29 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE “B PLANI”NI ACİLEN UYGULAMALIDIR "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara Kalesi No: 90) Ankara, 29 Aralık 2018 & BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI Amiral Soner Polat

ANKARA KALESİ NO: 90 
TÜRKİYE, 
B PLÂNI'NI ACİLEN UYGULAMALIDIR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 29 Aralık 2018

Merkezi coğrafyada yer alan ülkelerin durumu pek iyi görünmüyor . Eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan ülkelerin hiç birisinin durumu iyi görünmüyor .Türkiye dahil hepsini yeni bir var olma ve yok olma mücadelesinin beklediğini birbirini izleyen olaylar ortaya koyuyor . İki kutuplu dünyadan tek kutuplu yapılanmaya geçerken geçmişten gelen sorunlar devam ederken ,şimdi çok kutuplu bir yapılanmaya doğru dünya konjonktürü sürüklenirken eski meselelerin daha da büyüyerek bölge ülkelerinin önüne çıktığı ve bu aşamada bütün eski Osmanlı ülkelerini teslim aldığı açıkca görülmektedir . Osmanlı hegemonyasını bitiren Lozan Antlaşması öncesinde o dönemin iki büyük dünya gücü olarak bir araya gelerek bölge haritasını cetvelle çizen İngiltere ve Fransa gbi devletlerin bugünün koşullarında ikinci plana sürüklenmesi , onların yerini Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail gibi devletlerin alması yepyeni bir siyasi durum ortaya çıkarmakta ve bu iki büyük güce sahip devlette bölgenin eski haritasını beğenmeyerek kendi haritalarını çizmeğe yöneldiklerinde ciddi bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde getiren bir çok olumsuz gelişme birbiri ardı sıra dünya gündemine gelerek savaş riskini artırmaktadır . Bugünün koşullarında dünyanın en büyük gücü ABD ile onun uzantısı ve geleceğin patronu olmağa hazırlanan İsrail devletinin kesinlikle Orta Doğu haritasını beğenmedikleri ve kendi çıkarları doğrultusunda bölgede Atlantikçi ve siyonist bir hegemonyayı beraberinde getirecek yeni bir haritaya doğru eski Osmanlı ülkelerini zorladıkları görülmektedir . Bu nedenle ,merkezi coğrafyada yer alan bütün ülkelerin sınırlarının kesin olmadığı ve gelecekte hepsinin yepyeni bir haritaya doğru sürükleneceği anlaşılmaktadır .
Bütün dünya merkezi coğrafyayı yalnızca Orta Doğu bölgesi olarak kabul eder...
Bütün dünya merkezi coğrafyayı yalnızca Orta Doğu bölgesi olarak kabül ederken , eski Osmanlı hinterlandına egemen olmak isteyen Amerika Birleşik Devletlerinin , Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içerisinde yer alan Kuzey Afrika ve Kafkasya bölgelerini de merkezi alanda kabül ederek buna göre politikalar geliştirdiği görülmektedir . Yirmi birinci yüzyıla doğru dünya ilerlerken , küresel sermayenin desteği ile tek kutuplu bir dünya yaratmağa çalışan ABD ,bu konuda gecikerek başarılı olamayınca bu kez karşısında yeni süper dünya güçleri ortaya çıkmış ve ABD merkezli bölgesel dayatmalara karşı çıkarak ,Osmanlı imparatorluğundan geri kalan topraklarda yeni bir batı hegemonyasının kurulmasına izin vermemişlerdir . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra içine girilen küreselleşme aşamasında dünyanın yeni süper güçleri olarak Rusya,Çin ve Hindistan merkezi alan ile ilgili bütün gelişmelere yakından ilgi göstermeğe başlarken , Türkiye en kritik aşamada İran’a karşı uygulananan yaptırımları büyük güçlerin etkisinden kurtararak dengelemeğe çalışırken , Brezilya gibi yeni bir büyük devin gücünden yararlanmağa çalışmıştır .Böylece ,ABD’nin onbinkilometre uzaklıktan gelerek bölgeye müdahil olması gibi, Brezilya’da benzeri uzaklıktan gelerek merkezi alanın yeni dengelerinde bir başka büyük güç olarak devreye girmiştir . Çekişme alanının yanıbaşında yer alan yeni büyük güçlere karşı Türkiye her zaman olduğu gibi ve Avrupa’nın dev ülkelerine karşı uzaktaki dev olan ABD’yi devrede tutma yaklaşımlarının benzeri bir politikayı sürdürerek , farklı bir başka uzak gücü devreye sokarak dengeleri yeniden oluşturmağa çaba göstermiştir . Rusya,Çin ve Hindistan üçlüsünün yanıbaşlarındaki merkezi coğrafya ile yakından ilgilenmeğe başlamaları üzerine ,Türkiye karışan dengeler ve artan baskılar karşısında Brezilya gibi bir büyük oyuncuyu da devreye sokarak çoklu dengelerde ulusal çıkarlarını koruyabilmenin çabası içerisinde olmuştur . Yeni ortaya çıkan güçler dengesinde ,öne geçen büyük devletlerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları bölge ülkelerine baskı yaparak uygulatmak istemesi nedeniyle ,soğuk savaş döneminde buzdolabına kaldırılmış olan bütün eski meseleler yeni sıcak konular olarak birer birer devreye girmişlerdir .

Fransızların felaketler coğrafyası adını taktıkları Avrasya kıtasının geleceği giderek belirsizleşirken ,tek kutuplu dünyadan çok kutupluya doğru kaymakta olan dünya dengelerinde etkisini artırmak isteyen yeni büyük güçlerin de eski Osmanlı hinterlandında açıktan devreye girdikleri görülmektedir . Rusya yeniden Kafkaslar’da etkisini artırırken ,Çin bütün bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini hızla artırmakta ,Hindistan ise Basra körfezi üzerinden bölgeye girerek Çin ve Rusya ile yeni bir rekabet düzenine hazırlanmaktadır . Bu aşamada Çin ile İran arasında ,Rusya ile Arap ülkeleri arasında ve İsrail ile Hindistan arasında yeni yakınlaşmaların öne çıktığı ve bu doğrultuda bölgeye dönük yeni girişimlerin tezgahlandığı anlaşılmaktadır . Bir büyük savaşa daha doğrusu üçüncü cihan savaşına doğru olaylar gelişirken ,bütün bu gibi olumsuz gelişmelerin yer aldığı coğrafyanın merkezi ülkesi olarak Türkiye’nin bu baş döndürücü trafiğe ayak uyduramadığı ve batılı ülkelerin baskılarından kurtulamadığı için kendi güvenliğini sağlayacak ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ederek yeni bir bölgesel açılım yapamadığı üzülerek görülmektedir . Bir türlü Amerika Birleşik Devletleri ,Avrupa Birliği ve İsrail taşeronluğundan kurtulamayan Türkiye Cumhuriyetinin , üçüncü dünya savaşının potansiyel alanındaki varlığını güvenceye almakta zorlandığı , dış baskılar yüzünden kendi çıkarlarının gerektirdiği adımları bir türlü atamadığı ,başka ülkelerin belirlediği gündemin ortaya çıkardığı olaylar zinciri içerisinde sağa ve sola sürüklenerek ,doğru dürüst bir plana dayanan tutarlı bir dış politika uygulayamadığı görülmektedir . Soğuk savaş döneminin sona erdiğini anlamakta fazlasıyla geç kalan Türkiye Cumhuriyetinin hala ABD merkezli dünya devam ediyormuş gibi hareket etmesi yüzünden çok kutuplu dünya dengelerinin oraya çıkardığı fırsatlardan yararlanamadığı açıkca görülmektedir .Türkiye orta boy bir ülke olarak sahip olduğu jeopolitik konumunun gerektirdiği stratejik açılımları ulusal çıkarları doğrultusunda yapamadığı için ,hala bu bölgede oynananmakta olan büyük oyunda kaybeden konumunu sürdürmekte ve bu durumdan fazlasıyla da zarar görmektedir .

Başkalarının hazırladığı plan ve projelerin arkasında koşmaktan bir türlü kurtulamayan Türk devletinin son zamanlarda ciddi yorgunluk sinyalleri vermeğe başladığı ,batılı dost ve müttefik ülkeler uğruna katlanılan bir çok olumsuz gelişmede ciddi ulusal çıkar kayıplarına uğradığı görülmektedir . Bu yüzden bir türlü toparlanamayan Türkiye Cumhuriyeti yeni bir genel seçim sürecinde farklı bir anayasal yapılanmaya doğru dış baskılarla sürüklenerek iyice tasfiye edilme noktasına doğru zorlandığı inkar edilemiyecek derecede gözlemlenmektedir . Merkezi gücünün tasfiye edilmesiyle , başkentin İstanbul’a taşınarak küresel sermayenin güdümüne teslim olunmasıyla ,güneydoğu bölgesi üzerinden eyalet sistemi ve federasyon yapılanmasının zorlanmasıyla ,Türkiye Cumhuriyeti güçlü bir ulus devlet olarak bu bölgede kendi ulusal planını uygulayamıyacak bir dağılma sürecine doğru dış baskılar ve emperyal güdümlemeler ile yönlendirilmektedir . Dünyanın her bölgsinde otorite boşluklarının ortaya çıkması nedeniyle güç merkezleri nasıl bir hegemonya mücadelesine girişirse , Osmanlı hinterlandında da böylesine bir hegemonya çekişmesi giderek tırmanmakta ve bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde öne çıkarmaktadır . Bölge ülkeleriyle beraber bütün dünyayı yakından ilgilendiren üçüncü dünya savaşı tehlikesi beraberinde nükleer silahların kullanılması meselesini de getirdiği için , bütün dünyanın var olup olmaması gibi çok kritik bir sorunla karşı karşıya kalınmaktadır . Orta Doğu’da başlayacak bir nükleer savaşın hemen bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi , Asya kıtasının tamamı ile beraber batı bölgesindeki ülkeleri de işin içine çekmesi ihtimali açıkca görülmektedir . Kuzey Kore gibi çok küçük bir ülkenin nükleer silaha sahip olması ve ABD’yi tehdit etmesi dünya dengeleri nedeniyle diğer büyük ülkeler tarafından desteklenmektedir . Sadece İran bir nükleer tehdit değil ama öncelikli İsrail’in büyük bir nükleer tehdit olarak dünya barışını tehlikeye soktuğu görülmekte ve bu yüzden Kuzey Kore kozu zaman zaman ısıtılarak dünya gündemine getirilmektedir .

İkinci dünya savaşı sonrasında sürekli olarak batılı müttefikleri yüzünden savaş tehlikesi altında kalan Türkiye Cumhuriyetinin yeni dönemde , batılı hegemonya planlarının arkasına takılıp gitmesi artık düşünülemez bir aşamaya gelmiştir . Türkiye Cumhuriyeti b.u aşamadan sonra Amerika Birleşik Devletlerinin merkezi askeri üssü ,İsrail’in güvenlik şemsiyesi , Avrupa Birliğinin ise ileri karakolu ya da doğdu köprüsü oarak kullanılamaz bir noktaya gelmiştir . Sürekli olarak batılı müttefikler kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi kullanmağa devam ettikleri sürece ,Türkiye Cumhuriyeti ile batılı ülkelerin yolları birbirinden ayrılacaktır . Küresel sermayenin güdümündeki Türkiye medyası üzerinden Türk kamu oyu son çeyrek asırda soğuk savaş döneminin korku masalları ile uyutulmağa çalışılmış ama bu gibi girişimlerin de sonu gelmiştir . Sürekli olarak aynı kişilerin her gece aynı medya kanallarına çıkarak papağan gibi batı hegemonya planlarını tekrar etmesi de ,Türk halkı üzerinde bıktırıcı bir etki yapmakta ve halkın çoğunluğunun batı karşıtı bir çizgiye yönelmesine yol açmaktadır . Batılı ülkeler de tam bu aşamada dini bir siyasal silah olarak öne çıkararak , giderek antiemperyalist bir çizgiye yönelen Türk halkının kontrol edilmesi ve cemaatlar üzerinden baskı altına alınması gibi yeni yöntemleri ,ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu projesi gibi emperyalist yaklaşımlar çerçevesinde öne çıkararak Türkiye’nin kendilerinden ayrı bir yola kaymasını önlemeğe çalışmaktadırlar . Ilımlı İslam bir ABD projesi olarak devreye sokulurken , laik ve çağdaş bir cumhuriyet olan Türk devletinin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda milli bir dış politika uygulamasının önü kesilmeğe çalışılmaktadır . Türk toplumunun büyük çoğunluğunun Müslüman olmasından yararlanılarak geliştirilmek istenen bu yeni emperyalist politikanın Türk milli devleti için ne kadar tehlikeli olduğu ,son dönemdeki gelişmeler ile açıkca ortaya çıkmış ,dinin siyasallaştırılması sürecinde Türkiye’nin bir milli devlet olarak sahip olduğu ulusal çıkarları sürekli olarak göz ardı edilmiştir . Türk devleti batılı müttefiklerinden ayrı bazı girişimleri kendi çıkarları doğrultusunda gündeme getirdiği zaman sürekli olarak batı dünyası tarafından küçümsenmiş ve karalanarak önü kesilmek istenmiştir . Son yıllarda bu doğrultuda bir çok olayın ortaya çıkması üzerine Türk devleti giderek batılı müttefiklerinden daha ayrı bir politika izlemeğe başlaması üzerine de eksen kayması ve batı düşmanlığı gibi gerçek dışı suçlamalar ile karşı karşıya kalmıştır . Batılı emperyal güçler yüzyıllarca dünya ülkelerini sömürerek bir kukla durumuna düşürdükleri için aynı alışkanlıklarını Türkiye üzerinde de denemek istemişler ama bu gibi iki yüzlü ve çifte standartlı yaklaşımların Atatürk’ün ülkesinden geri döndüğünü artık görmek durumunda kalmışlardır . Türkiye daha fazla batılı ülkelerin hatırı için kendi çıkarlarından taviz veremez bir noktaya gelmiştir . Son yıllardaki olumsuz gelişmelerden sonra artık hiçbir batılı ülke Türk devletinden Türk ulusunun çıkarlarına ters düşecek düzeyde bir adım atmasını beklememelidir .

Genel seçimlere giderken yeni bir anayasa taleplerinin öne çıkarılması ve en kritik aşamada yeni anayasa üzerinden devlet yapısının değiştirilmek istenmesi batı emperyalizmin yeni bir oyunu olarak devreye sürülmek istenmektedir . Bütün dünya üçüncü dünya savaşına sürüklenirken ,bu savaşın alanı haline düşen Türkiye Cumhuriyetinin devlet yapısını değiştirmesi kesinlikle ulusal çıkarlarına aykırıdır. Yeni bir anayasa ile devlet yapısı değiştirildiği zaman ,Türk devleti yeniden ABD’nin merkezi askeri üssü , Avrupa Birliğinin gene eskisi gibi doğuya açılan Asya köprüsü , ya da İsrail’i Arap ve İslam dünyasına karşı koruyacak bir güvenlik şemsiyesi gibi kullanılmağa devam edecek gibi görünmektedir . Hiçbir siyasi parti ya da iktidarın savaş öncesi bir dönemde yeni anayasa görünümü ile ulusal,üniter ve merkezi Türk devletini tasfiye etme lüksünün bulunmaması gerekir . Kim ki böyle bir adım atar ,o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sona ermesinden anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında sorumluluğu üstlenmek zorunda kalır . Bütün hukuk kurumlarının ve siyasal merkezlerin öncelikle bilmesi gereken durum budur . Türk devleti doksan yıllık ömrünü bir hukuk devleti çatısı altında bugünlere kadar getirmiştir . Her devlet anayasasında değişiklikler yapabilir . Normal koşullar altında değişen koşullara uygun olarak anayasalar değiştirilebilir . Türkiye Cumhuriyeti de son yirmi yılda on kez anayasasının değiştirmiştir . Ne var ki , tam savaş koşulları tırmanırken savaş öncesi bir dönemde devlet yapısını değiştirecek derecede yepyeni bir anayasa yapılamaz ,eğer bu yo denenerek yapılmağa çalışılırsa o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sonu ilan edilmiş olur . Var olan anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında herhangi bir siyasal merkezin ya da partinin böylesine bir serüvene soyunmasını beklemek gerçeklere aykırı olacaktır . Tersi bir durum üçüncü dünya savaşı öncesinde Türk devletinin ortadan kalkmasına ve savaş alanının önünün açılmasına giden yolu açacaktır ki , kendisini Türk olarak gören hiçbir siyasal gücün böylesine bir maceraya kalkışarak dünya barışını tehlikeye atması beklenemez . Türkiyelilik tartışmalarını bu doğrultuda ele almak ve Türk ulusunun çıkarları dışında Türkiye’deki siyasal güçleri maceraya atmak gibi olumsuz senaryolar doğrultusunda değerlendirmek mümkündür .

Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti sahip olduğu anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında öncelikle merkezi gücünü artırabilmenin yollarını aramak durumundadır . Tam bu aşamada kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmak istenmesi , Türk devletinin merkezi gücünün toparlanması çabalarının önlenmesi anlamına gelmekte ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düştüğü gibi küresel sermayenin Bizans yapılanması üzerinden Avrasya’daki üçüncü dünya savaşını ekonomik açıdan yönlendirmesi anlamına gelmektedir . Hiçbir ekonomik gücün ya da emperyal merkezin savaş koşullarında Türkiye’nin başkentindeki merkezi yapılanmasını tasfiye etme ya da boşaltma hakkı yoktur .Bu aşamada küresel sermaye ile Türk ulusunun çıkarları ters düşmekte ve Türk milletinin ulus devletinin başkenti , küresel sermayenin İstanbul’daki yeni Bizans yapılanması yüzünden devre dışı bırakılmak istenmektedir . Merkezi coğrafyanın tam ortasındaki Türk devletinin kendi ülkesi ve milletiyle bir bütün olarak üçüncü dünya savaşı tehlikesinden kurtulabilmesi için daha güçlü bir merkezi yapılanma ile hareket etmesi gerekirken ,bunun tamamen tersi bir doğrultuda başkentini tasfiyeye yönlendirilmesi hem savaş sürecini önünü açacak hem de bir nükleer çatışma ile bütün dünyanın yok olmasına neden olabilecektir . Kendini bilen hiçbir ciddi ülkenin kabül etmeyeceği bir başkent taşınmasına Türk ulusu tam üçüncü dünya savaşı öncesinde izin veremez .Yapılması gereken başkentin İstanbul’a taşınması değil ama , Ankara’daki merkezi devlet yapılanmasının daha da güçlendirilmesidir . Dünya tarihinde bütün savaşları güçlü merkezlerin kazandıkları görülmektedir . Bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türk devletinin böylesine bir tarihi ve bilimsel gerçekliğin dışında hareket etmesini beklemek gerçekci olmayacaktır . Siyasilerin bu tür maceracı girişimlerine Türk halkının ulusal insiyatifi izin vermeyecektir . Türkiye’nin acil gündeme üçüncü dünya savaşının önlenmesi olduğu için ,ilk atılacak adım ,milli bir idari reform ile başkentteki Türkiye Cumhuriyeti devletinin merkezi gücünü artırmak olacaktır . O zaman , Türkiye’nin savaşa karşı çıkmak ve direnmek gücü daha artacak ve Türk devleti güçlü bir arabulucu olarak her zaman devreye girerek bütün dünyayı bir üçüncü dünya savaşı belasına karşı daha güçlü bir biçimde koruyabilecektir .

Daha önceleri ulusal güçler tarafından öne sürülmüş olan Güçlü Türkiye- 2023 Milli Programının acil bir idari reform ile devreye sokulması , var olan devlet yapısını ciddi anlamda tehlikeye sokabilecek yeni anayasa peşinde koşmaktan vazgeçerek söz konusu milli idari reform ile Türkiye Cumhuriyetinin savaşa karşı çıkan gücünün her açıdan takviye edilmesi gerekmektedir . Var olan devlet yapısının yüz milyonluk bir nüfusa sahip olacak Türk devletinin gereksinmeleri doğrultusunda yenilenmesi ,merkezdeki kamu kurumlarının güçlendirilmesiyle beraber taşra teşkilatında da gereksinme duyulan yeni adımların atılması gerekmektedir . Giderek artan nüfusun gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda yerel yönetimlerin yetkilerinin bazı açılardan artırılmasında kamu düzeni açısından ulusal yararlar olabilecektir . Ne var ki , yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması sırasında merkezin tasfiyesi deği l,l ama tamamen tersine güçlendirilmiş yerel yönetimleri kontrol altında tutabilecek düzeyde daha güçlü bir merkezi yapılanmanın başkent Ankara’da gerçekleştirilmesi gerekmektedir . Daha önceki dönemlerde gündeme getirilmiş olan Mehtap ve Kaya projeleriyle beraber İdari reform taslakları incelendiği zaman Türkiye’nini kendi çözümlerinin olduğu görülecek , batılı güç merkezlerinin dayattığı yabancı taslakların Türkiye’nin koşullarına uymadığı aksine ,emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Türk devletini dönüştürmeğe çalıştığı daha kolay anlaşılacaktır . Türk devleti ,başkentindeki merkezi yapılanmasını günün gereksinmeleri doğrultusunda daha da güçlendirerek , Misakı Milli sınırları içerisindeki Türk ülkesinin kontrolunu bağımsız bir devlete uygun bir biçimde elinde tutabilecektir . Ekonominin yeniden devletin eline verilmesi ,kamu ekonomik kuruluşlarının yeniden kurulması ,küresel sermayeye karşı direnen Türk devletinin ekonomik gücünün artırılması ,özelleştirilen ekonomik kuruluşların tıpkı Atatürk döneminde olduğu gb yeniden uluslaştırılması ya da devletleştirilmesi , Türkiye’nin de Yunanistan ya da diğer Akdeniz ülkeleri gibi çökmemesi için acilen zorunlu görünmektedir . Ekonomik gelir kaynaklarını yabancılara devreden -Türk devletinin sürekli olarak akaryakıt zammı yapmak zorunda kalması ya da ülkede ekonomik yatırım yapamaz durumlara sürüklenmesi gibi bir çıkmaz ,devletin yeniden gelir kaynakları ile donatılması sayesinde önlenebilecektir . Dışa açılma ve küresel ekonomi ile bütünleşme ,Türk devletini yarı sömürge konumuna sürüklemiş ve Türk halkını ciddi bir yoksulluk çıkmazına itmiştir . Arap ülkelerindeki gibi bir yoksullar ayaklanmasının önlenebilmesi için ,devletin yeniden ülkenin gelir kaynaklarına ve yer altı zenginliklerine sahip olarak daha adil bir gelir dağılımı düzeni kurması acilen zorunlu görünmektedir . Merkezini ve ekonomisini güçlendirecek bir Türk devletinin savaş sürecinde bölgede barışı tesis edecek en önemli ülke konumuna geleceği açıktır .

Merkezi bölgeye sızmak için sürekli olarak terörü kullanan batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşı bütün bölge ülkelerinin bir araya gelerek ciddi bir ittifak içerisine girmeleri gerekmektedir . Lübnan’ı bir terör üssüne çevirerek merkezi coğrafyaya terörist hareketler üzerinden egemen olmak isteyen emperyal güçlere karşı , eski Osmanlı ve Selçuklu ülkelerinin bir dayanışma ve kardeşlik düzeni içerisine girerek tıpkı Avrupa Birliği gibi Merkezi devletler Birliği’ni kurmalarının zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir . Tam bu aşamada ,Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Atatürk’ün ikinci dünya savaşını önleyebilmek üzere gündeme getirdiği ,Sadabat Paktı ve Balkan Paktı girişimlerini yeniden gündeme getirmekte ve bütün eski Osmanlı ve Selçuklu devletlerini merkezi Devletler Birliği adı altında birleştirmekte hem ulusal hem bölgesel hem de dünya barışı açısından küresel yararlar bulunmaktadır. Kendi çıkarları doğrultusunda savaş kışkırtıcılığı yapan lobilere karşı evrensel ve bölgesel barıştan yana olan bütün merkezi coğrafya devletlerinin bir araya gelerek Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşumu Merkezi Devletler Birliği adı altında örgütlemelerinin zorunluluğu her geçen gün daha da artmaktadır .Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalkması nedeniyle ortya çıkan otorite boşluğunun doldurulabilmesi doğrultusunda bölgenin iki büyük devleti olan İran ve Türkiye tıpkı Sadabat paktının kuruluşu günlerinde olduğu gibi bir araya gelecek , ikinci bir Bakü Kurultayı düzenleyerek merkezi coğrafyada bulunan bütün devletleri bir bölgesel birlik çatısı altında dışa ve emperyal saldırıları karşı birleşmelerinin önünü açarak terör üzerinden üçüncü dünya savaşına giden yolun önünü keseceklerdir . Bunun için tıpkı Nato gibi bir yeni bir askeri bölgesel yapılanmaya acilen gerek bulunmaktadır . Daha önceki örnekde olduğu gibi ikinci kez bin Cento yapılanması Türkiye ve İran işbirliği çerçevesinde gerçekleştirilebilir ,Nato’nun batı emperyalizminin hegemonya örgütüne dönüştüğü bu aşamada ikinci kez kurulacak olan Cento örgütü merkezi coğrafya da terör ve savaş tehditlerine karşı bölgesel güvenliği gündeme getirebilecektir . Tunus’ta başlamış olan ayaklanma hareketlerinin ,Lübnan,Ürdün,İran ya da diğer bölge ülkeleri üzerinden karışıklık ve terör yaratması ,İsrail ve ABD gibi savaş isteyen ülkelerin bu durumlardan yararlanmağa çalışması girişimlerinin önünün kesilebilmesi için mutlaka bölge ülkelerinin yeni bir bölgesel savunma paktı kurmalarının zamanı gelmiştir . Nato savunma örgütünden saldırı örgütüne dönüşürken , yeni Cento gereksinme duyulan bölgesel savunmayı bütün bölge ülkelerini çatısı altında bir araya getirerek sağlayacaktır . İran ve Türkiye’nin öncülüğünde toplanacak ikinci Bakü Kurultayı ,Merkezi Devletler Birliğine gidecek yolu açarken ,yeni Cento’nun kurulmasını sağlayarak da bölge ve dünyayı tehdit eden üçüncü dünya savaşı sürecinin önünü kesebilecektir . İran’ın tek başına dünya ile karşı karşıya kalması böylece önlenebilecek ,bölge ülkelerinin dayanışması ile İran ile batı dünyası ilişkileri dengelenebilecek , İsrail ve İran çatışmasına ya da İsrail ile Hizbullah üzerinden bölge savaşına izin verilmeyecektir . Böylesine bir adım atılması için zaman çoktan gelmiş ve geçmektedir . Bu doğrultuda bugün yeni adımlar atılmazsa yarın çok geç olabilecektir . İsrail’in ya da Hizbullah’ın hiç söz dinlemeyen tutumları devam edip gittiği sürece her an bir çılgınlık ortaya çıkabilecektir . Bölgenin çeşitli ülkelerinde böylesine çılgınlığa elverişli çeşitli terörist hareketlerin birbirini izlemesi barış umutlarının her geçen gün daha da azalmasına neden olmaktadır .Tunus ve Lübnan’daki son gelişmeler bölgede savaş öncesi istikrarsızlık isteyenlerin beklentilerini gerçekleştirirken , bir İsrail ve İran savaşının haberciliğini yapmaktadırlar .

Türkiye Cumhuriyeti ,dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak sahip olduğu jeopolitik konumunu kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanabildiği sürece hem bağımsız devlet olarak varlığını koruyabilecek hem de bölgede kendisini tehdit etmekte olan bütün terör ve savaş tehditlerine karşı kendisini savunabilecektir .Binleşmiş Milletler ve bütün uluslar arası kuruluşların ciddi bir üyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti bölgesinde olduğu kadar dünya barışı için evrensel düzeyde de etkinliklerini artırmak zorundadır . ABD ve İsrail gibi Birleşmiş Milletler kararlarını dinlemeyen ülkelerin baskılarına karşı Türkiye Cumhuriyeti diğer büyük devletler ve ülkeler ile yakın ilişkiler oluşturarak uluslar arası konjonktürde ağırlık sağlamalı ve bu yollardan savaş sürecinin önünü kesebilmelidir . Batılı müttefiklerin baskılarıyla şimdiye kadar uygulanan yol ve yöntemlerden bir sonuç çıkmadığına göre ,Türkiye Cumhuriyeti kendisini geleceğin dünyasında var edebilecek ve bulunduğu bölgede bir cihan savaşını önleyebilecek doğrultuda B planını acilen devreye sokabilmelidir .Türkiye kendisini yenileyebilecek güce sahiptir .Bölgesel barış ve güvenlik işbirliği için bütün komşularıyla bir araya gelerek ortak hareket edebilmenin yollarını aramalıdır .Başlatılmış olan komşularla sıfır sorun politikaları ile tam anlamıyla bir sonuç alınamamıştır . Bu tür girişimlerin kalıcı ittifaklara ve bölgesel güvenlik şemsiyesine gidebileceği yolların da açılması gerekmektedir . Anlaşmazlıklar sıfır sorun çizgisinde ele alınırken , kalıcı ittifaklara ve bölgesel güvenlik şemsiyesinin oluşturulmasına da öncelik tanınmalıdır .Türkiye sadece İran ile değil ama , Azerbaycan,Gürcistan,Suriye,Irak ve Ürdün gibi ülkeler ile başlatmış olduğu yakın temasları bölgedeki terör ve savaş risklerini ortadan kaldıracak derecede bir kalıcı işbirliği ve dayanışma düzenine dönüştürebilmenin yollarını aramalı ve acilen B planı olarak Merkezi Devletler Birliği ya da Cento adı ile anılacak bir güvenlik yapılanmasını devreye sokabilmelidir . Bütün dünyayı bir nükleer yokoluşa götürebilecek bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ancak bu yoldan önlenebilecektir . Barıştan yana olan bütün dünya ülkeleri de, merkezi coğrafyada gerçekleştirilecek böylesine bir bölgesel barış oluşumunu sonuna kadar destekleyeceklerdir . Bütün A planlarının bittiği bu aşamada böylesine bir B planının acilen devreye sokulması, dünya güvenliği açısından zorunlu bulunmaktadır.
NOT: B planı ile ilgili olarak daha önce yayınlanmış olan “TÜRKİYE’NİN B PLANI" isimli kitabım ile diğer kitaplarıma ve "Kemalist yaklasim.info" adını taşıyan internet sitesindeki üç yüze yakın makalem incelenebilir .
BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI

Amiral Soner Polat
ABD’nin, daha doğrusu Başkan Trump’ın, derin devlete rağmen (establishment) Suriye’den asker çekme kararı tüm dengeleri yerinden oynattı. Suriye’nin kuzeyinde bir güç boşluğu (power vacuum) ortaya çıktı. Kuraldır. Strateji boşluk kabul etmez. Aktörler en kısa zamanda bu boşluğu kendi çıkarları doğrultusunda doldurmak için harekete geçer. Bu yeni oyunda güç dengelerinin nasıl şekilleneceğini tarafların siyasi hedefleri belirler. Farklı siyasi hedefler beklenmedik pazarlıklara neden olur. Aynı zamanda aktörlerin ittifak arayışı da olayların seyrini etkiler.

TÜRKİYE İÇİN ÖNCELİKLİ TEHDİT
Türkiye açısından bakıldığında öncelikli tehdit PKK ve kurulması hedeflenen özerk ya da konfederal terör devletçiğidir. Eğer bu terör yapılanması temelden yok edilebilirse, bu durum Kuzey Irak’taki bağımsızlık rüzgârlarının şiddetini ciddi oranda azaltır. Bilindiği gibi Suriye ve Irak arasındaki PKK geçişkenliği yüksek düzeydedir. Bu nedenle PKK’lı teröristler nötralize edilmeli, silah, cephane, askeri teçhizat depoları imha edilmelidir. Aksi halde ayakta kalacak teröristler günün birinde ülkemizin karşısına çıkabilir.

BÜYÜK STRATEJİ ZAMANI
Gelişen olaylar Türkiye’ye çok daha büyük fırsatlar sunmaktadır. Türkiye; Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz’i de kapsayan büyük bir stratejiyi (grand strategy) rahatlıkla kurgulayabilir. Bunun için bölgesel ve bölge dışı ittifak olanakları sonuna kadar zorlanmalıdır. Bulunduğumuz aşamada ABD, Batı Asya’da büyük askeri kuvvetler bulundurmaya soğuk bakmaktadır. Bu konuda başlangıçta yükselen muhalif sesler, son dönemlerde çekilmeyi savunanlarla dengelenmiştir. En azından ABD kamuoyu ikiye bölünmüş durumdadır. Yeniden seçilmeyi hedefleyen Başkan Trump, ABD’deki sessiz çoğunluğun desteğini kazanmayı hedeflemektedir. İsrail ile Rusya arasında devam eden güven bunalımı bu ülkenin de bölgedeki etkisini giderek azaltmaktadır. Fransa bölgede etki yaratabilecek kaynaklara sahip değildir. Macron ciddiye alınacak bir lider değildir.

Türkiye, Kuzey Irak’ta yuvalanan terör yuvaları ve Suriye’de PKK’nın askeri ve siyasi olarak tamamen yok edilmesi için çok uygun koşullar yakalamıştır. Diğer taraftan birbirini tamamlayan kararlı adımlar atıldığı takdirde, bölgede her kriz döneminde ortaya çıkan bağımsız Kürdistan hayaline kesin bir nokta konulabilir. Türkiye ayrıca Doğu Akdeniz’deki tezlerini, ortak çıkarlar ekseninde destekleyen bölge ve bölge dışı ortakları ile bu enerji denizindeki hak ve çıkarlarını daha güçlü bir şekilde savunabilir.

SİLAHLI PKK’YA ASLA İZİN VERİLEMEZ!
PKK ile anlaşma olanağı ortadan kalkmıştır. Her devlet için geçerli olan, “PKK’nın silah ve cephanesi ile kayıtsız koşulsuz teslim olmasını talep etmek” olmalıdır. Bölge uzun yıllar boyunca terörden ağır yara aldı. İnsani dramın yanı sıra milyarlarca dolarlık kaynak bu nedenle heba oldu. Bölge ülkeleri ikinci kez aynı hatayı yapmamalıdır. PKK’yı kullandığını sanıp küçük düşünenler, sonunda terör örgütünün emperyalizmin hizmetkârı olduğunu yaşayarak öğrendiler. Terörün kökünün kazınması için ortaya çıkan bu altın fırsat iyi değerlendirilmelidir.

TÜRKİYE İNİSİYATİFİ ELE GEÇİRMELİ!
Basın yayın organlarında, “Türkiye’nin IŞİD’le mücadele etmek için ABD ile görüştüğü” ifade edilmektedir. Türkiye, Suriye’ye hızla girip PKK’nın bütün kaynaklarını kuruttuktan, diğer bir ifade ile öncelikli tehdidi bertaraf ettikten sonra IŞİD’in kendiliğinden çözülme süreci içine gireceğini söyleyebiliriz. Ayrıca bölgesel ittifak kurulursa, çözülme süreci daha büyük bir hız kazanır. IŞİD bütün devletlerin ortak düşmanıdır. Bir devlete dayanmadığı sürece IŞİD’in esamesi bile okunmaz! Kaldı ki Başkan Trump, IŞİD’le başka ülkelerin mücadele etmesini büyük bir başarı olarak kendi kamuoyuna sunacaktır.

Koşullar bölge barışı, istikrar, yıkıcı ve bölücü unsurların ortadan kaldırılması için uygun bir zemin yaratmıştır. ABD ile iyi ilişkiler sürdürülürken, bölge ülkeleri ile dayanışma içinde yakıcı sorunların çözümü için büyük bir fırsat önümüzde durmaktadır. Eğer Türkiye bu uygun ortamı değerlendirme becerisi ve esnekliğini gösterebilirse, önünü ardına kadar açar. Ülke içindeki ayrılıkçı eğilimler kısa süre içinde son bulur. Güneyden örülen jeopolitik duvarları söküp atar. Doğu Akdeniz’deki etkisini büyük ölçüde artırır. Ekonomisinin gelişmesi için büyük fırsatlar yakalar. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin bölgeyi karıştırma çabalarını boşa çıkarır. Koşulların sonsuza dek aynı kalacağını sananlar yanılgı içindedir. Talih kuşu insanın başına bir kez konar. Koşullar olgunlaştığında harekete geçmeyenler, başkalarının zaferini seyreder.
(KAYNAK: Soner POLAT-Aydınlık Gazetesi, 28.12.2018)

25 Aralık 2018 Salı

MERKEZİ YERELLEŞME (KÜ-YEREL DEĞİL, ME-YEREL) "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ NO: 143 (25 Aralık 2018) Dünya küreselleşme dönemine girdikten sonra, ortaya bir de Kü-yerel kavramı çıkartılmıştır.

ANKARA KALESİ NO: 143 
MERKEZİ YERELLEŞME
(KÜ-YEREL DEĞİL;
ME-YEREL)
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 25 Aralık 2018
Dünya küreselleşme dönemine girdikten sonra, ortaya bir de Kü-yerel kavramı çıkartılmıştır. Bu kavram küreselleşme ve yerelleşme kavramlarının birleşiminden meydana gelen birleşik yeni bir kavram olarak hem makalelerde hem de geleceğe yönelik tartışmalarda yer almakta, daha doğru dürüst ne anlama geldiği belirtilmeden geleceğin yeni dünya düzeninin oluşturulmasında kilit bir deyim olarak kullanılmaktadır. Normal olarak bütün kamuoyunun bu yeni yaklaşımı bilmesi ya da öğrenmesi gerekirken, halk kitlelerini fazlalık olarak gören neo-liberal entellektüel yaklaşım ,eski dünya düzenini yıkarken ve küresel sermayenin imparatorluğuna giden bir yolda emin adımlarla ilerlerken , bir de ortaya Kü-yerel dayatmasını çıkararak fazlasıyla kullanmakta ve kafa karışıklığına neden olarak , finans-kapitalin kapitalist diktatörlüğüne yepyeni bir yapılanma sağlamağa çaba göstermektedir . Daha doğru dürüst küreselleşmenin ne olduğu açıklanmadan , küreselleşme kökenli yeni ve uydurma kavramlar çıkartarak , anlaşılmaz teoriler geliştirmek dünya kamuoyunu sarstığı gibi beş kıtanın ülkelerine dağılmış halk kitlelerini önemli ölçüde kafa karışıklığına sürükleyerek ,kaostan yeni bir düzen çıkarma planlarını dolaylı yollardan devreye sokmaktadır . Kü-yerel kavramı bu açıdan son derece önemli ve üzerinde titizlikle durulması gereken yepyeni bir deyimdir . Bu kavram önümüzdeki dönemde , küresel dönüşümün sağlanmasında kilit anlamlarda rol oynayacak gibi görünmektedir .
Glocalization kavramı
Glocalization kavramı , başta İngilizce olmak üzere bütün lâtince kökenli batı dillerinde , küreselleşme aşamasına geçildikten sonra gündeme getirilen yeni bir kavramdır , ve kü-yerel kavramının batı dillerindeki karşılığıdır . Küreselleşmenin karşılığı olan globalizm ile yerelleşmenin batı dillerindeki tanımı olan localizaton kavramlarının bir araya getirilmesiyle glocalization diye yeni bir kavram gündeme getirilerek , küreselleşme yolu ile yerelleşme ya da yerelleşme üzerinden küreselleşme oluşumları açıklanmağa çalışılmıştır . Uluslar arası büyük sermaye kuruluşlarının öncülüğünde , gizli dünya devletinin planları doğrultusunda küresel emperyalizm bütün dünya ülkelerini sarsarak ele geçirmeğe başlayınca , ortaya çıkan yeni durumları açıklayabilmek zorlaşmış ve işte bu aşamada glocalization ya da kü-yerelleşme gibi sonradan olma uydurma yeni kavramlar oluşturma yoluna gidilmiştir .Dünya ülkelerine zorla küreselleşmeyi kabül ettirmeğe çalışan sermaye kuruluşları , bazı yerel yönetimler ya da sivil toplum kuruluşları aracılığı kü-yerelleşme konularında açık oturumlar ya da bilimsel toplantılar düzenleyerek kendilerine kitlesel taban yaratmanın peşinde koşmuşlardır .Çeşitli üniversitelerden devşirilen küreselci ya da neo-liberal öğretim görevlileri ile bazı bilim adamlarını ortak projelere ikna eden emperyal merkezler , küreselleşme sürecine paralel bir biçimde kü-yerelleşme projesini de kendilerine yakın gördükleri bazı yerel yönetimler ya da dışarıdan finans kaynağı sağlayarak satın aldıkları sivil toplum kuruluşları aracılığı ile kü-yerelleşmenin önünü açmağa çalışmaktadırlar . Belediye birliklerine sızarak , bazı büyük kent belediyelerini ele geçirerek , bunlar aracılığı ile toplantılar yapılmakta ve ulusal,üniter,merkezi yapıda kurulmuş olan bugünkü devlet düzenleri yıkılmağa çalışılmaktadır . Açıktan devlet yıkıcılığı , kü-yerelleşme gibi ne olduğu belirsiz ,sonradan olma tehlikeli kavramlar üzerinden yapılmağa çalışılmakta ve insanların kafaları ciddi boyutlarda karıştırılarak, para babalarının yeni dünya hegemonya düzeni kurulmağa çalışılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara
Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’nın çeyrek yüzyıllık belediye başkanı bundan birkaç sene önce , Kuvayı Milliye hareketinin merkezi olan başkentte , bu yepyeni emperyal kavramın başlığında yer aldığı bir bölgesel toplantı düzenleyerek , dünyanın merkezi coğrafyasında Kü-yerelleşme dönemini resmen başlatmıştır . Eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kurulmuş olan bugünkü Orta Doğu devletlerinin bütün büyük kentlerinin belediye başkanları , Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’da bir toplantıya davet edilerek , Orta Doğu’da Kü-yerelleşme süreci başlatılmıştır .(Glocalization in Middle East ) üst başlığı altında düzenlenen bu bilimsel görünümlü toplantıya , Orta Doğu haritasında yer alan büyük kentlerin belediye başkanları katılmış ve birkaç günlük toplantı sonucunda bugün sıcak savaşların dış tahriklerle sürüp gittiği merkezi coğrafyanın geleceği kentler üzerinden konuşularak planlanmağa çalışılmıştır . Başkentler devre dışı bırakılırken ,başkentlerdeki merkezi devlet yapıları küresel emperyalizmin neo-liberal politikaları ile zaman içerisinde tasfiye edilirken , Türkiye’nin başkenti Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail Projeleri doğrultusunda bir Kü-yerel yapılanmanın odağı olarak devreye girmektedir . Bir anlamda , Türkiye’nin başkenti olan Ankara , sonunda Ankara’daki merkezi devleti bile ortadan kaldıracak küresel emperyalist projeye alet edilmekte , Ankara kendisini başkent olmaktan çıkaracak bölgesel bir emperyal proje uğruna Türk ulusunun var olma savaşı olan Kuvayı Milliye’den gelen ülke merkezi olma konumunu yabancı planlar uğruna kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmaktadır . Türk devleti içindeki eski kadrolar gelişmelerden habersiz bir biçimde gelişmeleri izlerken , dışarıda yetiştirilmiş neo-liberal genç kadrolar , merkezi devletten yerel devletlere geçiş sürecinde çok bilinçli ve programlı biçimlerde kullanılmaktadırlar .
Türkiye’de daha çok küreselci, neo-liberal , alt kimlikçi ve cemaatçı kesimlerde destek bulan Kü-yerel projesi
Türkiye’de daha çok küreselci, neo-liberal , alt kimlikçi ve cemaatçı kesimlerde destek bulan Kü-yerel projesi , kısaca yerelleşerek küreselleşme ya da küreselleşerek yerelleşme anlamında bir yaklaşımı gündeme getirmektedir . Kü-yerelciler kendi aralarında örgütlendikleri gibi , çeşitli yayınlar çıkartarak , yerel düşünerek küreselleş ya da tamamen tersi bir doğrultuda küresel düşünerek yerelleş gibi bir sloganı kendilerine ana ilke olarak benimsemişler ve bu doğrultularda , batının emperyal devletlerinden para desteği alarak , ülke içinde küresel emperyalizme paralel bir sivil insiyatifin öncüsü olmağa çalışmışlardır .Kü-yerelciler özellikle Avrupa Birliği politikalarına uygun bir çizgide çalışmalarını sürdürerek , dışarıdan gelen yabancı konuşmacıların katılımları ile ülkede yerelleşmeyi küresel emperyalizmin isteklerine uygun bir çizgide gerçekleştirmek üzere çalışmalarını yürütüp gelmişlerdir . Sivil toplum kuruluşlarının kendi ülkelerinin devletlerine karşı duran, hatta daha da ileri giderek alt kimlikçi ve bölgeci bir doğrultuda düşmanca bir tavrı benimseyen işbirlikçi yaklaşımları çerçevesinde Kü-yerel kavramı Türkiye’nin gündemine oturmuştur . Artık gelinen yeni aşamada Türkiye’nin bir çok kentinde bu doğrultuda toplantılar yapılmakta ve yerel insiyatifler oluşturulurken , ülkenin ulusal ve üniter yapısı ihmal edilerek ülkenin bölünmesine ve merkezi devletin dağılmasına giden yollar dolaylı olarak açılmaktadır . Küresel emperyalizm ulus devletlere savaş açarken , bu siyasal yapıların merkezlerini hedef almakta , başkentleri devre dışı bırakacak yepyeni bir oluşum sürecini öne çıkarmaktadır . Başkentler her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilerek halkın gözünden düşürülürken , yeni yerelleşme süreçlerinin başlatıldığı yerel merkezler geleceğin kentleri ya da yerel yönetimleri olarak halk kitlelerine lanse edilmekte ve böylece merkezi devletlerden yerel devletçiklere ya da eyalet devletlerine geçişin önü açılmağa çalışılmaktadır . Bu doğrultuda geliştirilen yerelleşme süreci ulus devletleri ve bunların başkentlerini kendisine hedef seçmiş olan küresel emperyalizmin çıkarlarına çok uygun düştüğü için , yeryüzü haritasında yer alan bütün devletyapıları kökten sarsılmakta , halen var olan iki yüz ulus devlet düzeninden ,yerelleşme ya da kü-yerel atılımlar ile gündeme getirilen yeni kent merkezlerinin çevresinde oluşturulacak iki bin eyalet devleti oluşumuna doğru bir yeni açılım ,büyük sermayenin çıkarlarına uygun düşecek bir çizgide gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır.
Emperyal merkezlere karşı ulus devletlerin direnmeleri...
Emperyal merkezlere karşı ulus devletlerin direnmeleri ve kendilerini korumaları doğrultusunda önlemler almasına izin vermemek üzere , kü-yerel oluşumları hızlandıracak bazı uluslar arası toplantılar yapılarak resmi belgeler yayınlanmış , bu doğrultuda ulus devletlerin katılımı ile evrensel çizgide geçerli olacak protokollar imzalanmıştır . Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bunların içinde en önde gelen hukuk belgesidir . Yüzyıllar süren savaşlar döneminden sonra bir kıtasal birlik etrafında bir araya gelerek Avrupa Birleşik Devletleri ya da Avrupa Birliği oluşumu çerçevesinde birleşmeğe çalışan Avrupa ülkelerine küresel sermaye yerel yönetimler özerklik şartını dayatmaktadır . Bugün elliye yakın devletin yer aldığı Avrupa kıtasında bir bölgesel birlik var olan devletlerin kendilerini korumaları yüzünden kurulamadığı için ,kıtasal bütünleşmenin yolu gelecekte kentler arası birliğe doğru kaydırılmağa çalışılmakta ve bunun için de Avrupa kentleri , devletlerin kurulu bulunduğu başkentlerin yönetiminden çıkartılmak istenmektedir . Orta çağ Avrupası’ nın haritası incelendiğinde beş yüz civarında kent devletinden oluştuğu görülmektedir . Kentler arası ilişkiler ile sınırlar ortadan kalktığı için , ve daha kolay ilişkiler oluşturulabildiğinden , bir bölgesel birliğe yönelen Avrupa coğrafyasındaki ulus devletler ortadan kaldırılmak istenmekte ve bu devletlerin başkentlerinin ülke içindeki kentler üzerindeki hegemonyasına son verilerek tüm kentler geleceğe dönük olarak serbest bırakılmağa çalışılmaktadır . Bölgesel birlik oluşturulurken , ulusal sınırlar aşılmakta ve tüm kentler uluslar arası kurallara bağlı kılınarak , başkentlerin merkezi devlet yapılanmaları ortadan kaldırılmak istenmektedir . Böylece , ulus devletlerden önce eyalet devletlere daha sonraki aşamada da kent devletlerine yönelerek , bir Avrupa kıtasal birliğinin küresel sermayenin güdümünde oluşturulması planlanmaktadır . Yerelleşme olgusu , aynı zamanda küreselleşmenin önündeki engel olan ulusal ve merkezi devletleri ortadan kaldırdığı için ,kü-yerel bir yapılanmanın elde edilmesini sağlamaktadır .
Yerelleşme bir anlamda demokrasinin doğal gereği olarak kabül edilmekte
Yerelleşme bir anlamda demokrasinin doğal gereği olarak kabül edilmekte ve bu doğrultudaki gelişmeler yeni demokrasi projeleri ya da demokratikleşme süreçleri ile desteklenerek , yerel yönetimler öne çıkartılmağa çalışılmaktadır .Bir anlamda demokratik ilerlemeler ile yerelleşme olguları paralel gitmekte , devletlerin merkezi yapılarının hedef alınarak tasfiye edilmelerinde bunlar beraberce kullanılmaktadır. Demokrasi kavramı ile cumhuriyet düzenleri sarsılırken , yerel yönetimler yolu ile de merkezi yönetimler devre dışı bırakılmağa çalışılmaktadır . Bugünün ulus devletlerini merkezi ve üniter yapıları ile ortaya çıkartan geçmişten gelen siyasal ve sosyal gelişmeler e bugün yer verilmemek istenmekte , bunların tamamen tersi doğrultuda sosyal olaylar uzaktan kumandalı manüple edilerek , küresel sermayenin yeni dünya düzene doğrultusunda bütün ülkeler yepyeni yapılanmalara doğru sürüklenmektedirler .İmparatorluklardan ulus devletlere giden yolda devlet merkezleri ve başkentler kutsal bir yere sahipken , bugün tamamen tersi bir doğrultuda kentler ve yerel yönetimler öne çıkartılmakta , geleceğin ideal devlet biçimi olarak yerel devletleşmeler açık bir destekleme ile gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır . Her türlü yerel değer önemsenerek öne çıkartılırken , merkezin temsil ettiği değerler ya da başkentlerin konumu ile ilgili oluşumlar ya da toplumsal birikimler sanki yokmuş gibi hareket edilmektedir . Kasıtlı bir yerelcilik giderek bütün dünyada küresel sermayenin desteği ile yüceltilirken , her türlü merkezi değer kötülenerek devre dışı bırakılmağa çalışılmaktadır . Tarihin ilk dönemlerinden bu yana devam edip gelen yerelleşme ve merkezileşme çekişmesinde , merkezi yapıya sahip olan ulus devletleri yıkma doğrultusunda küresel sermaye açıkca yerel yönetimlerden yana bir tutum izleyerek büyük ulus devletlerin merkezi güçlerinden kurtulmağa çalışmaktadır . Sivil toplum kuruluşları ile beraber yerel yönetimler , gelinen bu yeni aşamada küresel sermayenin taşeronları ve işbirlikçileri tarafından ulus devletlere karşı kışkırtılarak açıktan kullanılmaktadırlar . Her ikisine de batının emperyal ülkelerinden ve sermaye merkezlerinden para yardımı geldiği için , yerel yönetimler dernekler ve vakıflar ile kendi devletlerine karşı açıkça kullanılmaktadırlar . Bir anlamda devlet düşmanlığı yerelleşme ve sivil toplumculuk girişimlerinin ana uğraşısı konumuna gelmektedir .
Yerelleşme olgusu aynı zamanda yerel yönetimlerin örgütlenmesini de beraberinde getirir
Yerelleşme olgusu aynı zamanda yerel yönetimlerin örgütlenmesini de beraberinde getirdiği için , her ülke ya da bölge açısından yerinden yönetim gibi bir ilke doğal bir sonuç olarak öne çıkartılmaktadır . Yerelleşme ya da yerelcilik ansiklopedik anlam olarak merkez yokluğu anlamına gelmektedir . Belirli merkezlerden rahatsız olan yerlerde, o yerde yaşayan insan toplulukları kendi aralarında bir araya gelerek ve örgütlenip yerel yapılanmalara giderek yerel yönetimleri ortaya çıkarabilirler , Yerel yönetim bir yerin ya da bölgenin oradan yönetilmesi , başka hiçbir yere ya da merkeze bağlı olmaması anlamına gelmektedir . Yerel yönetimler ,bazen bütünüyle yerinden yönetimi ya da kısmı olarak bir yerel insiyatifin örgütlenmesini temsil etmektedirler . Merkez yokluğu ya da merkezsizlik yerel yönetimlerin doğal sonucudur . Belirli bir merkeze bağlı olmayan belirli bir yörenin insanlarının bir araya gelerek kendi kendilerini yönetme ya da yörelerini yerinden yönetim biçimi ile yönetebilme hakları doğal olarak vardır . Dünya tarihindeki önemli gelişmeler ve bu doğrultuda ortaya çıkan oluşumlar , zaman zaman büyük siyasal yapıların çöküşünü ya da dağılmasını gündeme getirdiği için , böylesine geriye dönük olumsuz gelişmeler karşısında kalan her yöre toplumunun kendi yerel yönetimini oluşturarak , kamu hizmetlerinin ve yöresel sorunlarının, yerel insiyatifler ile yönetmeleri mümkün olabilmektedir . Dünya tarihinin ortaya koymuş olduğu bu gibi gelişmeler , yeni dünya düzeni planlarına kalkışan küresel sermaye açısından da ders verici olmuş ve ,zaman içinde dağılan büyük devletlerin geriye bıraktığı kalıntılar içinden yerel yönetimlerin çıkması gerçeğini göz önünde bulunduran finans kapitalin patronları , dağılma ile zaman içinde çıkan yerel yapılanmaları önceden planlayarak bu kez normal koşullar içinde bir dağılmanın ötesinde acil koşullar çerçevesinde ulus devletleri ve merkezi büyük yapıları çözmek ve parçalayarak önceden hazırlanmış bir dağıtma operasyonunu yerelleşme süreçlerini destekleyerek gündeme getirmekte ve böylece kü-yerel bir programı uygulama alanına aktarmaktadır . Büyük imparatorluklar beş ya da altı yüz yıl yaşama şansına sahip olmalarına rağmen , uluslar arası finans kapital böylesine uzun bir zaman içinde dağılma senaryolarını beklemeden hareket etmekte ve bir an önce kendi küresel imparatorluğunu kurabilme doğrultusunda , hiç beklemeden kü-yerel projelerin yerel yönetimler üzerinden uygulanması ile acele olarak dağıtma senaryosunu gerçekleştirebilmenin arayışı içinde olmaktadır .
Kü-yerel projenin içinde yer alan çok önemli bir başka kavram
Kü-yerel projenin içinde yer alan çok önemli bir başka kavram olarak ,hizmette halka yakınlık anlamına gelen subsidiarite kavramı kullanılmaktadır . Bugünün küreselleşme eğilimlerine uygun bir çizgide gelişen Avrupa Birliği gibi büyük kıtasal oluşumlarda , merkezi yönetimi devre dışı bırakmak yerelleşmeyi daha geniş boyutlarda uygulayabilmek doğrultusunda bir de hizmette halka yakınlık anlamında , yerine koyma ya da ikame etme anlamlarına da gelecek bir tarzda subsidiarite kavramı , merkezi yönetimin yerine yerel yönetimi geçirebilme amacıyla fazlasıyla kullanılmaktadır . Dışarıdan gelen baskı ve dayatmalara karşı halk kitlelerin tepki göstermesi ve tepkilerin gelişerek karşıt akımlara zemin hazırlaması gibi durumları önleyebilme doğrultusunda , bu ilke devreye sokularak , kü-yerel projelere devam edilmek istenmektedir . Avrupa kıtası ülkeler ya da devletler Avrupa’sından bölgeler ya da halklar Avrupasına doğru bir dönüşüme zorlanırken , kü-yerelleşme gene önde gelen bir çizgide uygulama alanına getirilmekte ve ,yerel hizmetlerin yerel yönetimler çatısı altında örgütlenmesiyle devlet merkezleri ya da başkentler ile ilişkiler kesilerek , yerelleşme üzerinden küreselleşmeye yönelen bir oluşum düzeni gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır . Hizmette halka yakınlık gibi halk kitlelerine hoş görünen cilalı kavramlar kü-yerelleşme doğrultusunda geliştirilirken ,toplumlar merkezi devletin kontrolu dışına çıkarılmakta ve bu yoldan küresel emperyalizmin dünya halklarını bütünüyle denetimi altına alabilmesinin yolları açılmak istenmektedir . Avrupa Birliği bir kıtasal oluşum ya da Avrupa Birleşik Devletleri olarak oluşturulmağa çalışılırken , ulus devletlerin direnişleri bu yollardan aşılmağa çalışılmakta , uluslar ve onların devletleri tarihin çöplüğüne doğru süpürülürken , kü-yerel projeler üzerinden hem bölgesel hem de küresel yapılanmaların önü açılmağa çalışılmaktadır . Avrupa topluluğu bu doğrultuda yönlendirilirken , tarihin bir sonucu olan uluslar ve onların ulus devletleri tasfiye olmağa mahkum edilmektedirler .
Kü-yerel projelerin temelinde geçmişten gelen yerellik o ilkesi
Kü-yerel projelerin temelinde geçmişten gelen yerellik o ilkesi bulunmakta ve geleceğe dönük ulus devlet ötesi oluşumların tezgahlanmasında bu ilke ana bir kural olarak uygulanmaktadır . Yönetim sistemlerinin demokratikleşmesi görünümünde sürekli olarak yerellik ilkesi öne çıkarılmakta vatandaşların ülke yönetiminde etkisinin artırılması gerekçesi ile de merkezi yönetimin gücü ve üniter yapının bütünlüğünün yıkılmasında yerellik ilkesi haklı gösterilerek dıştan güdümlü dönüşüme devam edilmeğe çalışılmaktadır . Bütün bilgilerin merkezde toplandığı ,ülke ile ilgili tüm kararların gene merkezde alındığı ulus devlet yapıları aşılırken , daha geniş kıtasal oluşumlara yol açacak ve bunlar üzerinden de bir büyük dünya konfederasyonunu küresel sermayenin güdümünde oluşumunu gerçekleştirecek açılım ve atılımlar birbiri ardı sıra gerçekleşme aşamasına gelecektir . Hizmette halka daha yakın durma gibi bir görünümden yararlanan kü-yerelcilik ,küresel imparatorluğa yerel yönetimler üzerinden gitmeyi hedeflemekte ve bu doğrultuda en büyük engel olarak öne çıkan başkentleri devre dışı bırakarak tek merkezli bir finans kapital imparatorluğunun hazırlıklarının tamamlanmasını sağlamaktadır . Dışlanan başkentler bir araya gelmedikçe ve küresel büyük şirketler tarafından empoze edilen dıştan güdümlü kü-yerel planlara karşı bir işbirliği ya da ortak bir çalışma düzenine gitmedikçe , önceden kurgulanmış olan sistem çalışmakta ve ulus devletler düzeninden küresel şirketler egemenliği dönemine geçiş doğrultusunda hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır . Devletlerin merkezi yönetiminin kesin otoritesini silmeğe çalışan tekelci şirketler açısından yerelleşme alternatif olarak devreye girmekte ve bu doğrultuda kü-yerel projeler şirketlerin desteği ile uygulamaya getirilmektedir .Halka en yakın yönetimleri hizmetin halkla bütünleştirilmesi biçiminde gündeme getiren kü-yerel politikalar ,halk kitleleri için aldatıcı olmakta , sivil toplum kuruluşları ya da yerel yönetimler üzerinden tekelci şirketlerin kucağına sürüklenen halk kitleleri , zaman içinde vatandaşlık bağı ile bağlı oldukları kendi devletlerine düşman bir hale düşürülerek , üniter devlet yapılarını bölücü bir konuma iteklenmektedirler . Küresel sermayenin güdümündeki medya organları aracılığı ile beyinleri yıkanan halk kitleleri böylesine oyunlara alet edilirken , ulusların egemenliği ya da halkların kendi kaderlerini belirlemesi ilkesi doğrultusunda kurulmuş olan ulus devlet yapıları hızla bir çöküşe mahkum edilmektedirler.
Hizmetler yerelleştirilirken,
Hizmetler yerelleştirilirken, hizmete en yakın yönetim olarak lanse edilen yerel yönetimler aynı zamanda halka da en yakın yönetim biçimi olarak tanıtılmakta , halkların yerinden yönetiminde yerel yönetimlere kilit bir misyon yaratılmaktadır . Bu doğrultuda , yerel yönetimlerin özerkliği talep edilmekte ve hiçbir biçimde merkezi yönetimin müdahalesi ya da ulusal egemenlik düzeninin gerektirdiği bir biçimde ulusal insiyatifin yerel yönetimlerde etkili olmaması için özerklik başlıca kaçış yolu olarak görülmektedir . Alt kimlikçi yapılanmalar , ülkenin belirli bölgelerinde farklı etnik ya da dinsel yapılanmalara gitmek isteyen bölücü akımlar ulusal egemenliğin dışına çıkmak ve merkezi yönetimin baskısından sıyrılabilmek üzere özerkliği bir kurtuluş yolu olarak görmektedirler . Özerklik yerel yönetimlere bir hak ve hukuk statüsü olarak tanınınca ,ülkenin bölünmesine ve merkezi devletin çöküşüne giden yol açılmakta ve bu doğrultuda kü-yerel açılımlar yeni küçük eyalet devletçiklerinin oluşumunu sağlayarak , büyük ulus devletlerin küçültülmesine yardımcı olmaktadır . Ayrı bir tüzel kişilik çatısı altında örgütlenen yerel yönetimler ,kü-yerel açılımlar doğrultusunda kendi kendine açılım yapabilir bir noktaya getirilebilmekte ve ayrıca dışarıdan sağlanacak maddi destekler ile , küresel yeni dünya düzeni oluşumu çizgisinde yönlendirilebilmektedirler . Özerklik statüsü bu açıdan bir güvence sağlamakta ve böylece yerel yönetimler merkezi yönetimin ya da ulus devletin kontrol alanı dışına çıkarak geleceğin eyalet devletlerinin oluşum süreçleri hızlandırılmaktadır . Her yerel adım böylece aynı zamanda ulus devletin dışına çıkılarak küreselleşmeye yönelen bir oluşumun öncüsü de olabilmektedir . Ulus devlet içinde yerelleşmek ya da merkezden kopuk bir yapılanmaya gitmek aynı zamanda tamamen tersi bir çizgide dışa açılarak aynı zamanda küreselleşmek anlamına da gelebilmektedir . Merkezi yönetimin sakıncaları ,bürokratik yapısı ile otoriter baskıları sürekli olarak gündemde tutularak ulus devletler kötülenmekte ,yerelleşme ise bu gibi tuzaklardan kaçış olarak gösterilirken yeni bir özgürleşme olarak kamuoyuna benimsetilmeğe çalışılmaktadır . Yerelleşme halk topluluklarını merkezden uzaklaştırırken sanki özgürleştiriyormuş gibi bir durum ortaya çıkarmakta ama , başkentlerden kopan bölgelerin küresel sermaye ve ona bağlı tekelci şirketlerin saldırısı ve sömürüsü altına girmesine yol açarak yeni bir emperyalizmin ve buna bağlı olarak gündeme gelen köleleştirmenin öne çıkmasına neden olmaktadır .
Kü-yerel uygulamalardan birisi olarak gündemde gelen kentlerin dışa açılması
Kü-yerel uygulamalardan birisi olarak gündemde gelen kentlerin dışa açılması , başkentlerin güdümü dışına çıkarak uluslar arası kuruluşlar ile bağlantı içine girmesi son yıllarda fazlasıyla görülmektedir . Özellikle Uluslar arası Para Fonu ya da Dünya Bankası gibi çok büyük evrensel kuruluşlar , devletlere ya da hükümetlere kredi açmayı bir yana bırakarak kentlere ve belediyelere kredi vermeğe başlamışlardır . Bu gibi uygulamaların sonucunda bir çok geri kalmış bölge kenti ve onların belediyeleri başkentleri by-pas ederek dışa açılmışlar , büyük ekonomik kuruluşlardan ya da uluslar arası bankacılık sisteminden yüklü krediler alarak kendi yöresel sorunlarını çözmeğe çalışmışlar ama sonunda gene kendi devletlerine ve de başkentlerinin yönetimine muhtaç bir duruma düşmüşlerdir .Yöresel sorunlarının çözüm projelerine finans kaynağı sağlamak üzere yurtdışından borç para sağlayan bazı kentler , aldıkları borçları geri ödeyememişler ve zaman içerisinde kapitalist ekonomik sistemin faiz bataklığına sürüklenerek iflas bayrağını çekmek zorunda kalmışlardır . Krediler yolu ile ulus devletleri çökerten küresel kapitalist sistem benzeri uygulamaları , borç tuzağına düşürdüğü kentler ya da yerel yönetimler içinde uygulamaya devam edince bir çok yerel yönetim iflas ederek gene kendi ülkelerinin devletinin himayesine sığınmak zorunda kalmışlardır . Kü-yerel projeler yerel yönetimleri merkezden uzaklaştırırken , yeni ufuklara açılan yerel yönetimler borç bataklarında sürüklenirken okyanuslarda boğulurken gene kendi devletlerine avuç açma noktasına gelmişlerdir . Kapitalisz tuzaklar merkezi yönetimler ile beraber yerel yönetimleri de iflas noktasına itekleyince , kü-yerel projeler iflas etmiştir . İnsanlığın doğasına aykırı olan kapitalist emperyalizmin sömürgeciliği , küreselleşme ya da yerelleşme oyunları ile insanlığı yeniden köleliğe mahkum etme aşamasına getirmiştir .Etnik toplumlara devlet kurdurma projeleri ,kü-yerel politikalar ile dıştan desteklenmesine rağmen , yerel yönetimlerin güçsüz kalması ve bu yüzden kapitalist sistem içinde batma noktasına gelmesiyle etkinliğini yitirerek devre dışı kalma noktasına gelmiştir .
Küresel şirketlerin ulus devletleri tarih sahnesinden silme girişimleri
Küresel şirketlerin ulus devletleri tarih sahnesinden silme girişimleri aşamasında gündeme getirilmiş olan kü-yerelleşme , İMF ve Dünya Bankasın’dan borç alarak başkentlere savaş açan yerel yönetimlerin iflas etmesi üzerine artık durma noktasına gelmiştir . Merkezi devletin sahip olduğu güçlü yapılanmadan yoksun kalan yerel yönetimler dış dünyaya açılınca cılız kalmışlar ve geleceğin kent devletlerini tekelci şirketlerin desteği ile uluslara karşı oluşturma yolunda kendilerinden beklenen adımları atamamışlardır . Geçmişten gelen yerelleşme olgusu , küreselleşme aşamasında kü-yerel projelere dönüştürülmek istenmiş ama ,büyük sermayenin çıkmazları ve sorunları yüzünden bu açılım bitme noktasına gelmiştir . Büyük parasal destekler ile kentleri başkentlere karşı kışkırtma ya da geleceğin kent devletlerini oluşturma noktasında eyalet devletlerine dönüştürme girişimlerinin çoğunlukla başarısız kaldığı görülmektedir . Çeyrek yüzyıllık küreselleşme döneminde birbiri ardı sıra görülen yerel yönetim iflasları , yerel yönetimlerden yerel devletlere geçme senaryolarının gerçekçi olmadığını ve birer ütopyadan öte gitmediğini açıkça göstermiştir . Bir çok etnik kavgaya ve de cemaat çekişmesine yol açan yerelleşme süreçlerinde , toplumların iç savaşa gitmesine neden olunmuş ve ve küçük yerel yapılar arasındaki çekişmeler büyük toplum yapılarında karışıklığa ve bazen da iç savaşlara yol açmıştır . Güçlü bir merkezin ortadan kaldırılması , toplumsal alanda kaosa giden süreçlerin de başlangıcı olduğu için ,artık kü-yerel projelerden ya da uygulamalardan söz edebilmek giderek zorlaşmıştır . Küresel sermayenin taşeronu konumundaki neo-liberal kadrolar ya da kuruluşların , fanatik ulus ,devlet ya da başkent düşmanlığının ötesinde ,hiçbir işe yaramayan kü-yerelleşme artık insanlığın gündeminden düşme aşamasına gelmiştir . Bir devlet çatısı altında halkı ile bütünleşmeyen , bölücü ve parçalayıcı kü-yerel girişimlerin kamu zararına yol açtığı kesinleşince , küresel emperyalizmin dayatması olan kü-yerelleşme süreci durma noktasına gelmiştir . Aradan geçen çeyrek asırlık zaman dilimi ,kü-yerelleşmenin gerçek dışı olduğunu , dünyanın bugünkü koşullarına uymadığını kanıtlayınca , bütün dış çabalara ve uzaktan kumandalı manüplasyonlara rağmen, kü-yerelci bir yapılanma başarılamamıştır .
Batı kapitalizminin dünya imparatorluğu
Batı kapitalizminin dünya imparatorluğu için zorlanan kü-yerelleşme diğer küresel politikalar gibi bitme noktasına geldiğinde , insanlık artık yerelleşmeyi yeniden düşünmek ve bugünün dünyasının koşullarına uygun bir biçimde gerçekçi bir tarzda düzenlemek durumundadır . Bir çok ülkede yerelleşme dışarıda küresel emperyalizme uygun bir yapılanma sağlayamamıştır ama , insanlığın geleceği açısından cumhuriyet devletlerinin kendi toplumlarını daha gelişmiş bir çizgide yönetebilmeleri açısından gene de demokratik bir alternatif olarak geçerliliğini korumaktadır . Bu nedenle , yerelleşme olgusu artık küresel şirketlerin ve emperyalizmin güdümünden kurtarılarak , merkezi ulus devletlerin yönlendirmesi doğrultusunda yeniden ele alınmalıdır . Böylesine yeni bir yaklaşım yeni bir kavramlaştırma yaklaşımı çerçevesinde ME-YEREL ya da MERKEZİ YERELLEŞME olarak adlandırılabilir . Geçmişten gelen bir alışkanlıkla , yerelleşme hep merkezin yokluğu anlamında adem-i merkeziyet kavramı ile açıklanmağa çalışılmış ve sürekli olarak merkeze ya da merkeziyetçiliğe karşı gibi gösterilmiştir . Bugünkü ulus devlet ya da üniter devlet modelleri incelendiği zaman, hem merkezi yönetimlerin hem de yerel yönetimlerin aynı anayasa ile yönetilen ortak bir devletin çatısı altında yer alabildikleri görülmektedir . Merkezi ve yerel yapılar ortak bir çatı altında buluşabildiğine göre , o zaman bu iki kavramı birbirine karşıt bir doğrultuda değil ama , yan yana ve birbirini tamamlayıcı bir doğrultuda ele almak mümkün olabilmektedir . Bu çerçevede ,bir devletin merkezi yapısının yanı sıra yerel yönetimler de yer alabilmeli ve merkezin kontrolü altında yerelleşme güçlendirilerek , artan nüfusun ve kamu gereksinmelerinin karşılanmasında merkez ve yerel yönetimler işbirliği sayesinde daha üst düzeylerde geliştirilebilmelidir . Yerel yönetimler başkentlere karşı ya da merkezi devlete düşmanlık içinde bir gelişmeye yönelmemeli ,ulus devletlerin merkezi ile anlaşarak MERKEZİ YERELLİK , ya da ME-YEREL ilkesi doğrultusunda geleceğe dönük gelişme programlarına yönelebilmelidir . Ancak böylece her yerel yönetim kendi ülkesinin koşullarına uygun düşen bir yeni yapılanma süreci içine girebilecek ve böylece küresel emperyalizmin sömürge batağından ulus devletlerin koruyucu şemsiyesi altında kendisini kurtarabilecektir . İflas tehlikesi olmayan yerel yönetimler , kendi ülkeleri ve de merkezi devletleri ile beraber doğal gelişim süreçlerini tamamlayarak yeni dünya düzeninde daha güvenli bir konumda var olabileceklerdir .
MERKEZİ YERELLEŞME
Şimdiye kadar merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik ayrı ayrı ele alınmış ve sanki bu iki akım birbirine düşmanmış gibi bir ortam yaratılmıştır . Bugün gelinen aşamada artık geçmişten gelen deneylerin bir bütünsellik içerisinde değerlendirilmesiyle ,daha üst düzeyde çağdaş bir kamu yönetiminin gerçekleştirilebilmesi için merkeziyetçilik ile yerelcilik ya da yerelleşme birlikte ele alınmak durumundadır .Bir devlet geleceğe dönük kendisini yenilerken , hem merkezi yapısında hem de taşrada yer alan yerel yönetimlerde yenileşmeyi bir bütünsellik içinde birbiriyle bağlantılı olarak ele almak durumundadır . Merkezde yeni yapılanmayı sağlayan idari reformlar yapılırken , yerel yönetimler de de benzeri yenilemelere gidilmelidir . Türkiye’de küresel baskılar ile gündeme getirilen kamu yönetimi reformu ile beraber yerel yönetimler reformu girişimlerinin başarısız kalmasının ana nedeni , bunların belirli bir bütünlük içerisinde ele alınmamasıdır . O zaman , sadece yerelcilik yaparak ya da yerelleşmeyi öne çıkararak ,bir idari reformun yapılamayacağı artık açıkça ortadadır .Artan nüfus dikkate alınarak yerel yönetimler güçlendirilmeli ,yerel yönetimlere kendi bölgelerindeki etkinliklerini artıracak düzeyde yeni yetkiler verilebilmelidir . Ne var ki , yerel yönetimlerin güçlendirilmesi , merkezin tasfiyesi anlamına da gelmemeli , tıpkı yerel yönetimler de olduğu gibi merkez de benzeri doğrultuda daha da güçlendirilmelidir . Böylece , ME-YEREL ilkesi doğrultusunda ,başkent’de yer alan merkezi devlet ile buna bağlı olan yerel yönetimler bir bütünsellik içerisinde güçlendirilerek ülkenin kamu yönetimi ve kamu hizmeti gereksinimleri en üst düzeyde karşılanabilmelidir. MERKEZİ YERELLEŞME , yapılacak idari reformun esası olmalı , böylece var olan ulus devletler dağılmadan , merkezi devletler kü-yerel politikalar ile çökertilmeden insanlığın beklentilerini karşılayabilecek yepyeni bir kamu örgütlenmesi , ulusal çizgide geliştirilecek idari reformlar ile başarılabilmelidir . Yerel yönetimler ile merkezi yönetim birlikteliğinden daha güçlü kamu yönetimi teknikleri ortaya çıkabilmeli ve , giderek artan nüfusun gereksinmeleri doğrultusunda daha gelişmiş yönetim biçimleri ile daha mutlu ve düzenli bir yeni dünya düzeni kurulabilmelidir .
KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE KAOS DEĞİL AMA!..
KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE KAOS DEĞİL AMA ME-YEREL POLİTİKALAR İLE BİR DÜZEN KURULMALIDIR. KAOS’tan SONRA YENİ DÜZEN İSTEYENLERE DÜNYA BIRAKILMAMALIDIR. YENİ DÜNYA DÜZENİ SAVAŞ İLE DEĞİL BARIŞ VE DAYANIŞMA İLE KURULMALIDIR. KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE ETNİK VE DİNSEL ÇATIŞMALARA İZİN VERİLMEMELİ, ME-YEREL POLİTİKALAR İLE DAYANIŞMA VE BARIŞ İÇİNDE DÖNÜŞÜM SAĞLANMALIDIR. ME-YEREL POLİTİKALAR İLE HER ÜLKEDE İŞBİRLİĞİ VE DAYANIŞMA GERÇEKLEŞTİRİLMELİ VE DÜNYA’YA BARIŞ GETİRİLMELİ, YENİ DÜNYA DÜZENİ İÇİN TÜM İNSANLIK ORTAK MÜCADELE ETMELİDİR. ME-YEREL POLİTİKALAR İLE HER TÜRLÜ ÇATIŞMA ÖNLENMELİ VE BARIŞ İÇİNDE BİR GELECEK HAZIRLANMALIDIR.

21 Aralık 2018 Cuma

ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" - Bugünün koşullarında yan yana gelmesi pek de mümkün görünmeyen iki büyük isimi bir arada ele almak, içinde bulunulan durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. (Ankara: 21 Aralık 2018-Cuma)

ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Bugünün koşullarında yan yana gelmesi pek de mümkün görünmeyen iki büyük isimi bir arada ele almak, içinde bulunulan durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. Osmanlı tarihinde tahta II. Abdülhamit olarak çıkmış olan padişah ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, büyük önder Atatürk’ün artık beraberce ele alınarak değerlendirilmesinin zamanı gelmiştir. Dünyanın merkezi bölgesindeki cihan devletini dış saldırılar ve iç karışıklıklar yaratarak çöküşe mahkûm eden Batılı emperyalist devletlerin oluşturduğu düşünceler ve bu doğrultuda estirilen rüzgârlarla, Türkiye’de Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya gelmişlerdir. Bir yanda Abdülhamit’ten yana olan Müslüman kesimler ile bunun karşısında yer alan laiklikten yana olan Atatürkçüler, ya da Atatürk’ü savunan laikçiler saflaşması giderek Türk toplumunu ciddi bir yarılma ve dağılmanın eşiğine getirmiştir. Olayı sadece din açısından ele alanlar, Türk toplumunun böylesine bir saflaşmaya ve zaman içerisinde Türk devletinin bir dağılma aşamasına katkıda bulunmuşlardır. Konuya duygusal yaklaşan İslamcılar ile laikçiler de böylesine bir çıkmazın gündeme gelmesinde ve giderek ülkede ikili bir kamplaşmanın ortaya çıkmasında konu mankeni ya da siyaset figüranı olarak kullanılmışlardır. Gelinen bu noktada, konunun tek yanlı olarak ele alınamayacağı, tarihten ve uluslararası konjonktürden gelen çok farklı yönlerinin de bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk tarihinin iki önemli devlet adamı olan Atatürk ve Abdülhamit’in birlikte ele alınarak karşılıklı değerlendirilmesinin sadece din açısından yapılamayacağı anlaşılmıştır. Dinci bir yaklaşım bu iki büyük ismi karşı karşıya getirirken, konunun diğer açılardan ele alınmasını sağlayacak daha genel ve geniş açılı bir yaklaşım ise Türkiye Cumhuriyet’inin bugün içinde bulunduğu çıkmaz açısından önemli tarih derslerinin çıkarılmasını sağlayabilecektir. 
Tam otuz üç yıl süre ile dünyanın merkezindeki bir cihan devleti yöneten kudretli bir padişah
Abdülhamit, Osmanlı İmparatorluğu çöküş süreci içerisinde başa geçen ve tam otuz üç yıl süre ile dünyanın merkezindeki bir cihan devleti yöneten kudretli bir padişahtır. Aynı zaman halife olarak ta İslam dünyasının etkili bir yöneticisidir. Osmanlı İmparatorluğunu sınırları içinde yönetirken aynı zamanda, güney ve doğu Asya’da yaşayan Müslüman toplumların da önderi olmuş ve Rusya’da yaşayan Müslümanları da yakından etkilemiştir. Abdülhamit’in Rusya Müslümanları ile yakından ilgilenmesinden Rus devleti rahatsız olmuştur ama Anadolu ulusal kurtuluş savaşına ilk yardım Rusya Müslümanlarından gelmiştir. Daha sonra Hint Müslümanlarının da Türk Kurtuluş Savaşına maddi yardım sağlamasında gene Abdülhamit’in panislamist politikayı bir halife olarak başarılı bir biçimde yürütmesinin son derece etkili bir rolü görülmektedir. Bir ön Asya devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta ve Güney Asya bölgelerindeki Müslümanlarla Abdülhamit aracılığı ile yakından ilgilenmesi, Rus İmparatorluğu ile beraber Batının önde gelen sömürge imparatorluklarını da korkutmuş ve Osmanlı halifesinin yönetimi altında bütün Asya Müslümanlarının bir araya gelmelerini önleyebilmek üzere her türlü oyuna kalkışmışlardır. Abdülhamit’in ciddi bir devlet adamı olarak, yönettiği İmparatorluğun yeryüzünde bulunduğu konumu iyi bilmesi, yeryüzünün jeopolitik yapısı doğrultusunda merkezi bir imparatorluğu ayakta tutabilmek üzere Batının saldırganlığına karşı Doğu bölgelerinde etkinlikler kurarak denge sağlama çabası içine girdiği anlaşılmaktadır. Böylesine bir devlet adamı yaklaşımı da, modern bir devletin yönetimine uygun düşmektedir. Altı yüzyıllık bir uzun zaman sürecinden sonra düşüşe geçene bir imparatorluğun başı olarak, devleti otuz üç yıl ayakta tutabilmek ve giderek artan Batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı doğu-batı dengeleri aramak ancak modern bir devlet anlayışı çerçevesinde düşünebilirlerdi. Abdülhamit’in bu doğrultuda ki girişimleri daha sonraki dönemde Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Türk Kurtuluş Savaşına Rusya ve Hindistan Müslümanların destek sağlamasına ve maddi yardımlarda bulunmasına yol açmış ve Türk milletini yeryüzünde yalnız kalmaktan kurtarmıştır. 
Tarihsel süreç içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra...
Tarihsel süreç içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, onun yerine devletin merkezi ülkesinde bir Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı verilmiş ve Mustafa Kemal Paşa böylesine milli bir mücadelenin öncüsü ve önderi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Dünyanın merkezi coğrafyasında topraklarda ve benzeri bir konumda bir büyük imparatorluk çökerken, geri kalan Türk topluluğu, elde kalan orta boy bir ülke olan Anadolu üzerinde Ulusal Kurtuluş Savaşına kalkışmıştır. Abdülhamit’in büyük çabalarla kurtaramadığı İmparatorluk yıkılınca yerine yeni bir devlet Atatürk’ün öncülüğünde kurulabilmiştir. Bu açıdan Atatürk ile Abdülhamit arasında çok önemli bir benzerlik bulunmaktadır. İkisi de dünyanın önde gelen emperyalist devletlerin saldırılarına karşı, merkezi coğrafyadaki bir devlet koruma ve kollama çabası içerisinde olmuşlardır. Abdülhamit çökmekte olan bir devleti kurtarmaya çalışırken, Atatürk yıkılan bir yapı sonrasında yepyeni bir devleti yeniden aynı coğrafya üzerinden kurma çabası içerisinde olmuştur. Bu ortak konum, Atatürk ile Abdülhamit’in beraberce ele alınarak değerlendirilmesinde ana çıkış noktası olarak kabul edilebilir. İki devlet başkanının dünya coğrafyasının getirdiği konum üzerinde benzeri bir jeopolitik nedeniyle, uluslararası ilişkilerde benzeri bir eğilim göstermeleri ve bir strateji ile devletlerini korumaya kalkışmaları daha kolay anlaşılabilmektedir. Dünyanın merkezindeki devletler, hem doğu ile batı hem de kuzey ile güney arasındaki dengelere göre varlıklarını korumak durumundadırlar. İkisi de bu bilimsel gerçeği bilerek hareket etmişlerdir. 
Devlet aklı denilen kavramın farkındaydılar. 
Abdülhamit bir cihan imparatorluğunun uzun süreli ve dirayetli bir padişahı olarak, Atatürk de ondan sonraki dönemde aynı topraklarda yepyeni bir devletin kurucusu olarak, devlet aklı denilen kavramın farkındaydılar. Her ikisi de uluslararası alanda geçmişten gelen devletlerarası büyük oyunun ne olduğunu bilen ve bu doğrultuda kendi devletlerini koruyarak geleceğe dönük olarak kurumlaştırmaya çalışan bir çabanın içerisinde olmuşlardır. Altı yüz yıl sonra çökmekte olan bir imparatorluğu ayakta tutabilmek ve gelecek yüzyıla taşımak gibi önemli bir misyonu başarıyla yerine getiren Abdülhamit, kurtlarla dans oyununu iyi oynamıştır. Rusya’ya karşı İngiltere’yi, İngiltere’ye karşı Almanya’yı kullanmasını başaran Abdülhamit’in, Almanya’yı da Fransa ile dengelemeye çalıştığı zamanlar olmuştur. O dönemin dört büyük emperyalist gücünü birbirine karşı kullanarak, bazen çatıştırarak bazen de dengeleyerek otuz üç yıl gibi uzun bir süre Osmanlı tahtını ayakta tutabilmiştir. Batılı güçler arasındaki bu çekişmede imparatorluk topraklarının işgaline karşıda doğulu Müslüman topluluklar ile yakınlaşarak dünyanın merkezinde bir doğu batı dengesi arayışını düzene kavuşturmak için önemli girişimlerde bulunmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu aslında beş yüz yıllık bir egemenliği tamamladıktan sonra 1828 yılında Yunanistan’ın kopmasıyla yıkılma aşamasına gelmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu aslında beş yüz yıllık bir egemenliği tamamladıktan sonra 1828 yılında Yunanistan’ın kopmasıyla yıkılma aşamasına gelmiştir. Ne var ki o dönemde dünya gücünü temsil eden İngiltere, kendisine karşı yeni bir büyük güç olarak Rusya ya da Almanya’nın çıkışını engelleyebilmek için Osmanlı devletinin ömrünü uzatmaya çalışmıştır. Londra büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa bu doğrultuda, İstanbul’a geri gönderilerek Sadrazam yapılmış ve bu aşamadan sonra Osmanlı devleti üzerinde İngiliz baskısı giderek artmıştır. Rusya’nın bir büyük güç olarak güneye inmesini istemeyen İngiltere, kendisine rakip olarak ortaya çıkan Almanya’nın da doğuya doğru genişlemesini önlemek istemiş ve bu doğrultuda bitmiş olan Osmanlı devletini yarı himayesine alarak yirminci yüzyıla kadar bu devletin devam etmesini istemiştir. Tanzimat fermanı ile Osmanlı devletinin sanayileşmesi önlenmiş ve Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasıyla Osmanlı ülkesi İngiltere için serbest pazar konumuna getirilmiştir. II. Mahmut bu aşamada başa geçmiş ve yaptığı reformlarla devlet ile orduyu yeniden düzenlemiştir. Bankerler aracılığı ile çökertilen Yeniçeri Ocağı basılarak feshedilmiş ve yerine yepyeni bir ordu kurularak Osmanlı devletinin ömrü bir yarım yüzyıl daha uzatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılın son yarısında başa geçen Abdülhamit ise dirayeti ve otoritesi ile devleti toparlayarak, Osmanlı egemenliğinin yirminci yüzyılın başlarına kadar sürmesini sağlamıştır. Abdülhamit’in yaptıklarıyla daha sonra başa geçen İttihat ve Terakki iktidarı Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar ülkeyi yönetebilme şansını yakalayabilmiştir. Gayrimüslim kesimlerin örgütlenmesiyle bir senaryo düzenlenmiş ve Abdülhamit tahttan indirilmiştir. Başa geçen İttihatçılar ise Abdülhamit’in yaptıklarına sahip çıkarak devam ettirmişlerdir. Bir anlamda İttihat ve Terakki iktidarı Abdülhamit’in devamı olmuştur.
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın en uzun asrı olmuştur.
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın en uzun asrı olmuştur. Çünkü bu dönemde gelişen olaylar ve saldırılar ile bu büyük merkezi devletin yavaş yavaş ortadan kalkmasına giden yolu açmıştır. II. Mahmut ile birinci yarıyı, II. Abdülhamit ile ikinci yarıyı kurtaran Osmanlı devleti, bu kritik yüzyılı geride bırakarak yirminci yüzyıla ulaşabilmiştir. Onbeşinci yüzyılda okyanuslara açılarak bütün dünya kıtalarını işgal ederek sömürgeleştiren, batının emperyal devletleri artık dünyanın merkezini de ele geçirerek kendi egemenliklerinde bir dünya hegemonyası arayışı içindeydiler. İngiltere ve Fransa’ya rakip olarak Almanya ve İtalya’nın ortaya çıkması, kuzey gücü olan Rusya’nın ise güneye inmeye çalışması sonucunda Birinci Dünya savaşına giden yol gündeme gelmiştir. Batılı güçler dünyanın merkezi ele geçirmek için birbirleriyle yarışırlarken, kuzey gücü olan Rusya ise önce Kırım savaşı, daha sonra Kafkasya savaşı ile güneye inmeye başlamış ve yirminci yüzyılın başlarında da büyük bir Balkan savaşı çıkartarak Osmanlının Avrupa bağlantısının önünü kesmiştir. Bu üç bölgede göç eden Türk ve Müslüman ahali, imparatorluğun merkez topraklarına yerleşerek devleti yeniden güçlendirmenin arayışı içinde olmuşlar ama bu konuda Müslümanlar ile gayrimüslimler anlaşamamışlardır. Abdülhamit ise İslam’ın halifesi olarak Müslüman ahali ile beraber hareket etmek zorunda kalmıştır.
İmparatorluğun Balkan ülkeleri zamanla Hıristiyan ülkeler olarak Osmanlı’dan kopunca geriye Müslüman ahalinin yaşadığı topraklar kalmıştır.
İmparatorluğun Balkan ülkeleri zamanla Hıristiyan ülkeler olarak Osmanlı’dan kopunca geriye Müslüman ahalinin yaşadığı topraklar kalmıştır. Özellikle, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Anadolu’nun Müslüman topluluklardan oluşan bir nüfusa sahip olması nedeniyle, Abdülhamit İslam’ın halifesi olarak yeni bir panislamizm politikasına başlamış ve böylece dini kullanarak, Balkanlarda yaşanan kopmaların imparatorluğun diğer bölgelerine yayılmasını önlemek istemiştir. Osmanlı beşyüz yıl esas ülkesi olarak kabul ettiği Balkanların elinden çıkmasından sonra giderek tam anlamıyla İslam devletine doğru bir dönüşüm aşamasına gelmiştir. Hıristiyanların yaşadığı ülkelerin Balkan Savaşı sonrasında bağımsız olması üzerine, Abdülhamit geri kalan Müslüman bölgeleri merkezden yönetmek üzere başkenti Şam’a taşımak istemiştir. Böylece, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Anadolu topraklarını, Hıristiyan Avrupa’ya karşı bir büyük Müslüman devletin çatısı altında tutmak istemiştir. Ne var ki, Abdülhamit’in bu girişimine karşı çıkan Selanik’in gayrimüslim kesimleri Hareket Ordusunu hazırlayarak İstanbul’a göndermişler ve 31 Mart olayını kışkırtarak da Abdülhamit’i tahttan indirmişlerdir. Böylece, panslavizm ve pancermenizm akımlarına karşı Abdülhamit’in uygulamaya başladığı panislamizmin önü kesilmiş ve ittihatçılar aracılığı ile panturanizm akımının önü açılmıştır. İngilizler bu aşamada hem Türk milliyetçiliğini hem de Arap milliyetçiliğini örgütleyerek, Abdülhamit’in Büyük İslam İmparatorluğu projesinin önünü kesmişlerdir. İngilizlerin desteği başa geçen İttihatçılar ise sonradan Abdülhamit’in haklılığını anlayarak Almanya’ya yakın bir siyaset izlemeye başlamışlardır. Almanlara yaptırılan Berlin – Bağdat demiryolunun bittiği aşamada Abdülhamit, gayrimüslim unsurların ortak hareketi ile tahttan indirilmiştir. Ermeni, gürcü ve Yahudi temsilcilerden oluşan heyet Abdülhamit’in tahttan indirilmesi işini tamamlamışlardır.
Abdülhamit aslında pek de dinci bir padişah değildi.
Hıristiyan topraklarının elden gitmesinden sonra zorunlu olarak panislamizm’e yönelen Abdülhamit aslında pek de dinci bir padişah değildi. Tıplı II. Mahmut gibi devleti çağdaşlaştırma doğrultusunda önemli adımlar atmış, amcası Abdülaziz ile beraber gittiği Avrupa ülkelerinde gördüğü batılı ve modern yaşam tarzını ülkesine getirmek istemiştir. Avrupa tipi eğitim yapan birçok okulu zamanında açan padişah, devlet ile beraber toplumu da batı tipi modern bir tarzda yeniden kurmak istemiştir. Kadın ile erkeğin beraberce yaşayacağı bir Avrupalı ülke olarak Osmanlıyı yeniden oluşturmaya çalışırken, sürekli olarak batılı ülkelerin saldırıları ile karşı karşıya kılmıştır. Batılı emperyalistler çağdaşlaşan bir Osmanlı devletini hiç bir zaman istememişler, bu büyük devletin ortadan kalkması için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir. Batılılar kendilerinin dışında kalan ülkelerin kalkmasını istemedikleri için, diğer devletlere uyguladıkları sömürge politikalarının benzerlerini Osmanlı için de gündeme getirmişlerdir. Abdülhamit sürekli olarak bu gibi olumsuz girişimlere karşı çıkarak ülkesini ve devletini güçlendirebilmenin yollarını aramıştır.
Osmanlı devletinin ilk ciddi istihbarat örgütünü kurmuştur.
Yabancı devlet ajanlarının cirit atmasına karşı önlem olarak Osmanlı devletinin ilk ciddi istihbarat örgütünü kurmuş ve katı bir sansür uygulayarak, ajan kılıklı gazetecilerin Osmanlı devletine karşı yıkıcı propaganda yapmalarına izin vermiştir. Jurnal ve hafiye teşkilatı ile kendi yönetimini güvence altına almasına rağmen, Abdülhamit kendi döneminde batı tipi bir basının örgütlenmesine izin vermiş ve desteklemiştir. Onun ısrarla izlediği panislamizm politikasına karşı çıkan gayrimüslimler Babıâli denilen merkezde basını kurarak Abdülhamit yönetimine karşı savaş açmışlardır. Modernleşmeye çok önem veren padişah, batı tipi bir basının oluşumunu önlememiş, sıkı denetim altında Babıali’nin gelişmesinin önünü açmıştır. Osmanlının ilk ciddi basınının Abdülhamit döneminde gerçekleştiği söylenebilir. Batı tipi okullar açarak aydın nüfusun gelişmesine yardımcı olan Abdülhamit bu okullardan işbirlikçi ve mandacı aydınların yetişmesini istememiş ve buna karşı önlemler almıştır. Bu nedenle, gayrimüslim aydınlar sürekli olarak Abdülhamit’i kızıl sultan adıyla bir diktatör gibi göstermeye çalışmışlardır. Bağımsız düşüncenin gelişmesi için okullara felsefe dersi koyduran Abdülhamit, emperyal devletlere bağımlı işbirlikçi aydınların ülkeyi kışkırtmalarına izin vermemiştir. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi aydınlanmadan yana bir yol izlemiş ama aydınların içinden hain çıkmasına ve ülke aleyhine emperyalist güçlerle işbirliği yapmalarına izin vermemiştir. Abdülhamit’in ne derece haklı olduğu daha sonraki yıllarda Atatürk’ün ilan etmiş olduğu 150’likler listesi ile ortaya çıkmıştır. Osmanlının önde gelen aydınları Batı ülkelerinin işbirlikçisi gibi davranarak ülkenin çöküşüne alet olmuşlardır. Türkiye bugünde benzeri bir durum yaşamakta ve ne yazıktır ki, yüz yıl sonra yeniden aydınların emperyalistlerle neoliberalizm görüntüsü altında işbirlikçiliğine sahne olmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu gibi bir büyük cihan devletinin çöküşüne neden olan bu ihaneti Atatürk ve Abdülhamit cezalandırmak istemiştir ama günümüzün Türkiye yönetiminden böyle bir tepki çıkmaması için ciddi bir psikolojik savaş saldırısı, demokrasi mücadelesi görünümünde son derece ustalıklı olarak sürdürülmektedir.
Bugünün Türkiye’sinde Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır. Böylesine bir durumun yaratılmasında din faktörü kullanılmakta ve panislamizmi Batı emperyalizmine karşı uygulamaya çalışan Abdülhamit’i dinciler bayrak haline getirilerek Türkiye Cumhuriyetini laik ve çağdaş bir cumhuriyet olarak kurmuş olan Atatürk’e ve onun izinden giden Atatürkçülere karşı geliştirilen saldırılarda bir büyük Hakan ve Büyük Önder çekişmesi yaratmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin tıpkı Osmanlı’nın son dönemine benzer bir yıkıcı emperyalist saldırı ile karşı karşıya kaldığı bugünkü aşamada, Abdülhamitçilerle Atatürkçülerin karşı karşıya gelmelerinin ne derece büyük bir tarihsel hata olduğunu yüz yıl önce yaşanmış olan olaylar göstermektedir. Atatürk ve Abdülhamit’in ortak noktaları her türlü emperyalizme karşı çıkmak ve direnerek bu gibi saldırılara karşı savaşmak olmasına rağmen, günümüzün Atatürkçüleri ile Abdülhamitçilerinin dışa karşı bir savaşı ya da direnişi bırakarak birbirleriyle uğraşmalarının büyük bir senaryonun sahneleri olarak gündeme geldiği görülmektedir. Bugün türk devletinin başında Atatürk ya da Abdülhamit olsaydı ilk yapacakları iş her türlü emperyalist saldırıya karşı çıkarak ve direnerek kendi devletlerini ve ülkelerini korumak olacaktı. Özellikle türban meselesi, laikliği savunan Atatürkçülerle, Abdülhamit’in izinden giden Müslüman kesimleri karşı karşıya getirmek için kullanılmaktadır. Üniversitelerde ilk türban sorununu çıkartan hanımın bir yakın akrabasının sonradan siyasette öne çıkması, aileler düzeyinde nasıl bir hazırlık yapıldığının en açık göstergesi olarak öne çıkmaktadır. Atatürk’ün cumhuriyetinde, onun getirmiş olduğu çağdaş eğitim sisteminde Atatürkçülerle Abdülhamitçilerin karşı karşıya kalması nedeniyle, Türk eğitim sistemi ve toplumu çökme aşamasına doğru hızla sürüklemektedir. Türk bayrağına karşı türbanın bir siyasal simge halinde kullanılması, geleneksel Müslüman kesimleri tahrik etmekte ve bunun sonucu olarak da Atatürkçülerle Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmektedir. Birbirleriyle uğraşmak ve çatışmak durumunda kalan bu toplum kesimleri dış tehdit ve tehlikelere karşı toplum ve millet olarak işbirliği yapacağına türban kışkırtmasıyla karşı karşıya gelmekteler ve böylece emperyalist devletler Türkiye’yi bölmek üzere hazırlamış oldukları her türlü senaryoyu kolaylıkla uygulama alanına aktarabilmektedirler. Birbirleriyle uğraşan bu kesimleri dışa karşı bir araya gelemedikleri görülmekte ve bu nedenle de Türkiye bir türlü toparlanamamaktadır.
Atatürkçülerle Abdülhamitçiler karşı karşıya!..
Atatürk bir devlet adamı ve kurucusu olarak Abdülhamit gibi modernizm ve pozitivizmden yana idi. Bu yönleri ile bilime inanıyor ve tek yol gösterici olarak bilimi kabul ediyordu. Hıristiyan batının saldırılarına karşı bir var olma mücadelesi veren Müslüman Türk milletinin devletini kurduğunu iyi biliyordu. Devletin kuruluş günü olan Meclis’in açılış töreni öncesinde Hacıbayram camiisine giderek milletin temsilcileriyle beraber dua etmiş ve bir Cuma günü Meclis’i açmıştır. Meclisi açış konuşmasında olduğu gibi daha sonradan yaptığı bir konuşmada Türk halkının dini olan Müslümanlık ile ilgili destekleyici sözler söylemiştir ama devleti kurarken de çağdaş dünya devletlerinde olduğu gibi laik bir düzeni oturtmaya çaba göstermiştir. Müslüman bir milletin çağdaş örgütlenmesi olarak Türkiye Cumhuriyetinin laik temelleri bizzat Atatürk tarafından atılmıştır. Tanzimat döneminde başlayan batıya yönelik değişim atılımları hem Abdülhamit hem de Atatürk dönemlerinde devam etmiştir. Her iki devlet adamı, kendi devletlerinin tıpkı batının güçlü devletlerinin sahip olduğu çağdaş düzeye getirebilmek için uğraş vermişlerdir. Bu doğrultuda bir araya gelen iki devlet adamının sonraki takipçilerinin karşı karşıya gelmesinde bir emperyal oyunun olduğu artık ortaya çıkmaktadır. Her iki kesimin önde gelen temsilcilerinin böylesine olumsuz bir durumun nedenleri üzerinde durmak ve araştırarak çözüm getirmek gibi sorumlulukları vardır.
Osmanlı devletini çökerten emperyalist saldırılar
Osmanlı devletini çökerten emperyalist saldırıların benzerleri Anadolu halkı üzerine yöneltilirken, Türk halkı bir var olma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında, Türk ulusunun çeşitli fertleri bir araya gelerek dış saldırılara karşı bira rada bir mücadele verirken cephede ya da siperde laiklik yada türban tartışması yapmıyorlardı. Bir devletin yada milletin varlığına kasteden emperyalist bir saldırının var olduğu aşamada, ulusal fertleri arasındaki her türlü ayrılık kendiliğinden kalkar ve dışa karşı bir ortak mücadele gündeme gelir. Dünyanın her yerinde ulusal kurtuluş savaşları böylesine bir aşamada ortaya çıkar ve toplumun bir araya gelerek kenetlenmesiyle başarıya ulaşır. Türkiye’de bugün böylesine bir dayanışma içinde dışa karşı ortak mücadele yapılacağına laiklik ve türban sorunları ile iç çekişmeler tırmandırılmakta ve toplumun gücü iç nedenlerle kırılarak, dışa karşı yönlendirilmesi gereken ulusal birlik ve beraberlik önlenmektedir. Atatürkçüler laiklik nedeniyle suçlanırken, geleneksel Müslüman kesimlerde türban nedeniyle gericilik noktasına sürüklenmektedirler. Türk kadınının geleneksel başörtüsünün, türban adı altında bir siyasal simgeye dönüştürülmesi, Türkiye Cumhuriyetini Atatürk’ün laik devlet modelinden çekip çıkararak, Amerikan Emperyalizminin Büyük Orta Doğu projesinin deney ülkesi konumuna getirmektedir. Türk devleti kurucusu Atatürk’ün çizmiş olduğu laik ve çağdaş çizgiden kaydırılırken, Abdülhamitçilerin geleneksel değeri olan islamcı bir yapılanmaya doğru zorlanmaktadır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti adı altında bu emperyalist oyun tezgâhlanmaktadır.
Evet; Yeni Türkiye Cumhuriyeti adı altında bu emperyalist oyun tezgâhlanmaktadır.
İnsanlığın bütün kazanımlarını geride bır akara, dünyayı yeniden bir Ortaçağ düzenine sürüklemek isteyen küresel emperyalizm, bilimi bırakarak dine sarılmakta, ve dini insanları pasifleştiren ruhsal durumundan yararlanarak bütün dünyanın kontrolünü ele geçirmek istemektedir. Böylesine bir haksız saldırıya bugün hayatta olsalar, hem Atatürk hem Abdülhamit karşı çıkarlardı. Bu iki liderin bugünkü takipçilerinin, böylesine bir emperyalist oyuna alet olarak birbirleriyle çekişmeyi bırakmaları gerekmektedir. Atatürkçüler ve Abdülhamitçiler için bugünün koşullarında ilk yerine getirilecek ulusal görev her türlü emperyalist saldırı ve oyuna karşı çıkmak olmalıdır. Laikliği savunan Atatürkçülerin din düşmanı olmaları mümkün değildir. Atatürk bir Müslüman ülkede laik ve çağdaş bir cumhuriyet kurmuştur. Böylesine bir bilinçle hareket edecek olan Atatürkçülerin Türk halkının geleneksel değerlerine din ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermesi kaçınılmazdır. Müslüman kesimlerde, okumuş ve aydın kesimlerin laiklik düzenine sahip çıkmalarına, çağdaş bilimin verileri olan pozitif değerlere saygı göstermelerine anlayış göstermelidirler. Böylece karşılıklı anlayış hem bir ortam yumuşaması sağlayacak hem de, gayrimüslim kesimlerin ülkeyi bölme doğrultusunda kışkırttıkları çekişme ve çatışmalara elverişli bir ortam yaratmayacaktır. Türkiye, laik devlet ve Müslüman milletiyle dışa karşı tek vücut olabilmeyi artık öğrenmelidir.
Türkiye, laik devlet ve Müslüman milletiyle dışa karşı tek vücut olabilmeyi artık öğrenmelidir.
Atatürk ve Abdülhamit bir toplantı sırasında Osmanlı sarayında beraber bulunmuşlardır. Bu toplantı sonrasında, Abdülhamit, Mustafa Kemal’den çok etkilendiğini ve bu gencin Türk ulusunun geleceğinde önemli işler başaracağını yakınındakilere aktarmıştır. Atatürk ise devlet başkanı olduktan sonra Abdülhamit ile ilgili düşüncelerini dile getirirken, O’nun büyük bir devlet adamı olduğunu ülkesi ve devleti için önemli değişimler gerçekleştirdiğini açıkça söylemiştir. Ayrıca Abdülhamit ile ilgili eleştirilere katılmadığını da açıkça ifade etmiştir. Birbirlerinin izleyicisi olan bu iki devlet adamı, ülke ve devletleri için hayatlarını feda ederken, onların izleyicilerinin birbirleriyle uğraşmalarının anlamsızlığı iyice ortaya çıkmaktadır.
Her türlü emperyalizme karşı çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı direnerek mücadele eden Atatürk ve Abdülhamit’in izinden giden toplum kesimlerinin bugün bir araya gelerek Türk devletinin varlığı için birlikte hareket etmeleri gerekmektedir. Birlik ve beraberliğin dışa karşı gerçekleşebilmesi için de, iç sorunların artık daha fazla deşilmeden bir yana bırakılması gerekmektedir. 
Atatürk ve Abdülhamit’in ortak antiemperyalist çizgisi bugünün Türkiye’si için dışa karşı verilecek var olma savaşımının ortak paydası olmalıdır. Karşılıklı hoşgörü ve anlayış, yeni bir başlangıç için ilk adımların atılmasında yararlı olabilecektir. Yeniden emperyalizme karşı verilecek var olma mücadelesinde, iç kavgalar artık bir kenara bırakılmalıdır.
Abdülhamitçiler ile Atatürkçüler arasında bir yakınlaşma ve diyalog köprüsü kurulabilir.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunlar dikkate alınırsa, bunların tıpkı Atatürk döneminde çözüme kavuşturulması doğrultusunda Abdülhamitçiler ile Atatürkçüler arasında bir yakınlaşma ve diyalog köprüsü kurulabilir. Bu sorunlar yüzünden Türk devleti Yugoslavya gibi dağılırsa ya da Irak’ta gibi çökertilirse, bunun altında bütün Türk ulusu kalacaktır. Gün iç çelişkileri bir yana bırakarak dışa karşı iş birliği yapma günüdür. Dış sorunlara karşı Atatürk ve Abdülhamit’in ortak bir çizgide benzeri bir diplomasi uyguladığını Müslüman ve laik kesimler hatırlayarak hareket etmelidirler. Osmanlı’nın gayrimüslim unsurlarının, imparatorluk sonrasında bu coğrafyada kendi büyük devletlerini kurma projelerine hem Abdülhamit hem de Atatürk karşı çıkmışlardır. Abdülhamit Filistin topraklarını vermeyerek Siyonistleri geri çevirmiştir. Atatürk’te Orta Doğu’da bir İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkarak Siyonizm yerine Kemalizm’in Orta Doğu’nun geleceğini oluşturması için çaba harcamıştır. Atatürk daha da ileri giderek İsrail’in Avustralya’da kurulması gerektiğini dünya dengelerinin dikkate alarak köşkteki bir toplantıda açıkça dile getirmiştir. Abdülhamit Ermeni devletinin kuruluşunu önlemek için elinden gelen girişimleri yapmış ve bu doğrultuda güneydoğu halkının temsilcilerinden Hamidiye alaylarını oluşturarak Anadolu’da bir Ermeni devleti oluşumunu önlemeye çalışmıştır. Atatürk’te İttihat ve Terakki dönemi sonrasında ortaya çıkan yeni tabloya göre hareket etmiş ve son Osmanlı Meclisinde alınan Misakı Milli kararı doğrultusunda ulusal sınırlar içinde bir Türk devleti oluşturulması için çalışmıştır. Ermenilere ve Yahudilere karşı izlenen ortak tutum Yunanlılara karşıda sürdürülmüş, Abdülhamit Balkan savaşı sırasında Yunanistan’ın büyüme eğilimlerine karşı çıkmış, Atatürk ise ulusal kurtuluş savaşının son sahnesini Yunanlılara ayırarak Megaloidea projesini Yunanlılarla beraber Akdeniz’e dökmüşütr. İslamcı geçinen Abdülhamitçilerle, laik devlet savunucusu Atatürkçülerin milli tarihimizin bu gerçeklerini bilerek antiemperyalist cephede yeniden Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi biraraya gelmelerinde Ön Asya’da Türk varlığının korunabilmesi açısından tarihsel zorunluluk vardır. Emperyalist ve Siyonist çevreler bu durumu iyi bildikleri için, ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu gibi kendi çıkarlarına uygun düşen projelerle, Müslüman Türk halkı ile laik cumhuriyeti savunanları birbirlerine karşı kışkırtmaktadırlar. Medya gücü böylesine bir kışkırtma doğrultusunda geliştirilen, psikolojik savaş senaryolarını kamuoyuna taşımak için kullanılmaktadır.
Küresel sermaye bu doğrultuda Türk medyasına girerek emperyal politikalar doğrultusunda devleti ve milleti baskı altına almaya uğraşmaktadır.
Bugün yaşanmakta olan emperyalist oyunlar ve senaryoların hiçbirisi yeni değildir.
Bugün yaşanmakta olan emperyalist oyunlar ve senaryoların hiçbirisi yeni değildir. Abdülhamit ve Atatürk döneminde uygulanmış olan anti Türk ve Müslüman politikaların benzerleri günümüzde yeniden devreye sokulmaktadır. Bu aşamada Atatürkçülerin dikkatli davranarak laiklik adına, gayrimüslimlerin emperyalist oyunlarına alet olmamaları, Abdülhamitçilerin de İslam adına batı emperyalizminin bütün İslam dünyasını ele geçirmeye yönelik oyunlarına kanmamaları gerekmektedir. Aradan emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri çekildiği zaman, Türk milleti tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi emperyalizme ve Siyonizm’e karşı açıkça birlik ve bütünlük içerisinde hareket edebilecektir.
***
Müslümanlar Abdülhamit’in Avrupa görmüş bir devlet adamı olarak çağdaş uygarlıktan yana olduğunu, batılı bir devlet ve toplum yaşamını Osmanlı ülkesine getirmek için elinden geleni yaptığını, çağdaş bir devlet yapılanması ile beraber yeni eğitim kurumları ile aydınlık bir ülke kurmak için çaba gösterdiğini hatırlamalıdırlar. Osmanlı kadınını topluma kazandırmak isteyen Abdülhamit’in çarşaf giymeyi yasakladığını bugünün türbancıları iyi bilmek durumundadırlar. Batılı bir yaşamın simgelerinden birisi olan içkiyi Atatürk’ün rakı ile Abdülhamit’in rom ile günlük yaşamlarına taşıdıkları gene anımsanması gereken olgulardan birisidir. Her ikiside Arap tipi bir dini düzen peşinde olsalardı, çağdaş batılı yaşamın bir simgesi olan içkiyi toplumun önünde kullanmazlardı. Çarşafa karşı çıkmakta ve içki kullanmakta aynı çizgide olan iki devlet adamının, çağdaş uygarlığa dönük yepyeni bir ülke yaratmak için çaba gösterdikleri söylenebilir. İkisi de dünyanın ortasında bir Türk ve Müslüman toplumun devletini yönettiklerini çok iyi biliyorlardı. Bu doğrultuda jeopolitik konumlarının gerektirdiği her adımı atmaktan çekinmemişlerdir. Müslüman Türkler tarihten gelen böylesine bir bilinci günümüz Türkiye’sinde göstermek zorundadırlar.
Viyana’dan Pekin’e kadar olan bütün Avrasya sahası Türklerin yaşam alanıdır.
Abdülhamit Maceristan’dan Endonezya’ya kadar temsilciler göndererek Avrasya kıtasının bütün bölgelerindeki Türk ve Müslüman ülke ve toplumlarla çok yakından ilgilenmişlerdir. Atatürk’te dünyanın ortasında bir Türk devleti kurarken, Avrupa’nın ortasında bir Türk imparatorluğu kurmuş olan Macarlar’dan yararlanarak bu ülkenin uzmanları Türkiye’ye davet etmiş ve onların deneyimlerinden yararlanarak, çağdaş Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de bir Avrasya devletidir. Bu nedenle Viyana’dan Pekin’e kadar olan bütün Avrasya sahası Türklerin yaşam alanıdır. Atatürk’te Macar uzmanlarla beraber çalışırken, Afganistan ordusunun kurulması için bu Türk ülkesiyle yakından ilgilenmiştir. Böylesine tarihi gerçekler hem Abdülhamit’in hem de Atatürk’ün Avrasyacı devlet adamları olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu bir dünya imparatorluğu olarak merkezi coğrafyada tam altı yüzyıl egemen olmuştur. Bugün Osmanlı’dan meydana gelen otorite boşluğunun doldurulabilmesi için Atatürk’ün Türkiye’sinin tarihten gelen bilinçle öne geçmesi ve bir Avrasya bütünleşmesine giden yolda, Merkezi coğrafyanın devletlerinin bir araya gelmesinden oluşacak Merkezi Devletler Birliği’nin oluşumu için öncülük yapması gerekmektedir. Dünya barışını kalıcı kılacak böylesine bir yeni yapılanmada Atatürkçüler ile beraber Abdülhamitçilerin beraberce hareket etmeleri bütün emperyalist oyunları bozacak ve saldırılara karşı önlem olacaktır.