29 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE “B PLANI”NI ACİLEN UYGULAMALIDIR "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara Kalesi No: 90) Ankara, 29 Aralık 2018 & BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI Amiral Soner Polat

ANKARA KALESİ NO: 90 
TÜRKİYE, 
B PLÂNI'NI ACİLEN UYGULAMALIDIR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 29 Aralık 2018

Merkezi coğrafyada yer alan ülkelerin durumu pek iyi görünmüyor . Eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan ülkelerin hiç birisinin durumu iyi görünmüyor .Türkiye dahil hepsini yeni bir var olma ve yok olma mücadelesinin beklediğini birbirini izleyen olaylar ortaya koyuyor . İki kutuplu dünyadan tek kutuplu yapılanmaya geçerken geçmişten gelen sorunlar devam ederken ,şimdi çok kutuplu bir yapılanmaya doğru dünya konjonktürü sürüklenirken eski meselelerin daha da büyüyerek bölge ülkelerinin önüne çıktığı ve bu aşamada bütün eski Osmanlı ülkelerini teslim aldığı açıkca görülmektedir . Osmanlı hegemonyasını bitiren Lozan Antlaşması öncesinde o dönemin iki büyük dünya gücü olarak bir araya gelerek bölge haritasını cetvelle çizen İngiltere ve Fransa gbi devletlerin bugünün koşullarında ikinci plana sürüklenmesi , onların yerini Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail gibi devletlerin alması yepyeni bir siyasi durum ortaya çıkarmakta ve bu iki büyük güce sahip devlette bölgenin eski haritasını beğenmeyerek kendi haritalarını çizmeğe yöneldiklerinde ciddi bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde getiren bir çok olumsuz gelişme birbiri ardı sıra dünya gündemine gelerek savaş riskini artırmaktadır . Bugünün koşullarında dünyanın en büyük gücü ABD ile onun uzantısı ve geleceğin patronu olmağa hazırlanan İsrail devletinin kesinlikle Orta Doğu haritasını beğenmedikleri ve kendi çıkarları doğrultusunda bölgede Atlantikçi ve siyonist bir hegemonyayı beraberinde getirecek yeni bir haritaya doğru eski Osmanlı ülkelerini zorladıkları görülmektedir . Bu nedenle ,merkezi coğrafyada yer alan bütün ülkelerin sınırlarının kesin olmadığı ve gelecekte hepsinin yepyeni bir haritaya doğru sürükleneceği anlaşılmaktadır .
Bütün dünya merkezi coğrafyayı yalnızca Orta Doğu bölgesi olarak kabul eder...
Bütün dünya merkezi coğrafyayı yalnızca Orta Doğu bölgesi olarak kabül ederken , eski Osmanlı hinterlandına egemen olmak isteyen Amerika Birleşik Devletlerinin , Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içerisinde yer alan Kuzey Afrika ve Kafkasya bölgelerini de merkezi alanda kabül ederek buna göre politikalar geliştirdiği görülmektedir . Yirmi birinci yüzyıla doğru dünya ilerlerken , küresel sermayenin desteği ile tek kutuplu bir dünya yaratmağa çalışan ABD ,bu konuda gecikerek başarılı olamayınca bu kez karşısında yeni süper dünya güçleri ortaya çıkmış ve ABD merkezli bölgesel dayatmalara karşı çıkarak ,Osmanlı imparatorluğundan geri kalan topraklarda yeni bir batı hegemonyasının kurulmasına izin vermemişlerdir . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra içine girilen küreselleşme aşamasında dünyanın yeni süper güçleri olarak Rusya,Çin ve Hindistan merkezi alan ile ilgili bütün gelişmelere yakından ilgi göstermeğe başlarken , Türkiye en kritik aşamada İran’a karşı uygulananan yaptırımları büyük güçlerin etkisinden kurtararak dengelemeğe çalışırken , Brezilya gibi yeni bir büyük devin gücünden yararlanmağa çalışmıştır .Böylece ,ABD’nin onbinkilometre uzaklıktan gelerek bölgeye müdahil olması gibi, Brezilya’da benzeri uzaklıktan gelerek merkezi alanın yeni dengelerinde bir başka büyük güç olarak devreye girmiştir . Çekişme alanının yanıbaşında yer alan yeni büyük güçlere karşı Türkiye her zaman olduğu gibi ve Avrupa’nın dev ülkelerine karşı uzaktaki dev olan ABD’yi devrede tutma yaklaşımlarının benzeri bir politikayı sürdürerek , farklı bir başka uzak gücü devreye sokarak dengeleri yeniden oluşturmağa çaba göstermiştir . Rusya,Çin ve Hindistan üçlüsünün yanıbaşlarındaki merkezi coğrafya ile yakından ilgilenmeğe başlamaları üzerine ,Türkiye karışan dengeler ve artan baskılar karşısında Brezilya gibi bir büyük oyuncuyu da devreye sokarak çoklu dengelerde ulusal çıkarlarını koruyabilmenin çabası içerisinde olmuştur . Yeni ortaya çıkan güçler dengesinde ,öne geçen büyük devletlerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları bölge ülkelerine baskı yaparak uygulatmak istemesi nedeniyle ,soğuk savaş döneminde buzdolabına kaldırılmış olan bütün eski meseleler yeni sıcak konular olarak birer birer devreye girmişlerdir .

Fransızların felaketler coğrafyası adını taktıkları Avrasya kıtasının geleceği giderek belirsizleşirken ,tek kutuplu dünyadan çok kutupluya doğru kaymakta olan dünya dengelerinde etkisini artırmak isteyen yeni büyük güçlerin de eski Osmanlı hinterlandında açıktan devreye girdikleri görülmektedir . Rusya yeniden Kafkaslar’da etkisini artırırken ,Çin bütün bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini hızla artırmakta ,Hindistan ise Basra körfezi üzerinden bölgeye girerek Çin ve Rusya ile yeni bir rekabet düzenine hazırlanmaktadır . Bu aşamada Çin ile İran arasında ,Rusya ile Arap ülkeleri arasında ve İsrail ile Hindistan arasında yeni yakınlaşmaların öne çıktığı ve bu doğrultuda bölgeye dönük yeni girişimlerin tezgahlandığı anlaşılmaktadır . Bir büyük savaşa daha doğrusu üçüncü cihan savaşına doğru olaylar gelişirken ,bütün bu gibi olumsuz gelişmelerin yer aldığı coğrafyanın merkezi ülkesi olarak Türkiye’nin bu baş döndürücü trafiğe ayak uyduramadığı ve batılı ülkelerin baskılarından kurtulamadığı için kendi güvenliğini sağlayacak ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ederek yeni bir bölgesel açılım yapamadığı üzülerek görülmektedir . Bir türlü Amerika Birleşik Devletleri ,Avrupa Birliği ve İsrail taşeronluğundan kurtulamayan Türkiye Cumhuriyetinin , üçüncü dünya savaşının potansiyel alanındaki varlığını güvenceye almakta zorlandığı , dış baskılar yüzünden kendi çıkarlarının gerektirdiği adımları bir türlü atamadığı ,başka ülkelerin belirlediği gündemin ortaya çıkardığı olaylar zinciri içerisinde sağa ve sola sürüklenerek ,doğru dürüst bir plana dayanan tutarlı bir dış politika uygulayamadığı görülmektedir . Soğuk savaş döneminin sona erdiğini anlamakta fazlasıyla geç kalan Türkiye Cumhuriyetinin hala ABD merkezli dünya devam ediyormuş gibi hareket etmesi yüzünden çok kutuplu dünya dengelerinin oraya çıkardığı fırsatlardan yararlanamadığı açıkca görülmektedir .Türkiye orta boy bir ülke olarak sahip olduğu jeopolitik konumunun gerektirdiği stratejik açılımları ulusal çıkarları doğrultusunda yapamadığı için ,hala bu bölgede oynananmakta olan büyük oyunda kaybeden konumunu sürdürmekte ve bu durumdan fazlasıyla da zarar görmektedir .

Başkalarının hazırladığı plan ve projelerin arkasında koşmaktan bir türlü kurtulamayan Türk devletinin son zamanlarda ciddi yorgunluk sinyalleri vermeğe başladığı ,batılı dost ve müttefik ülkeler uğruna katlanılan bir çok olumsuz gelişmede ciddi ulusal çıkar kayıplarına uğradığı görülmektedir . Bu yüzden bir türlü toparlanamayan Türkiye Cumhuriyeti yeni bir genel seçim sürecinde farklı bir anayasal yapılanmaya doğru dış baskılarla sürüklenerek iyice tasfiye edilme noktasına doğru zorlandığı inkar edilemiyecek derecede gözlemlenmektedir . Merkezi gücünün tasfiye edilmesiyle , başkentin İstanbul’a taşınarak küresel sermayenin güdümüne teslim olunmasıyla ,güneydoğu bölgesi üzerinden eyalet sistemi ve federasyon yapılanmasının zorlanmasıyla ,Türkiye Cumhuriyeti güçlü bir ulus devlet olarak bu bölgede kendi ulusal planını uygulayamıyacak bir dağılma sürecine doğru dış baskılar ve emperyal güdümlemeler ile yönlendirilmektedir . Dünyanın her bölgsinde otorite boşluklarının ortaya çıkması nedeniyle güç merkezleri nasıl bir hegemonya mücadelesine girişirse , Osmanlı hinterlandında da böylesine bir hegemonya çekişmesi giderek tırmanmakta ve bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde öne çıkarmaktadır . Bölge ülkeleriyle beraber bütün dünyayı yakından ilgilendiren üçüncü dünya savaşı tehlikesi beraberinde nükleer silahların kullanılması meselesini de getirdiği için , bütün dünyanın var olup olmaması gibi çok kritik bir sorunla karşı karşıya kalınmaktadır . Orta Doğu’da başlayacak bir nükleer savaşın hemen bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi , Asya kıtasının tamamı ile beraber batı bölgesindeki ülkeleri de işin içine çekmesi ihtimali açıkca görülmektedir . Kuzey Kore gibi çok küçük bir ülkenin nükleer silaha sahip olması ve ABD’yi tehdit etmesi dünya dengeleri nedeniyle diğer büyük ülkeler tarafından desteklenmektedir . Sadece İran bir nükleer tehdit değil ama öncelikli İsrail’in büyük bir nükleer tehdit olarak dünya barışını tehlikeye soktuğu görülmekte ve bu yüzden Kuzey Kore kozu zaman zaman ısıtılarak dünya gündemine getirilmektedir .

İkinci dünya savaşı sonrasında sürekli olarak batılı müttefikleri yüzünden savaş tehlikesi altında kalan Türkiye Cumhuriyetinin yeni dönemde , batılı hegemonya planlarının arkasına takılıp gitmesi artık düşünülemez bir aşamaya gelmiştir . Türkiye Cumhuriyeti b.u aşamadan sonra Amerika Birleşik Devletlerinin merkezi askeri üssü ,İsrail’in güvenlik şemsiyesi , Avrupa Birliğinin ise ileri karakolu ya da doğdu köprüsü oarak kullanılamaz bir noktaya gelmiştir . Sürekli olarak batılı müttefikler kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi kullanmağa devam ettikleri sürece ,Türkiye Cumhuriyeti ile batılı ülkelerin yolları birbirinden ayrılacaktır . Küresel sermayenin güdümündeki Türkiye medyası üzerinden Türk kamu oyu son çeyrek asırda soğuk savaş döneminin korku masalları ile uyutulmağa çalışılmış ama bu gibi girişimlerin de sonu gelmiştir . Sürekli olarak aynı kişilerin her gece aynı medya kanallarına çıkarak papağan gibi batı hegemonya planlarını tekrar etmesi de ,Türk halkı üzerinde bıktırıcı bir etki yapmakta ve halkın çoğunluğunun batı karşıtı bir çizgiye yönelmesine yol açmaktadır . Batılı ülkeler de tam bu aşamada dini bir siyasal silah olarak öne çıkararak , giderek antiemperyalist bir çizgiye yönelen Türk halkının kontrol edilmesi ve cemaatlar üzerinden baskı altına alınması gibi yeni yöntemleri ,ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu projesi gibi emperyalist yaklaşımlar çerçevesinde öne çıkararak Türkiye’nin kendilerinden ayrı bir yola kaymasını önlemeğe çalışmaktadırlar . Ilımlı İslam bir ABD projesi olarak devreye sokulurken , laik ve çağdaş bir cumhuriyet olan Türk devletinin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda milli bir dış politika uygulamasının önü kesilmeğe çalışılmaktadır . Türk toplumunun büyük çoğunluğunun Müslüman olmasından yararlanılarak geliştirilmek istenen bu yeni emperyalist politikanın Türk milli devleti için ne kadar tehlikeli olduğu ,son dönemdeki gelişmeler ile açıkca ortaya çıkmış ,dinin siyasallaştırılması sürecinde Türkiye’nin bir milli devlet olarak sahip olduğu ulusal çıkarları sürekli olarak göz ardı edilmiştir . Türk devleti batılı müttefiklerinden ayrı bazı girişimleri kendi çıkarları doğrultusunda gündeme getirdiği zaman sürekli olarak batı dünyası tarafından küçümsenmiş ve karalanarak önü kesilmek istenmiştir . Son yıllarda bu doğrultuda bir çok olayın ortaya çıkması üzerine Türk devleti giderek batılı müttefiklerinden daha ayrı bir politika izlemeğe başlaması üzerine de eksen kayması ve batı düşmanlığı gibi gerçek dışı suçlamalar ile karşı karşıya kalmıştır . Batılı emperyal güçler yüzyıllarca dünya ülkelerini sömürerek bir kukla durumuna düşürdükleri için aynı alışkanlıklarını Türkiye üzerinde de denemek istemişler ama bu gibi iki yüzlü ve çifte standartlı yaklaşımların Atatürk’ün ülkesinden geri döndüğünü artık görmek durumunda kalmışlardır . Türkiye daha fazla batılı ülkelerin hatırı için kendi çıkarlarından taviz veremez bir noktaya gelmiştir . Son yıllardaki olumsuz gelişmelerden sonra artık hiçbir batılı ülke Türk devletinden Türk ulusunun çıkarlarına ters düşecek düzeyde bir adım atmasını beklememelidir .

Genel seçimlere giderken yeni bir anayasa taleplerinin öne çıkarılması ve en kritik aşamada yeni anayasa üzerinden devlet yapısının değiştirilmek istenmesi batı emperyalizmin yeni bir oyunu olarak devreye sürülmek istenmektedir . Bütün dünya üçüncü dünya savaşına sürüklenirken ,bu savaşın alanı haline düşen Türkiye Cumhuriyetinin devlet yapısını değiştirmesi kesinlikle ulusal çıkarlarına aykırıdır. Yeni bir anayasa ile devlet yapısı değiştirildiği zaman ,Türk devleti yeniden ABD’nin merkezi askeri üssü , Avrupa Birliğinin gene eskisi gibi doğuya açılan Asya köprüsü , ya da İsrail’i Arap ve İslam dünyasına karşı koruyacak bir güvenlik şemsiyesi gibi kullanılmağa devam edecek gibi görünmektedir . Hiçbir siyasi parti ya da iktidarın savaş öncesi bir dönemde yeni anayasa görünümü ile ulusal,üniter ve merkezi Türk devletini tasfiye etme lüksünün bulunmaması gerekir . Kim ki böyle bir adım atar ,o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sona ermesinden anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında sorumluluğu üstlenmek zorunda kalır . Bütün hukuk kurumlarının ve siyasal merkezlerin öncelikle bilmesi gereken durum budur . Türk devleti doksan yıllık ömrünü bir hukuk devleti çatısı altında bugünlere kadar getirmiştir . Her devlet anayasasında değişiklikler yapabilir . Normal koşullar altında değişen koşullara uygun olarak anayasalar değiştirilebilir . Türkiye Cumhuriyeti de son yirmi yılda on kez anayasasının değiştirmiştir . Ne var ki , tam savaş koşulları tırmanırken savaş öncesi bir dönemde devlet yapısını değiştirecek derecede yepyeni bir anayasa yapılamaz ,eğer bu yo denenerek yapılmağa çalışılırsa o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sonu ilan edilmiş olur . Var olan anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında herhangi bir siyasal merkezin ya da partinin böylesine bir serüvene soyunmasını beklemek gerçeklere aykırı olacaktır . Tersi bir durum üçüncü dünya savaşı öncesinde Türk devletinin ortadan kalkmasına ve savaş alanının önünün açılmasına giden yolu açacaktır ki , kendisini Türk olarak gören hiçbir siyasal gücün böylesine bir maceraya kalkışarak dünya barışını tehlikeye atması beklenemez . Türkiyelilik tartışmalarını bu doğrultuda ele almak ve Türk ulusunun çıkarları dışında Türkiye’deki siyasal güçleri maceraya atmak gibi olumsuz senaryolar doğrultusunda değerlendirmek mümkündür .

Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti sahip olduğu anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında öncelikle merkezi gücünü artırabilmenin yollarını aramak durumundadır . Tam bu aşamada kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmak istenmesi , Türk devletinin merkezi gücünün toparlanması çabalarının önlenmesi anlamına gelmekte ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düştüğü gibi küresel sermayenin Bizans yapılanması üzerinden Avrasya’daki üçüncü dünya savaşını ekonomik açıdan yönlendirmesi anlamına gelmektedir . Hiçbir ekonomik gücün ya da emperyal merkezin savaş koşullarında Türkiye’nin başkentindeki merkezi yapılanmasını tasfiye etme ya da boşaltma hakkı yoktur .Bu aşamada küresel sermaye ile Türk ulusunun çıkarları ters düşmekte ve Türk milletinin ulus devletinin başkenti , küresel sermayenin İstanbul’daki yeni Bizans yapılanması yüzünden devre dışı bırakılmak istenmektedir . Merkezi coğrafyanın tam ortasındaki Türk devletinin kendi ülkesi ve milletiyle bir bütün olarak üçüncü dünya savaşı tehlikesinden kurtulabilmesi için daha güçlü bir merkezi yapılanma ile hareket etmesi gerekirken ,bunun tamamen tersi bir doğrultuda başkentini tasfiyeye yönlendirilmesi hem savaş sürecini önünü açacak hem de bir nükleer çatışma ile bütün dünyanın yok olmasına neden olabilecektir . Kendini bilen hiçbir ciddi ülkenin kabül etmeyeceği bir başkent taşınmasına Türk ulusu tam üçüncü dünya savaşı öncesinde izin veremez .Yapılması gereken başkentin İstanbul’a taşınması değil ama , Ankara’daki merkezi devlet yapılanmasının daha da güçlendirilmesidir . Dünya tarihinde bütün savaşları güçlü merkezlerin kazandıkları görülmektedir . Bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türk devletinin böylesine bir tarihi ve bilimsel gerçekliğin dışında hareket etmesini beklemek gerçekci olmayacaktır . Siyasilerin bu tür maceracı girişimlerine Türk halkının ulusal insiyatifi izin vermeyecektir . Türkiye’nin acil gündeme üçüncü dünya savaşının önlenmesi olduğu için ,ilk atılacak adım ,milli bir idari reform ile başkentteki Türkiye Cumhuriyeti devletinin merkezi gücünü artırmak olacaktır . O zaman , Türkiye’nin savaşa karşı çıkmak ve direnmek gücü daha artacak ve Türk devleti güçlü bir arabulucu olarak her zaman devreye girerek bütün dünyayı bir üçüncü dünya savaşı belasına karşı daha güçlü bir biçimde koruyabilecektir .

Daha önceleri ulusal güçler tarafından öne sürülmüş olan Güçlü Türkiye- 2023 Milli Programının acil bir idari reform ile devreye sokulması , var olan devlet yapısını ciddi anlamda tehlikeye sokabilecek yeni anayasa peşinde koşmaktan vazgeçerek söz konusu milli idari reform ile Türkiye Cumhuriyetinin savaşa karşı çıkan gücünün her açıdan takviye edilmesi gerekmektedir . Var olan devlet yapısının yüz milyonluk bir nüfusa sahip olacak Türk devletinin gereksinmeleri doğrultusunda yenilenmesi ,merkezdeki kamu kurumlarının güçlendirilmesiyle beraber taşra teşkilatında da gereksinme duyulan yeni adımların atılması gerekmektedir . Giderek artan nüfusun gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda yerel yönetimlerin yetkilerinin bazı açılardan artırılmasında kamu düzeni açısından ulusal yararlar olabilecektir . Ne var ki , yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması sırasında merkezin tasfiyesi deği l,l ama tamamen tersine güçlendirilmiş yerel yönetimleri kontrol altında tutabilecek düzeyde daha güçlü bir merkezi yapılanmanın başkent Ankara’da gerçekleştirilmesi gerekmektedir . Daha önceki dönemlerde gündeme getirilmiş olan Mehtap ve Kaya projeleriyle beraber İdari reform taslakları incelendiği zaman Türkiye’nini kendi çözümlerinin olduğu görülecek , batılı güç merkezlerinin dayattığı yabancı taslakların Türkiye’nin koşullarına uymadığı aksine ,emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Türk devletini dönüştürmeğe çalıştığı daha kolay anlaşılacaktır . Türk devleti ,başkentindeki merkezi yapılanmasını günün gereksinmeleri doğrultusunda daha da güçlendirerek , Misakı Milli sınırları içerisindeki Türk ülkesinin kontrolunu bağımsız bir devlete uygun bir biçimde elinde tutabilecektir . Ekonominin yeniden devletin eline verilmesi ,kamu ekonomik kuruluşlarının yeniden kurulması ,küresel sermayeye karşı direnen Türk devletinin ekonomik gücünün artırılması ,özelleştirilen ekonomik kuruluşların tıpkı Atatürk döneminde olduğu gb yeniden uluslaştırılması ya da devletleştirilmesi , Türkiye’nin de Yunanistan ya da diğer Akdeniz ülkeleri gibi çökmemesi için acilen zorunlu görünmektedir . Ekonomik gelir kaynaklarını yabancılara devreden -Türk devletinin sürekli olarak akaryakıt zammı yapmak zorunda kalması ya da ülkede ekonomik yatırım yapamaz durumlara sürüklenmesi gibi bir çıkmaz ,devletin yeniden gelir kaynakları ile donatılması sayesinde önlenebilecektir . Dışa açılma ve küresel ekonomi ile bütünleşme ,Türk devletini yarı sömürge konumuna sürüklemiş ve Türk halkını ciddi bir yoksulluk çıkmazına itmiştir . Arap ülkelerindeki gibi bir yoksullar ayaklanmasının önlenebilmesi için ,devletin yeniden ülkenin gelir kaynaklarına ve yer altı zenginliklerine sahip olarak daha adil bir gelir dağılımı düzeni kurması acilen zorunlu görünmektedir . Merkezini ve ekonomisini güçlendirecek bir Türk devletinin savaş sürecinde bölgede barışı tesis edecek en önemli ülke konumuna geleceği açıktır .

Merkezi bölgeye sızmak için sürekli olarak terörü kullanan batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşı bütün bölge ülkelerinin bir araya gelerek ciddi bir ittifak içerisine girmeleri gerekmektedir . Lübnan’ı bir terör üssüne çevirerek merkezi coğrafyaya terörist hareketler üzerinden egemen olmak isteyen emperyal güçlere karşı , eski Osmanlı ve Selçuklu ülkelerinin bir dayanışma ve kardeşlik düzeni içerisine girerek tıpkı Avrupa Birliği gibi Merkezi devletler Birliği’ni kurmalarının zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir . Tam bu aşamada ,Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Atatürk’ün ikinci dünya savaşını önleyebilmek üzere gündeme getirdiği ,Sadabat Paktı ve Balkan Paktı girişimlerini yeniden gündeme getirmekte ve bütün eski Osmanlı ve Selçuklu devletlerini merkezi Devletler Birliği adı altında birleştirmekte hem ulusal hem bölgesel hem de dünya barışı açısından küresel yararlar bulunmaktadır. Kendi çıkarları doğrultusunda savaş kışkırtıcılığı yapan lobilere karşı evrensel ve bölgesel barıştan yana olan bütün merkezi coğrafya devletlerinin bir araya gelerek Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşumu Merkezi Devletler Birliği adı altında örgütlemelerinin zorunluluğu her geçen gün daha da artmaktadır .Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalkması nedeniyle ortya çıkan otorite boşluğunun doldurulabilmesi doğrultusunda bölgenin iki büyük devleti olan İran ve Türkiye tıpkı Sadabat paktının kuruluşu günlerinde olduğu gibi bir araya gelecek , ikinci bir Bakü Kurultayı düzenleyerek merkezi coğrafyada bulunan bütün devletleri bir bölgesel birlik çatısı altında dışa ve emperyal saldırıları karşı birleşmelerinin önünü açarak terör üzerinden üçüncü dünya savaşına giden yolun önünü keseceklerdir . Bunun için tıpkı Nato gibi bir yeni bir askeri bölgesel yapılanmaya acilen gerek bulunmaktadır . Daha önceki örnekde olduğu gibi ikinci kez bin Cento yapılanması Türkiye ve İran işbirliği çerçevesinde gerçekleştirilebilir ,Nato’nun batı emperyalizminin hegemonya örgütüne dönüştüğü bu aşamada ikinci kez kurulacak olan Cento örgütü merkezi coğrafya da terör ve savaş tehditlerine karşı bölgesel güvenliği gündeme getirebilecektir . Tunus’ta başlamış olan ayaklanma hareketlerinin ,Lübnan,Ürdün,İran ya da diğer bölge ülkeleri üzerinden karışıklık ve terör yaratması ,İsrail ve ABD gibi savaş isteyen ülkelerin bu durumlardan yararlanmağa çalışması girişimlerinin önünün kesilebilmesi için mutlaka bölge ülkelerinin yeni bir bölgesel savunma paktı kurmalarının zamanı gelmiştir . Nato savunma örgütünden saldırı örgütüne dönüşürken , yeni Cento gereksinme duyulan bölgesel savunmayı bütün bölge ülkelerini çatısı altında bir araya getirerek sağlayacaktır . İran ve Türkiye’nin öncülüğünde toplanacak ikinci Bakü Kurultayı ,Merkezi Devletler Birliğine gidecek yolu açarken ,yeni Cento’nun kurulmasını sağlayarak da bölge ve dünyayı tehdit eden üçüncü dünya savaşı sürecinin önünü kesebilecektir . İran’ın tek başına dünya ile karşı karşıya kalması böylece önlenebilecek ,bölge ülkelerinin dayanışması ile İran ile batı dünyası ilişkileri dengelenebilecek , İsrail ve İran çatışmasına ya da İsrail ile Hizbullah üzerinden bölge savaşına izin verilmeyecektir . Böylesine bir adım atılması için zaman çoktan gelmiş ve geçmektedir . Bu doğrultuda bugün yeni adımlar atılmazsa yarın çok geç olabilecektir . İsrail’in ya da Hizbullah’ın hiç söz dinlemeyen tutumları devam edip gittiği sürece her an bir çılgınlık ortaya çıkabilecektir . Bölgenin çeşitli ülkelerinde böylesine çılgınlığa elverişli çeşitli terörist hareketlerin birbirini izlemesi barış umutlarının her geçen gün daha da azalmasına neden olmaktadır .Tunus ve Lübnan’daki son gelişmeler bölgede savaş öncesi istikrarsızlık isteyenlerin beklentilerini gerçekleştirirken , bir İsrail ve İran savaşının haberciliğini yapmaktadırlar .

Türkiye Cumhuriyeti ,dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak sahip olduğu jeopolitik konumunu kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanabildiği sürece hem bağımsız devlet olarak varlığını koruyabilecek hem de bölgede kendisini tehdit etmekte olan bütün terör ve savaş tehditlerine karşı kendisini savunabilecektir .Binleşmiş Milletler ve bütün uluslar arası kuruluşların ciddi bir üyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti bölgesinde olduğu kadar dünya barışı için evrensel düzeyde de etkinliklerini artırmak zorundadır . ABD ve İsrail gibi Birleşmiş Milletler kararlarını dinlemeyen ülkelerin baskılarına karşı Türkiye Cumhuriyeti diğer büyük devletler ve ülkeler ile yakın ilişkiler oluşturarak uluslar arası konjonktürde ağırlık sağlamalı ve bu yollardan savaş sürecinin önünü kesebilmelidir . Batılı müttefiklerin baskılarıyla şimdiye kadar uygulanan yol ve yöntemlerden bir sonuç çıkmadığına göre ,Türkiye Cumhuriyeti kendisini geleceğin dünyasında var edebilecek ve bulunduğu bölgede bir cihan savaşını önleyebilecek doğrultuda B planını acilen devreye sokabilmelidir .Türkiye kendisini yenileyebilecek güce sahiptir .Bölgesel barış ve güvenlik işbirliği için bütün komşularıyla bir araya gelerek ortak hareket edebilmenin yollarını aramalıdır .Başlatılmış olan komşularla sıfır sorun politikaları ile tam anlamıyla bir sonuç alınamamıştır . Bu tür girişimlerin kalıcı ittifaklara ve bölgesel güvenlik şemsiyesine gidebileceği yolların da açılması gerekmektedir . Anlaşmazlıklar sıfır sorun çizgisinde ele alınırken , kalıcı ittifaklara ve bölgesel güvenlik şemsiyesinin oluşturulmasına da öncelik tanınmalıdır .Türkiye sadece İran ile değil ama , Azerbaycan,Gürcistan,Suriye,Irak ve Ürdün gibi ülkeler ile başlatmış olduğu yakın temasları bölgedeki terör ve savaş risklerini ortadan kaldıracak derecede bir kalıcı işbirliği ve dayanışma düzenine dönüştürebilmenin yollarını aramalı ve acilen B planı olarak Merkezi Devletler Birliği ya da Cento adı ile anılacak bir güvenlik yapılanmasını devreye sokabilmelidir . Bütün dünyayı bir nükleer yokoluşa götürebilecek bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ancak bu yoldan önlenebilecektir . Barıştan yana olan bütün dünya ülkeleri de, merkezi coğrafyada gerçekleştirilecek böylesine bir bölgesel barış oluşumunu sonuna kadar destekleyeceklerdir . Bütün A planlarının bittiği bu aşamada böylesine bir B planının acilen devreye sokulması, dünya güvenliği açısından zorunlu bulunmaktadır.
NOT: B planı ile ilgili olarak daha önce yayınlanmış olan “TÜRKİYE’NİN B PLANI" isimli kitabım ile diğer kitaplarıma ve "Kemalist yaklasim.info" adını taşıyan internet sitesindeki üç yüze yakın makalem incelenebilir .
BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI

Amiral Soner Polat
ABD’nin, daha doğrusu Başkan Trump’ın, derin devlete rağmen (establishment) Suriye’den asker çekme kararı tüm dengeleri yerinden oynattı. Suriye’nin kuzeyinde bir güç boşluğu (power vacuum) ortaya çıktı. Kuraldır. Strateji boşluk kabul etmez. Aktörler en kısa zamanda bu boşluğu kendi çıkarları doğrultusunda doldurmak için harekete geçer. Bu yeni oyunda güç dengelerinin nasıl şekilleneceğini tarafların siyasi hedefleri belirler. Farklı siyasi hedefler beklenmedik pazarlıklara neden olur. Aynı zamanda aktörlerin ittifak arayışı da olayların seyrini etkiler.

TÜRKİYE İÇİN ÖNCELİKLİ TEHDİT
Türkiye açısından bakıldığında öncelikli tehdit PKK ve kurulması hedeflenen özerk ya da konfederal terör devletçiğidir. Eğer bu terör yapılanması temelden yok edilebilirse, bu durum Kuzey Irak’taki bağımsızlık rüzgârlarının şiddetini ciddi oranda azaltır. Bilindiği gibi Suriye ve Irak arasındaki PKK geçişkenliği yüksek düzeydedir. Bu nedenle PKK’lı teröristler nötralize edilmeli, silah, cephane, askeri teçhizat depoları imha edilmelidir. Aksi halde ayakta kalacak teröristler günün birinde ülkemizin karşısına çıkabilir.

BÜYÜK STRATEJİ ZAMANI
Gelişen olaylar Türkiye’ye çok daha büyük fırsatlar sunmaktadır. Türkiye; Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz’i de kapsayan büyük bir stratejiyi (grand strategy) rahatlıkla kurgulayabilir. Bunun için bölgesel ve bölge dışı ittifak olanakları sonuna kadar zorlanmalıdır. Bulunduğumuz aşamada ABD, Batı Asya’da büyük askeri kuvvetler bulundurmaya soğuk bakmaktadır. Bu konuda başlangıçta yükselen muhalif sesler, son dönemlerde çekilmeyi savunanlarla dengelenmiştir. En azından ABD kamuoyu ikiye bölünmüş durumdadır. Yeniden seçilmeyi hedefleyen Başkan Trump, ABD’deki sessiz çoğunluğun desteğini kazanmayı hedeflemektedir. İsrail ile Rusya arasında devam eden güven bunalımı bu ülkenin de bölgedeki etkisini giderek azaltmaktadır. Fransa bölgede etki yaratabilecek kaynaklara sahip değildir. Macron ciddiye alınacak bir lider değildir.

Türkiye, Kuzey Irak’ta yuvalanan terör yuvaları ve Suriye’de PKK’nın askeri ve siyasi olarak tamamen yok edilmesi için çok uygun koşullar yakalamıştır. Diğer taraftan birbirini tamamlayan kararlı adımlar atıldığı takdirde, bölgede her kriz döneminde ortaya çıkan bağımsız Kürdistan hayaline kesin bir nokta konulabilir. Türkiye ayrıca Doğu Akdeniz’deki tezlerini, ortak çıkarlar ekseninde destekleyen bölge ve bölge dışı ortakları ile bu enerji denizindeki hak ve çıkarlarını daha güçlü bir şekilde savunabilir.

SİLAHLI PKK’YA ASLA İZİN VERİLEMEZ!
PKK ile anlaşma olanağı ortadan kalkmıştır. Her devlet için geçerli olan, “PKK’nın silah ve cephanesi ile kayıtsız koşulsuz teslim olmasını talep etmek” olmalıdır. Bölge uzun yıllar boyunca terörden ağır yara aldı. İnsani dramın yanı sıra milyarlarca dolarlık kaynak bu nedenle heba oldu. Bölge ülkeleri ikinci kez aynı hatayı yapmamalıdır. PKK’yı kullandığını sanıp küçük düşünenler, sonunda terör örgütünün emperyalizmin hizmetkârı olduğunu yaşayarak öğrendiler. Terörün kökünün kazınması için ortaya çıkan bu altın fırsat iyi değerlendirilmelidir.

TÜRKİYE İNİSİYATİFİ ELE GEÇİRMELİ!
Basın yayın organlarında, “Türkiye’nin IŞİD’le mücadele etmek için ABD ile görüştüğü” ifade edilmektedir. Türkiye, Suriye’ye hızla girip PKK’nın bütün kaynaklarını kuruttuktan, diğer bir ifade ile öncelikli tehdidi bertaraf ettikten sonra IŞİD’in kendiliğinden çözülme süreci içine gireceğini söyleyebiliriz. Ayrıca bölgesel ittifak kurulursa, çözülme süreci daha büyük bir hız kazanır. IŞİD bütün devletlerin ortak düşmanıdır. Bir devlete dayanmadığı sürece IŞİD’in esamesi bile okunmaz! Kaldı ki Başkan Trump, IŞİD’le başka ülkelerin mücadele etmesini büyük bir başarı olarak kendi kamuoyuna sunacaktır.

Koşullar bölge barışı, istikrar, yıkıcı ve bölücü unsurların ortadan kaldırılması için uygun bir zemin yaratmıştır. ABD ile iyi ilişkiler sürdürülürken, bölge ülkeleri ile dayanışma içinde yakıcı sorunların çözümü için büyük bir fırsat önümüzde durmaktadır. Eğer Türkiye bu uygun ortamı değerlendirme becerisi ve esnekliğini gösterebilirse, önünü ardına kadar açar. Ülke içindeki ayrılıkçı eğilimler kısa süre içinde son bulur. Güneyden örülen jeopolitik duvarları söküp atar. Doğu Akdeniz’deki etkisini büyük ölçüde artırır. Ekonomisinin gelişmesi için büyük fırsatlar yakalar. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin bölgeyi karıştırma çabalarını boşa çıkarır. Koşulların sonsuza dek aynı kalacağını sananlar yanılgı içindedir. Talih kuşu insanın başına bir kez konar. Koşullar olgunlaştığında harekete geçmeyenler, başkalarının zaferini seyreder.
(KAYNAK: Soner POLAT-Aydınlık Gazetesi, 28.12.2018)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder