ANKARA KALESİ
TÜRKİYE‘DE MÜBADELE MÜBADİLLER İLE ULUS DEVLET---SIĞINMACILAR
İLE FEDERASYON
Bir
uluslararası hukuk kurumu olarak mübadele olgusu dünya tarihi içinde ele
alınarak incelendiği zaman, bugünün dünya haritasında fazlasıyla yer alan ulus
devletlerin tarih sahnesine çıkışları aşamasında mübadele olayları ile ya da
ulus devletlerin sınırlarının ele alınarak yeniden düzgün bir biçimde
çizilmeleri aşamasında, ortaya çıkarak gündeme geldikleri görülmektedir. Daha
çok büyük tarihsel olaylar sonrasında, yeryüzü haritası yeni hegemon güçlerin
dünya kıtalarını batı merkezlerine bağlanması doğrultusunda, yeni emperyal
projelerini uygulama alanına getirdikleri bir aşamada, devletler arası mübadele
olaylarının bir hukuk düzenlemesi olarak uluslararası hukukta öne çıktıkları
anlaşılmaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman bütün bölgelerin devletleşme
oluşumuna yönelirken, ulus devlet olabilmek için ortak özelliklere ve koşullara
sahip olan bir uluslaşma süreci içine girdikleri ve bu doğrultuda her ulus
devletin kuruluş aşamasında karışık olmayan bir bütüncül ve tekçi toplum
yapısına ulaşabilmek doğrultusunda, nüfus kaydırmalarına yöneldikleri
görülmektedir. İşte bu tür gelişmeler karşısında ulus devletlerin sınır komşusu
olan diğer ülkeler ile birlikte, halk topluluklarını takas ederek mübadele
işlemlerini uygulama alanına getirmektedirler. Devletler arası rekabet
düzeninde uluslararası hukuka uygun biçimde gündeme getirilen insan
toplulukları arasındaki yer değişimi, ülke değiştirme ve yeni ülkelere yerleşme
girişimleri, imparatorluklardan ulus devletlere geçişin ana mekanizmalarından
birisi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Yerleşik düzenin dışına çıkarak farklı
bir yerde yeni yaşam düzeni kurmak, devletler hukuku açısından bir kavram
olarak mübadele terimi ile tanımlanmaya çalışılmıştır.
Sözlük anlamı ile mübadele insan toplulukları
ya da gruplar arasında değiş tokuş yapma anlamına gelmektedir. Bu tür yer ve
konum değiştirmelerin mübadele olarak kabul edilebilmesi için karşılığında bir
bedel ödenmesi gerekmektedir. Mübadele kavramının özünde var olan bedel kavramı
mutlaka bir karşılıklılık içermektedir. Göçler sonucunda ortaya çıkan yeni
insan topluluklarının eskisinden farklı bir yerleşim ve yaşam düzenine
yönlendirilirken, karşılıklılık esasına göre ortada iki taraf olacaktır.
Devletler, milletler ya da topluluklar arasında gerçekleştirilen değiş tokuş
hareketleri uluslararası hukuk alanında mübadele olarak tanımlanmaktadır. Ülkeler
arasında savaş uzantısı esir topluluklarının karşılıklı olarak değiştirilmesi, ulemanın
medrese ve kadılık kurumları arasında değişim yapması, önemli oranda mal ve
mülk değişimlerinin yapılması gene mübadele kavramı içinde ele alınmaktadır. Mübadele
yapanlar ya da mübadele işlemlerinin içinde yer alarak vatan değiştiren
kişilere de mübadil sözcüğü kullanılmaktadır. Bir başka şey ile değiştirilmiş
ya da mübadele işlemlerine konu olmuş kişiler ve şeyler de mübadil kavramı ile
ifade edilebilmektedir. Eski bir Osmanlıca kavram olan mübadele sözcüğünün
yerine daha sonraki aşamalarda farklı yaklaşımlarla ayrı ayrı kavramlar öne
çıkarılmış ama hiçbirisi mübadele kavramının yerini alamadığı gibi kalıcı da
olmamıştır. Bedel sözünden türetilen mübadele kavramı bir uluslararası hukuk
terimi olarak günümüzde devletlerarası ilişkiler düzeni çerçevesinde gene
eskisi gibi kullanılmaktadır. Büyük göç olayları sırasında ortaya çıkan
azınlıklar sorununun aşılmasında, büyük devletlerin parçalanması sırasında
farklı etnik grupların ayrı ayrı bölgelere yerleştirilmelerinde, insansız
bölgelere yeni insan topluluklarının taşınmaları sırasında toplumsal bir düzen
kurulmasına yönelik kamusal alan düzenlemelerinde, değişim ile birlikte
mübadele kavramı da kullanılarak ortaya çıkan yeni ya da karışıklık ortamlarının
düzeltilmesinde çözüm üretici bir kavram olarak kullanılmaktadır. Doğal koşulların
değiştiği eskisinden çok farklı bir doğa yapılanması ile karşı karşıya
gelindiği zamanlarda da insan toplulukları arasında değişim hareketleri
mübadele kavramı ile hukuken tanımlanabilmektedir.
İnsanlığın
dünya kıtalarına yayılması ve bütün kara parçaları üzerine yerleşmesi uzun
zaman almış ve insanlık tarihi her aşamada yerleşim sorunları ile karşı karşıya
kalmıştır. Büyük nüfus hareketleri incelendiği zaman, insan toplulukları dünya
bölgelerine doğru hareket ederken ve yeni gittikleri yerlere yerleşirken, kendilerinden
önce o bölgelere gelerek yerleşmiş olan insan gruplarının oluşturduğu kamu
düzenleri ile ya da çeşitli devlet yapılanmaları ile karşılaşmışlardır. Eski
düzen yapıları ile yeni göçmenlerin karşılaşması dünyanın her bölgesinde yeni
ve eski grupları karşı karşıya getirirken, zamanla sıcak çatışmalara bazen da
savaşlara yol açmıştır. Bu nedenle her dönemde var olan devletler, yeni ortaya
çıkan insan gruplarının kendilerine yurt edinerek yerleşebilecekleri toprak
parçasına sahip olmak istemeleri gibi, karşı çıkılamayacak taleplerle
karşılaşabilmişlerdir. Bu yüzden her zaman için var olan devletler yeni ortaya
çıkan toplulukların yerleşim, yer ve yurt gibi talepleri ile uğraşmak zorunda
kalmışlardır. Yeni gelen insan grupları yerleşmek ve yaşamak üzere eski
devletlerin kapılarını çalarken, içine girmiş oldukları devletlerin toplumsal
yapılarını değiştirmek ya da eskisinden çok farklı çok kimlikli bir yapılanmaya
doğru devletlerin sürünmesine zemin hazırlayarak, eski devletlerin tek kültürlü
toplum yapılarını bozabilmektedirler. Tarihin belirli bir döneminde bir araya
gelerek devlet kuran ve bu devletin çatısı altında geleceğe yönelen bir yaşam
düzeni çerçevesinde yeni gelen toplulukların alt kimlikleri ile birlikte, çatısı
altına girilmekte olan devletlerin geçmişten gelen ulusal kimlikleri ile karşı
karşıya kalmaktadırlar. Var olan ulus devletlerin sahip oldukları ulusal kimlik
ile yeni gelen insan gruplarının alt kimliklerinin karşı karşıya geldiği
görülmekte ve böylece bir sıcak çatışma ortamı kendiliğinden öne çıkmaktadır. İnsan
toplumlarının hemen hemen hepsi bir yaşam düzeni arayışı içinde oldukları için
kendilerine kalıcı bir ulus ya da devlet yapısı aramaktadırlar. Dünya
gezegeninin var olan doğal yapılanması çerçevesinde, insanların her aşamada bir
yaşam düzeni arayışı içine girdikleri görülmektedir. İşte bu tür oluşumların
birbiri ardı sıra gündeme gelmesiyle birlikte, bütün dünya ülkelerinde mübadele
ya da benzeri girişimler birbiri ardı sıra gündeme gelerek yeni savaşlar ya da
sıcak çatışmalar önlenebilmektedir.
İnsanlığın
dünya kıtalarına yayılmasıyla başlamış olan kara parçalarına yerleşme
girişimleri zaman içinde kalıcı yapılanmalara dönüştüğü
aşamada, yerleşik devlet düzenleri ile yeni gelen ya da getirtilen farklı insan
grupları önce çatışma sürecine girmekte ve konu daha sonraki aşamada
uluslararası hukukun çatısı altında yeni bir çözüm denemesine konu olmaktadır. Tarihin
her aşamasında ortaya çıkan devletler de kendilerinden eski devlet yapıları ile
bölücülüğe doğru yönelen yeni göç ve sürgün olayları ile karşı karşıya
kaldıklarında, bu gibi durumlarda daha sonraki aşamada mübadeleye dayanan yeni
çözüm girişimleri görülebilmektedir. Doğa olaylarının insanlık için tehdit
noktasına geldiğinde yaşanmaz hale gelen ülkelerden büyük göçler ortaya
çıkabilmekte ve bu gibi girişimler sonucunda, gene mübadele antlaşmaları ile
çözüme kavuşturulan yeni nüfus hareketleri gündeme gelmektedir. Toplumların
kitleler halinde yer değiştirmeleri bazen bilinçli fetih hareketlerine konu
olmasına rağmen, daha çok insanlık dramı olarak insanların yerlerinden ve
yurtlarından kovuldukları oluşumlara dünya ülkeleri sahne olmaktadırlar. Son yüzyılda
bütün dünya ülkelerini içine alan dünya savaşları, imparatorlukların
parçalanmasına, yeni yeni küçük devletçiklerin oluşmasına ve böylece değişik
bölgelerde mübadele uygulamalarına yol açılmıştır. Dünya savaşları sonrasında
ulusların kendi kaderlerini tayin etme haklarının tanınmasıyla bazı eski
devletler bölünme ya da parçalanma gibi tehditler ile karşı karşıya kalmışlar
ve bu durumdan kurtulabilmek üzere yerel ya da bölgesel düzeyde mübadele
uygulamaları birbiri ardı sıra gerçekleşme aşamasına gelmiştir. Uluslararası
düzenin korunması ve kollektif alanda bir güvenlik yapılanmasının
gerçekleştirilmesinde nüfus değişimlerinin önlenmesi gerekirken, insanların
yaşadıkları bölgelerden dışlanmasına hatta daha da ileri gidilerek
kovulmalarına neden olan yeni devlet düzenleri oluşturulurken, gene yeni bir mübadele
gereksinmesini ortaya çıkaran gerginlikler ve silahlı çatışmalar ortaya
çıkmıştır. Yeni oluşan azınlıkların milliyetçilik akımlarının etkileriyle
bulundukları ülkelerden kopmaları ya yeni devletlerin kurulmasına ya da yeni
mübadele uygulamalarıyla azınlıkların ülke ve devlet değişimine yol açmıştır.
Birinci
dünya savaşı sonrasında yeni bir ulus devlet olarak ortaya çıkan Türkiye
Cumhuriyeti aynı topraklar üzerinde
mirasçısı olduğu Osmanlı imparatorluğunun dağılmasından sonra dağılan
imparatorluğun elden çıkan ülkelerinde, yaşayan eski Osmanlı halkının sahip
oldukları alt kimlikler üzerinden, imparatorluk hinterlandında yeni kurulan devletlerin vatandaşı olmaya
yönelmeleriyle birlikte, mübadele sorunu Misakı Milli sınırları içinde
kurulmakta olan yeni Türk devletinin de ana sorunu haline gelmiştir. İmparatorluk
sonrası dönemde yeni Türk devletinin sınırlarını çizen bir ulusal sınır
ittifakı olarak Misak-ı Milli, bir meclis kararı olarak ulusal kurtuluş
savaşına giderken ulusal irade tarafından Türkiye’nin önüne konuyordu. Mudanya
mütarekesi sonrasında Lozan barış antlaşması ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ülkesindeki
egemenliği ile diğer devletler ile birlikte uluslararası alanda eşit bir statüde
hak ve özgürlüklere sahip olduğunu kamuoyuna açıklıyordu. Ulusal kurtuluş
savaşını kazanmış olan Türk devleti yeni ulus devletin sınırlarını çizerken, Osmanlı
sonrası dönemin koşullarını dikkate alarak hareket ediyor ve Avrupa
ülkelerindeki Müslüman topluluklar ile
Orta Doğu bölgesindeki Arap olmayan Türk topluluklarının Misak-ı Milli antlaşması çizgisinde takas
konusu yaparak devletin kuruluş temeline bir mübadele antlaşması konuyordu .400
bin Müslüman ile 200 bin Hristiyan’ın
değiş tokuş edildiği , “Yunan ve Türk halklarının mübadelesine ait protokol
“ile Lozan ilkeleri uygulamaya geçirilmiştir. Lozan antlaşması sonrasında
Anadolu’dan bir buçuk milyon Hristiyan Balkanlara yerleşirken, 500 bin Hristiyan’ın
da Yunanistan sınırlarının dışına çıkartılarak Anadolu topraklarına mübadil
olarak kabul edildikleri anlaşılmaktadır. Bu aşamada eski Osmanlı halkının ulus
devletlere paylaştırılması sırasında ana kriterin ırk ya da dil olmaması ve
dini kimliğin esas sayılması nedeniyle imparatorluk sonrası dönemde bugünkü
harita ortaya çıkmıştır. Bu durum da Hristiyanlar arasında Gagavuzların,
Karamanlıların, Ulahların, Pomakların, Patriyotların ve bazı Hristiyan Arnavutların
Müslüman olmayan topluluklar olarak, Hristiyanlar ile birlikte ele alınmalarına
ve bu yüzden Misakı-Milli sınırları ötesinde, Balkan topraklarına
yerleştirilmelerine neden olmuştur.
Batı
Trakya Türkleri ile birlikte İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Rumları mübadele
dışında tutulmuştur. Bunların ötesinde mübadil olarak kabul edilen Müslüman
halkın çoğunluğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kabul edilerek, tarih sahnesine
yeni çıkan Türk ulusunun bir parçası olarak sayılmışlardır. Mudanya mütarekesi
ile başlayan mübadele süreci uzun sürmüş ve çeşitli aşamalardan geçilerek,
bugünkü Türk ulusu gerçeğinin ortaya çıkmasına önemli katkılar sağlanmıştır.
Osmanlıların sürekli olarak Ruslar ile savaştırılmaları yüzünden önemli göç
hareketleri yaşanmıştır. Savaşlar sonrasında elden çıkan Orta Doğu, Kafkasya ve
Karadeniz bölgelerinde yaşayan Türk asıllı topluluklar da ana vatan olarak
benimsenen Anadolu topraklarına geldiklerinde, batı ve güney bölgelerinden
gelen mübadillere kuzey bölgelerinden gelen önemli sayıda katılımcılar olmuş ve
böylece zaman içerisinde Osmanlı hinterlandından gelen mübadillerin sayısı
eskisine oranla fazlasıyla artmıştır. Türk devleti çağdaş bir cumhuriyet olarak
kurulurken, imparatorluk sınırları ile ulus devlet sınırları arasında bir yeni
yaklaşım ortaya konarak, sorunların çözüme kavuşturulmasında mübadele başlıca
köprü bağlantısı olarak öne çıkıyordu. Lozan konferansından beş yıl önce
İstanbul protokolü imzalanarak nüfus kaydırma ve değişimi gereksinmelerinin
karşılanmasında, savaş ve çatışma değil ama barış içinde çözüm arayışı gündeme
getiriliyordu. Osmanlıların son milliyetçilik akımı olan Jön Türklüğün ortaya
çıkmasından sonra Balkanlar’daki Yunanistan ve Bulgaristan gibi devletler yeni
Türk devleti ile yakından ilişki kurmak üzere harekete geçiyorlardı. Hristiyan
azınlıkların yeni dönemdeki statüleri ana sorun olarak öne çıkıyordu. Yunanistan
yeni bir Bizans oluşturma noktasında büyük düşünce olarak adlandırdığı Megalo
idea peşinde koşarken, birinci Balkan savaşı sonrasında ortaya çıkmış olan Hristiyan
Balkan devletlerinin, kendi isimleri altında ulus devlet durumuna gelebilmeleri
için mübadele kaçınılmaz bir biçimde zorunluluk kazanıyordu. Yunanistan Anadolu
Rumlarını sınırları içine almaya çalışırken, Trakya ve Ege Rumlarının da
Yunanistan devletine gönderilmeleri karara bağlanıyordu. İttihat ve Terakki
hükümetinin aldığı bu nakil kararını, Yunan devleti hemen uygulama alanına
koyuyordu. Mondros ateşkesinin çizdiği hatlar boyunca mübadele düzenlemeleri
yapılıyordu.
Lozan
sözleşmesi yapılırken, ülke, askerlik ve maliye olmak üzere üç ayrı komisyon
çalışması yapılarak eski devletten yeni devlete geçiş gerçekleştirilmeye
çalışılıyordu. Yunan ve İtalyan ordularının batı bölgelerine çıkartma yaparak
ülke işgaline kalkışmaları, Avrupa ve Asya toprakları arasında nüfus değişimini
engelliyordu. İngilizlerin kışkırtmalarıyla Yunan ordusu tüm Hristiyan yerleşim
yerlerini işgal etmeye hazırlanırken, yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti
de Türk ve Müslümanların çoğunlukta oldukları yerleri, Misak-ı Milli sınırları
içinde toplayarak birleştirmeye çalışıyordu. Daha sonraki aşamada Türklerin
ulusal kurtuluş savaşını kazanmaları üzerine, Türkler bulundukları yerlerde
bırakılarak yeni ulusal vatanın haritasının çizilmesinde temel dayanak noktası
olarak dikkate alınıyorlardı. Lozan öncesinde yapılan bütün hazırlıklar barış
konferansına getirilerek eski Osmanlı toprakları üzerindeki savaşlar önlenmeye
çalışılıyordu. Türkiye ve Yunanistan arasında birçok sorun çıkmasına neden olan
sınır anlaşmazlıklarının çözüme bağlanması için, önce doğu ve batı Trakya
sınırları çizilmiştir. Doğu Trakya’dan getirilen Rumların Yunanistan vatandaşı
olmalarına bu nedenle öncelik verilmiştir. Trakya’ya sahip çıkan Rumlar, küçük
Asya tanımlaması ile Anadolu yarımadasını da kendilerine bağlamaya çaba
gösteriyorlardı. Savaş sırasındaki yıkımlar ve yangınlar ile imparatorluk
sınırları içinde halkların iç içe girerek ortak yaşam düzeni oluşturmaları da birlik
nüfusunun alt kimliklere göre ayrıştırılmasını fazlasıyla zorlaştırmıştır. Ülke
sınırları içerisindeki etnik grupların dağılımı esas alınarak yeni ulus devletlerin
sınırları çizilirken, bazı içinden çıkılamayan karışıklıkların çözülebilmesi
için bu alandaki uluslararası uzmanların bilgilerinden yararlanılmıştır. İngilizlerin
desteği ile Müslüman ve Hristiyan topluluklar arasında mübadele yapılmış ama
bir başka dinin temsilcisi olan Museviler bu mübadele girişimlerinde öne
çıkmamış ve geride durarak yer almamışlardır. Bu antlaşma çerçevesinde Hristiyanlar
aslında batıya doğru kaydırılarak, Avrupa topraklarında kendi devletlerini
kurmalarına yardımcı olunuyordu. Müslümanlar ise Hristiyanların terk ettikleri
bölgelere yerleştirilerek İslam dinini Asya topraklarına doğru
yönlendiriyorlardı. Türk-Yunan mübadeleleri için daha önce uygulanan Bulgar-Yunan
mübadelesindeki yöntemlerin benzerleri uygulanmıştır. Türk heyeti görüşmeler
sırasında bulundukları bölgelerde ev içinde yaşayanlara aynı hak ve statünün
tanınmasına ağırlık vermiştir. İngilizler mübadele için sürekli baskı
yaparlarken Rumlar ortaya çıkan sorunların öncelikli biçimde çözülmesi için her
aşamada itirazlar etmişlerdir.
Lozan
görüşmeleri sırasında, Türkiye kurulurken azınlıklar sorunu ile mübadele
uygulaması birlikte ele alınarak tartışılmıştır. Hristiyan batı dünyası, Osmanlı
Hristiyanlarını her aşamada destekleyerek ve koruyarak azınlıklara yeni
avantajlar sağlanmasına uğraşırken, Osmanlılar azınlıklara tanınan yeni hakları
tanımayarak, onların tamamını mübadele yolu ile Avrupa’daki Hristiyan ülkelere
göndermeye öncelik vermiştir. Azınlık grupları mübadele yolu ile ülkeden
çıkartıldıkça, yeni Türk devletinin toprakları daha da bütünleşerek, Misakı
Milli antlaşmasının tam olarak hayata geçirilmesine katkı sağlamıştır. Mübadele
ile diğer din mensuplarına tanınan ayrıcalıkları önleyen Osmanlı devleti, çağdaşlaşma
hedefinde tanınan hak ve özgürlüklerin, Türk ve Müslüman toplum kesimlerine tam
olarak uygulanmasını gerçekleştirilmiştir. Geçmişten gelen Hristiyan unsurlar
içinde en büyük olan Rumlar Avrupa çizgisinde daha fazla hak ve özgürlük
isterlerken, bunları kendi tekellerinde toplayarak bu gibi hak ve özgürlükler
aracılığı ile Osmanlı toprakları üzerinde eskisi gibi hegemonya sahibi
olabilmenin arayışı içine giriyorlardı. Kendi ulus devletini kurma yolunda
Türkler mücadele ederken, ülke içindeki ulusal birlik ve bütünlüğün
parçalanmasına karşı çıkarak her türlü yabancı ve dış unsurların müdahalesinden
kurtulmak istiyorlardı. Türk ulus devletinin kurucuları, tıpkı Osmanlı
imparatorluğunun etnik gruplarla Balkanizasyonu gibi, aynı çizgide Türk ulus
devletinin de alt kimlikçi eyaletlerle parçalanmasına seyirci kalmak
istemiyorlardı. Lozan konferansı sırasında daha önce savaşlar devam ederken, yer
değiştiren azınlık gruplarına da daha sonraki aşamada geri dönme ya da başka
yerlere gitme hakları tanınmıştır. Türk tarafı acil bir ulus devlet kurmak
istediği için Türkiye adını benimseyerek bunu önleyen etnik azınlıkların ülke
dışına gitmesine olumlu katkıda bulunmuştur.
Mübadele
sözleşmesi ve ilgili protokol on dokuz madde ve bir antlaşma metninden
oluşmaktadır. Sözleşme Müslüman Yunan vatandaşları ile Hristiyan Türk
vatandaşları arasında bir yeni yerleşim getirmiştir. Zorunlu değişim ile
mübadele uygulanırken, İstanbul’da yaşayan Rumlar ile Trakya’da yaşayan Türkler
bu değişimin dışında tutulmuşlardır. Mübadele sonrasında yer değiştirmek
isteyenlere göçmen adı verilerek onlara uygun bir ortam hazırlanmaya
çalışılmıştır. Mübadele edilecek topluluklara her türlü engelin önlenmesi
karara bağlanmıştır. Mübadiller yeni vatanlarına gidince, eski devletleri ile
ilişkileri kesilecek yeni gittikleri bölgenin devletinin uyruğuna
gireceklerdir. Gayrimenkuller ile birlikte götürülmek istenen taşınır malların
değiş tokuşunda da ilgili komisyonların inceleme ve kararları doğrultusunda
hareket edilecektir. Taşınmaz malların tasfiyesi ve diğer anlaşmazlık
konularını çözmek üzere, karma bir komisyon kurulması kararlaştırılmıştır. Türk
ve Yunan meclislerinden seçilecek üyelerce oluşturulacak alt komisyonlar, değişim
işlemlerinin barış protokoluna uygun olarak yapılması öngörülmüştür.
Komisyonlar terkedilen ülkede bırakılan mallara eşit bir mal varlığının
mübadillere tanınmasını bir ilkeye bağlamıştır. Her göçmen kendisine verilen
mallar belgesindeki kadar yeni ülkesinde mal sahibi olabilecektir. Tasfiye
işlemleri sonunda borçlu kalan ülkenin borcunu ödemesi karara bağlanacaktır. Borçların
ödenme süreleri gene komisyon kararları ile uygulama alanına getirilecektir. Mübadillerin
iki ülke arasındaki gidiş ve gelişleri de gene karma komisyon kararları ile uygulama
alanına getirilecektir. Mübadele kapsamı içinde yer alan toplam nüfusun içinde
özgür olmak isteyenlerin serbest bırakılması da gene karma komisyon kararları
ile belirlenecektir. Mübadele dışında tutulan insanlar ve toplulukların
hakkında neler yapılacağı ve onların uyacağı kurallar, gene komisyon kararları
ile belirlenerek uygulama alanına getirilecektir.
Kerkük
ve Musul antlaşmalarının hükümete sunulduğu toplantı sırasında, Mübadele
antlaşması ve ilgili hükümlerin bulunduğu protokol Çankaya yönetimine
sunulmuştur. Misakı Milli antlaşmasının
ilgili olduğu Kuzey Irak konusuyla beraber Balkanlar’daki nüfus değişiminin
birlikte ele alınması mübadelenin ulus devletin kuruluşu sırasında fazlasıyla
önemsendiğini ortaya koymaktadır .Anadolu yarımadası üzerinden geleceğin ulus
devleti kurulurken, devletin kurucusu olan ulusun adı Türk olarak belirleniyor ve Hristiyan
Avrupa kıtası ile, Müslüman Orta Doğu bölgesine eşit ölçülerde ağırlık
verilerek, doğu-batı ekseni çizgisinde Türklük ele alınıyor yeni ulus devletin
kapsadığı topraklar ile sınır komşusu bölgelerin durumu ise, yeni devletin
konumu ile birlikte incelenerek siyasi değerlendirmesi yapılıyordu. Türk tarihi
açısından Türklük olgusu değerlendirilirken, Avrupa ve Asya Türklüklerinin
birlikte ele alınarak değerlendirilmesi, kurulmakta olan merkezi ulus devletin
temellerinin gerçekçi bir yönde atılabilmesi açısından yararlı görünüyordu.
Atatürk yönetimi yeni ulus devleti, dünyanın tam ortasında bağımsız bir devlet
olarak ele alırken, Orta Doğu’ya Asya ve Avrupa kıtalarına eşitlikçi bir bakış
açısı ile uzanıyordu. Hükümetin konu ile hemen ilgilenmesiyle birlikte, aynı
zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi Lozan Antlaşmasıyla birlikte mübadele
protokolünü da dikkate alarak, konuyu Meclis düzeyinde inceliyordu. Lozan
görüşmeleri sırasında Patrikhane sorununun da ele alınması, çok boyutlu
gerçekçi bir değerlendirme için zorunlu görülmüş ve buna göre hareket
edilmiştir. Atatürk’ün Türklere yönelik her türlü kötülüğün kaynağı olarak
gördüğü Patrikhane meselesinin mübadele sırasında ele alınmasının nedeni
Rumların Türkler ve Türkiye karşıtı girişimlerinin acil sorunlar olarak öne
çıkmasıdır. Lozan antlaşması ile Patrikhanenin elindeki yetkilerin bir kısmının
kaldırılması ve diğerlerinin de kısıtlanması ile mübadele yapan iki ülke
arasındaki ilişkilerde yeni bir denge oluşturulmaya çalışılmıştır. Patrikhanenin
eskiden olduğu gibi Rumları Türkiye aleyhine kışkırtmasının önlenmesiyle,
mübadele için daha sakin bir ortam yaratılabilmiştir. Mübadele ile azınlıklar
sorunu çözülürken, ulus devlete yönelen uluslaşma olgusunun sosyal bir taban
kazanması elde edilmiştir. Hükümetin dikkatli davranması sayesinde Patrikhane
sorunu da yanlış anlamlardan uzak kalacak bir açıklığa kavuşturulmuştur. Görüşmeler
sırasında İstanbul Rumları ile Trakya Türklerinin yerlerinde kalmasının, bütün
dünya devletlerinin büyük baskıları yüzünden gündeme getirildiği açıklanmıştır.
Ayrıca karşılıklı olarak her iki taraf mensuplarına mali ve ekonomik durumları
için belirli güvenceler sağlandığı da Meclis konuşmaları sırasında dile getirilerek
bir barış ortamı yaratılmıştır.
Balkanlar’da
gerçekçi bir çözüm sağlamak için batı Trakya bölgesinin nüfusu içinde var olan
büyük Türk çoğunluğunun dikkate alınması gerekiyordu. Nitekim bu doğrultuda
batı Trakya’daki Türk yapılanması kabul edilmiş ama bu bölge siyasal güç
dengelerini korumak çizgisinde Türkiye sınırları dışında bırakılmıştır. Değişim
ve nüfus hareketleri çerçevesinde, yerleşmiş kavramının batı dillerindeki
karşılığı olarak “etabli” meselesi ortaya çıkmıştır. Yerleşik ya da yerleşmiş
anlamındaki bu kavramın karşı taraf konumundaki iki ülke tarafından birbirinden
farklı bir anlamda ele alınması, konu üzerinde bir fikir birliği yaratılmasını
önleyerek anlam üzerine tartışmaların sürüp gitmesine neden olmuştur. Türkiye değişim
konusu olacak azınlıkların belirlenmesi konusunda, Türk yasaları ve
düzenlemelerinin esas alınması gerektiğini vurgularken, Rum tarafı yalnızca
1918 yılının temel alınarak Rum azınlıkların belirlenebileceğini ısrarlı bir
biçimde öne sürmüştür. Türkiye bu kavramın içeriğinin belirlenmesi sırasında
daha dar kapsamlı bir yaklaşımı gerçekleştirmeye çalışırken, Yunan devleti etabli
kavramını daha geniş kapsamlı tanımlayarak, kendi nüfusunu artıracak derecede
bir azınlık yaratmaya öncelik tanımıştır. Yunan tarafı İstanbul’a en eski
zamanlardan bu yana gelerek yerleşen bütün Hristiyan Rumlara, siyasal azınlık
statüsünün tanınmasından yana bir tutumun daha gerçekçi olduğunu savunuyordu.
Konstantinopolis adını verdikleri İstanbul kentini eski Roma ve Bizans imparatorluklarının
merkezi olarak gördükleri için en eski yıllardan bu yana Konstantinopolis denen
İstanbul’u gene eskisi gibi kendi merkezleri statüsünün tanınması için mücadele
ediyorlardı. İstanbul’un Rum ahalisi kavramı ile Bizans’ın merkezinde yaşayan
ve etabli olarak kabul edilen siyasal azınlık olgusu burada dikkate alınmak
zorundadır. Sonraki yıllarda Yunanistan’ın antlaşmalara aykırı davranarak, Türk
asıllıların mal varlıklarına el koyması ve daha sonraları da Batı Trakya
Türkleri üzerindeki baskıları artırması üzerine, Türkiye ve Yunanistan yeni bir
savaşın önüne kadar gelmişler ama bu aşamada Türkiye yeni bir kanun çıkararak
İstanbul’da yaşayan bütün Rumlar ile Batı Trakya’da yaşamakta olan tüm Müslüman Türkler, etabli anlamında
siyasal azınlıklar olarak kabul edilerek yeni bir hukuk düzenlemesi ile çatışma ve savaşa giden yolun önü kesilmiştir.
Lozan’da
imzalanan Mübadele sözleşmesinde mübadillerin belirlenmesinde temel olarak din
unsuru esas sayılmıştır. Türkiye’de ki
Rum ve Ortadoks ahali ile, Yunanistan’daki Müslümanların karşılıklı
olarak etabli sayılmaları ile getirilen yeni yasal düzenleme iki ülke arasında
savaş seslerinin bazen duyulmalarını önlemiştir. Türkiye Patrikhane’nin
İstanbul kenti dışına çıkarılması için girişimlerde bulunmasına rağmen, batının
önde gelen devletlerinin zorlamaları yüzünden Patriklik binası gene Bizans
dönemindeki yerini İstanbul’daki Fener semtinde korumaktadır. Arapoğlu
Konstantin gibi bazı karma kişilikli Patriklerın göreve getirilmeleri ile gene
eski hassas sorunların kaşınarak bölgedeki Lozan antlaşmasıyla gelmiş olan
barış düzenini tehdit ederek, gene eskisi gibi sıcak çatışmalara elverişli
olabilecek karışıklık ortamı yaratabilmenin peşinde koşan fanatik bazı din
provakatörlerine rastlanmıştır. Patriklik kurumu tıpkı İstanbul Rumları ya da
Batı Trakya Türkleri gibi mübadele dışında tutularak, bölgesel barışın Atatürk
döneminde ortaya konan ilkeleri ile birlikte hukuki statüsü korunmaya
çalışılmıştır. Patrikane sorunu batının Hristiyan ülkelerinin baskıları
yüzünden bugün de devam etmekte ve Türkiye karşıtı her türlü siyasal oyunda bu
Türk düşmanı kurum her yönü ile kullanılmaya çalışılmaktadır. Atatürk’ün
istediği gibi Patrikhanenin İstanbul dışına çıkarılarak Atina gibi Hristiyan
merkezli bir büyük kente taşınması, bölge ve ülke barışlarının korunması için zorunlu
görünmektedir. Yunanistan’ın zaman zaman batı dünyasının Hristiyan merkezli güç
birliğine dayanarak, Birleşmiş Milletler ya da La Haye Adalet divanı gibi
uluslararası hukuk ve siyaset organlarına hem Patrikhane hem de Etabli
sorunlarını götürmeye çalışmış ama hiçbir sonuç alamamıştır. Ayrıca Türkiye ile
Yunanistan arasındaki hukuk ve siyaset alanındaki sorunlar, batı bloku
tarafından sürekli tırmandırılarak bugün gelinen aşamada yeni gerginlik ortamı
yaratılmıştır .Türk tarafı bu gibi sorunlarda
daha dikkatli davranmasına rağmen, Yunanlılar batılıların şımarık çocukları
gibi davranarak bölge barışını sürekli olarak engellemişlerdir.
Türk
devletinin Müslüman bir topluma dayandığı dikkate alınarak merkezi coğrafyadaki
dinler arası kavga ve çekişmeler sürekli bir biçimde tırmandırılmaktadır. Şamanizm
ve Budizm gibi Asya kökenli dinlerin bulunduğu alanlardan dünya sahnesine
çıkmış olan Türkler, bugün gelinen aşamada kutsal topraklar adı verilen merkezi
coğrafya toprakları üzerinde, üç tek tanrılı din arasındaki hegemonya
kavgasının ortasına düşmüşlerdir. Kavimler kapısı adı verilen üç kıta
arasındaki orta dünyanın yeniden yapılanması sırasında hem dinler arası hem de
uluslararası çekişmeler tarihin getirdikleriyle birlikte yaşanmaktadır. Müslümanlığın
yaygın bir düzen içinde bulunduğu merkezi alanlar aynı zamanda Hristiyanlığında
ilgisini çekerek, yeni bir tarihsel çekişmenin temelleri atılmaktadır. Hiç
Rumca bilmeyen Ortadoks Karaman Türkleri gibi toplumlar, bölgenin değişik
yörelerinde yaşamlarını sürdürürken, Hristiyan Rumlar ile Müslüman Türklerin
son aşamada büyük bir din savaşına doğru sürüklenmeleri, dünya barışını üçüncü
dünya savaşı ile tehdit etmektedir. Böylesine büyük bir din savaşının
yaratacağı çok kanlı sahneler sonunda, bütün dinlerin ortadan kalkacağı ya da
kaldırılacağı açıkça dile getirilerek, bu doğrultuda kamuoyu yaratılmaya çaba
gösterilmektedir. Yirminci yüzyıl içinde iki büyük dünya savaşı yaşamış olan
insanlığın çok yakında bir üçüncü dünya savaşına doğru sürükleneceği ve bu
olumsuz karmaşık durumun Armegeddon ismi verilen üçüncü büyük savaş ile, bugün
yaşanmakta olan dünyanın sonunu getireceğine dair önemli açıklamalar birbiri
ardı sıra tekrarlanarak cehennemin kapısı aralanmaktadır. İnsanlar arasında
din, dil, millet, devlet ve etnik ayrılıkların sebep olacağı bir çatışma
ortamının getireceği kaotik ortamın insanoğlunu ortadan kaldırabileceği, artık
açıkça tartışılmaktadır. İnsanlar arasındaki küçük farklılıkların büyük
savaşlara yol açabileceğini artık tartışılmasının zamanı gelmiştir.
Mübadele
yolu ile Avrupa ve Balkanlar’dan gelmiş olan Türkiyeli Mübadiller, dünyanın
merkezi olan Anadolu yarımadasının bütün bölgelerine yerleşmişlerdir. Türkiye
Cumhuriyeti kuruluş döneminde Mübadillerin katkılarının aracılığı ile
eksiklerini gidererek, uluslaşma sürecini tamamlayabilmiştir. Uygarlığın beşiği
olan Avrupa ve Avrasya toprakları üzerinde tarih sahnesine çıkmış olan büyük
dinler ve milletler siyasal gündeme oturarak gelecek için belirleyici olmaya
başladıkları aşamalarda dünya barışının tehlikeye girmesiyle, evrensel barış
ortamları zarar görmüştür. Böylesine çatışma ortamlarında sürtüşme ve
çatışmalara yol açan din ve kültür farklılıklarının aşılması sürecinde, mübadele
antlaşmaları savaş ve benzeri sıcak çatışmaları önleyebilmektedir. Bu nedenle
Türkler birinci dünya savaşı sonrasında kendi ulus devletlerini, mübadele
antlaşmalarının sağladığı yumuşama ve hoşgörü ortamlarına dayanarak
kurabilmişlerdir. Yüz yıl önce dünya savaşları sırasında Türkler bulundukları
bölge halkına mübadele ile yeni değişim düzeni getirerek, savaş ve çatışmaları
önleyen, insan ile toplum takasları yolu ile hem yeni bir düzen kurabilmişler hem
de çağdaş anlamda yepyeni bir ulus yaratarak, bunun ulus devletini dünyanın
merkezinde ilan etmişlerdir. Bugün gelinen aşamada ise gene yüz yıl öncesi gibi
gerginlikler ve çekişmeler tırmanırken, yüz yıl önce başarıyla uygulanmış olan
mübadele hatırlanmayarak, sığınmacılık gibi savaşların ortaya çıkardığı
tehlikeli bir çatıştırıcı kavram öne çıkarılmaktadır. Yüz yıl önce mübadele
yolu ile ve mübadillerin katkılarıyla gerçekleşen uluslaşma süreci, bugün
benzeri çatışma ve gerginliklerin yeniden gündeme geldiği aşamada, yıkılma tehlikesi
ile karşı karşıyadır. Bu açıdan devletler yeniden uluslaşmayı destekleyen bir
mübadeleyi savunmak zorunda kalmaktadırlar. Bu ortamda savaş koşullarının
çatışmalara sürüklediği cahil nüfusun uzantısı olan alt kimliklere sahip sığınmacıların,
farklı kimlikler ve çatışmalar ile birlikte, çok kültürlü toplum yapılarına
doğru hızla sürüklenmesi önlenememektedir. Bugün mübadele antantı üzerine
kurulmuş olan ulus devletler ve ulusal toplumlar, yeniden halkın mübadil toplum
kesimleriyle birlikte uluslaşmayı desteklemek durumuna gelmiştir. Dün
mübadillerin katkılarıyla kurulmuş olan ulus devletler, bugün sığınmacı diye
lanse edilen bazı maceracı, aktivist ve terörist grupların parçalayıcı saldırılarına hedef olduğu için,
mübadiller kurucusu oldukları ulus devleti ulusal toplumla iş birliği içinde
ulusalcılığı güçlü biçimde destekleyerek korumalıdırlar. Böylece alt kimlikli
sığınmacılarla bölünmeye gidiş acilen önlenmelidir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder