23 Ocak 2023 Pazartesi

ULUSAL KADRO HAREKETİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

ULUSAL KADRO HAREKETİ

   Bir kamu hizmetinde ya da herhangi bir  işin görülmesi sırasında veya gerekli görülen bir toplumsal misyonun çalışma düzeni ya da yapılması aşamasında, bu doğrultuda gerekli olan işlerin tamamlanması  sürecinde, işi görecek insanların bir araya gelerek oluşturdukları birlik ve beraberlik oluşumunda ve çalışan insanların meydana getirdikleri iş görme ya da çalışma düzeninde yer alan kişilerin ya da ücretli personelin bütününe verilen isim olarak kadro kavramı, günlük yaşamda veya iş hayatında kullanılmakta olan bir kavramdır. Çok dar bir kadro ile işi yürütmek, özel olarak yetiştirilmiş insanları bir araya getirerek topluca bir plan ya da projede çalıştırmak gibi toplumsal misyonlarda bir araya getirilen ya da kendiliğinden bir araya gelen insanların oluşturdukları birliktelik gene kadro kavramı çatısı altında ifade edilebilmektedir. Bir kamu hizmetinde ya da herhangi bir girişim veya projede çalıştırılacak ilgili personelin sayısını ve özelliklerini gösteren, sosyal ve ekonomik haklarını belirleyen hukuksal statü ve bu statüde görev yapan insanların oluşturdukları çalışma düzenin de ortak hareket edenlerin meydana getirdikleri insan bütünlüğüne kadro adı verilmektedir. Kadro kavramı bir insanlar arası birlikteliği gösterdiği gibi aynı zamanda kamusal alanda gündeme gelen birlikte iş yapma ya da hizmet görme eylemleri sırasındaki ortak hareket edilmesi misyonunu da gündeme getirmektedir. Daha önceden belirlenmiş olan planların uygulamaya geçirilmesi aşamasında kullanılan insan malzemesinin bütüncül bir biçimde dile getirilmesi de kadro kavramı ile belirlenmeye çalışılan bir durumu ifade etmektedir. Kamu düzeni açısından merkeze hukuki bağ ile bağlı olan birimlerde çalışan insanlar hukuk devleti içinde belirli bir kadroyu öne çıkarmaktadır. Siyaset bilimi açısından da kadro kavramı bir siyasal oluşum ya da bir siyasal örgüt kurulması sırasında gündeme gelerek, bu tür girişimlerin kamuya yansıtılmasında ya da siyasal gelişmelerin sürdürülmesi önemli misyonların tamamlanması açısından yardımcı olmaktadır. Devletin çatısı altında oluşturulan kamu kurum ve işletmelerinde istihdam edilen insan unsuru, insan kaynakları açısından kadro kavramı çerçevesinde ele alınarak belirlenebilmektedir.

   Kadro kelimesi bir sosyal, siyasal veya hukuksal yapılanmayı ifade ederken, aynı zamanda bir kavram olarak da etkinliğini sürdürürken bir de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında devletin resmî ideolojisini topluma yansıtabilmek için yeni bir siyasal hareketin adı olarak da kullanılmıştır. Kadro ismiyle bir aylık dergi çıkartılmış ve bu derginin yayın ve yazar kadrosu içinde bulunan isimler aracılığı ile, yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti devletine geçmişten gelen siyasal düşünce birikimi kazandıracak yeni bir resmî ideoloji oluşumu projesinin hayata geçirilmesi isteniyordu. Yeni devlet dünyanın ortasında kapitalist-sosyalist ve Müslüman dünyalar arasında merkezi bir siyasal organizasyon olarak oluşturulurken, yeni yapılanmanın kendine özgü niteliklere sahip olması ve kendi jeopolitik koşullarına uyum sağlaması beklenirken, genç Türk devletinin kendine özgü bir modele dayanması gerektiği, ulusal kurtuluş savaşının öncü kadroları tarafından dile getiriliyordu. Kapitalizm-sosyalizm ve İslam dünyası arasında dünya sahnesine çıkmakta olan yeni devletin doğu ve batılı siyasal modellerin dışında  kalmasına dikkat ediliyor ve hiçbir biçimde Türkiye’yi çevreleyen bu üç devlet modelini taklit eden bir kopyalamaya gidilmesi istenmiyordu. Türk dünyasının içinden çıkan Türkler ‘in kapitalist batı, sosyalist doğu ve Müslüman güney siyasal yapılanmalarından hiç birisine dahil olmaması hedeflenirken, yüzyıllar boyunca dünya karalarının merkezi konumundaki alanda merkezi güçlü devlet yapılanmasının öne çıkarılması isteniyordu. Bu çerçevede, her üç dünyadaki siyasal görüşler ve akımların taklit edilmesine Kuvayı Milliyeci Kemalist kadrolar karşı çıkarken, bu çizgide hareket eden siyasal toplum kesimlerinin kendi içlerinde örgütlenerek, yeni kurulmakta olan devletin ülkesiyle ve milletiyle bir bütünlük göstermesi isteniyordu. Bu açıdan devletin kuruluşu ve siyasetin yürütülmesi sırasındaki yetişmiş insan gereksinmesi kadro hareketi ile karşılanıyordu.

   İnsanlık tarihi boyunca her siyasal dönemde ya da yeni kurulan devletlerin ortaya çıkışlarında eskisinden farklı yaklaşımlar geliştirilerek, son durumu kucaklayan gelişmeleri izleyerek anlatan ve bu doğrultuda yeni devletlerin ya da hareketlerin siyasal içerik kazanmalarına, her dönemin önde gelen entelektüel toplum kesimleri ile ülkenin ya da toplumun önde gelen bilim adamları, yazarları ve sanatçıları öncülük yapmışlardır. Bu doğrultuda benzeri bir girişim, yeni kurulmakta olan insan gereksinmelerini karşılamak amacıyla, bir kadro hareketine yeni devlet kalkışmıştır. Batı dünyasının beş asırlık birikimine sosyalist dünyanın yeni oluşumları da eklenince merkezi coğrafyada eskisinden çok farklı rüzgarlar esmeye başlamıştır. İşin içine bir de orta çağ yıllarından gelen İslam düzeni ve birikimi de eklenince, bu üç dünya arasında merkezi bölgeyi ele geçirmek ya da orta dünya bölgeleri üzerinde egemen olmak üzere hegemonya kavgaları ortaya çıkmaya başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti daha kuruluş aşamasında üç dünya arasında çekişmenin ana konusu olarak bölgedeki komşu devletler arasında çatışma konusu yapılmaya çalışılmış ama ulusal kurtuluş savaşının önderi devletin kurucusu olarak böylesine olumsuz bir gelişmeye izin vermeyerek, güçlendirilmiş bir insiyatifi devreye sokarak, merkezi yapılanmayı devletin başkenti olarak ilan edilen Ankara kenti üzerinden bütün dünyaya resmen ilan etmiştir. Türk devletini ortaya çıkaran Kuvayı Milliye mücadelesi  bu mücadelenin düşünsel boyutlarını yeni yayınlanacak olan aylık KADRO dergisi aracılığı ile, hem ülke kamu oyunda hem de dünya ülkelerinin oluşturduğu küresel yapılanmalar arasından her kesime ulaştırılıyordu. Yirminci yüzyılın başlarında tam bağımsız bir cumhuriyet olarak dünya sahnesine çıkartılan Türk devleti geçmişten gelen siyasal birikimlerden yararlanarak, yeni dünya düzenine ayak uydurabilmenin arayışı içine girerken, kuruluş aşamasında üç dünya arasında kendi sentezini yapmış bir bağımsız devlet olarak insanlığa seslenmek istiyordu. Ulusal kurtuluş ile birlikte devletin de başında kurucu önder olarak bulunan Atatürk’ün öncülüğünde yeni bir ideolojinin temelleri atılmak isteniyordu. Ülkeyi çevreleyen üç ayrı dünyanın önde gelen devletleri ile çatışmak istemeyen Atatürk, kurucu önder olarak yeni Türkiye’nin önünü açıyor ve söylevleri ile de ülkenin kuruluş aşamasındaki siyasal ve düşünsel boşluklarını doldurmak üzere bu alanda da öncülük görevini yerine getirmeye çaba gösteriyordu.

   Merkezi alanda kurulmuş olan Türk devleti yoluna devam ederek kuruluş dönemini tamamlarken, üç ayrı dünyanın önde gelen büyük devletleri ve güçleri de Ankara yönetimine baskı yaparak, devletin resmi organı konumundaki KADRO dergisindeki yazarlara, yazılara ve içeriklerine çeşitli itirazlarda bulunarak, ülkenin birlik ve beraberliğini sarsacak düzeyde sorunların çıkmasına yol açılıyordu. Özellikle Avrupa ülkeleri ile birlikte Sovyetler Birliği gibi bir büyük devletin de Türkiye’nin resmi yayın organındaki yazılara ve devletin resmi politikalarını yansıtan makalelerin dergi de yayınlanmalarına karışmaları, genç cumhuriyetin bağımsız ve tarafsızlık statüsü içinde yoluna devam etmesini önlüyordu. Sınır boyu komşu devletlerden daha çok, geleceğe dönük bir bloksal yapılanma peşinde koşan Rusya, Amerika ve Arabistan gibi büyük devletler, kendi dünyalarına dönük yazılardaki farklı görüşleri kabul edemiyor ve karşı çıkıyorlardı. Dergi sayılarının çıkışı sonrasında hemen elçilikleri devreye sokarak ve üç dünya yapılanmasının temsilcileri diğer blokların öne geçmelerine izin vermeyerek, kendi doğrultularında Türkiye Cumhuriyeti’ne yön vermeye çaba gösteriyorlardı. Atatürk gibi tam bağımsızlıkçı bir siyasal önderin bu gibi dış müdahalelere tepki gösterdiği ve daha sonraki aşamada da üç yıllık yayın dönemini geride bırakan KADRO dergisinin kapatılmasına karar vererek, bu kararını hemen uygulama alanına aktardığı görülmüştür. Devletçilik yanlıları ile özel sektör taraftarları çekişirken, sosyalistler ile kapitalistler de merkezi devletin üzerinde etkinlik sağlayabilmek için devreye girerek, baskı ve müdahalelerini tırmandırıyorlardı. Liberal kadrolar sosyalizm ve devletçilik anlayışlarına karşı savaş açarlarken, İslamcı toplum kesimleri de dinsizlik olarak ilan ettikleri laiklik anlayışına toptan karşı çıkıyorlardı. Böylece, Türk devleti daha kuruluş aşamasını tamamlayamadan çok ciddi bir siyasal çekişme sürecinin içine doğru sürüklenmek durumunda kalıyordu.

   Birinci dünya savaşı sonrasında dünyanın tam ortalarında merkezi devlet modeli olarak öne çıkan Türkiye Cumhuriyeti, kapitalist-sosyalist ve Müslüman dünyalardan gelen müdahale girişimleri ile daha işin başında bölünme ve parçalanma riski ile karşı karşıya kaldığı için, devletin kurucu önderi Mustafa Kemal’in duruma müdahale etmesi üzerine, KADRO dergisinin kapatılmasına karar verilerek ,dergi üzerinden ideoloji yaratma ve ülkeyi çevreleyen üç ayrı dünyanın kendi sistemleri ve çıkarları üzerinden yeni kurulmakta olan çağdaş cumhuriyet rejiminin karışıklık ortamına sürüklenmesi önleniyordu. Kuruluş döneminin başlangıcında teorik ve siyasal çekişmelere hedef olması yüzünden, Atatürk’ün önderliğindeki cumhuriyet rejimi en hassas anda bir geri adım atarak KADRO dergisinin kapatılmasına karar verdi. Derginin çıkışından başlayarak üç yıla yaklaşan bir  süre içinde yönetimi başarıyla sonuçlandıran  ülkenin önde gelen yazarlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin  büyükelçisi olarak, Avrupa ile Asya kıtaları arasında bir köprü konumundaki jeopolitik konumundan yararlanılmak üzere, Arnavutluk’un başkenti Tiran’da göreve başlıyordu. Kapitalist batı dünyasının en etkili merkezi olan Avrupa kıtası ile ters düşmemek üzere bir Balkan köprüsü olan Arnavutluk’tan yararlanılmak istenirken  ,bu ülke halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve Arnavutların Osmanlı kimliğini kabul ederek her zaman için Türkiye’den yana tavır koymalarını dikkate alan Atatürk, Anadolu’da  Osmanlı döneminden sonra yaşamaya başlayan Arnavutların  toparlanarak eski yurtlarına dönmesi ve böylece Balkan yarımadası üzerinde  Türkiye’ye düşman olabilecek büyük bir Yunan devletinin kurulmasını önlemeye çalışılıyordu. Hristiyan ve Bizans kalıntısı bir düşman konuma sahip olan, ayrıca Yunanistan’ın dengelenmesi için Anadolu toprakları üzerinde Pontusçuluk oynayan bir Helen devletine karşı Müslüman ve dost Arnavutluk devletini öne çıkarmayı bölge dengelerine daha uygun gören Türkiye, daha sonraki aşamada Arnavutların Balkan yarımadası üzerinde kendi devletlerini güçlü bir biçimde kurmalarına yardımcı olmuştur. Arnavutluk devletinin kurulmasıyla birlikte Balkan yarımadası üzerinde Müslüman ve Hristiyan halklar arasındaki siyasi denge yeniden kurulabilmiştir.

   Yeni devletin içini dolduracak bir siyasal birikimin temsilcisi olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Arnavut devletinin kurulmasıyla birlikte yeni Türkiye Cumhuriyeti Anadolu toprakları üzerinde batı emperyalizmine karşı daha sağlam duracak farklı bir jeopolitik konuma sahip oluyordu. Komşu bölgelerle siyasal müdahale krizleri yaşayan genç cumhuriyet rejimi zorlanırken, batı dünyasına önem veriliyor ve kurucu önder Atatürk’ün en yakın yoldaşlarından birisi olarak öne çıkan Yakup Kadri, Arnavutluk büyükelçisi olarak Türkiye’nin batı dünyası ile ilişkilerinin yakınlık çizgisinde yürütülmesi amacıyla görevlendiriliyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda ikinci dünya savaşı sırasında İtalyan faşizmi Balkan bölgelerinde yayılmaya başladığı zaman Arnavutlar bu duruma karşı çıkmışlar ve Türk devleti ile yakınlaşarak, Hitler ve Mussolini rejimlerinin Balkanlar üzerinden Anadolu’ya saldırmasının önlenmesinde Türkiye’den yana bir dostluk politikası izleyerek, Bizans uzantısı Yunanistan’ın İtalya ve Almanya gibi büyük Hristiyan devletlerin çizgisinde, Türkiye düşmanlığı yapmaları Arnavutların destekleriyle önlenmiştir. Türkiye KADRO dergisi aracılığı ile eski Osmanlı eyaletleri olan Balkan devletleri ile birlikte ortak bir merkezi dayanışma çizgisinde geleceğe dönük adımlar atarken, Yakup Kadrinin büyükelçiliği döneminde Türk devleti ikinci dünya savaşı belasını atlatıyor ve Türkiye ile Arnavutluk devletleri arasında kurulan sağlam ilişkiler sayesinde, Roma ve Bizans dönemlerinde olduğu gibi Vatikan’ın emrinde bir Hristiyan sömürgeciliğinin eskisi gibi Balkanları aşarak merkez ülke Türkiye’yi tehdit etmesine izin verilmiyordu. Arnavutluk Cumhuriyetinin bir sağlam Müslüman devlet olarak devreye girmesi sayesinde batıdan gelebilecek bütün askeri ve siyasi saldırılara karşı, Anadolu’daki Türk devleti güvence altına alınıyordu. Bugün Bizans artığı Pontusçu Yunanistan’ın yeni Siyonizmin Truva atı konumundaki ABD tarafından savaşa sürüklenmesiyle birlikte tarih tekrar ederken, bu kez ABD emperyalizminin Bizans artığı Pontuscular ile giriştikleri ortak saldırılara karşı, Türkiye eski komşuları ile ortak hareket ederek, üçüncü kez Balkanlar üzerinden getirilebilecek bir saldırı senaryosunu bölgedeki Müslüman toplulukların destekleriyle başarılı bir biçimde önleyebilmiştir.

   Yakup Kadri’nin öncülüğündeki KADRO dergisinin başlattığı toplumsal örgütlenme hareketi cumhuriyetin kuruluş yıllarında gündeme gelmiştir. 1932-1934 yılları arasında yayınlanan  KADRO dergisi  Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge gibi o dönemin önde gelen yazarları ve aydınları tarafından çıkartılan KADRO dergisi  iki yılı aşkın bir süre yayın hayatında kalmış ama daha sonraki gelişmeler karşısında, dergi üzerinden Türk devletine müdahale etmek isteyen emperyalistlerin önünü kesmek üzere, dergi üç yıllık yayın hayatını tamamlayarak kurucu önder Atatürk’ün kararı ile kapanmıştır. İşin başından beri KADROCULAR devleti kuran partinin altı ok ile ifade edilen ve kurucu önder Mustafa Kemal tarafından belirlenen cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerine sıkı bir biçimde bağlı kalmışlar ve bu doğrultuda Atatürk’ün belirlediği altı ilke üzerinden yeni bir dünya görüşü geliştirmeye çaba göstermişlerdir. Batı kapitalizmi, doğu sosyalizmi ve de güneyden gelen İslamcılık ilkelerinin dışında hareket ederek, bu üç blok üzerinden merkezi teorik bir yapılanma için uğraşan cumhuriyet yönetimi ve onun içinden çıkmış olan KADRO hareketi, yirminci yüzyılın başlarında geride kalmış ideolojilerin ötesinde yeni bir devlet modelini, merkezi alandaki eski yapıları aşarak ve bunları sentezcilik üzerinden bütünleştirerek, Türkiye’nin jeopolitik yapılanmasına uygun düşen yeni bir devlet modelini, Atatürk’ün önderliğindeki Kuvayı Milliye hareketi ile geliştirmeye çalışmıştır. Savaşlar ve Devrimler çağında Türk devrimine teorik bir çerçeve oturtma girişimi hem izlenecek yolun ilkelerini hem de bu ilkeler üzerinden ortaya çıkan siyasal birikimin sentezci bir yaklaşım ile merkezi doktrin haline dönüştürülmesini gerekli kılıyordu. Bir toplumsal hareketin ya da devrimin teorik bir çerçeveye oturtulması konusunda Atatürk ilkeleri belirleniyor, KADRO hareketi de bu milli ilkeler üzerinden yapılmakta olan devrimin teorik anlamda içeriğini oluşturuyordu. Bu çizgide Kemalist yönetim ile KADRO hareketi arasında bir paralellik sağlanmasına çalışılarak merkezi birlik arayışı sürerken, Kemalist hareketin devlet yönetimi ile KADRO hareketinin yazar kadroları arasında tam anlamıyla bir bütünlük sağlanamayarak, bölge ve ülke toprakları üzerinde tam anlamıyla bir paralellik kurulamamıştır ve bunun sonucu olarak derginin kapanmasıyla siyasal hareket durdurulmuştur.

   KADRO dergilerinde Türk devriminin burjuva ve işçi sınıflarına dayanan devrimlerden çok farklı olduğu, sosyalizm ve kapitalizm arasında bir yer alan Kemalist devrimin bütünüyle Türk devleti ve ülkesinin somut koşullarına dayanan köklü bir dönüşüm olduğu, bu yüzden diğer devrimlerden fazlasıyla uzak bir hareket olduğu ve önümüzdeki dönemde Kemalizm adı altında tamamen Türk devriminin özel ve özgün durumlarına çözüm üretecek adımların atılması gerektiği vurgulanmıştır. İkinci dünya savaşı çıkartmak isteyen Siyonist çevrelerin dünya ekonomisini krize sürüklemesi yüzünden KADRO dergisi yazarları, Türkiye’ye özgü Kemalist devletçilik politikalarına yönelinmesi gerektiğini savunmuşlar ve bu yüzden batının serbest piyasa ekonomisi uygulamalarına karşı çıkarak planlı devletçilik siyasetini savunmuşlardır. Toplum içindeki sınıf farklarının ortadan kalkması için KADRO hareketi, Türkiye’nin jeopolitik konumuna uygun düşecek bir üçüncü yol siyasetini Kemalizm adına gündeme getirerek örgütlüyordu. Ulus devlet kontrolünde kamucu bir ekonomi ve siyasetin karma ekonomik düzen içinde mümkün olduğunu savunan  KADRO hareketi, batılı kapitalistler ile Sovyetçi sosyalistlere karşı ulusalcı ve halkçı bir kamu düzenini üçüncü bir ayrı yol olarak ortaya koyuyordu .Geniş bir toprak reformu ile birlikte merkezi devletçiliği savunan bir makalenin o aşamada başbakanın imzası ile yayınlanması üzerine yoğun bir dış tepki gündeme gelince, Atatürk 22. Sayısında  dergiyi kapatarak KADRO hareketinin önünü kesiyordu. Böylece, Kemalist devrimin içeriği teorik bir yapılanma ile değil ama uygulamalara öncelik veren ve devlet ile rejimin kurucu önderi Atatürk tarafından belirlenen, merkezi bir yapılanma ile ortaya konuyordu. Merkezi coğrafyada ulusal bir senteze dayanan Kemalist siyaset, kurucu önderin liderliğinde, bilim ve siyaset kadrolarının bu tür bir çalışma düzeni içinde yer alarak yönetime destek vereceği ulusal ve halkçı bir sentezin oluşturulması sayesinde devrimin arkasından gelerek, siyasal boşluk alanlarını dolduracağı yeni bir atılım sayesinde gerçekleştirilecekti.

   KADRO hareketini yaratan oluşum Türk devrimidir. Sovyet devrimi sonrasındaki koşullarda, Kemalist devrim devrimci açılımı Rusya’dan Türkiye’ye doğru çevirmeye başladığı aşamada, Türk devrimi de Rus devrimi gibi dünya kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştır. Osmanlı devleti orta çağ uzantısı bir eski imparatorluk olarak çökerken Anadolu’nun ortalarında Ankara kentinde yeni bir devlet yönetimi kuruluyordu. Orta çağ uzantısı imparatorluklar yeni bir çağa geçerek çöküş dönemine girerken, bu aşamada dünya güçleri yeni çağların devlet modeli olarak gündeme gelen ulus devletlerin önünü açacak düzeyde, savaşları ve benzeri kaos ve karışıklık oluşumlarını gündeme getirerek var olan devlet yapılarını zorluyorlardı. Bu gibi zorlamalar sürecinde dünyanın çeşitli yer ve bölgelerinde otorite boşlukları öne çıkarken, bu gibi bölgelerin halkları ortaya çıkan yeni koşullara uygun yeni devlet modelleri arayışlarına doğru yöneliyorlardı. Osmanlı devletinin yıkıldığı bir aşamada eski Osmanlı topraklarında otoriteye dayanan kamu düzeni de çöküşe sürüklenerek, belirli alanlarda devlet ve siyasal düzen boşlukları yaratıyorlardı. Eski devlet düzeni yıkılırken ortaya çıkan yeni devletlerin oluşum süreci siyasal gündemleri belirleyerek hem uluslaşma hem de bu doğrultuda ulus devlet oluşumlarının önünü açıyordu. Böylesine bir geçiş döneminde devrimler ve toplumsal isyanlar ortaya çıkarak, bölge halklarının geleceğinde etkin olabilecek siyasal eğilimlerin öne çıkmasını sağlıyorlardı. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan bu gibi durumlar merkezi alanda da yansımalar yapınca, Osmanlı devletinin yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişi kendiliğinden tarih sahnesine çıkmıştır. Sosyal ve siyasal gelişmeler birbirini izlerken yaşanan olaylarda her ülke ve toplum kendi yolunu belirlemeye çalışmıştır. Bu tür oluşumlar sırasında zaman zaman ortaya karizmatik liderlerin çıktığı ve bunların devrimin başına geçerek yeni toplum ve devlet düzenlerinin oluşumunda öncü ve kurucu önder konumuna geldikleri görülmektedir. Bu tür süreçlerde bir toplumun ya da devletin karizmatik önderin öncülüğünün arkasında yer alabildikleri görülmektedir.

   Türk devrimi gerçekleştirilirken toplumun ve devletin yaşanan devrime göre biçimlenmesi ya da yeni dünya düzeninde yerlerini almaları gerekmektedir. Bu tür gerçekler Türk devrimi ve ulusal kurtuluş savaşı dönemlerinde de diğerlerine benzeri bir biçimde Türkiye’de ortaya çıkmıştır. Bir yandan savaş meydanlarından ulusal kurtuluş savaşının önderi karizmatik bir lider olarak öne çıkarken, o dönemin aydınları ve bilim adamlarının içinden de KADRO hareketi gibi bir toplumsal oluşum öne çıkmıştır. Savaş koşulları altında devlet kuruluşu tamamlanmaya çalışılırken, ülkedeki aydın potansiyeli içinden farklı kadrolar ortaya çıkabilmiş ve bu nedenle de KADRO dergisi yayınları arasında birbiriyle ters düşen bazı makalelerin yayınlanması söz konusu olmuştur. Türkiye bulunduğu jeopolitik konumu gereği batıya bakınca kapitalizm, doğuya bakınca sosyalizm gibi ters ideolojilerin baskılarını yaşamıştır. Bir de çağdaş dünyaya ayak uydurulmaya çalışılırken, kuzey yarıküredeki laik düzenlere karşı güneyden gelen dinci yapılanmaların da baskıları fazlasıyla yeni devleti uğraştırmıştır. Bir küçük burjuva devrimi olan Kemalist rejim diğer ülkelerde olduğu gibi zaman içinde büyük sermaye ve büyük burjuvazinin kontrolü altına girdiği için daha sonraki aşamalarda belirli çıkar grupları, uluslararası tekelci sermaye ile birlikte şirketlerle ortak çalışan dini grupların da baskıları altına girmiştir. Ülkelerarası karşılaştırmalarda dünya ülkelerindeki büyük burjuvazinin küçük burjuva gruplarını ve aydın kamuoyunu satın alması yüzünden, devletler ve toplumlar zengin ve güçlü büyük burjuvazinin denetimi altına girmiştir. Bu gibi durumlarda aydın kamuoyunu oluşturan ve yönlendiren bilim adamı ve yazarlar iç ve dış merkezlerin baskıları altında farklı görüşleri savunarak, KADRO dergisinde olduğu gibi ters düşerek farklı görüşler peşinde toplumu karıştırabilmişlerdir. İşte bu gibi kaotik durumların ortaya çıkmaması için, ulusal kurtuluş hareketi ve savaşından gelen bir lider olarak Atatürk, öne çıkarak belirleyici olmuş ve zaman içinde benimsenen ilkeler ile bir altı ok sistemi kurarak, ulusal ve bölgesel senteze dayanan ve tamamen Türkiye’nin özel koşullarından yararlanan ayrı bir devlet modeli oluşturarak, KADRO hareketinin geliştiremediği ulusal sentezi tam bir karizmatik önder ağırlığı altında oluşturarak, toplumun her kesimine ve KADRO hareketi içinde yer alan çeşitli toplum kesimlerinin temsilcilerine de benimseterek, Türk ulus devletini kurmuştur.

   Bürokratlardan oluşan devlet ile askerlerden oluşan ordu birlikteliğine dayanan Türkiye Cumhuriyeti, aynı zamanda milliyetçilik akımı ile halkçılık akımlarının birlikteliğine dayanan yeni bir sentez devlet modeli ile öne çıkmaya yönelince, KADRO hareketi istenen birlik ve bütünlük görünümünü verememiş, devletin her yönü ile yönetilmesi sorun olmaya başlayınca, KADRO’nun kamuoyu oluşturma misyonu sona ermiş ve karizmatik önderin yönetimi ve söylevleri ile belirlenen bir yeni sentez devleti modeli, merkezi alanda çekişmelerin önünü kesecek derecede etkili bir biçimde uygulanmaya çalışılmıştır. Osmanlı döneminden gelme zengin toprak ağaları ile birlikte yabancı büyük şirketlerin yerli temsilcileri olarak yeni oluşturulmaya çalışılan orta burjuvazi, siyaset sahnesinin destekçileri olarak ağırlık kazanırken, dünya savaşı sürecinde emperyal ve küresel merkezlerin ülke siyasetini doğrudan etkilemeye çalıştıkları görülmüştür. İttihat Terakki partisi döneminde Avrasya milliyetçiliği yapılırken, Misakı Milli sınırları içindeki cumhuriyet devleti de ulusal sınırlar içindeki ülkenin üniter ve merkezi yapılanmasını yeni milliyetçi girişimlerle gerçekleştirmeye çaba göstermiştir. Kemalist devrim bir toprak reformu yaparak işe başlayamadığı için bunun eksikliği her dönem sorun yaratmış ve ülkedeki sınıflar arası uçurumun zamanla derinleşmesi gibi olumsuz bir süreç öne çıkmıştır. İttihatçılar Turancılık yaparken, Ulusçular memleketçilik yapmışlardır. Türk dünyasının yaygın Avrasya topraklarına dağılması, Rusya’dan göç ederek gelen Türkçü grupların Anadolu yarımadasını vatan yaparak ülkeleştirmesine giden yolu açmıştır. Türkler düzenledikleri Türkçülük Kurultayları aracılığı ile üzerinde yaşadıkları yarımadayı Türklerin merkezi anavatanı olarak ilan etmişler ve daha sonra da Avrasyacı politikalarla Türk dünyasının bütünlüğünü gerçekleştirmeye çaba göstermişlerdir. KADRO hareketi hem dışarıdaki hem de Misakı Milli sınırları içerisindeki Türkçülük akımları ile yakından ilgilenerek, onlarla ortak hareket edebilmenin yollarını aramıştır.

   KADRO hareketi, emperyalist devletlerin Türkiye’yi işgalinden sonra ortaya çıkan bir tepki hareketi olan Kuvayı Milliye mücadelesinin paralelinde gündeme gelen bir düşünce eylemidir. KADRO hareketi daha sonraki yıllarda fazlasıyla ele alınarak incelenmiş bir düşünce hareketidir. O dönemin koşullarında her türlü olumsuz koşula rağmen, Ulusal kurtuluş savaşı başarıya ulaşınca, çeşitli fikir hareketleri öne çıkarak gelinen aşamadaki dünya ve Türkiye’nin konumlarını karşılıklı olarak incelemişlerdir. KADRO hareketi bunların içinde en etkili olan ve geleceğe dönük bir açılımı, Türkiye için gündeme getiren düşünce akımı olarak, yurtiçinde olduğu kadar uluslararası alanda da yeni Türk devleti ile ilgili olan bütün sorunlara bilimsel ve ulusal birikim çizgisinde eğilerek, genç Türk devleti için çıkış yolu ortaya koymaya çalışmış ama ne yazıktır ki, iç ve dış çıkar çevreleri her türlü eleştiri ile birlikte karalama ve çamur atma senaryolarına başvurarak, Türkiye’nin önünü kesmek için her yolu denemişlerdir. KADRO hareketinin içinde bulunduğu durumu ve konumunu inceleyen onlarca bilimsel çalışma yapılmış ve bunların bir kısmı yayınlanarak Türk düşünce ve bilim hayatına olumlu katkılar getirmiştir. Birinci dünya savaşından ikinci dünya savaşına doğru dünya yönlenirken, savaş koşulları önde gelen büyük ülkelerde yeni siyasal akımlar yaratarak dünyanın yeniden biçimlenmesine yol açmıştır. Rusya’da Komünizm, Almanya’da Nazizim, İtalya’da Faşizm, İspanya’da Falanjizm ve Çin’de Maoizm gibi siyasal modeller gündeme gelince, Türkiye Cumhuriyeti’nde de kurucu önder Atatürk’ün çizgisinde kurulan devlet ve siyasal yapılanma modeline Kemalizm adı verilmiştir. Türk sisteminin diğer devletlerden farkı, sahip olunan özel koşulların ülkeler ve siyasal rejimler arasında yaratmış olduğu ayrılıklar olarak öne çıkmıştır. Ne var ki, savaş koşullarına tepki olarak gelişen bu siyasal rejimler ve devlet yapıları daha sonraki koşullarda ele alınarak incelenirken, savaş dönemleri ürünleri olarak otoriter rejimler yeryüzünde büyük ülkelerde öne çıkmış ve bu yüzden de mukayeseli siyaset bilimi alanının başlıca çalışma alanı olmuştur. Otoriter rejimler savaş yıllarında önde gelen devletlerin yönetiminde etkin olduğu için, o dönemin koşullarını ele alan bilimsel çalışmalarda Türk siyasal sisteminin modeli olan Kemalizm akımı da Faşizm, Nazizim, Komünizm ve diğer baskıcı rejimler ile dönemsel beraberlik çerçevesinde inceleme konusu yapılmışlardır. Uluslararası kapitalist sistemin bütün dünyayı işgale yönelmesine karşılık, her büyük devlet kendi güvenlik sistemini kurmuştur.

   KADRO hareketi hakkında bir çok araştırma yapılmasına rağmen, bu derginin makaleleri tüm yönleri ile incelenerek değerlendirilmemiş ve daha çok bu derginin yazarlarının yayınlamış olduğu kitaplar üzerinden değerlendirmeler kısa yoldan yapılmaya çalışılmıştır. Özellikle derginin kurucularından olan Şevket Süreyya Aydemir’in yazmış olduğu  “İnkilap ve Kadro “ isimli kitap KADRO hareketinin sonraki yıllara aktarılan ana kaynağı haline gelmiştir. Daha sonraki yıllarda öne çıkan Atatürkçü ,Kemalist, Ulusalcı ve Cumhuriyetçi akımlar kamuoyu önüne çıkarlarken KADRO dergisini ve bu hareketten geride kalan yazılı malzemeleri esas kabul ederek  bu hareket hakkında yargılama ya da değerlendirmelere gitmişlerdir. KADRO kurucusu Şevket Süreyya aynı zamanda 1920 yılında yapılan Bakü Kurultayı’na Ankara hükümeti adına katılarak ve yeni Türk devletinin “Doğu Halkları Kurultayı” içindeki konumunu da inceleyerek Azerbaycan ve Kafkasya’daki gelişmeleri gördükten sonra, Türklerin yeni başkenti olan Ankara’ya gelerek, yeni Türk devletinin kuruluşuna bir yüksek bürokrat kimliği ile katılmıştır. Derginin diğer kurucuları ve yazarlarına bakıldığı zaman da, KADRO hareketinin yeni yönetim düzeninin ve siyasal rejimin oluşturulmasında KADRO’cuların Türkiye Cumhuriyeti'nin üst düzey yönetimine yazı ve makaleler aracılığı ile katkı verdikleri ve daha sonraki aşamada da Sanayi, Ticaret ve Tarım Bakanlıklarında üst düzeyde görevler alarak devletin kuruluşuna bizzat önemli katkılar sağladıkları görülmüştür. İttihat ve Terakki Partisi ile Cumhuriyet Halk Fırkası gibi parti mensubu bazı siyaset adamlarının da zaman içinde KADRO dergisi ile yakından ilgilenerek makaleler yayınladıkları görülmüştür. KADRO dergisi çizgi olarak Ziya Gökalp ya da Yusuf Akçura ile temsil edilen Türkçülük akımından uzak dururken, Doğu Halkları Kurultayı’nın etkisiyle KADRO’cular Sovyetler Birliği rejimine daha yakın duran görüşleri gündeme getirmişlerdir. Lenin ve arkadaşları her türlü emperyalizme karşı çıkarken, Lenin’in düşüncelerinden yararlanmışlar ama bütünüyle bir sosyalist rejim altında yaşamayı düşünmemişlerdir. KADRO’cular emperyalist sistemin çöküşü sonrasında bir sosyalist rejimi düşünmemişler ama ulusal sol bir çizgide tam anlamıyla siyasal ve ekonomik bağımsızlık düzenini savunarak, sosyal emperyalizme de karşı duran bir yol sergilemişlerdir.

   KADRO’cular sosyalizm ve kapitalizm arasında tam anlamıyla bağımsızlık düzeni ve ekonomiyi savunurlarken, emperyalizme karşı sömürgeler imparatorluğunu savunan Sultan Galiyev’in görüşlerine sahip çıkmışlardır. Galiyev Rusya’da yaşayan Müslümanların kuracağı bir sömürgeler Enternasyonel’ini tam bağımsızlığın gerçek örgütlenmesi olarak öne sürerken, bütün Doğu Halkları ile birlikte aynı zaman Atatürk’ün açıkça dile getirdiği Mazlum Milletler dayanışmasını sağlayacak yeni bir örgütlenmeyi, KADRO hareketi de tıpkı Sultan Galiyev çizgisinde sonuna kadar savunmuştur. Batı emperyalizminin kontrolu altında bir Bolşevik akımına karşı çıkan Sultan Galiyev Anadolu’da örgütlenen Kemalist hareket ile yakın ilişkiler içinde bulunmuştur. Sovyet devrimi dinsizlik çizgisini cami ve klişeleri kapatarak yaygınlaştırmaya çalışırken, Sultan Galiyev antiemperyalizm çizgisinde Sömürgeler Enternasyonel’inin kuruluşunun hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu .Bütün Müslüman topluluklar ile birlikte Türkiye’deki İslam potansiyelini de yakından inceleyen Galiyev, savaş sonrası yıllarda yeni devletler kurulurken, Anadolu topraklarında kendine özgü bir laik cumhuriyet kuran Kemalist hareket ile yakından ilgilenmiş ve Atatürk ile  mektuplaşarak iki ülke ve Müslüman nüfuslu bölgeler arasında antiemperyalist işbirliğini savunmuştur. Zamanla Stalin diktatörlüğünün pençesine sürüklenen Sultan Galiyev Hristiyan batının baskıları sonucunda idam edilerek, Müslüman Sosyalistler ya da Antiemperyalist Sömürgeler Federasyonu gibi örgütlenmelerin önü kesilmiştir. Batı emperyalizmi Müslüman toplumlara sosyalizmi yasaklarken, aynı zamanda sömürgelerin de bir üçüncü dünya yapılanmasına yönlendirilmesi gibi, dünya dengelerini yeniden oluşturacak farklı bir yapılanmanın önünü kesmeye çabalıyordu. KADRO hareketi, Rusya’dan gelen fikir adamları tarafından örgütlendiği için, Sovyetler Birliğinin Yeni Ekonomi Politik adı ile uyguladığı sınıflar ötesi eşitlikçi bir ekonomi politik ile yakından ilgilenerek, Türkiye’yi batının sömürgesi olmaktan kurtulamayan yeni ulus devletlerin çıkmazından kurtaracak Sömürgeler Enternasyonel’ini savunmaya başlayınca, batı blokunun önde gelen ülkeleri KADRO’nun kapatılması için harekete geçerek siyasal baskı yapmışlardır.

   KADRO hareketi bir ulus devletin kuruluş aşamasında içinden çıkan bir hareket olduğu için hem her türlü emperyalizme karşı çıkmış hem de bu doğrultuda her türlü ulusal politikayı Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarları doğrultusunda sonuna kadar savunmuştur. Sultan Galiyev, Türkiye’nin sahip olduğu jeopolitik konumu yerinde değerlendirerek işgalci ve saldırgan batı emperyalizmine karşı üçüncü bir dünya oluşumu adına Sömürgeler Enternasyonel’ini Atatürk ile iş birliği yaparak siyasal gündeme getirmek için, çok çalışmış ama onun bu tür girişimleri Atatürk’e yazdığı mektuplar aracılığı ile ortaya çıkınca, Stalin yönetimindeki Sovyet rejimi Müslümanlar için ayrı bir Enternasyonel’in önünü kesmek amacıyla Sultan Galiyev’i idam etmiştir. Müslümanların Hristiyanlara karşı yeni bir İslam sosyalist düzeni kurmasını engelleyerek Türkiye Müslümanlarının Sovyet Müslümanları ile antiemperyalist çizgide bir İslam Enternasyoneli oluşturmasına batılı emperyalistler izin vermemiş ve emperyalistlerin baskıları ile bu proje önlenmiştir. Sultan Galiyev gibi  tam bağımsızlık peşinde koşan KADRO’cular, bu hedef doğrultusunda ağır sanayi ve ticaret sisteminin kurulmasını ve böylece büyük sermayeye karşı bağımsız sanayileşme yolundan denge sağlanarak, emperyal sömürü düzeninin önlenmesini, ayrıca doğu halklarının yeni kurulan ulus devletleri aracılığı ile oluşturacakları bağımsız devletler topluluğunun dünya dengelerinde üçüncü dünya oluşumunun kapitalist ve sosyalist bloklara karşı bir denge oluşturmasını, ısrarlı bir biçimde sonuna kadar mücadele ederek savunmuşlardır.

    İmparatorluklar çağını geride bırakarak ulus devletler çağına doğru yönelirken, Türk dünyası hem bir uluslararası yapılanma hem de bir ulus devlet kurma gibi iki zıt gelişme karşısında kalmıştır. KADRO hareketi böylesine bir tarihsel dönemeç katledilirken içeride ulus devlet olgusu, evrensel düzeyde ise ulus devletlerin kendi hegemonyalarını oluşturarak, uluslararası rekabet sürecinde daha üst düzeyde yer alabilmenin savaşları sürdürülmüştür. Milli devletlerin tarih sahnesine çıkışı ile birlikte, sosyalizmin savunduğu sınıf mücadeleleri geride kalmış ve bunların yerini uluslararası savaşlar almıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak yüzüncü yılı kutlanırken, bu ulus devletin içinden ortaya çıkan KADRO hareketinin yüz yıllık birikim açısından yeniden ele alınarak değerlendirilmesine ciddi bir gereksinme vardır. KADRO hareketine yüz yıl sonra bakarken dünyanın çok değiştiği ama bazı önemli gerçeklerin de devam ettiği anlaşılmaktadır. KADRO’cular uluslaşmayı ve ulusalcılığı benimseyen bir yayın çizgisi ile öne çıkarken, bölgesel anlamda bir siyasal model olarak sosyal anlamda ulusalcılığı savunmuşlardır. Sovyetler Birliği sosyal anlamda bir sömürgeciliği savunurken, KADRO hareketi de Türkiye’de üçüncü dünya ülkelerine örnek olacak düzeyde bir sosyal ulusçuluk savunmasını dergilerdeki yazılar aracılığı ile Türk kamuoyuna getirmişlerdir. Antiemperyalist ulusçuluk savunulurken, ulusal toplum içindeki sınıf çatışmaları önlenmeye çalışılmıştır. Ulusal toplukların ulus devletlere yönelmesiyle birlikte, ulus savaşları sınıf çatışmalarının yerini almışlardır. Bugün gelinen aşamada küresel kapitalizm yeni emperyalist düzen kurarken, ulusal çekişmelerinin yerini şirket emperyalizmi almaya başlamıştır. Şirketler arası rekabet KADRO’cuların ulusal sol yaklaşımı ile aşılarak sentezci barış düzenine ulaşılabilecektir.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

12 Ocak 2023 Perşembe

CUMHURİYET DÖNEMİNDE HALKEVLERİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

CUMHURİYET DÖNEMİNDE HALKEVLERİ  

                 Halkevleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kamu kurumları içinde en özgün ve çağdaş örgütlerden birisidir. Yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olan  Türkiye Cumhuriyeti geleceğe dönük yapılanma içerisine girdiği bir aşamada Türk devletinin kuruluşuna giden yolu açan yeni örgütlenmelerin yetersiz kaldığı bir aşamada, cumhuriyetimizin kurucu önderi Atatürk, devrimin üçüncü aşamasına geçildiği noktada  devletin kuruluşunu sağlayan Türk Ocaklarını kapatarak, yerine Türkiye cumhuriyeti devletinin geniş halk kitleleri ile  kaynaşarak bütünleşmesini sağlayan Halkevleri örgütlenmesine yönelmesi Türk devriminin tamamlanması sürecinde önemli bir adım olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratan ulusal kurtuluş savaşı, vatanı işgale gelen emperyalist devletlerin askerlerini ülkeden kovduktan sonra yeni devletin kuruluşuna öncelik vermiştir. Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak üzere yola çıkan Türkler dünya kamuoyunun önüne çıktıktan sonra hızla örgütlenmeye ağırlık vererek devrimin ikinci aşaması olan devletin kuruluşuna odaklanmışlardır. Ulusal kurtuluş ile başlayan bu engebeli yolculuk ikinci aşamada ulus devletin kuruluşu ile devam etmiş ve daha sonra da devrimin üçüncü aşaması olarak sıra kurumlaşmaya gelmiştir. Hayatının son yıllarını Çankaya köşkünde çalışmalara hasreden Atatürk batı üniversitelerinde okutulan bütün dersler üzerinde yetiştirilmek üzere, Türk gençlerini Avrupa ülkelerine göndermiş ve onların kazandığı çağdaş bilgilerle dil, tarih, coğrafya, hukuk ve diğer sosyal bilim dalları üzerinde geleceğe dönük kurumlaşmalar oluşturmaya çalışmıştır. Başkent Ankara’da çağdaş bir cumhuriyet kurulurken yeni devletin bilimsel bilgi birikimi ile kurulabilmesi için Üniversitelere paralel bir çizgide sosyal bilimler alanında kurumlaşmaya öncelik verilmiştir. Böylece Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Türk Coğrafya Kurumu, Türk Hukuk Kurumu gibi bilimsel kurumların oluşumuna kurucu cumhurbaşkanının öncelik vermesiyle, hayatta en gerçek yol göstericinin bilim olduğu gerçekliği daha kurumlaşmanın ilk adımında benimsenmiştir.

                 Dünya tarihi incelendiği zaman devletlerin kuruluşu, yaşamlarında olduğu gibi biçim değiştirmeleri de önemli bir dönemeç gündeme getirmektedir. İmparatorluk devletinden ulus devlete geçerken ulussuz bir ulus devlet olamayacağı gerçeği ile karşı karşıya kalınıyor ve Avrupa kıtasının yanında kurulan bu çağdaş cumhuriyetin kurucu iradesi ve temsilcisi olarak bir ulusal topluma gereksinme duyulurken, eski Osmanlı topraklarında böylesine bir ulusal yapılanmanın sağlanabilmesi yolunda Avrasya coğrafyasında oraya çıkmış olan Türkçülük hareketleri öne çıktığı için kurulmakta olan ulus devletin ulusal özünün temel çekirdek olarak benimsenmesi ile  cumhuriyetin ilanı öncesinde  ulusal kurtuluş savaşı Türklüğün bağımsızlığı mücadelesi olarak benimsenmiştir. Türk ocaklarının Misakı Milli sınırları içerisinde yaygın bir örgütlenmeye giderek şubeler aracılığı ile kısa zamanda Türklük kimliği eski Osmanlı halkının büyük çoğunluğu tarafından benimsenince, kurulan yeni devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak resmen ilan edilmiştir. Avrupa kıtasının yanında Türk ulus devletinin kurulması sırasında, eski Osmanlı devletinin çok uluslu imparatorluk toplumundan gelen farklı etnik ve dinsel kökenli halk topluluklarının, zaman içerisinde yeni kurulan ulus devletin kimliği ile birlikte yaşamaya çaba göstermişlerdir. Halk kitlelerinin bir kısmı Türkleşme olgusunu kabul ederek devlet ve milletin tek bir ulusal kimlik çatısı altında yaşamayı benimserken, bir kısmı da İngiliz emperyalizminin baskı ve dış müdahaleleriyle Sevr haritasına benzer bir parçalı yapılanma için çaba göstermesi dikkate alınarak, genç cumhuriyet rejimi ulusal toplum ve ulus devlet birlikteliği ile birlikte aynı zamanda tüm eski Osmanlı vatandaşlarını kucaklayacak bir çizgide, Misakı Milli sınırları içinde yaşayan herkesi kucaklamak üzere halkçı cumhuriyetçi bir yapılanmaya gidiliyordu.

                Türkiye Cumhuriyeti tarihi incelendiği zaman ulusal kurtuluş savaşı, cumhuriyetin kuruluş yılları, tek parti dönemi, demokrasiye geçiş, çok partili demokrasi, askeri darbeler ve dönemler, küreselleşme dönemi ve son olarak da ılımlı İslam dönemi gibi birbirinden çok farklı oluşumlar ayrı ayrı dönemler olarak Türk halkının önüne gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına gelirken tam anlamıyla bir yüzyıllık süreç yaşanmış ve birbiriyle ilgisi olmayan çeşitli dönemler uluslararası konjonktürün merkezi coğrafyaya yansıyan boyutları ve dayatmaları çizgisinde birbirini izleyen siyasal gelişmeler orta dünya denen bu bölgeyi etkisi altına aldığı zaman, Türkiye’de bazen hükümetler bazen da devirler geçmiş ve birbirini izleyen uluslararası konjonktürün yönlendirmesiyle, Türkiye Cumhuriyeti birbirini izleyen süreçler doğrultusunda kendi yolunu ve yönünü belirlemeye çalışmış ama merkezi coğrafyanın çok yönlü etkiler altında kalan jeopolitik konumu böylesine bir çıkış ya da toparlanmaya izin vermemiştir. Böylesine hızlı bir dönüşümün ülkeye her yönü ile yansıması nedeniyle, Türkiye’de atılan adımlar gelip geçici olmuş hiçbir adım ya da hareket kalıcılık vasfı kazanarak Türk toplumunun üzerinde uzun süreli bir etki düzeni oluşturamamıştır. Böylesine hızlı ve istikrarsız bir süreç içinde, Halkevleri de payına düşenleri almıştır. Devletin kurucu başkanı olarak Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinin rotasını çizmeye çalışırken, kurtuluş ve kuruluş aşamalarından geçmiş olan çağdaş cumhuriyet rejiminin üçüncü aşamada kurumlaşma aşamasına gelmesiyle birlikte, Türk ulus devleti içinde potansiyel Sevr’ci kalan alt kimlikli halk kitlelerini de kazanarak rejimin içine çekmeye çalıştığı görülmüştür. Ulusal kurtuluşçuların seçtiği ulusal kimliğe karşı çıkan ya da yeni rejim ile bütünleşemeyen alt kimlikli zümrelerin emperyalist oyunlarla toplu bir kopuşa yönelerek, ülkenin her bölgesindeki bölücü oyunlara alt kimlikleri yüzünden alet olmamaları için daha doğrusu daha işin başında ulus devletin bir bölünme olayı ile karşılaşmaması için ulus devlet ile halkçı cumhuriyetin kaynaştırılarak merkezi coğrafyanın koşulları çizgisinde bir sentezci devlet yapılanmasına gidilmesi gerekiyordu. Atatürk’ün bir yandan sosyal bilimler alanında bağımsız kurumlar kurarak rejimin bilimsel bir temele dayanarak kurumlaşmasına çaba göstermesi, sadece ulus devletin kurulmasıyla işin bitmediğini, Osmanlı devletinden kalan halk topluluklarının da rejime kazanılması gerektiğini düşünerek halkçılık ile ulusalcılık ilkelerinin birlikte kullanılacağı bir altı ok sentezi kendiliğinden gündeme geliyordu.

                Atatürk, kendi kurduğu siyasal rejimi geleceğe dönük bir biçimde kurumlaştırırken halk kitlelerinin tamamını içine alacak bir kavram olarak halk kavramını temel alarak hareket ediyordu. Avrupa kıtasının yanında ulus devletin her iki kıta arasındaki dengeyi tam sağlayamadığı aşamada, Türk ulus devletinin tabandan gelen vatandaşlarının alt kimlikleriyle bütünleşerek halkçı ulusalcılık ya da ulusalcı halkçılık biçiminde ifade edilebilecek bir entegrasyon yapılanmasına gidiliyordu. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini kurarken aynı zamanda ülkenin tepesinde bir büyük yapı olarak yükselen Sovyetler Birliği oluşumunu da dikkate alarak hareket ediyordu. Sosyalist devletler halk cumhuriyeti olarak örgütlenirken ulus devletler de milli siyasal yapılanmalar olarak dünya sahnesine çıkıyorlardı. Böylece Avrupa’dan gelen ulus devlet rüzgarları ile Asya kıtasından gelen halkçı cumhuriyet yönelimleri aynı dönemde bir araya getirilerek, ulusal ya da bölgesel anlamda bir yeni sentez biçimi ile rejimin geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşmasının önü açılıyordu. Dil ve Tarih kurumlarının kuruluşları sonrasında Halkevlerinin açılışı ile cumhuriyetin toplumsal tabanına yönelen bir sosyo -kültürel yapılanmaya gidiliyordu. Türk ocaklarıyla Türk devleti kuruluyor ama daha sonraki aşamada bu adımın devamı olarak da rejimin geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşabilmesi için bu alanda Halkevleri adıyla yeni bir kurum devlet desteği ile kuruluyordu. Rejimin kurucusu olarak Atatürk ulusçuluk ile halkçılık ilkelerini bir arada kullanarak hareket ederken, daha sonra da belirlediği siyasal ilkeleri altı ok adıyla resmi bir görüş haline getirerek, batı kapitalizmi ile doğu sosyalizmi gibi ideolojik yapılanmalara mesafe koyacağını açıkça ilan ediyordu. Aynı zamanda Türk devletinin güney sınırları boyunca uzanıp giden İslam devletlerinden farklı bir yol izleyeceğini de laiklik ilkesini altı ok ideolojisinin temel taşlarından birisi yaparak bilimin yol göstericiliğinde adımlar atılıyordu.

                Bir cumhuriyet kurumu olarak Halkevleri üç kez açılmış ama iki kez de kapatılmıştır Devletin başına gelen siyasal iktidarların çelişkili tutumları yüzünden, devlet rejiminin kurumlaşmasını sağlayacak olan Halkevleri örgütü kapatılmış ve tüm mal varlığına el konarak tarih sahnesinden silinmesi için yoğun çabalar gösterilmiştir. Halkevleri ilk kez Atatürk döneminde kurulurken Türk Ocakları kapatılmış ama daha sonraki dönemlerde hem Halkevleri hem de Türk Ocakları iki ayrı örgüt olarak demokratik ortam içerisinde birlikte var olmuşlardır. Emperyalizmin Nato destekli senaryoları yüzünden Türkiye ‘de terör ve sokak hareketleri gibi istikrarsızlık yaratan gelişmeler yüzünden, Türk siyaset sahnesi kalıcı bir biçimde kurumlaşamamış, gündeme gelen her siyasal süreç kendi ortamını yaratarak siyasal yolun inişli çıkışlı olmasına neden olunmuştur. Avrupa merkezli batı dünyasının kültürel birikiminin merkezi coğrafyaya taşınması sürecinde, Orta çağ kalıntısı Osmanlı imparatorluğu yerine çağdaşlaşma atılımına uygun düşen bir ulus devlet ile halkçı cumhuriyet, aynı anda devreye giriyorlar ve her iki yapının da birlikte ele alınmasıyla batı dünyasının ulus devleti ile o dönem Sovyetler Birliği aracılığı ile temsil edilmekte olan bir Asya modeli devlet yapılanması  ise  doğu dünyasının o dönemde geçerli olan siyasal rejiminin genç Türkiye Cumhuriyetine yansımasıyla birlikte Asya modeli bir siyasal yapılanmayı simgeleyen halkçı cumhuriyetçilik uygulaması bizzat devletin kurucusu Atatürk tarafından, devrimin üçüncü aşamasında devreye sokuluyordu. Atatürk devrimin üçüncü aşamasında kurulmakta olan devletin siyasal modelini geleceğe yönelik bir biçimde kurumlaşmasına çalışırken, batı tipi ulus devletin yanına bir de doğu tipi yani Asya modeli bir halkçı cumhuriyetçiliği de getirerek bütün doğu, batı, kuzey ve güney devletlerinden farklı olan bir modeli benimseyerek, bu doğrultuda kurumlaşma hedefine yöneliyordu. İşte bu yüzden Atatürk kendi kurduğu ulus devletin kuruluşunu tamamladıktan sonra, devrimin kurumlaşması çizgisinde ilk adımları atarken önce dil, tarih gibi sosyal alanlardaki kurumlaşma adımlarını atarak kamuoyuna mesaj veriyor ve bu çalışmaların başlamasıyla birlikte de Türk ulus devletinin çıkış noktası olan Türk Ocaklarını kapatarak Halkevlerine dönüşmelerini sağlıyordu. I9 Şubat 1932 tarihinde, Halkevlerinin açılışı ile birlikte Atatürk’ün açıkça belirttiği gibi devleti kuran parti bütün yurtta vatandaşa kucak açarak ülkede ciddi bir devrimci atılım yapmıştır. Daha doğrusu Kuvayı Milliye atılımı ile başlayan ulusal kurtuluş ve ulus devletin kuruluşu sonrasında devletin üzerinde kurulu bulunduğu topraklar da halk ile iç içe geçmiş bir halkçılık örgütü kurularak çağdaş cumhuriyetin halkçı yapılanması ile entegre olması siyasal modelin kurumlaşması için gerekli görülüyordu.

                Atatürk 1930’lu yıllara gelene kadar bir yandan ulusal kurtuluş öte yandan da ulus devletin kuruluşu ile uğraşırken zaman ayıramadığı kurumlaşma olgusuna yeniden yönelerek  devletin çekirdeğini oluşturacak dil ve tarih kurumları gibi sosyal örgütlenmelere doğru adım atarken  dünya yeniden bir savaş ortamına sürüklenerek  ikinci dünya savaşı baskıları yeniden merkezi alanda gündeme getirilerek, bu bölgedeki Osmanlı uzantısı yeni devletlerin iç çatışmalara ya da bölge savaşlarına alet olmaları gibi yeni bir durum ortaya çıkıyordu. Bu çerçevede yeni kurulmuş olan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin doğu bölgelerinde yirmiden fazla isyan ve kalkışma batılı gizli servislerin öncülüğünde çıkartılıyor ve Türk devletine karşılık Sevr haritaları doğrultusunda ülkenin doğu, güneydoğu ve kuzey bölgelerinde yeni devletler kurulmak isteniyordu. İşte bu gibi girişimlerin Türk devletinin ulusal bütünlüğünü tehdit etmeye başladığı yeni dönemde yeni alt kimlikli ya da farklı din ile kültürel yapılara yönelen farklı devlet modelleri gündeme getirilerek, ülkenin Misakı Milli anlayışından gelen üniter yapısı ile ulusal bütünlüğü tehlikeye atılmaya çalışılıyordu. Birinci dünya savaşı sonrasında bölgenin özelliklerine uygun bir devlet modeli kurulmuşken, ikinci dünya savaşı aracılığı ile bu yapının sarsılması bölünme tehlikesini de beraberinde getiriyordu. İşte Atatürk hem Sevr haritasına hem de Balkanizasyon sürecinin Anadolu yarımadasına atlaması gibi bölücü bir tehlikeden uzak durabilmek üzere Türk Ocakları’na dayanılarak öncelikle kurmuş olduğu ulus devleti merkezileştirerek sahip çıkarken, aynı zamanda devletin temel ilkesi olarak halkçılığı milliyetçiliğin uzantısı olarak yanında benimsiyor ve daha sonra altı ilkeyi bir araya getirerek sistemini kuruyordu. Tam bu aşamada Türk Ocakları Halkevleri’ne dönüştürülerek devlet ile millet kaynaştırılıyordu.

                Kemalist devrimi kurumlaştırırken, Halkevleri bizzat Atatürk’ün elleriyle kurulduğu için Atatürk’ün kültür kurumu olarak kabul ediliyordu. Siyasal rejimin kurucusu olarak Mustafa Kemal bu yoldan hareket ederken, geçmişten bu yana gelen bazı büyük vakıflar aracılığı ile kültürel çalışmalar yapılmasına karşı çıkarak bilimsel ve laik kültürel değerlerin öne çıkarılması için batılı bilimsel değerlere dayanan örgütlenme modellerini araştırıyordu. Yüksek öğretimini başarı ile bitirmiş gençleri Avrupa ülkelerine göndererek onların elde ettiği bilgi birikimini kurumlaşma aşamasında Türk devleti ve toplumuna kazandırabilmek üzere Atatürk Çankaya köşkünü bir bilim ve kültür merkezi konumuna getirerek hareket etmiştir. Kurucu önder bu gibi çalışmalarında her akşam kendisi için hazırlanan sofra toplantılarını da her zaman belirli konuların uzmanlarına ya da dış dünyadan veya Avrupa ülkelerinden uzmanları getirerek onların duygu ve düşüncelerinden yararlanmıştır. Dünyayı beş yüz yıl yöneten İngilizlerin Londra’nın tam ortasında kurduğu Hyde Park benzeri bir düşünce alanı ya da çeşitli arayışlar için kullanılabilecek bir Think-Tank olarak Atatürk’ün sofrası kurucu liderin öncülüğünde öne geçmiştir. Atatürk’ün sofrasına laiklik ve uygarlık ölçüleri biçiminde uzak duran ve çamur atanlar, orta çağ kalıntısı geleneksel kültür içinde bocalayan gerici çevreler Atatürk’ü yok etmek için kayıtlara geçen otuz dan fazla suikast girişimi ile ondan kurtulmak istemişlerdir. Atatürk hem bu gibi girişimlere karşı kendi kurduğu düzeni  korumuş, hem de bu süreç içinde çeşitli bilimsel toplantılar ya da araştırma toplantıları düzenleyerek, Türk devriminin geleceğe dönük kurumlaşmasını devrimin üçüncü aşamasında gerçekleştirmeye çaba gösterirken, bu gibi geleceği kurma ya da kurumlaşma çalışmalarının gündüzlerin yetmediği bir aşamada Atatürk gece mesailerini de kullanarak kendi sofrasının bir uzmanlık alanı ya da beyin jimnastiği merkezi gibi kullanılmasını sağlamaya çalışmıştır. Bu tür çalışmalar gündüz mesaileriyle tamamlanamadığı aşamalarda, Çankaya sofrası İngilizlerin Hyde Park uygulamaları gibi düşünce merkezi konumuna dönüştürülerek kısa zamanda belirli alanlarda ve de özellikle kurumlaşma yolunda mesafeler katederek siyasal yapılanma açısından sonuç elde edilmeye çalışılmıştır.

                 Atatürk; Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, İnkılap Tarihi Enstitüsünü, Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesini Ankara Hukuk Fakültesini bilim ve eğitim kuruluşları olarak örgütledikten sonra, eğitim ve kültür alanlarının kurumlaştırılması aşamasında Kemalist devrimi halka götürecek bir yeni adım olarak Halkevleri’ni devleti kuran siyasal partinin halkçı çalışmalar yapan kolları olarak örgütlemiştir. Böylece devrimin sosyal ve kültürel örgütlenmesini tamamlayan Atatürk Çankaya tepesindeki yalnız adam görünümünden kurtulmuştur. Tarihsel ve kültürel toplantıların düzenlenmesinde ilgili kurumlar idari sorumluluklar üstlenerek devletin Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarıyla iş birliği yapıyorlardı. Atatürk devletin bakanlıkları ve kamu kurumlarının açılışlarını birbiri ardı sıra gerçekleştirirken aynı zamanda kamuya yararlı eğitim ve kültür kuruluşları da kurarak devletin yanı sıra toplumun da benzeri bir yeni yapılanma seferberliğine kalkışmasına zemin hazırlayarak yardımcı oluyordu. Atatürk devlet ve toplum çalışmalarını birbirine paralel yürüttüğü gibi yeni kurulan kurumların yönetici kadroları da belirlenerek geleceğin eğitim ve kültür ordusunun oluşturulması için yoğun çabalar gösteriliyordu. Eğitim ve kültür alanında üniversiteler ile iş birliği yapılarak gerekli kadrolar yetiştirilirken, ülkede bir de KADRO isimli bir dergi çıkarılarak devrimin öncü kadrolarını oluşturacak kadrolar yetiştirilerek devreye sokulmaya çalışılıyordu. Türk devleti böylece kendi kurumlaşmasını tamamlarken, Türkiye’yi ve Türk devletini içeride ve dışarıda temsil edecek yeni uzmanların yetiştirilmesinde önemli adımlar atılıyordu. Almanya, İsviçre, Çekoslovakya ve Danimarka gibi Avrupa kıtasının merkez ülkelerine genç cumhuriyet kadroları lisans ve lisans üstü eğitim çalışmalarını tamamlamak üzere gönderiliyordu. Bu ülkelere giderek inceleme yapan gençler Halk eğitimi ve kültürleri açısından yetiştirilirken, Türkiye’de Millet Mektepleri, Halkevleri ve Köy Enstitülerinin kurucu ve öncü kadro gereksinimleri karşılanmıştır. Türk Ocakları ise Rusya, İsviçre ve Almanya gibi merkezi Avrupa ülkelerinde başlangıç çalışmalarını yaptıktan sonra, İstanbul’a gelerek İkinci Meşrutiyet döneminde örgütlenmiş ve daha sonra da Kuvayı Milliye hareketi ile bütünleşerek ulusal kurtuluş savaşının aracılığı ile ulus devletin kurulmasına yardımcı olmuştur.

                Kemalist rejimin kurumlaşma aşaması Atatürk döneminin son yıllarına rastlamıştır. Cumhuriyet tarihi açısından konuya bakılırsa bu dönem tek parti döneminin son yılları olarak da tarih bilimi açısından ele alınabilir. Atatürk bizzat katılarak Halkevlerinin I4 ayrı merkezde yurt düzeyinde örgütlenmesi ile ilgili kuruluş toplantılarına katıldıktan sonra yurt gezileri sırasında hangi il ya da ilçeye gitse oradaki Halkevini sorup soruşturmuş ve daha sonra da o Halkevini ziyarete giderek bu kuruluşların devletin yardımcısı konumunda topluma uzanan kolları oldukları imajını vermeye çalışmıştır. Karadeniz bölgesini ziyaret ederken, o bölgedeki Halkevlerinin durumunu sormuş ve bu Halkevlerinde tiyatro olup olmadığını anlamaya çalışmıştır. Bu konuda daha sonraki bir toplantıda nerede bir Halkevi şubesi varsa orada gerçek anlamda bir Türk tiyatrosu olması gerektiğini bizzat kurucu önder olarak dile getirmiştir. Özellikle Anadolu’da Türk tiyatrosunun oluşturulmasına öncelik vererek az zamanda çok büyük kültürel değişiklikler getirmeyi düşünüyor ve bu doğrultuda halk kitlelerini tiyatro salonlarına toplayacak kalabalık grupları, ülkedeki ortaçağ kalıntısı tarikatçı kültürü devre dışı bırakmak amacıyla tiyatrolar üzerinden çağdaş bir kültürel yapının Anadolu topraklarına taşınması düşünülüyordu. Bir anlamda sosyal ve kültürel alanlarda yeni bir örgütlenme modeli gerçekleştiriliyor ve Türk halkının az zamanda çok şey öğrenmesi ya da kısa bir zaman dilimi içinde Türk toplumunun tepeden tırnağa değiştirilmesi hedefleniyordu. İşte Atatürk böylesine bir halk önderi olarak Türk halkı ile kucaklaşmaya yönelirken, Halkevleri ülkenin her yerinde kurulmuş halk merkezleri olarak toplumsal taban ile cumhuriyet yönetimi arasında sosyal bir kültür köprüsü işlemini görüyordu. İl ve ilçelerde Halkevleri kısa zamanda örgütlenerek şube sayısını 500 rakamının üzerine çıkarırken büyük yerleşim yerlerinde Halkevleri cumhuriyetin halka açılan merkezleri konumuna geliyorlardı. Köylerde okuma ve yazma kursları ile birlikte açılan Halk odalarının kısa zamanda 5000 rakamının üzerine çıkması da hem devletin kararlılığı ve başarısı hem de halk kitlelerinin eğitim ve kültüre susamış halinin uzantısı olarak değerlendiriliyordu.

                Halkevleri şubelerinin devleti kuran siyasal partinin halka yönelen halkçı çalışma merkezleri olarak kısa zamanda benimsenmeleri ülkede ülkedeki rejimin ulus devlet ağırlıklı bir biçimde gelişmesinden daha çok, Halkevleri atılımının toplumsal başarıları nedeniyle halkçı cumhuriyet olarak öncelikler kazandığı görülmektedir. Türk Ocakları üzerinden Türkçülük ile bütünleşen yeni rejim Türkiye devletinin kuruluşunun tamamlanması sonrasında ikinci dünya savaşına sürüklenirken halk kitlelerini yanına çekmeye çalışmış ,özellikle emperyalist ülkelerin kışkırttığı halk isyanlarıyla çok uğraşmak zorunda kalan devlet savaş sürecinde kendi halkı ile karşı karşıya gelmemek üzere, devlet ve halk kaynaşması ortamı yaratmaya çabalayarak ikinci cihan savaşı sırasında doğu Anadolu bölgesinde ülkenin birliğini tehdit edebilecek ayrılıkçı isyanlar alınan önlemler aracılığı ile önlenmiştir. Savaş yıllarında ülke ekonomisinin durgunluğa sürüklenmesi yüzünden halk arasında işsizlik ve açlık sorunları ortaya çıkınca, Millet Mektepleri ile disipline alıştırılan halk kitlelerinin daha verimli çalışmalar arayışı içine girdikleri görülmüştür. Almanya ve Danimarka merkezli Halk yüksek okulları uygulamalarını incelemek üzere, Avrupa’ya giden eğitimcilerin öncülüğünde Türkiye’yi ekonomik durgunluktan kurtaracak bir adım olarak Köy Enstitüleri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir statü içinde açılmışlardır. Türkiye’nin her bölgesi için kurulan Köy Enstitüleri para kazanmaya yönelik üretim çalışmaları yapmaya başlayınca, köylerden gelen katılımcı gençler belirli alanlarda ustalık ve kalfalık eğitimleri alarak Köy Enstitüleri ile halka yönelen ekonomik bir yapılanmanın önü açılmıştır. Daha sonraki yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Nato’ya girince ABD’nin baskılarıyla bu halk okulları kapatılarak Türk ekonomisi batı ülkelerinden gelen Amerikan şirketlerinin kontrölüne sokularak, Türkiye devleti daha sonraki aşamada Amerikanın yarı sömürgesi konumuna sürüklenmiştir. Köy Enstitüsü öğretmenleri daha sonraki aşamalarda kültür ve sanat alanlarında üretim çalışmalarına yönelince, bu kez de SSCB’nin Türkiye’ye yakınlığı gerekçe gösterilerek bu halk okullarının öğretmenlerinin komünist olduğu suçlamasıyla kapatılması istenmiş ve daha sonraki aşamada soğuk savaş gerginliği çerçevesinde Köy Enstitüleri haksız yere kapatılmışlardır.

                Halkevlerinin yurt düzeyinde örgütlü bir kültür kuruluşu olması Köy Enstitülerinin açılışı sırasında önemli katkılar sağlamıştır. Halkevleri üzerinden köycülük ve halkçılık alanında yetişmiş olan gençlerin bir kısmı daha sonraki aşamalarda Köy Enstitülerinde öğretmen ya da öğrenci olarak girmiş ve bu hareketin başarıya ulaşmasında katkı sağlamışlardır. Halkevlerinin başlatmış olduğu halkçılık çalışmaları Köy Enstitülerinin ortaya çıkıp örgütlenebilmeleri açısından hem elverişli bir ortam hem de yetenekli gençler arasında yepyeni kadroların yetişmesi için yararlı olmuştur. Köy Enstitülerinden yetişenler daha sonraki aşamada cumhuriyet Türkiye’sinin eğitim ve kültür kadrolarının temel çekirdeğini oluşturmuştur Halkevlerinin sağlamış olduğu toplumsal yenilik ortamı Türkiye için alternatif düşünceler ve programların gündeme getirilmesi açısından yararlı olmuştur. Kıtasal bir ülke konumu ile Türkiye topraklarının her bölgesinin yerel özellikler göstermesi Türkiye’de her açıdan çok yönlü ve zengin toplumsal çalışmaların ya da araştırmaların geçerli olduğu aşamalara gelinmiştir. Halk evleri böylesine bir durumdan oldukça yararlanan bir kitle örgütü olarak, her il ve ilçede eğitim ve kültürün öncülüğünü üstlenmeye çalışmıştır. Halkevlerinin Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde birinci önceliği eğitim ve kültür oluşumları olduğu gibi, ikinci önceliği de yerelleşme ve bölgeselleşmenin toplum merkezleri konumuna gelerek sosyal alanda etkinlikleri yürütmesi olmuştur. Halkevleri bu açılardan cumhuriyet döneminin önde gelen sosyal ve kültürel örgütleri olarak ortaya çıkmaları, zamanında Atatürk’ün nasıl bir doğru adım attığının göstergesi olarak bugünkü kuşaklara kıyaslama olanağı vermektedir. Türkiye’de demokrasiye geçilmesi ve demokrasinin bir yaşam biçimi ya da toplum düzeni olarak benimsenmesi gibi olumlu gelişmelerin Türkiye’de gerçekleştirilmesi için verilen özgürlük ve demokrasi mücadelesinde Halkevleri Türkiye’nin önde gelen demokratik kitle örgütü olarak çok büyük katkılar sağlayan bir kurum olarak özel bir yere sahiptir.

               İnişli çıkışlı bir tarihçeye sahip olan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Halkevleri her zaman için önde gelen bir yere sahip olmuş ve bu doğrultuda Atatürk döneminden bugünlere Türkiye’nin siyasal ve kültürel birikiminin temsilcisi olmuştur. Ülkeyi sağ hükümetlerin yönettiği ya da asker ağırlıklılara rejimlerin göreve geldikleri aşamalarda Halkevleri ya kapatılmış ya yargılanmış ya da hak ve özgürlükler alanından dışlanarak bir köşede tutulmaya çalışılmıştır. Bugünün Türkiye’sinde ciddi bir demokrasi mücadelesi yapılırken, Atatürkçü ve cumhuriyetçi birikimin örgütü olarak Halkevlerinin tekrar eskisi gibi siyasal ve sosyal ağırlıklarının bulunduğu yeni bir yapılanma sürecine girmesi gerekmektedir. Siyasi partilerin emperyalizmin işgali altına girdiği, siyaset kadrolarının batının önde gelen emperyalist ülkelerinin desteklediği kadrolar haline gelmesi, Türkiye’deki basın ve medya organlarının tümüyle emperyalist sermayenin denetimi ve yönlendirmesi noktasına gelinmesi her açıdan Türk demokrasisinin çarpık bir duruma sürüklendiğini ortaya koymaktadır. Bu aşamada gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapıldığı noktada, Türk demokrasisinin içine sürüklendiği çıkmazdan kurtulabilmesinin çok zor olduğu göze çarpmakta, demokrasiyi sırtlayıp götürerek Türk devletinin bugünlere gelmesini sağlayan Türkiye’deki cumhuriyet birikimi de demokrasinin tekrar eski sağlıklı düzenine dönmesini sağlamak doğrultusunda üzerine düşen sorumlulukların gereklerini yerine getirmesi gerekmektedir. Kütüphaneler geçmişten gelen Halkevleri dergileri ve kitapları ile dolu olduğunu bugünün emperyalizme teslim olmuş z kuşağı gençliğine yeniden göstermek gerekmektedir. Yaşanılan olumsuz gelişmeler karşısında iyice pasifleşen Türk gençliği ve Türk halkına gerçekleri gösterecek ve yeniden Türkiye’nin kurucu önder Atatürk’ten kalan çağdaş uygarlık dünyasının onurlu bir üyesi olmak hedefi bugünün koşullarında eskisinden çok daha fazla önem kazanmıştır. Ben bir eski Halkevci olarak, bugünün Halkevci sessiz kuşaklarının daha aktif ve sesli antiemperyalist mücadelelerde, Atatürk’ün cumhuriyet rejimini emanet ettiği Türk gençliğinin yeniden Atatürk’ün yoluna yönelerek, tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti idealine Türk ulusunun öncelikle kavuşmasını, yeni bir hedef olarak belirlenmesi gerektiğini bu noktada, Halkevlerinin cumhuriyetçi çizgisi açısından vurgulamayı ulusal bir görev biliyorum.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

1 Ocak 2023 Pazar

TÜRKİYE‘DE MÜBADELE MÜBADİLLER İLE ULUS DEVLET---SIĞINMACILAR İLE FEDERASYON - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

TÜRKİYE‘DE MÜBADELE MÜBADİLLER İLE ULUS DEVLET---SIĞINMACILAR İLE FEDERASYON

                               Bir uluslararası hukuk kurumu olarak mübadele olgusu dünya tarihi içinde ele alınarak incelendiği zaman, bugünün dünya haritasında fazlasıyla yer alan ulus devletlerin tarih sahnesine çıkışları aşamasında mübadele olayları ile ya da ulus devletlerin sınırlarının ele alınarak yeniden düzgün bir biçimde çizilmeleri aşamasında, ortaya çıkarak gündeme geldikleri görülmektedir. Daha çok büyük tarihsel olaylar sonrasında, yeryüzü haritası yeni hegemon güçlerin dünya kıtalarını batı merkezlerine bağlanması doğrultusunda, yeni emperyal projelerini uygulama alanına getirdikleri bir aşamada, devletler arası mübadele olaylarının bir hukuk düzenlemesi olarak uluslararası hukukta öne çıktıkları anlaşılmaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman bütün bölgelerin devletleşme oluşumuna yönelirken, ulus devlet olabilmek için ortak özelliklere ve koşullara sahip olan bir uluslaşma süreci içine girdikleri ve bu doğrultuda her ulus devletin kuruluş aşamasında karışık olmayan bir bütüncül ve tekçi toplum yapısına ulaşabilmek doğrultusunda, nüfus kaydırmalarına yöneldikleri görülmektedir. İşte bu tür gelişmeler karşısında ulus devletlerin sınır komşusu olan diğer ülkeler ile birlikte, halk topluluklarını takas ederek mübadele işlemlerini uygulama alanına getirmektedirler. Devletler arası rekabet düzeninde uluslararası hukuka uygun biçimde gündeme getirilen insan toplulukları arasındaki yer değişimi, ülke değiştirme ve yeni ülkelere yerleşme girişimleri, imparatorluklardan ulus devletlere geçişin ana mekanizmalarından birisi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Yerleşik düzenin dışına çıkarak farklı bir yerde yeni yaşam düzeni kurmak, devletler hukuku açısından bir kavram olarak mübadele terimi ile tanımlanmaya çalışılmıştır.

                 Sözlük anlamı ile mübadele insan toplulukları ya da gruplar arasında değiş tokuş yapma anlamına gelmektedir. Bu tür yer ve konum değiştirmelerin mübadele olarak kabul edilebilmesi için karşılığında bir bedel ödenmesi gerekmektedir. Mübadele kavramının özünde var olan bedel kavramı mutlaka bir karşılıklılık içermektedir. Göçler sonucunda ortaya çıkan yeni insan topluluklarının eskisinden farklı bir yerleşim ve yaşam düzenine yönlendirilirken, karşılıklılık esasına göre ortada iki taraf olacaktır. Devletler, milletler ya da topluluklar arasında gerçekleştirilen değiş tokuş hareketleri uluslararası hukuk alanında mübadele olarak tanımlanmaktadır. Ülkeler arasında savaş uzantısı esir topluluklarının karşılıklı olarak değiştirilmesi, ulemanın medrese ve kadılık kurumları arasında değişim yapması, önemli oranda mal ve mülk değişimlerinin yapılması gene mübadele kavramı içinde ele alınmaktadır. Mübadele yapanlar ya da mübadele işlemlerinin içinde yer alarak vatan değiştiren kişilere de mübadil sözcüğü kullanılmaktadır. Bir başka şey ile değiştirilmiş ya da mübadele işlemlerine konu olmuş kişiler ve şeyler de mübadil kavramı ile ifade edilebilmektedir. Eski bir Osmanlıca kavram olan mübadele sözcüğünün yerine daha sonraki aşamalarda farklı yaklaşımlarla ayrı ayrı kavramlar öne çıkarılmış ama hiçbirisi mübadele kavramının yerini alamadığı gibi kalıcı da olmamıştır. Bedel sözünden türetilen mübadele kavramı bir uluslararası hukuk terimi olarak günümüzde devletlerarası ilişkiler düzeni çerçevesinde gene eskisi gibi kullanılmaktadır. Büyük göç olayları sırasında ortaya çıkan azınlıklar sorununun aşılmasında, büyük devletlerin parçalanması sırasında farklı etnik grupların ayrı ayrı bölgelere yerleştirilmelerinde, insansız bölgelere yeni insan topluluklarının taşınmaları sırasında toplumsal bir düzen kurulmasına yönelik kamusal alan düzenlemelerinde, değişim ile birlikte mübadele kavramı da kullanılarak ortaya çıkan yeni ya da karışıklık ortamlarının düzeltilmesinde çözüm üretici bir kavram olarak kullanılmaktadır. Doğal koşulların değiştiği eskisinden çok farklı bir doğa yapılanması ile karşı karşıya gelindiği zamanlarda da insan toplulukları arasında değişim hareketleri mübadele kavramı ile hukuken tanımlanabilmektedir.

                İnsanlığın dünya kıtalarına yayılması ve bütün kara parçaları üzerine yerleşmesi uzun zaman almış ve insanlık tarihi her aşamada yerleşim sorunları ile karşı karşıya kalmıştır. Büyük nüfus hareketleri incelendiği zaman, insan toplulukları dünya bölgelerine doğru hareket ederken ve yeni gittikleri yerlere yerleşirken, kendilerinden önce o bölgelere gelerek yerleşmiş olan insan gruplarının oluşturduğu kamu düzenleri ile ya da çeşitli devlet yapılanmaları ile karşılaşmışlardır. Eski düzen yapıları ile yeni göçmenlerin karşılaşması dünyanın her bölgesinde yeni ve eski grupları karşı karşıya getirirken, zamanla sıcak çatışmalara bazen da savaşlara yol açmıştır. Bu nedenle her dönemde var olan devletler, yeni ortaya çıkan insan gruplarının kendilerine yurt edinerek yerleşebilecekleri toprak parçasına sahip olmak istemeleri gibi, karşı çıkılamayacak taleplerle karşılaşabilmişlerdir. Bu yüzden her zaman için var olan devletler yeni ortaya çıkan toplulukların yerleşim, yer ve yurt gibi talepleri ile uğraşmak zorunda kalmışlardır. Yeni gelen insan grupları yerleşmek ve yaşamak üzere eski devletlerin kapılarını çalarken, içine girmiş oldukları devletlerin toplumsal yapılarını değiştirmek ya da eskisinden çok farklı çok kimlikli bir yapılanmaya doğru devletlerin sürünmesine zemin hazırlayarak, eski devletlerin tek kültürlü toplum yapılarını bozabilmektedirler. Tarihin belirli bir döneminde bir araya gelerek devlet kuran ve bu devletin çatısı altında geleceğe yönelen bir yaşam düzeni çerçevesinde yeni gelen toplulukların alt kimlikleri ile birlikte, çatısı altına girilmekte olan devletlerin geçmişten gelen ulusal kimlikleri ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Var olan ulus devletlerin sahip oldukları ulusal kimlik ile yeni gelen insan gruplarının alt kimliklerinin karşı karşıya geldiği görülmekte ve böylece bir sıcak çatışma ortamı kendiliğinden öne çıkmaktadır. İnsan toplumlarının hemen hemen hepsi bir yaşam düzeni arayışı içinde oldukları için kendilerine kalıcı bir ulus ya da devlet yapısı aramaktadırlar. Dünya gezegeninin var olan doğal yapılanması çerçevesinde, insanların her aşamada bir yaşam düzeni arayışı içine girdikleri görülmektedir. İşte bu tür oluşumların birbiri ardı sıra gündeme gelmesiyle birlikte, bütün dünya ülkelerinde mübadele ya da benzeri girişimler birbiri ardı sıra gündeme gelerek yeni savaşlar ya da sıcak çatışmalar önlenebilmektedir.

                İnsanlığın dünya kıtalarına yayılmasıyla başlamış olan kara parçalarına yerleşme girişimleri zaman içinde kalıcı yapılanmalara dönüştüğü aşamada, yerleşik devlet düzenleri ile yeni gelen ya da getirtilen farklı insan grupları önce çatışma sürecine girmekte ve konu daha sonraki aşamada uluslararası hukukun çatısı altında yeni bir çözüm denemesine konu olmaktadır. Tarihin her aşamasında ortaya çıkan devletler de kendilerinden eski devlet yapıları ile bölücülüğe doğru yönelen yeni göç ve sürgün olayları ile karşı karşıya kaldıklarında, bu gibi durumlarda daha sonraki aşamada mübadeleye dayanan yeni çözüm girişimleri görülebilmektedir. Doğa olaylarının insanlık için tehdit noktasına geldiğinde yaşanmaz hale gelen ülkelerden büyük göçler ortaya çıkabilmekte ve bu gibi girişimler sonucunda, gene mübadele antlaşmaları ile çözüme kavuşturulan yeni nüfus hareketleri gündeme gelmektedir. Toplumların kitleler halinde yer değiştirmeleri bazen bilinçli fetih hareketlerine konu olmasına rağmen, daha çok insanlık dramı olarak insanların yerlerinden ve yurtlarından kovuldukları oluşumlara dünya ülkeleri sahne olmaktadırlar. Son yüzyılda bütün dünya ülkelerini içine alan dünya savaşları, imparatorlukların parçalanmasına, yeni yeni küçük devletçiklerin oluşmasına ve böylece değişik bölgelerde mübadele uygulamalarına yol açılmıştır. Dünya savaşları sonrasında ulusların kendi kaderlerini tayin etme haklarının tanınmasıyla bazı eski devletler bölünme ya da parçalanma gibi tehditler ile karşı karşıya kalmışlar ve bu durumdan kurtulabilmek üzere yerel ya da bölgesel düzeyde mübadele uygulamaları birbiri ardı sıra gerçekleşme aşamasına gelmiştir. Uluslararası düzenin korunması ve kollektif alanda bir güvenlik yapılanmasının gerçekleştirilmesinde nüfus değişimlerinin önlenmesi gerekirken, insanların yaşadıkları bölgelerden dışlanmasına hatta daha da ileri gidilerek kovulmalarına neden olan yeni devlet düzenleri oluşturulurken, gene yeni bir mübadele gereksinmesini ortaya çıkaran gerginlikler ve silahlı çatışmalar ortaya çıkmıştır. Yeni oluşan azınlıkların milliyetçilik akımlarının etkileriyle bulundukları ülkelerden kopmaları ya yeni devletlerin kurulmasına ya da yeni mübadele uygulamalarıyla azınlıkların ülke ve devlet değişimine yol açmıştır.

                Birinci dünya savaşı sonrasında yeni bir ulus devlet olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti  aynı topraklar üzerinde mirasçısı olduğu Osmanlı imparatorluğunun dağılmasından sonra dağılan imparatorluğun elden çıkan ülkelerinde, yaşayan eski Osmanlı halkının sahip oldukları alt kimlikler üzerinden, imparatorluk hinterlandında  yeni  kurulan devletlerin vatandaşı olmaya yönelmeleriyle birlikte, mübadele sorunu Misakı Milli sınırları içinde kurulmakta olan yeni Türk devletinin de ana sorunu haline gelmiştir. İmparatorluk sonrası dönemde yeni Türk devletinin sınırlarını çizen bir ulusal sınır ittifakı olarak Misak-ı Milli, bir meclis kararı olarak ulusal kurtuluş savaşına giderken ulusal irade tarafından Türkiye’nin önüne konuyordu. Mudanya mütarekesi sonrasında Lozan barış antlaşması ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ülkesindeki egemenliği ile diğer devletler ile birlikte uluslararası alanda eşit bir statüde hak ve özgürlüklere sahip olduğunu kamuoyuna açıklıyordu. Ulusal kurtuluş savaşını kazanmış olan Türk devleti yeni ulus devletin sınırlarını çizerken, Osmanlı sonrası dönemin koşullarını dikkate alarak hareket ediyor ve Avrupa ülkelerindeki Müslüman topluluklar ile  Orta Doğu bölgesindeki Arap olmayan Türk topluluklarının Misak-ı Milli antlaşması çizgisinde takas konusu yaparak devletin kuruluş temeline bir mübadele antlaşması konuyordu .400 bin Müslüman ile  200 bin Hristiyan’ın değiş tokuş edildiği , “Yunan ve Türk halklarının mübadelesine ait protokol “ile Lozan ilkeleri uygulamaya geçirilmiştir. Lozan antlaşması sonrasında Anadolu’dan bir buçuk milyon Hristiyan Balkanlara yerleşirken, 500 bin Hristiyan’ın da Yunanistan sınırlarının dışına çıkartılarak Anadolu topraklarına mübadil olarak kabul edildikleri anlaşılmaktadır. Bu aşamada eski Osmanlı halkının ulus devletlere paylaştırılması sırasında ana kriterin ırk ya da dil olmaması ve dini kimliğin esas sayılması nedeniyle imparatorluk sonrası dönemde bugünkü harita ortaya çıkmıştır. Bu durum da Hristiyanlar arasında Gagavuzların, Karamanlıların, Ulahların, Pomakların, Patriyotların ve bazı Hristiyan Arnavutların Müslüman olmayan topluluklar olarak, Hristiyanlar ile birlikte ele alınmalarına ve bu yüzden Misakı-Milli sınırları ötesinde, Balkan topraklarına yerleştirilmelerine neden olmuştur.

                Batı Trakya Türkleri ile birlikte İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Rumları mübadele dışında tutulmuştur. Bunların ötesinde mübadil olarak kabul edilen Müslüman halkın çoğunluğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kabul edilerek, tarih sahnesine yeni çıkan Türk ulusunun bir parçası olarak sayılmışlardır. Mudanya mütarekesi ile başlayan mübadele süreci uzun sürmüş ve çeşitli aşamalardan geçilerek, bugünkü Türk ulusu gerçeğinin ortaya çıkmasına önemli katkılar sağlanmıştır. Osmanlıların sürekli olarak Ruslar ile savaştırılmaları yüzünden önemli göç hareketleri yaşanmıştır. Savaşlar sonrasında elden çıkan Orta Doğu, Kafkasya ve Karadeniz bölgelerinde yaşayan Türk asıllı topluluklar da ana vatan olarak benimsenen Anadolu topraklarına geldiklerinde, batı ve güney bölgelerinden gelen mübadillere kuzey bölgelerinden gelen önemli sayıda katılımcılar olmuş ve böylece zaman içerisinde Osmanlı hinterlandından gelen mübadillerin sayısı eskisine oranla fazlasıyla artmıştır. Türk devleti çağdaş bir cumhuriyet olarak kurulurken, imparatorluk sınırları ile ulus devlet sınırları arasında bir yeni yaklaşım ortaya konarak, sorunların çözüme kavuşturulmasında mübadele başlıca köprü bağlantısı olarak öne çıkıyordu. Lozan konferansından beş yıl önce İstanbul protokolü imzalanarak nüfus kaydırma ve değişimi gereksinmelerinin karşılanmasında, savaş ve çatışma değil ama barış içinde çözüm arayışı gündeme getiriliyordu. Osmanlıların son milliyetçilik akımı olan Jön Türklüğün ortaya çıkmasından sonra Balkanlar’daki Yunanistan ve Bulgaristan gibi devletler yeni Türk devleti ile yakından ilişki kurmak üzere harekete geçiyorlardı. Hristiyan azınlıkların yeni dönemdeki statüleri ana sorun olarak öne çıkıyordu. Yunanistan yeni bir Bizans oluşturma noktasında büyük düşünce olarak adlandırdığı Megalo idea peşinde koşarken, birinci Balkan savaşı sonrasında ortaya çıkmış olan Hristiyan Balkan devletlerinin, kendi isimleri altında ulus devlet durumuna gelebilmeleri için mübadele kaçınılmaz bir biçimde zorunluluk kazanıyordu. Yunanistan Anadolu Rumlarını sınırları içine almaya çalışırken, Trakya ve Ege Rumlarının da Yunanistan devletine gönderilmeleri karara bağlanıyordu. İttihat ve Terakki hükümetinin aldığı bu nakil kararını, Yunan devleti hemen uygulama alanına koyuyordu. Mondros ateşkesinin çizdiği hatlar boyunca mübadele düzenlemeleri yapılıyordu.

                Lozan sözleşmesi yapılırken, ülke, askerlik ve maliye olmak üzere üç ayrı komisyon çalışması yapılarak eski devletten yeni devlete geçiş gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Yunan ve İtalyan ordularının batı bölgelerine çıkartma yaparak ülke işgaline kalkışmaları, Avrupa ve Asya toprakları arasında nüfus değişimini engelliyordu. İngilizlerin kışkırtmalarıyla Yunan ordusu tüm Hristiyan yerleşim yerlerini işgal etmeye hazırlanırken, yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti de Türk ve Müslümanların çoğunlukta oldukları yerleri, Misak-ı Milli sınırları içinde toplayarak birleştirmeye çalışıyordu. Daha sonraki aşamada Türklerin ulusal kurtuluş savaşını kazanmaları üzerine, Türkler bulundukları yerlerde bırakılarak yeni ulusal vatanın haritasının çizilmesinde temel dayanak noktası olarak dikkate alınıyorlardı. Lozan öncesinde yapılan bütün hazırlıklar barış konferansına getirilerek eski Osmanlı toprakları üzerindeki savaşlar önlenmeye çalışılıyordu. Türkiye ve Yunanistan arasında birçok sorun çıkmasına neden olan sınır anlaşmazlıklarının çözüme bağlanması için, önce doğu ve batı Trakya sınırları çizilmiştir. Doğu Trakya’dan getirilen Rumların Yunanistan vatandaşı olmalarına bu nedenle öncelik verilmiştir. Trakya’ya sahip çıkan Rumlar, küçük Asya tanımlaması ile Anadolu yarımadasını da kendilerine bağlamaya çaba gösteriyorlardı. Savaş sırasındaki yıkımlar ve yangınlar ile imparatorluk sınırları içinde halkların iç içe girerek ortak yaşam düzeni oluşturmaları da birlik nüfusunun alt kimliklere göre ayrıştırılmasını fazlasıyla zorlaştırmıştır. Ülke sınırları içerisindeki etnik grupların dağılımı esas alınarak yeni ulus devletlerin sınırları çizilirken, bazı içinden çıkılamayan karışıklıkların çözülebilmesi için bu alandaki uluslararası uzmanların bilgilerinden yararlanılmıştır. İngilizlerin desteği ile Müslüman ve Hristiyan topluluklar arasında mübadele yapılmış ama bir başka dinin temsilcisi olan Museviler bu mübadele girişimlerinde öne çıkmamış ve geride durarak yer almamışlardır. Bu antlaşma çerçevesinde Hristiyanlar aslında batıya doğru kaydırılarak, Avrupa topraklarında kendi devletlerini kurmalarına yardımcı olunuyordu. Müslümanlar ise Hristiyanların terk ettikleri bölgelere yerleştirilerek İslam dinini Asya topraklarına doğru yönlendiriyorlardı. Türk-Yunan mübadeleleri için daha önce uygulanan Bulgar-Yunan mübadelesindeki yöntemlerin benzerleri uygulanmıştır. Türk heyeti görüşmeler sırasında bulundukları bölgelerde ev içinde yaşayanlara aynı hak ve statünün tanınmasına ağırlık vermiştir. İngilizler mübadele için sürekli baskı yaparlarken Rumlar ortaya çıkan sorunların öncelikli biçimde çözülmesi için her aşamada itirazlar etmişlerdir.

                Lozan görüşmeleri sırasında, Türkiye kurulurken azınlıklar sorunu ile mübadele uygulaması birlikte ele alınarak tartışılmıştır. Hristiyan batı dünyası, Osmanlı Hristiyanlarını her aşamada destekleyerek ve koruyarak azınlıklara yeni avantajlar sağlanmasına uğraşırken, Osmanlılar azınlıklara tanınan yeni hakları tanımayarak, onların tamamını mübadele yolu ile Avrupa’daki Hristiyan ülkelere göndermeye öncelik vermiştir. Azınlık grupları mübadele yolu ile ülkeden çıkartıldıkça, yeni Türk devletinin toprakları daha da bütünleşerek, Misakı Milli antlaşmasının tam olarak hayata geçirilmesine katkı sağlamıştır. Mübadele ile diğer din mensuplarına tanınan ayrıcalıkları önleyen Osmanlı devleti, çağdaşlaşma hedefinde tanınan hak ve özgürlüklerin, Türk ve Müslüman toplum kesimlerine tam olarak uygulanmasını gerçekleştirilmiştir. Geçmişten gelen Hristiyan unsurlar içinde en büyük olan Rumlar Avrupa çizgisinde daha fazla hak ve özgürlük isterlerken, bunları kendi tekellerinde toplayarak bu gibi hak ve özgürlükler aracılığı ile Osmanlı toprakları üzerinde eskisi gibi hegemonya sahibi olabilmenin arayışı içine giriyorlardı. Kendi ulus devletini kurma yolunda Türkler mücadele ederken, ülke içindeki ulusal birlik ve bütünlüğün parçalanmasına karşı çıkarak her türlü yabancı ve dış unsurların müdahalesinden kurtulmak istiyorlardı. Türk ulus devletinin kurucuları, tıpkı Osmanlı imparatorluğunun etnik gruplarla Balkanizasyonu gibi, aynı çizgide Türk ulus devletinin de alt kimlikçi eyaletlerle parçalanmasına seyirci kalmak istemiyorlardı. Lozan konferansı sırasında daha önce savaşlar devam ederken, yer değiştiren azınlık gruplarına da daha sonraki aşamada geri dönme ya da başka yerlere gitme hakları tanınmıştır. Türk tarafı acil bir ulus devlet kurmak istediği için Türkiye adını benimseyerek bunu önleyen etnik azınlıkların ülke dışına gitmesine olumlu katkıda bulunmuştur.

                Mübadele sözleşmesi ve ilgili protokol on dokuz madde ve bir antlaşma metninden oluşmaktadır. Sözleşme Müslüman Yunan vatandaşları ile Hristiyan Türk vatandaşları arasında bir yeni yerleşim getirmiştir. Zorunlu değişim ile mübadele uygulanırken, İstanbul’da yaşayan Rumlar ile Trakya’da yaşayan Türkler bu değişimin dışında tutulmuşlardır. Mübadele sonrasında yer değiştirmek isteyenlere göçmen adı verilerek onlara uygun bir ortam hazırlanmaya çalışılmıştır. Mübadele edilecek topluluklara her türlü engelin önlenmesi karara bağlanmıştır. Mübadiller yeni vatanlarına gidince, eski devletleri ile ilişkileri kesilecek yeni gittikleri bölgenin devletinin uyruğuna gireceklerdir. Gayrimenkuller ile birlikte götürülmek istenen taşınır malların değiş tokuşunda da ilgili komisyonların inceleme ve kararları doğrultusunda hareket edilecektir. Taşınmaz malların tasfiyesi ve diğer anlaşmazlık konularını çözmek üzere, karma bir komisyon kurulması kararlaştırılmıştır. Türk ve Yunan meclislerinden seçilecek üyelerce oluşturulacak alt komisyonlar, değişim işlemlerinin barış protokoluna uygun olarak yapılması öngörülmüştür. Komisyonlar terkedilen ülkede bırakılan mallara eşit bir mal varlığının mübadillere tanınmasını bir ilkeye bağlamıştır. Her göçmen kendisine verilen mallar belgesindeki kadar yeni ülkesinde mal sahibi olabilecektir. Tasfiye işlemleri sonunda borçlu kalan ülkenin borcunu ödemesi karara bağlanacaktır. Borçların ödenme süreleri gene komisyon kararları ile uygulama alanına getirilecektir. Mübadillerin iki ülke arasındaki gidiş ve gelişleri de gene karma komisyon kararları ile uygulama alanına getirilecektir. Mübadele kapsamı içinde yer alan toplam nüfusun içinde özgür olmak isteyenlerin serbest bırakılması da gene karma komisyon kararları ile belirlenecektir. Mübadele dışında tutulan insanlar ve toplulukların hakkında neler yapılacağı ve onların uyacağı kurallar, gene komisyon kararları ile belirlenerek uygulama alanına getirilecektir.

                Kerkük ve Musul antlaşmalarının hükümete sunulduğu toplantı sırasında, Mübadele antlaşması ve ilgili hükümlerin bulunduğu protokol Çankaya yönetimine sunulmuştur. Misakı Milli  antlaşmasının ilgili olduğu Kuzey Irak konusuyla beraber Balkanlar’daki nüfus değişiminin birlikte ele alınması mübadelenin ulus devletin kuruluşu sırasında fazlasıyla önemsendiğini ortaya koymaktadır .Anadolu yarımadası üzerinden geleceğin ulus devleti kurulurken, devletin kurucusu  olan ulusun adı Türk olarak belirleniyor ve Hristiyan Avrupa kıtası ile, Müslüman Orta Doğu bölgesine eşit ölçülerde ağırlık verilerek, doğu-batı ekseni çizgisinde Türklük ele alınıyor yeni ulus devletin kapsadığı topraklar ile sınır komşusu bölgelerin durumu ise, yeni devletin konumu ile birlikte incelenerek siyasi değerlendirmesi yapılıyordu. Türk tarihi açısından Türklük olgusu değerlendirilirken, Avrupa ve Asya Türklüklerinin birlikte ele alınarak değerlendirilmesi, kurulmakta olan merkezi ulus devletin temellerinin gerçekçi bir yönde atılabilmesi açısından yararlı görünüyordu. Atatürk yönetimi yeni ulus devleti, dünyanın tam ortasında bağımsız bir devlet olarak ele alırken, Orta Doğu’ya Asya ve Avrupa kıtalarına eşitlikçi bir bakış açısı ile uzanıyordu. Hükümetin konu ile hemen ilgilenmesiyle birlikte, aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi Lozan Antlaşmasıyla birlikte mübadele protokolünü da dikkate alarak, konuyu Meclis düzeyinde inceliyordu. Lozan görüşmeleri sırasında Patrikhane sorununun da ele alınması, çok boyutlu gerçekçi bir değerlendirme için zorunlu görülmüş ve buna göre hareket edilmiştir. Atatürk’ün Türklere yönelik her türlü kötülüğün kaynağı olarak gördüğü Patrikhane meselesinin mübadele sırasında ele alınmasının nedeni Rumların Türkler ve Türkiye karşıtı girişimlerinin acil sorunlar olarak öne çıkmasıdır. Lozan antlaşması ile Patrikhanenin elindeki yetkilerin bir kısmının kaldırılması ve diğerlerinin de kısıtlanması ile mübadele yapan iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir denge oluşturulmaya çalışılmıştır. Patrikhanenin eskiden olduğu gibi Rumları Türkiye aleyhine kışkırtmasının önlenmesiyle, mübadele için daha sakin bir ortam yaratılabilmiştir. Mübadele ile azınlıklar sorunu çözülürken, ulus devlete yönelen uluslaşma olgusunun sosyal bir taban kazanması elde edilmiştir. Hükümetin dikkatli davranması sayesinde Patrikhane sorunu da yanlış anlamlardan uzak kalacak bir açıklığa kavuşturulmuştur. Görüşmeler sırasında İstanbul Rumları ile Trakya Türklerinin yerlerinde kalmasının, bütün dünya devletlerinin büyük baskıları yüzünden gündeme getirildiği açıklanmıştır. Ayrıca karşılıklı olarak her iki taraf mensuplarına mali ve ekonomik durumları için belirli güvenceler sağlandığı da Meclis konuşmaları sırasında dile getirilerek bir barış ortamı yaratılmıştır.

                Balkanlar’da gerçekçi bir çözüm sağlamak için batı Trakya bölgesinin nüfusu içinde var olan büyük Türk çoğunluğunun dikkate alınması gerekiyordu. Nitekim bu doğrultuda batı Trakya’daki Türk yapılanması kabul edilmiş ama bu bölge siyasal güç dengelerini korumak çizgisinde Türkiye sınırları dışında bırakılmıştır. Değişim ve nüfus hareketleri çerçevesinde, yerleşmiş kavramının batı dillerindeki karşılığı olarak “etabli” meselesi ortaya çıkmıştır. Yerleşik ya da yerleşmiş anlamındaki bu kavramın karşı taraf konumundaki iki ülke tarafından birbirinden farklı bir anlamda ele alınması, konu üzerinde bir fikir birliği yaratılmasını önleyerek anlam üzerine tartışmaların sürüp gitmesine neden olmuştur. Türkiye değişim konusu olacak azınlıkların belirlenmesi konusunda, Türk yasaları ve düzenlemelerinin esas alınması gerektiğini vurgularken, Rum tarafı yalnızca 1918 yılının temel alınarak Rum azınlıkların belirlenebileceğini ısrarlı bir biçimde öne sürmüştür. Türkiye bu kavramın içeriğinin belirlenmesi sırasında daha dar kapsamlı bir yaklaşımı gerçekleştirmeye çalışırken, Yunan devleti etabli kavramını daha geniş kapsamlı tanımlayarak, kendi nüfusunu artıracak derecede bir azınlık yaratmaya öncelik tanımıştır. Yunan tarafı İstanbul’a en eski zamanlardan bu yana gelerek yerleşen bütün Hristiyan Rumlara, siyasal azınlık statüsünün tanınmasından yana bir tutumun daha gerçekçi olduğunu savunuyordu. Konstantinopolis adını verdikleri İstanbul kentini eski Roma ve Bizans imparatorluklarının merkezi olarak gördükleri için en eski yıllardan bu yana Konstantinopolis denen İstanbul’u gene eskisi gibi kendi merkezleri statüsünün tanınması için mücadele ediyorlardı. İstanbul’un Rum ahalisi kavramı ile Bizans’ın merkezinde yaşayan ve etabli olarak kabul edilen siyasal azınlık olgusu burada dikkate alınmak zorundadır. Sonraki yıllarda Yunanistan’ın antlaşmalara aykırı davranarak, Türk asıllıların mal varlıklarına el koyması ve daha sonraları da Batı Trakya Türkleri üzerindeki baskıları artırması üzerine, Türkiye ve Yunanistan yeni bir savaşın önüne kadar gelmişler ama bu aşamada Türkiye yeni bir kanun çıkararak İstanbul’da yaşayan bütün Rumlar ile Batı Trakya’da yaşamakta olan  tüm Müslüman Türkler, etabli anlamında siyasal azınlıklar olarak kabul edilerek yeni bir  hukuk düzenlemesi  ile  çatışma ve savaşa giden yolun önü kesilmiştir.

                Lozan’da imzalanan Mübadele sözleşmesinde mübadillerin belirlenmesinde temel olarak din unsuru esas sayılmıştır. Türkiye’de ki   Rum ve Ortadoks ahali ile, Yunanistan’daki Müslümanların karşılıklı olarak etabli sayılmaları ile getirilen yeni yasal düzenleme iki ülke arasında savaş seslerinin bazen duyulmalarını önlemiştir. Türkiye Patrikhane’nin İstanbul kenti dışına çıkarılması için girişimlerde bulunmasına rağmen, batının önde gelen devletlerinin zorlamaları yüzünden Patriklik binası gene Bizans dönemindeki yerini İstanbul’daki Fener semtinde korumaktadır. Arapoğlu Konstantin gibi bazı karma kişilikli Patriklerın göreve getirilmeleri ile gene eski hassas sorunların kaşınarak bölgedeki Lozan antlaşmasıyla gelmiş olan barış düzenini tehdit ederek, gene eskisi gibi sıcak çatışmalara elverişli olabilecek karışıklık ortamı yaratabilmenin peşinde koşan fanatik bazı din provakatörlerine rastlanmıştır. Patriklik kurumu tıpkı İstanbul Rumları ya da Batı Trakya Türkleri gibi mübadele dışında tutularak, bölgesel barışın Atatürk döneminde ortaya konan ilkeleri ile birlikte hukuki statüsü korunmaya çalışılmıştır. Patrikane sorunu batının Hristiyan ülkelerinin baskıları yüzünden bugün de devam etmekte ve Türkiye karşıtı her türlü siyasal oyunda bu Türk düşmanı kurum her yönü ile kullanılmaya çalışılmaktadır. Atatürk’ün istediği gibi Patrikhanenin İstanbul dışına çıkarılarak Atina gibi Hristiyan merkezli bir büyük kente taşınması, bölge ve ülke barışlarının korunması için zorunlu görünmektedir. Yunanistan’ın zaman zaman batı dünyasının Hristiyan merkezli güç birliğine dayanarak, Birleşmiş Milletler ya da La Haye Adalet divanı gibi uluslararası hukuk ve siyaset organlarına hem Patrikhane hem de Etabli sorunlarını götürmeye çalışmış ama hiçbir sonuç alamamıştır. Ayrıca Türkiye ile Yunanistan arasındaki hukuk ve siyaset alanındaki sorunlar, batı bloku tarafından sürekli tırmandırılarak bugün gelinen aşamada yeni gerginlik ortamı yaratılmıştır .Türk tarafı bu  gibi sorunlarda daha dikkatli davranmasına rağmen, Yunanlılar batılıların şımarık çocukları gibi davranarak bölge barışını sürekli olarak engellemişlerdir.

                Türk devletinin Müslüman bir topluma dayandığı dikkate alınarak merkezi coğrafyadaki dinler arası kavga ve çekişmeler sürekli bir biçimde tırmandırılmaktadır. Şamanizm ve Budizm gibi Asya kökenli dinlerin bulunduğu alanlardan dünya sahnesine çıkmış olan Türkler, bugün gelinen aşamada kutsal topraklar adı verilen merkezi coğrafya toprakları üzerinde, üç tek tanrılı din arasındaki hegemonya kavgasının ortasına düşmüşlerdir. Kavimler kapısı adı verilen üç kıta arasındaki orta dünyanın yeniden yapılanması sırasında hem dinler arası hem de uluslararası çekişmeler tarihin getirdikleriyle birlikte yaşanmaktadır. Müslümanlığın yaygın bir düzen içinde bulunduğu merkezi alanlar aynı zamanda Hristiyanlığında ilgisini çekerek, yeni bir tarihsel çekişmenin temelleri atılmaktadır. Hiç Rumca bilmeyen Ortadoks Karaman Türkleri gibi toplumlar, bölgenin değişik yörelerinde yaşamlarını sürdürürken, Hristiyan Rumlar ile Müslüman Türklerin son aşamada büyük bir din savaşına doğru sürüklenmeleri, dünya barışını üçüncü dünya savaşı ile tehdit etmektedir. Böylesine büyük bir din savaşının yaratacağı çok kanlı sahneler sonunda, bütün dinlerin ortadan kalkacağı ya da kaldırılacağı açıkça dile getirilerek, bu doğrultuda kamuoyu yaratılmaya çaba gösterilmektedir. Yirminci yüzyıl içinde iki büyük dünya savaşı yaşamış olan insanlığın çok yakında bir üçüncü dünya savaşına doğru sürükleneceği ve bu olumsuz karmaşık durumun Armegeddon ismi verilen üçüncü büyük savaş ile, bugün yaşanmakta olan dünyanın sonunu getireceğine dair önemli açıklamalar birbiri ardı sıra tekrarlanarak cehennemin kapısı aralanmaktadır. İnsanlar arasında din, dil, millet, devlet ve etnik ayrılıkların sebep olacağı bir çatışma ortamının getireceği kaotik ortamın insanoğlunu ortadan kaldırabileceği, artık açıkça tartışılmaktadır. İnsanlar arasındaki küçük farklılıkların büyük savaşlara yol açabileceğini artık tartışılmasının zamanı gelmiştir.

                Mübadele yolu ile Avrupa ve Balkanlar’dan gelmiş olan Türkiyeli Mübadiller, dünyanın merkezi olan Anadolu yarımadasının bütün bölgelerine yerleşmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş döneminde Mübadillerin katkılarının aracılığı ile eksiklerini gidererek, uluslaşma sürecini tamamlayabilmiştir. Uygarlığın beşiği olan Avrupa ve Avrasya toprakları üzerinde tarih sahnesine çıkmış olan büyük dinler ve milletler siyasal gündeme oturarak gelecek için belirleyici olmaya başladıkları aşamalarda dünya barışının tehlikeye girmesiyle, evrensel barış ortamları zarar görmüştür. Böylesine çatışma ortamlarında sürtüşme ve çatışmalara yol açan din ve kültür farklılıklarının aşılması sürecinde, mübadele antlaşmaları savaş ve benzeri sıcak çatışmaları önleyebilmektedir. Bu nedenle Türkler birinci dünya savaşı sonrasında kendi ulus devletlerini, mübadele antlaşmalarının sağladığı yumuşama ve hoşgörü ortamlarına dayanarak kurabilmişlerdir. Yüz yıl önce dünya savaşları sırasında Türkler bulundukları bölge halkına mübadele ile yeni değişim düzeni getirerek, savaş ve çatışmaları önleyen, insan ile toplum takasları yolu ile hem yeni bir düzen kurabilmişler hem de çağdaş anlamda yepyeni bir ulus yaratarak, bunun ulus devletini dünyanın merkezinde ilan etmişlerdir. Bugün gelinen aşamada ise gene yüz yıl öncesi gibi gerginlikler ve çekişmeler tırmanırken, yüz yıl önce başarıyla uygulanmış olan mübadele hatırlanmayarak, sığınmacılık gibi savaşların ortaya çıkardığı tehlikeli bir çatıştırıcı kavram öne çıkarılmaktadır. Yüz yıl önce mübadele yolu ile ve mübadillerin katkılarıyla gerçekleşen uluslaşma süreci, bugün benzeri çatışma ve gerginliklerin yeniden gündeme geldiği aşamada, yıkılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu açıdan devletler yeniden uluslaşmayı destekleyen bir mübadeleyi savunmak zorunda kalmaktadırlar. Bu ortamda savaş koşullarının çatışmalara sürüklediği cahil nüfusun uzantısı olan alt kimliklere sahip sığınmacıların, farklı kimlikler ve çatışmalar ile birlikte, çok kültürlü toplum yapılarına doğru hızla sürüklenmesi önlenememektedir. Bugün mübadele antantı üzerine kurulmuş olan ulus devletler ve ulusal toplumlar, yeniden halkın mübadil toplum kesimleriyle birlikte uluslaşmayı desteklemek durumuna gelmiştir. Dün mübadillerin katkılarıyla kurulmuş olan ulus devletler, bugün sığınmacı diye lanse edilen bazı maceracı, aktivist ve terörist grupların   parçalayıcı saldırılarına hedef olduğu için, mübadiller kurucusu oldukları ulus devleti ulusal toplumla iş birliği içinde ulusalcılığı güçlü biçimde destekleyerek korumalıdırlar. Böylece alt kimlikli sığınmacılarla bölünmeye gidiş acilen önlenmelidir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN