün orta yaşlılar Millet Mekteplerinde eğitim görebilirlerdi.

                Vatandaşların normal çalışma saatlerinin dışında belirlenen zamanlarda, Millet Mekteplerinin normal çalışmaları sağlanıyordu. Ayrıca tatil günlerinde de Millet Mektepleri okuma-yazma eğitimini sürdürüyordu. Belirli aralıklarla yapılan sınavlar sonucunda başarılı olan öğrencilere birer mezuniyet belgesi verilerek, onların normal ortama dönmeleri sağlanıyordu. Türkçe eğitimini bitirenlere verilen diplomalar da kamu kuruluşlarında işe girmek konusunda esas alınıyordu. Ders programları her okulun içinde bulunduğu durum ve koşullara göre belirleniyordu. Bir anlamda insan sağlığı ile ilgili temel bilgiler temel sağlık eğitimi derslerinde, herkesi günlük yaşamda ilgilendiren konular hayat bilgisi, içinde yaşanılan ülkenin koşulları ile ilgili olan vatandaşlık bilgileri yurttaşlık dersleri ile, Teşkilatı Esasiye Kanunu ile ilgili bilgiler ise genel hukuk bilgisi dersleri çerçevesinde anlatılıyordu. Sınavlarda başarılı olanlara devam belgesi, kursları tamamlayarak mezun olanlara ise Millet Mektebi Şehadetnamesi verilen eğitimin resmi belgeleri olarak öğrencilere veriliyordu. Mezun olanlara Teşkilatı Esasiye Kanunu kitap olarak veriliyordu. Ayrıca Millet Mektebinden mezun olanların okumaları ve gelişmeleri izleyebilmeleri için de Halk adıyla bir haftalık gazete çıkarılıyordu. Yurt sathında örgütlenen Millet Mekteplerinin açılamadığı yerlerde ise, bu bölgede bulunan ticari işletmelerin kendi bünyelerinde halk dersaneleri açarak, herkesin bu kampanyadan yararlanması için çaba gösteriliyordu. Böylece eğitilmemiş tek bir insanın kalmaması ana hedef olarak belirleniyordu.

                I927 yılında ilk olarak Halk dersaneleri, 1928 yılında ise ilgili yasanın çıkışından sonra ise Millet Mektepleri adı altında örgütlenen bu yaygın eğitim projesi çok kısa zamanda sonuç verince, Türk ulusunun Ortaçağ düzeninden kurtularak, çağdaş uygarlık düzeyine erişmesi sağlanıyordu. Bir cumhuriyet yurttaşının bilmesi gereken temel yurttaşlık bilgilerinin vatandaşlara devlet yardımı ile aktarılmasının sağlandığı bu yaygın eğitim kuruluşu aracılığı ile gerçekleştirilen eğitim devrimi, Baş Öğretmen seçilen Atatürk’ün önderliğinde başarıya ulaşmasıyla, hayatta en gerçek yol göstericinin bilim ve kültür olduğunu genç Türk Cumhuriyeti açıkça benimsiyordu. Devlet ve millet kaynaşması çerçevesinde bir ulusal kampanya rüzgârı ülkenin her köşesinde estirilirken, Başöğretmen Atatürk’ün arkasında bütün Türk ulusu kenetlenmiş bir durumda uygarlık savaşını sonuna kadar sürdürüyor ve bu doğrultuda ulusal bir mücadele veriliyordu. Millet Mekteplerinin her yıl daha da genişleyerek çalışmalarını sürdürmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlık yüzüne kavuşması açısından önemli bir kazanç sağlıyor ve böylece cumhuriyet yönetimi de uygar uluslar arasına girerek, batının önde gelen gelişmiş ülkeleri ile daha yakın çalışmalara kalkışabiliyordu. Atatürk bilimin ışığını her köşeye sokarken, hapishanelerdeki hükümlülere yönelik okuma-yazma eğitimine   suçluların ıslahı açısından öncelik verilmesine de dikkat ediyordu.

                 Yaygın bir halk eğitimi projesi olarak gündeme gelen Millet Mekteplerinden bir yıl önce beş yüz civarında halk dersaneleri açılmıştır. 1929 yılında bir milyonun üzerinde bir öğrenciye diploma olarak şahadetnamelerinin verilmesi güçlü bir başlangıç olmuştur. İlk yıl içinde sekiz bini aşkın Millet Mektebi dershanesi açılmıştır. Kırsal kesimde yer alan köylerde ise on iki bin Millet Mektebi çatısı altında dershane açılmıştır. Zamanla köylerdeki Millet mekteplerinin sayısı kentlerdeki sayının iki misli olmuştur. Bazı yörelerde kadınlar için özel dersaneler kurulmuştur ama mektepler arasındaki tasnif genel olarak eski dili bilenler ile yaşı ilerlemişler arasındaki gruplara göre yapılmıştır. Kurucu önder Atatürk’ün dünyadan ayrıldığı zamana kadar geçen on yıllık sürede Millet Mektepleri dershane sayısı   yetmiş binlere doğru tırmanmıştır. Daha sonraki yıllarda eğitime katılan kadın sayısı fazlasıyla arttığı için A ve B grupları yapılanması içinde yeni düzenlemelere gidilmiştir. Cumhuriyet yönetimi kadınların eğitimine de ağırlık verdiğinden, katılım oranlarına göre yeni dershanelerin açılması gündeme gelmiştir. Çağdaş bir ulus yaratabilmek için toplumun her kesimine eğitim verilmiştir.

                Atatürk cumhuriyet rejimini kurarken öncelikle bir milli devlet kurmuştur. Millet olmadan milli devlet kurulamayacağını iyi bilen kurucu önder Atatürk, Osmanlı döneminden geride kalan ahaliyi milletleştirmek gerektiğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle daha işin başında yeniden yapılanma sürecini başlattığı, milli devlet olma yolunda arkasında Avrupa ülkelerinde olduğu gibi üç yüz yıllık milletlerin olmadığını da görüyordu. Birinci dünya savaşı sonrasında geride kalan on milyon civarında yaralı nüfustan bir millet çıkarmak pek kolay görünmüyordu. Bu çerçevede yaralı nüfusu tedavi etmek ve daha sonra da milletleşme doğrultusunda eğitmek gerekiyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu koşullar altında yoktan var edilmesi gerekiyordu. Bir anlamda imkansızı istemek gibi bir çıkış ile Anadolu’da başlatılan Kuvayı Milliye hareketinin başarıya ulaştırılması ile birlikte, birçok engelin ve olumsuzluğun ortadan kalktığı görülünce, Kemalist devrimin öncü kadrosu devleti kurduktan sonra bu kez ahalinin millete dönüştürülmesi gibi yeni bir aşama gündeme geliyordu. İşte bu noktadaki boşluğun giderilebilmesi için, halk kitlelerine yönelik eğitim ve aydınlanma hareketinin adı Millet Mektepleri olarak belirleniyordu. İmparatorluk döneminde ümmet kavramının ağırlığı altında ezilen halk kitlelerinin milli devletin kuruluşuna giden yolda milletleştirilmesi için halk okulları kurmak gibi bir zorunluluk ortaya çıkıyordu. Kimsenin ciddiye almadığı Türk asıllı nüfusun Kuvayı Milliye savaşı sırasında milli çizgi üzerinden milletleşmesi, Avrupa tipi bir milli devletin kurulmasına giden yolu açıyordu. İşte   önder kadro bu gerçeği görerek önce Kuvayı Milliye mücadelesini başlatıyor sonra da ikinci aşamada toplumun milletleşmesi yolunda Millet Mektepleri örgütlenmesi ile, Türk milletinin tarih sahnesine çıkışını gerçekleştiriyordu. Milli devlet için önce milletleşme süreci hızlandırılırken daha sonraki aşamada da cumhuriyet rejiminin toplumsallaştırılması çizgisinde, halkçılık yeni bir siyasal yaklaşım olarak öne çıkarılıyordu. Milli devletin kuruluşunun tamamlanmasında halkçı bir cumhuriyetçilik yaklaşımı tamamlayıcı bir politika olarak, Millet Mekteplerinin paralelinde öne çıkarılarak toplumsal bütünleşme hedefleniyordu.

            Millet mektepleri kurulan milli devletin toplumsal tabanını oluştururken, aynı zamanda milli devletin kadrolarını yetiştirerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa bir süre içinde merkezi coğrafyanın en güçlü milli devleti olmasını sağlıyordu. Atatürk’ün önderliğinde çalışmalarına başlayan Millet Mektepleri, Atatürk sonrası dönemde de bazı çalışmalarını sürdürüyor ve benzeri amaçlara sahip olan Halkevleri ve Köy Enstitüleri ile dayanışma içerisinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin halkçı bir çizgide gelişerek çağdaş uygarlık düzeyine çıkması hedefleniyordu. Atatürk çağdaş eğitimi uygar bir ulus olma yolunda en temel unsur olarak görmüştür. Ulusal kurtuluş savaşı ile elde edilen ulusal bağımsızlık statüsünün milli eğitim atılımı ile pekiştirilmesi doğrultusunda, köklü bir kültür devrimi yapılanmasına girişilmiştir. Millet Mektepleri ile başlayan halkçı atılımlar daha sonraki aşamada Halkevleri ve Köy Enstitüleri ile devam ettirilerek, Ortaçağdan çağdaş uygarlık düzeyine geçişin adımları atılmıştır. Eğitim birliği yasasının çıkartılması ile desteklenen ulusal kültür devrimi, cumhuriyet rejiminin gelişmesi ile birlikte daha da genişleyerek Anadolu topraklarına kök salmıştır. Yasal zeminde kabul edilen alfabe ile yazı devrimi eski dönemden kalma toplumsal yapının simgesini değiştirmiştir. Yazı devrimi çağdaş bir millet yaratmak ya da milli devlet kurmak doğrultusunda kurucu yönetimin çalışmalarına olumlu katkılar sağlamıştır. Yazı devrimi sürecinde güçlenen Millet Mektepleri, kurucu önder Atatürk ile Türk milleti arasında ciddi bir kültür köprüsünün oluşumunu sağlamıştır. Kemalist yönetim bir yandan yazı devrimi ile çağdaşlığa açılarak güçlenirken, merkezi bürokrasi bu durumdan yararlanarak, kurulmak istenen çağdaş cumhuriyetin modernleşmiş bir toplum yapısı üzerine inşa edilmesi gibi olumlu bir yapılanmanın tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Çağdaş bir kültür devrimi olarak yazı devrimi toplumun köklerine doğru ulaşırken, Millet mektepleri milli devletin kurulması açısından gerekli olan bütün devrimci atılımların başarılması için uygun bir ortam yaratıyordu. Millet Mektepleri kısa bir süre içinde Türk toplumunun okur-yazar bir düzeye gelmesine ve bu açıdan da halkçı cumhuriyet rejiminin Türk milletinin bütünü ile kucaklaşarak, Orta Doğu bölgesine çağdaş uygarlık çizgisinin girmesine aracı oluyordu. Çağdaş uygarlığın ulus devlet modeli merkezi coğrafyaya Türk devleti aracılığı ile gelirken, Türk devletinin milli bir karakter kazanmasında Millet Mektepleri açılımı bu yönelişin dayanak noktası olarak işlevsel oluyordu.

                 Bugünün koşullarında Türklük ve millet oluşumları küresel emperyalizmin baskıları ile ortadan kaldırılmaya çalışılırken, Türk ulusu yüz yıl önce imparatorluk sonrasında kazanmış olduğu millet yapılanmasını kurucu önder Atatürk’e ve onun çok başarılı olan Millet Mektepleri girişimine borçlu olduğunu hiçbir zaman unutmamak durumundadır. Emperyalizm Türklerin merkezi imparatorluğunu çökerttikten sonra, Türk milletini de dünya haritasından silmek istemiş ama bu girişime karşı bir tepki olarak gelişen Kuvayı Milliye hareketi millilik olgusunu Türklerin alnına yazmıştır. Türkler uluslaşma süreci içinde Millet Mekteplerinde millet olma derslerini aldıklarını bugünün koşullarında hatırlamazlarsa, o zaman yeniden harita düzeltmeleri saldırılarına maruz kalmaktan kurtulamayacaklardır. Gelecekte Türk dünyası bir araya gelebilirse, o zaman ortaya çıkacak büyük Türk devleti bir millet imparatorluğu olacaktır.  Türkler Millet Mekteplerinde millet olmayı iyi öğrendikleri için, yüz yıllık saldırılar Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini yıkamamıştır.   

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN