30 Mayıs 2022 Pazartesi

TÜRKİYE VE BALKAN BARIŞI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA   KALESİ

                       TÜRKİYE VE BALKAN BARIŞI                                                                                                                              

                Dünya haritasına bakıldığı zaman, Anadolu yarımadasına sığınmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Asya kıtası ile Kafkas dağları, Avrupa kıtası ile de Balkan dağları üzerinden kenetlendiği görülmektedir. İki büyük kıta arasında bir geçiş koridoru konumundaki, Anadolu yarımadası bir büyük asma köprü gibi durmakta, Balkan bölgesi Avrupa ile, Kafkas bölgesi ise Asya ile bağlantı kuran köprüler olarak dünya sahnesindeki yerlerini almış gibi görünmektedirler. İki büyük bölge ile iki büyük kıtaya bağlanmış olan Türkiye Cumhuriyeti kıtalar arasındaki köprü olma işlevini son yıllarda kıtalar arasındaki köprü sayılarını artırarak ve doğal köprü konumunu insan emeği ürünü yeni köprüler yaparak sağlamlaştırmaktadır. Böylece Londra- Pekin arasında kurulmuş olan yeni ipek yolunu, ya da bir yol ve bir kuşak yapılanmasını güçlendirerek deniz yollarını dışlayan yeni kara ulaşım sisteminde, Türk devleti merkezi konumunu koruyarak ve uluslararası ulaşım ve taşımacılığın daha hızlı bir yönde gelişmesi misyonunda üzerine düşen merkezi konumun gereklerini yerine getirerek çalışmaktadır. Bu doğrultuda Boğaz köprülerinin sayısı Çanakkale köprüsü ile birlikte dördü bulurken, bunlara ek olarak bir da boğaz altı bir Avrasya geçişi de inşa edilerek sisteme dahil edilmiştir. Ayrıca bu kıtalar arası köprülerin uzantısı olarak yeni kara yolları ve bağlantılı köprüler de kurularak ve dünya ticaretinin ana geçiş hatları yoğun bir koridor konumuna getirilerek, sistem tamam olma noktasına getirilmiştir. Tarihin ilk çağlarından bu yana kıtalar arası köprü konumundaki bu bölge aynı zamanda kavimler kapısı olarak da öne çıkmış ve bu doğrultuda iki kıta arasında göçler her dönemde birbirini izleyerek bugüne kadar gelmiştir. Zaman içinde Asya’dan Avrupa’ya ya da Avrupa’dan Asya’ya Boğazlar bölgesinden geçen kavimler, daha sonraları gelerek yerleştikleri bölgelerde yerleşerek yeni devletler ve onların üzerinden de yepyeni uygarlıkları gündeme getirerek insanlığa katkıda bulunmuşlardır. Dünya tarihi bir bütünlük içerisinde incelendiği zaman, Boğazlar bölgesinin bazen ana trafik merkezi konumuna geldiği ve bu çizgide Avrupa ya da Asya kıtalarında gelişen uygarlıkların, Anadolu yarımadası üzerinden geçerek yeni yapılanma aşamasına geldikleri anlaşılmaktadır. Bugüne kadar bu bölgeler üzerinden ortaya çıkan yeni siyasal yapılanmalar ve göçler ana kıtaların siyasal şekillenmesinde önde gelen belirleyici bir rol oynamışlardır.

                Tarihsel süreç kendi dinamikleri içinde devam edip giderken geçen sonbahar aylarında bir gece ansızın dünyanın en büyük devleti olarak adlandırılan Amerika Birleşik Devletleri’nin, Balkan yarımadasının tam ortasında yer alan Yunanistan toprakları üzerine büyük miktarda asker ve savaş malzemesi indirdiği görülmüştür. Bu aşamada insanlık Orta Doğu ve Orta Asya sorunları ile uğraşırken, ABD’nin beklenmeyen bu ani askeri çıkartması gözlerden uzak kalmış dünya kamuoyu Afganistan meselesi, Çin sorunu ve Rusya’nın batı dünyasına karşı çıkan yeni jeopolitik konumunu tartışırken, ABD her zamanki gibi ani bir çıkartma yaparak, hiç kimsenin beklemediği bir aşamada Yunanistan üzerinden Doğu Avrupa bölgesine bir askeri çıkartma yapmıştır. Hiç beklenmedik bir sırada gerçekleştirilen bu çıkartma harekâtı tüm dünya ülkelerini şaşırttığı gibi, Yunanistan devletini ve Avrupa kıtasının bölgesel devletleşme yapılanması olan Avrupa Birliğini de karşısına alırken, aynı zamanda Balkan yarımadası üzerinden bütün bölge devletlerini ve bölgesel siyasal yapılanmaları doğrudan doğruya hedef almıştır. Rusya’nın  Ukrayna işgalinden altı ay önce gerçekleştirilen bu işgal hareketinin de tıpkı Rusya’nın komşusuna karşı haksız yere yapmış olduğu işgalci girişim gibi dünya kamuoyunca izlenmesi ve ayrıntılarına varana kadar tartışılması gerekirken, ABD’liler sanki hiçbir şey yokmuş ya da olağanüstü herhangi bir gelişme olmamış gibi davranarak Balkan yarımadasının merkez ülkesi konumundaki Yunan devletinin topraklarına gelerek yerleşmesi, iki dünya savaşı sonrası dünyada hiç hoş karşılanmamış, herkes bu tehlikeli  işgalden kendine göre sonuçlar çıkarmıştır.

                 ABD’nin bu saldırgan tutumunu iyi anlayabilmek için, harita üzerinden Balkanlara yeniden bakmak ve ortaya çıkan yeni jeopolitik durumu her yönü ile değerlendirmek gerekmektedir. Bütün jeopolitik kitaplarına göre üç kıta arasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin, dünyanın merkezi ülkesi olduğu ve bu durumun gereği olarak da Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarındaki tüm savaşların ya da sıcak çatışma ve çekişmelerin Türk devletini doğrudan etkilediği görülmektedir. Osmanlı sonrasında Türkiye’nin merkezi devlet olarak yer aldığı bu orta dünya üzerinde, Kafkaslar kadar Balkanların da bağlantı kuran konumda oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca   tarihin ortaya koyduğu gerçekler çerçevesinde sorun ele alındığında, dünyanın merkezinin Orta Doğu olduğu ama bu merkezi bölgenin kontrolünün ancak Balkanlar üzerinden yapılabileceği ileri sürülmektedir. Özellikle iki büyük dünya savaşının yapıldığı Balkan bölgesinin ele geçirilmesi ve Balkanlar üzerinden Orta Doğu bölgesinin denetim altına alınması, bir üçüncü dünya savaşı tehlikesinin belirdiği yeni aşamada dünya barışı açısından son derece kritik bir duruma gelindiğini göstermektedir. Özellikle altı ay sonra Rusya’nın Ukrayna işgaline yöneldiği düşünülürse, bu durumun ortaya çıkmasından önce ABD’nin harekete geçerek, kuzey bölgesinin altında yer alan Balkan yarımadasının güvenlik açısından yeni bir önem kazandığı ve gene bir üçüncü dünya savaşı sürecinin kuzey bölgesinden gelen dalgalarla Balkan yarımadası üzerinde çıkabileceği ihtimalinin giderek yükselmesi, Doğu Avrupa bölgesinde  kuzeyden Rus işgaline karşılık güneyden de ABD işgalinin Yunanistan toprakları üzerinden yarımadanın ortasına doğru geliştirildiği anlaşılmaktadır. İlk iki dünya savaşı sırasında Doğu Avrupa bölgesinin Balkanlar üzerinden savaş meydanına dönüştürülmesi gibi bir üçüncü dünya savaşı benzeri durumun gündeme getirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Rusya ve ABD eski dünya savaşlarının cephe ülkeleri olarak sahip oldukları çok büyük askeri yapılanmalar ile gene eski cephe bölgelerinde yeniden bir askeri yayılmanın arayışları içine girdikleri görülmektedir. Rusya bir gecede Ukrayna topraklarının yarısını ayakları altına alarak ezerken, ABD ileri teknolojinin kullanıldığı bir hava çıkartması sayesinde binlerce askerini ve silahlarını getirerek, Yunanistan’ı üçüncü büyük savaşın cephe ülkesi konumuna getirmektedir. Böylesine bir durumu öne çıkaran ABD asıl rakibi olan Almanya, Rusya ve Avrupa Birliği gibi büyük yapılanmaları karşısına alırken üçüncü bir dünya savaşı riskini dikkate aldığını göstermiştir.

                Birbiri ardı sıra çok hızlı gelişen yeni olaylar, küreselleşme süreci sonrasında dünyayı yeniden bir soğuk savaş gerginliğine sürüklerken, Ukrayna’da savaşın patlak vermesi ve savaşın Doğu Avrupa üzerinden eski dünya savaşının merkezi gücü olarak Almanya’nın yeniden karşıya alındığını, ABD’nin Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi Rusya ile paslaşarak dünyayı yönetmeye devam etmek istediğini, açıkça Rusya’yı hem Avrupa ülkelerine hem de Çin’e karşı kullanarak, eski hegemonyasını sürdürme gibi bir yeni çizgiye yöneldiğini dünya kamuoyunun gözleri  önüne sermiştir. Küreselleşme sonrasında dünya yeni bir döneme girerken Avrupa Birliği ve NATO gibi batı blokundan kaynaklanan çok devletli yapılanmaların önemini yitirdiği, ABD-Rusya işbirliği ile ABD’nin eski dünya egemeni olan Avrupa ülkelerini öncelikli bir biçimde karşısına aldığını ve bunları Rusya’yı kullanarak devre dışı bırakmak için çalıştığını, daha sonraki aşamada da Avustralya merkezli kurmuş olduğu Anglosakson   AUKUS örgütü  aracılığı ile de Çin’e karşı yeni okyanus cephesini güney yarıküresinde gündeme getirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Savaşlar aracılığı ile dünya hegemonyasını ele geçiren ABD’nin yeni dönemde de savaşlar aracılığı ile bu hegemonyasını korumaya çalışacağı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede son gelişmeler dikkate alındığında Rusya’nın Ukrayna savaşı üzerinden savaş sürecini Doğu Avrupa’ya taşımaya çalışacağı ve bu savaşın Karadeniz üzerinden Kafkaslar, Anadolu ve Hazar bölgelerine doğru gelişebileceği ve hatta daha da ileri giderek Balkanlar üzerinde üçüncü bir büyük savaş senaryosuna doğru ilerleyebileceği gibi ihtimalleri bugünün dünyasında akla getirmektedir. Özellikle bir gece ansızın ABD’nin Balkan yarımadasının tam ortasına büyük bir askeri yığınak yapması ancak böylesine bir tutum ile değerlendirilebilir. Geçmişteki olumsuz gelişmelerden ders almasını iyi bilen Avrupa ülkeleri ve Türkiye yeni dönemde bu tür tehlikelere dikkat ederek hareket edeceklerdir. 

                Balkanlar bölgesi her zaman için Doğu Avrupa kıtasının bir parçası olarak dünya jeopolitik yapılanmasında genellikle çok önemli bir yere sahip olmuştur. Balkan dağları üzerinden çeşitli bölgeleri kapsayan bu yarımada Avrupa ve Asya kıtalarının kesişme noktasında bir bölge olarak her zaman için Asya ve Avrupa kıtalarında meydana gelen devletleşme süreçlerinde önemli konumlara sahip olmuş ve bu durumdan da yararlanarak devletleşme ile ilgili oluşumların sonuca bağlanmasında da kilit bir konuma sahip olmuştur. Balkan yarımadasına dışarıdan bakıldığı zaman birçok çözümsüz kalmış sorunlarla birlikte, bir de geleceğe yönelik yeni bazı oluşumların da sorun çıkarma potansiyelini birlikte taşıdıkları görülmektedir. Balkan bölgesi böylesine bir konuma sahip olarak doğu-batı ya da kuzey – güney yapılanması olarak dört bölgeli bir görünüme sahiptir. Bugünün koşullarında Avrupa Birliği oluşumu ile komşu bir konuma sahip olan   batı Balkanlar, en büyük Balkan sorunu olan Bosna-Hersek Cumhuriyetinin hem bölünmüş hem de geleceği belirsiz bir kaos ortamı karşı karşıyadır. Osmanlı döneminden kalan Balkan yarımadasında bir bölünmüşlük ya da bütünleşememe gibi kaotik durumlar öne çıkarken, bir üçüncü dönem Balkanizasyon sürecinin yeniden gündeme gelmesi ihtimali bölge devletleri ile birlikte bütün büyük devletleri yakından ilgilendirmekte ve ABD gibi geleceğin yeni dünya düzenini oluşturmak için çaba gösteren Almanya, ABD, İngiltere, Rusya ve Türkiye’yi karşı karşıya getirmektedir. Balkan tarihi Rusya, Osmanlı ve Avrupa ülkeleri arasında çekişme, çatışma ve savaş olayları ile dolu olduğu gibi, yakın gelecekte de benzeri bazı olumsuz durumların bu doğrultuda öne çıkması muhtemel görülmektedir. Dünya düzeninin her zaman tehlikeye sürüklendiği bölgelerden birisi olarak Balkanlar bölgesi, yakın gelecekte yeniden bir sıcak dönemin eşiğine gelmiş gibi görünmektedir.

                Dünya hegemonyasını sürdürme iddiasında bulunan ABD’nin tam bu aşamada Balkan yarım adasının tam ortasına binlerce silah, malzeme ve asker yığmasının bir tesadüf olmadığı ve aksine geleceğe dönük bir savaş hazırlığının ilk adımları olarak gündeme geldiği anlaşılmaktadır. Soğuk savaş sonrasında küreselleşme dalgası ile yeni bir jeopolitik ortam şekillenirken, batı Balkanlar üzerinden yeni jeopolitik oluşumun devreye girmesiyle birlikte hem NATO hem de Avrupa Birliği üyesi olan iki küçük ülke olarak Hırvatistan ve Slovenya, Balkanlar ile Avrupa Birliği arasında yeni sınır ülkeleri olarak eskisinden farklı bir konuma sahip olmuşlardır. Avrupa Birliği oluşumu doğuya doğru genişleme süreci içinde eski Osmanlı ülkeleri olan Müslüman devletleri de içine almaya çalışırken, Hristiyan tarikatların bu bölgede üstünlük çekişmeleri içine girmesiyle birlikte bu bölgede yaşanan sorunlar en üst noktaya doğru tırmanmıştır .Böylesine olumsuz bir duruma müdahale etmek isteyen ABD ;İtalya, Almanya, Belçika ve Yunanistan’daki askeri birlikleri aracılığı ile sıcak çatışmalara yön verebilmenin arayışları içine girerek, bölgede daha fazla askeri birlik bulundurabilmenin arayışı içine girmiştir. NATO ittifakının baş aktörü olarak ABD, Balkan barışı için üzerine almış olduğu askeri misyonları yerine getirebilmenin çabası içine girmiştir. Rusya, Almanya ve Fransa gibi büyük ülkeler bölge sınırlarını zorlarken aslında üçüncü bir Balkan savaşı oluşumunun da hazırlayıcısı olarak öne çıktıkları açıkça görülmektedir. Batı Balkanlar’da Bosna üçe bölünmüş bir ülke olmaktan çıkmaya çalışırken, Kosova üzerinden Rusya’nın Sırbistan aracılığı ile bölgede yeniden eski hegemonya düzenini kurmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Sırplar Ortodoks dayanışmasıyla öne çıkarken, Almanlar Hırvatistan ile yeni bir denge düzeni arayışı içine girmekte, İngiltere ise Yunanistan’ı kullanarak yeniden bir hegemonya arayışına girişirken, İtalyanlar Arnavutluk aracılığı ile yeni kurulan Balkan denklemlerinde kendileri için daha uygun bir konum arayışına yönelmişlerdir. Balkanların Hristiyan devletleri hiçbir zaman tek bir büyük devletin çatısı altında bir araya gelemedikleri için, Hristiyan Avrupa’nın büyük devletleri küçük Balkan ülkelerini birbirlerine karşı kullanmışlardır. Almanya Hırvatistan’a, İngiltere Yunanistan’a, Rusya Sırbistan’a, dönük politikalar aracılığı ile Balkan yarımadasında üstünlük kurmaya çaba gösterirken, Türkiye Bosna, Arnavutluk ve Kosova gibi Müslüman ağırlıklı bölge ülkelerine her zaman için öncelik taşıyan politikalar aracılığı ile hareket ederek, Osmanlı döneminden kalma yakınlıkları komşu Balkan ülkelerinde kullanmıştır.

                ABD yeni dönemde Sırbistan ile tarihi bir yakınlaşma gerçekleştirerek, bu ülkedeki Rusya’nın etkisine son vermek istemektedir. Rusya’nın Sırbistan’ı kullanarak yeni Yugoslavya maceralarına izin vermek istemeyen bir yaklaşımla ABD’nin hareket ettiği görülmekte ve bu nedenle de Anglosakson ülkelerine en çok yakınlık gösteren Yunanistan gibi bir ülke, yeni dönemin işgal senaryolarında ilk adım olarak önceliğe sahip olmaktadır. Bölgedeki NATO üstlenmesini yeterli görmeyen ABD’nin bu durumdan yararlanarak yeni bir orduyu Balkan bölgesine taşımak istemesinin iki dünya savaşı sırasında kilit öneme sahip bulunan bu yarımada üzerinde, artık kendi kontrolünde eskisine oranla daha kalıcı bir düzen arayışı içinde olduğu göze çarpmaktadır. Bölgenin çeşitli noktalarında ısınmaya başlayan eski problemlerin yeni Serebrenica felaketlerine yol açmaması için, din merkezleri üzerinden bir bölge düzeni arayışı içine girilmesi sırasında uluslararası bütün kuruluşların Balkanlara dönük çalışmalarında, daha gerçekçi tutumlar izleyerek yeni katliamların önünün kesilmesi gerekmektedir. ABD’nin dünyanın en güçlü ülkesi olarak ve geçmişten gelen tecrübelerinin izleyicisi konumuyla tüm Balkanlar için NATO aracılığıyla kalıcı bir barış ortamı hazırlaması gerekirken, kendi emperyalist ordusunun bazı birliklerini ansızın Balkanların ortasına getirerek işgal ve savaşa hazır bir duruma geçirmesi, bu aşamada yeni bir Balkan savaşının eşiğine gelindiği gibi son derece olumsuz yeni bir durumu ortaya çıkarmıştır. Bu bölgede yaşanan iki dönem savaş ve Balkanizasyon oluşumlarının birbirini izleyerek, üçüncü bir insanlık dramına yol açması, Balkan sorunlarının günümüzde de eskisi gibi devam edip gittiğini ve her güçlenen ülkenin bu coğrafya da kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir harita çizmeye kalkışmasıyla, işlerin yeniden karışıklık ortamına sürüklendiğini de   ortaya koymaktadır. NATO’nun dünya jandarması görünümünde   bir askeri birlik olarak kullanılması, ABD’ye karşı beslenen barış ortamı beklentilerini aksattığı için, ABD artık hiç kimseyi dinlemeyerek ve ordularını Balkanların ortasına getirerek tam bir savaş yapılanmasına girmiştir.

                Karadağ bölgesinde Rusya’nın bir darbe senaryosuna kalkışması son dönemde dengeleri iyice sarsarken, ABD arabuluculuğa soyunarak, bölgedeki Hristiyan ülkelerin güvenini kazanmaya çalışıyordu. Kosova ile Arnavutluk devletlerinin birleşmelerinin önlenmesiyle, Sırp-Arnavut çatışma ortamı devam ederken, Makedonya’da isim değişikliği sonrasında gündeme gelen gerginliklerin zamanla bir patlama noktasına gelerek, bölgedeki barış ortamını iyice tehdit etmesi gibi bir olumsuz ihtimalin öne çıkması da ABD’yi yavaş yavaş üçüncü dünya savaşına doğru sürükleyen nedenler içinde yer almasına yol açmıştır. Yugoslavya’nın dağılması sonrasında gündeme gelen sıcak sorunlar, yerel halk ve örgütleri kızıştırırken, büyük devletler dış güçler olarak Balkan sorunlarını kendi planları doğrultusunda çözüme kavuşturmak üzere bölgeye geliyor ve küçük ülkeleri yönlendirmeye kalkışıyorlardı. Doğu Balkanlar’daki meseleler birçok açıdan çözüme doğru yönlendirilirken, bölgenin batısında yer alan sorunların, Avrupa Birliğinden gelen baskılar yüzünden giderek sıcak çıkmazlara doğru sürüklendikleri görülmektedir. Avrupa Birliği kendi karmaşık sorunları ile uğraşırken bölge ülkeleriyle gerçek anlamda kalıcı çözümler oluşturamamış ve bu yüzden de Batı dünyası adına Balkan sorunlarına çözüm üretmek gibi bir misyona ABD’nin sahip çıkmasıyla, Rusya ve Almanya’ya karşı bölgede yeni bir güç dengesi kurma girişimleriyle karşılaşılmıştır. Avrupa kuşkuculuğu yüzünden çözümsüz kalmış Balkan sorunlarının, ABD ordularının gelerek Yunanistan’a yerleşmeleri sayesinde yeni bir barış sürecine doğru yönlendirilecekleri beklentisi, her geçen gün daha da güçlenerek öne çıkmaktadır. ABD’nin Balkan sorunlarını uzaktan izlerken, birden binlerce kilometrelik Okyanusları aşarak Doğu Avrupa bölgesinin tam göbeğinde yer alan Yunanistan’ın dağları ve ovaları üzerinden bir işgal hareketi ile karşılaşmak, bölgede barış bekleyen dünya kamuoyunu fazlasıyla umutsuzluğa doğru kaydırmıştır. Yugoslavya gibi bir federasyonun yeni bir benzerinin Balkan yarımadası üzerinde kurulamaması, barış için yürütülen girişimlerin küçük ve cılız kalmasına yol açmıştır. Avrupalı büyükler ile Çin, Rusya ve İran gibi dünyanın büyük devletlerinin gelecekteki tutum ve izleyecekleri yollar Balkan barışının çizgilerini ortaya koyabilecektir. ABD’nin hızla harekete geçerek ordularını Yunanistan’a yığmasının sebebi bölge dışı güçlerin önünü kesme çabasıdır.

                Yeni yılda Rusya Ukrayna savaşı ile Doğu Avrupa’ya doğru harekete geçerken, bu aşamada ABD’de okyanuslar ötesinden bölgeye gelerek ordusunun gücü ile Rusya’nın önünü kesmek üzere devreye girmektedir. Rusya dünyanın en büyük ülkesi olmak üzere küresel hegemonya açılımına kalkışırken, Avrupa ile arasında yer alan Doğu Avrupa ve Balkan coğrafyası üzerinde   sahip olduğu otoriteyi daha da yaygınlaştırmaya çalışırken, eski sosyalist ülkeler üzerindeki baskılarını artırmıştır. ABD’nin doğu Avrupa ülkeleri üzerinden ABD’deki Macaristan, Polonya, Romanya ve Çek Cumhuriyeti bağlantılı Yahudi lobilerinin etkin girişimleri sayesinde, Balkan sorunlarının ABD üzerinden çözüme bağlanmasında etkin çalışmalar yürütülmüştür. Rusya zayıf kalan teknolojisi ve giderek azalan nüfus yapısıyla diğer büyük devletler ile karşılaştırmalara konu olurken, sahip olduğu büyük askeri gücü kullanarak dünyanın altı da birini oluşturan kara topraklarını korumaya çalışırken, aynı zamanda Doğu Avrupa’daki sosyalist dönemden kalma otoritesini de artırarak kendi güçlenmesini artırmanın arayışı içine girmiştir. Eski düşmanlıklar ile yeni yolsuzlukların çok farklı gerginliklere yol açtığı Balkan bölgesinde Rusya’nın Doğu Avrupa kökenli hegemonya girişimlerinin etkisi, Balkanlara çok güçlü bir biçimde yansımaktadır. Eski Sovyetler birliğinin yeniden inşası gibi bir hayal peşinde koşan Rus emperyalizminin, Balkan yarımadasını Osmanlı sonrası sosyalist sisteme bağlaması gibi yeni bir yaklaşımın Rusya aracılığı ile Balkanlara taşındığı görülmektedir. Balkanları eskisi gibi kanlı bazı maceralara ya da senaryolara sürüklemek, hiçbir biçimde kabul edilemeyecek olumsuz bir durumdur. ABD’nin bütün dünyada gövde gösterisi maceralara kalkıştığı gibi, taklitçi bir yaklaşım aracılığı ile bölgenin kabadayılığına soyunmak, üçüncü kez Balkan yarımadasını bir dünya savaşının cephe ülkesine dönüştürebilecektir. Yolsuzlukların gerginleştirdiği bir yeni ortamda eski düşmanlıkların yeniden hortlatılması da üçüncü parti savaş senaryolarına bölgenin küçük devletlerini mahkûm edebilir. Balkanizasyon dalgalarının paramparça ettiği çok etnisiteli Balkan ülkelerinin önümüzdeki dönemde yeniden etnik kavgalara sahne olmaları, yeni dünya savaşı senaryolarını tekrar gündeme getirerek Rusya’nın başlatmış olduğu sıcak savaşın devam edip gitmesine yol açabilecektir.

                Sovyetler Birliğinin çöküşünün dünyanın başına gelen en büyük felaket olduğuna inanan bir devlet yöneticisi olan Putin bugün tanklarıyla Ukrayna’yı işgal ederken, ikinci aşamada Beyaz Rusya ve Moldavya üzerinden Polonya, Macaristan, Romanya, Finlandiya ve Baltık ülkeleri gibi Doğu Avrupa devletlerini hedefe alarak, batıya doğru bir genişleme stratejisini, bugünün koşullarında ısrarlı bir biçimde sürdürmektedir. Önce Kırım’ı işgal ederek yola çıkan Rus emperyalizmi, daha sonra büyük bir ülke olan Ukrayna’yı çiğneyip geçerek Baltık kıyılarına doğru bir yeni işgal senaryosunu gündeme getirirken, bütün Avrupa ülkelerini tedirgin etmiştir. İki bin yıllık modern dünya tarihinde Rusya her zaman için Doğu Avrupa üzerinden Balkanları esas alarak bir emperyalist bağımlılık düzenini kendi denetimi altında geliştirmeye çalışmıştır. Eskiden her zaman için Fransa ve Almanya’yı karşısında gören Rusya, bugün Amerika Birleşik Devletleri’ni karşısında görmekte ve ABD’yi yönlendiren Musevi lobilerinin baskıları ile de uğraşmak zorunda kalmaktadır. Dünya tarihinin son beş yüz yılında yer küreye egemen olan Atlantik emperyalizmi, Avrupa emperyalizminin yerini alarak orta dünya bölgelerine yönelik bir hegemonya macerasına girerken, Rus emperyalizminin önünü kesmek üzere ABD orduları, Balkanların tam ortasındaki Yunanistan topraklarına gelerek burada kendisi için bir üçüncü dünya savaşı senaryosunun uygulanmasına yönelmektedir. Balkanlardaki küçük devletlerin ulusal bağımsızlık senaryolarından sonra, bugün de insanlık küresel bağımlılık senaryolarının gündeme getirdiği çatışma ve savaşlar ile mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Üç kurucu etnik grubun bir araya gelmesiyle oluşan Bosna-Hersek Cumhuriyetinin gelecekte nasıl bir şekil alacağı, bir çatışma sonrası dönemde belirlenebilecekmiş gibi görünmektedir. Özgür bir Balkan dünyası yaratmak için yola çıkan Balkan halkları büyük devletlerin çekişmesine kurban olurlarken, emperyalistlerin kendi aralarındaki kavgalarında da telef olmaktadırlar. Bu yüzden çok büyük oranda Balkan ülkelerinde yaşayan etnik toplulukların çeşitli bölge dışı ülkelere göç ettikleri görülmektedir. Türkiye bu göçlerden en çok payını alan ülke olarak Balkanlarda her zaman önde gelen ülke olmuştur.

                Kosova-Arnavutluk-Makedonya hattında, ABD yeni dönemde etkin olmak istediği için ordusu ile gelerek Balkanlara yerleşmiş ve eski NATO üslerinin bulunduğu bu bölgede bugünün koşullarında ondan fazla askeri üs kurarak bölge ülkelerini sıkı bir baskı altına almıştır. İran, Arabistan ve Katar gibi zengin Arap ülkeleri yardım için bölgeye gelirken, Bosna, Kosova ve Makedonya gibi Müslüman ağırlıklı nüfusa sahip olan Balkan ülkeleri, onların desteğiyle gelecek yapılanmasına girmektedir. Bu bölgenin ülkelerini içine almaya çalışan ama Müslümanlar ile Musevilerin ortak bir yaşam içinde barındıkları Kosova, Makedonya, Bulgaristan ve Sancak bölgesi gibi yerlerde var olan kozmopolit nüfus yapılanması ABD’nin müdahalesine yol açmakta, etnik ve dinsel çatışmaların bölgede sıcak savaşlara neden olmaması için Atlantik kıyılarından böylesine hassas bölgelere sürekli olarak dışarıdan karışma ve de müdahale gibi yollara başvurulmaktadır. Atlantik ittifakının hazırlamış olduğu bazı belge ve raporlarda Balkanlar da çatışmalara neden olan etnik ve dinsel ayrılıkların toplumsal barışı tehlikeye sokmasını önlemek için ABD’nin Balkanlarda kalıcı bir biçimde askeri varlık tesis etmesinin doğru olacağı düşüncesiyle, ABD’nin son askeri çıkartmasının gündeme getirildiği anlaşılmaktadır. ABD batı dünyasını doğudan gelebilecek tehditlere karşı korumak amacıyla Balkanlar’da yeni askeri oluşuma giderken bölge güvenliğine dikkat ederek hareket etmek durumundadır. ABD dış işleri bakanı gelecek dönemde yirmi iki devletin sınırlarının değişeceğini ifade ederken, Balkanların da içinde yer aldığı İslam coğrafyasının da böylesine bir değişime doğru gittiğini dile getirmekteydi. ABD bölgede NATO ile birlikte hareket ederken bölge barışının daha sağlam temeller üzerine atılması gibi gerekçeler ile çağdaş yeni yapılanmalara gidildiği ileri sürülmektedir. ABD bugün gelmiş olduğu Yunanistan topraklarında batı için güvenli bir gelecek arayışını sürdürürken, bu uğurda bölge ülkeleri arasında zaman içinde oluşmuş olan dayanışma düzeninin de ortadan kalmasına giden yolu açmaktadır. ABD Balkanlardaki askeri çıkartması sonrasında bölge ülkelerine güven verici bir çizgide hareket ederse, o zaman diğer emperyal devletlerin devreye girmelerine gerek kalmayabilir. Bosna barışını getiren Dayton antlaşmasıyla ciddi bir arabuluculuk denemesine giren ABD’nin gelecekte eskisi gibi devreye girerek arabuluculuk yapabilmesi de yaratılacak güven ortamı içinde gerçekleşebilir.

                Balkanlar da var olan çok sayıdaki Müslüman ve Hristiyan toplulukların düzgün bir geleceği bölgede oluşturulabilecek bir barış ortamı ile mümkün olabilecektir. Bölgedeki Müslüman topluluklar ile Hristiyan toplulukların kendi dindaşları olan ülke ve devletler tarafından desteklenmeleri, barış ortamına bir dereceye kadar katkı sağlamakta ve gereksinmelerin karşılanmasıyla yaratılan olumlu hava sayesinde çatışma ve savaş eğilimlerine karşı barışçı dengelerin oluşturulmasına yardımcı olmaktadır. NATO’ya yönelen olumsuz tepkilere sahip çıkma aşamasında ABD’de suçlanmakta ve bu durumda NATO ile ABD ortak bir bütün olarak görülmektedirler. ABD’nin büyük bir ordu getirerek Balkanlar’da barış sağlaması çok kutuplu dünya düzeninde pek kolay görünmemekte ve küçük devletçikler ile dünyanın en büyük dev ülkesi ABD’nin küçük devletler ile ayrı ayrı barış antlaşması yapması gereğini öne çıkarmaktadır. Binlerce askerin emperyalist bir ordu çatısı altında Balkanlara getirilmesi küçük devletler ile bölge devletlerinin güvenliğini tehdit ederken, bölge dışı büyük ülkeleri de Balkanlardaki küçük toplumlar içinde müttefikler aramaya doğru yönlendirmektedir. ABD’nin yeni dönemde daha dürüst bir arabulucu kimliğine yönelmesiyle güvensizlik ortamı ortadan kalkacağı için çekişmeler geride kalarak, sonu savaşlara kadar gidebilecek, sıcak çatışmaların ortadan kalkması için olumlu bir ortam yaratılabilecektir. Devletler arası iş birliği ve uluslararası kuruluşlar barış misyonu doğrultusundaki hareketlerinin Balkan yarımadası üzerinde çıkacağı tartışılan üçüncü dünya savaşı senaryoları içinde yer alacağı açıktır. Uzun süren bir insanlık tarihinin her sayfası çevrildikçe ortaya çıkan katliamlar ve insanlık dışı sahnelere artık üçüncü bin yıl idrak edilirken, insanlık adına izin verilmeyecek bir çizgi çerçevesinde olumlu yeni bir sistemin gündeme getirilmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda arayışlara girişilmesinin düşünülmesi gerektiği aşamada, artık savaşlar yolu ile siyasal sorunların çözümüne gerek kalmayacak ve barış ortamı içinde sorunlar çözülebilecektir.

                ABD’nin yeni cumhurbaşkanı seçimine kadar yeni dünya düzeni için bekleyen ve bu doğrultuda seçim sonuçlandıktan sonra da bir sessizlik dönemi geçirilmesiyle birlikte, yeni dönemin siyasal yapılanmasını savaş yolunun denenerek açılmasıyla, olayların birbirini izleyerek öne çıkması süreci başlatılmıştır. ABD uluslararası alanda yeni bir oluşumun başlangıcı olarak Afganistan gibi bir savaş merkezinden çekilmiştir. Dünya uyuşturucu trafiğinin merkezi olan bu ülkede yıllardır devam eden terör ve buna bağlı olarak gelişen karışıklıklar süreci sürerken, ABD’nin hiç beklenmedik bir anda Afganistan gibi bir merkezi ülkeden geri çekilmesi, küresel planların değiştiğini göstermektedir. Altı ay önce ABD orduları ile Yunanistan’a gelirken tam değişimin gündeme geldiği bir aşamada, Afganistan gibi bir ülkeden geri çekilmenin anlamının büyük olduğu anlaşılmaktadır. Dünyayı yeni bir düzene doğru sürükleyen Atlantik emperyalizmi geçmişin problemi olarak Afgan meselesini geride bırakırken, Avrupa’yı garantiye almak ve Rusya’nın kuzey bölgesinde başlatmış olduğu yürüyüşün önünü keserek bir Rusya ve Avrupa ya da bir Almanya ve Rusya birliğinin Balkanlarda gündeme gelmesinin önüne geçildiği yeni bir dönem öne çıkmıştır. İstanbul İngiltere tarafından dünyanın merkezi ilan edilirken, aynı zamanda Selanik kenti yeni yapısıyla bir doğu-batı bütünleşmesinin başkenti olarak öne çıkarılmıştır. Ayrıca batı Karadeniz’in büyük şehri Odessa’nın başkenti olacağı bir Doğu Avrupa Birliği oluşumu, Brüksel merkezli Avrupa Birliği’ne alternatif olarak gündeme getirilmiştir. ABD bütünüyle Doğu Avrupa’yı örgütleyecek bir büyük bölgesel oluşumu kontrol altına alabilmek için, ordusu ile birlikte Balkanlar’ın ortasına gelerek yerleşmesi birbirine bağlı görünen yeni gelişmeler olarak açıklanabilir. Batının kontrolü dışında bir Doğu Avrupa Birliği ya da bir Balkan Federasyonu gibi yeni devlet yapılanmaları ile birlikte, Rusya’ya bağlanacak bir Doğu Avrupa ya da Putin’in sürekli olarak rüyasını gördüğü yeni bir Sovyetler Birliği oluşumu ile yeniden Rusya hegemonyasının denetimi altına alınacak Doğu Avrupa oluşumlarını önlemek üzere, ABD ordusunun gelecek için Balkanları kendine merkez olarak seçtiği açıkça görülmektedir.

                Bütün dünya yeni bir döneme doğru sürüklenirken her ülke gelecek hesapları yaparak kendi önceliklerine yönelecek yeni girişim ve yapılanmalara öncelik vermektedir. Balkanlar’da bir araya gelecek bir doğu-batı birliği ya da bütünleşmesi, dünya güç merkezleri haritasını değiştireceği için, ABD okyanus ötesinden yönlendiremediği dünyayı yönetmek üzere merkezi bölgeye gelmekte ve buraya yerleşerek, Avrasya bölgesinin bir Atlantik işgali senaryosu üzerinden yönetilmesini sağlayacak gelişmeleri öne çıkarmaktadır. Dünya dengeleri yeniden kurulurken, güvenlik ve ekonomi bilimi alanlarında farklı yaklaşımların öne çıkartıldığı göze çarpmaktadır. ABD okyanus ötesinden dünyayı yönetmekte zorlanırken, Avrasya bölgesinin merkezi olarak Ege ve Balkanlara yerleşebilmenin arayışı içine girmektedir.  İngiltere kurmuş olduğu beş yüz yıllık bir büyük imparatorluğu artık adalardan yönetememekte ve bu nedenle İstanbul’u başkent yapacak bir yeni açılımı Doğu Avrupa üzerinden yönlendirmeye çalışmaktadır. İki dünya savaşını Atlantikçiler karşısında kaybeden Almanya, Anadolu’ya gelerek, yerleşme planları doğrultusunda yeni dönemde Rusya ile yakınlaşarak bir Kuzey Birliği oluşumunu Balkan merkezli kurmaya çabalarken, Atlantik güçleri olarak ABD ve İngiltere’nin buna izin vermeyeceği anlaşılmaktadır. ABD ve İngiltere Büyük Avrupa Birliği modelini devre dışı bırakırken, Almanya ve de İsrail İslam ülkelerini bir araya getirerek kendi kontrolleri altında Büyük İslam imparatorluğu oluşturarak küresel bir yeni denge sağlamanın çabalarını göstermektedirler. Ayrıca Kudüs merkezli Büyük İsrail girişimi ile, Rusya merkezli bir Avrasya yapılanması ya da Çin merkezli bir Doğu imparatorluğu gibi yeni dünya hegemonyası oluşturma çabaları, merkezi coğrafyanın yeni yapılanması esas alınarak, gündemdeki diğer dünya imparatorluğu seçenekleri olarak gündeme gelmektedir. Bu nedenle, ABD’nin Balkan çıkartmasıyla Rusya’nın Ukrayna işgali, yeni dünya imparatorluğu çabalarının ilk örnekleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Ne var ki, merkezi coğrafyanın tam ortasında yer alan Türkiye ve komşuları daha son sözlerini söylememişlerdir. Türkiye bir geri dönüşü gündeme getirecek yeni Osmanlıcılık takıntılarından kurtulabilirse, o zaman dünyanın tam ortalarında bir Merkezi Devletler Birliği tıpkı Avrupa Birliği gibi gündeme gelecektir.

   Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

16 Mayıs 2022 Pazartesi

ATATÜRK ‘ÜN VASİYETİ VE HİLAFET FEDERASYONU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA   KALESİ

ATATÜRK ‘ÜN VASİYETİ VE HİLAFET FEDERASYONU

                  Bir duvarın üzerine dünya haritası asıldığında, önce bir genel görünüm ile yetinmek zorunda kalınmaktadır. Ne var ki, haritanın yanına gelerek, her gece televizyon kanallarında gösteri yapan bazı ilgililer gibi harita üzerindeki çizgilerin ve sınırların incelenmesiyle birlikte, birbirinden çok farklı konumda çeşitli yerleşim ve yapılanma modelleri ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Adalar ile karaların, denizlerle göllerin birbirine karışmış olduğu, çöller ile buzulların ters bölgelerde yer aldığı bir doğal yapılanma durumu, dünyanın bugünü için olduğu kadar geleceği açısından da genel bir fikir vermektedir. Ülkeler ve bölgeler arasındaki mesafelerin bakış açılarına göre değiştiği, durduğunuz yerin konumuna göre, ülke ve bölge yakınlıkları ya da uzaklıklarının sürekli olarak durum değiştirdiği bir yuvarlak dünya yapılanması içinde  insanlar yaşamlarını sürdürmeye çabalarken, ülke ve devletler de harita üzerinde meydana gelen değişikliklerin yansımalarının getirdiği yenilikler ile değişken jeopolitik konumların hesabını iyi yaparak, yeni dünya haritası üzerinde ne gibi değişiklik ve yenilikler ile  karşı karşıya gelebileceklerini öncelikle belirlemeye çalışmaktadırlar. Haritalar ile ortaya konulan bu küresel konum ülkeler, bölgeler, toplumlar ve devletler açısından yeni durumları gündeme getirdiği için, yeryüzü karaları üzerinde yer alan tüm canlılar ve onların kurmuş oldukları yapılanmaların zamanla eskiyerek gerilere doğru gittiği görülmekte ve yeni ortaya çıkan koşullar ve durumların ise gündeme gelen yeni tablolar üzerinden geçmişten gelen bütün siyasal, sosyal ve küresel yapılanmaları değişime zorladığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan bütün dünya ülkeleri değişimin dayatmalarıyla uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Böylesine bir süreç içinde de devletlerin ve de kuruluşların yöneticileri geleceği kurtarmak amacıyla bazı sıkı önlemler alarak, değişimin yıkıcı yansımalarına karşı geçmişten gelen kamu düzenlerini koruyacak yeni yapılanmalara gitmektedirler. Her ülkenin jeopolitik konumu aynı zamanda geleceğinin de belgesi olarak ortaya çıktığı için, tüm çabalar var olan kazanılmış durumları korumak ve gelmekte olan tehlikeli gelişmelere karşı çıkmak doğrultusunda yeni mücadelelerin yapılmasını doğal olarak gündeme getirmektedir.

                Duvardaki dünya haritasına bakıldığı zaman haritanın batı bölgesinde Amerika ve Avrupa kıtalarını yan yana getiren batı blokunun bütünüyle bir kontrol mekanizması içinde yer aldığı ve haritanın doğu tarafına bakan kesiminde ise tıpkı batı bloku gibi Çin Halk Cumhuriyeti’nin geniş topraklarının var olduğu göze çarpmaktadır. Dünya haritasının batısında batı bloku yer alırken, doğusunda da doğu bloku yerine geçecek bir biçimde, çağımızın en büyük ve geniş devleti olarak Çin gerçeğinin var olduğu anlaşılmaktadır. Bugünün dünyasında gündeme gelmiş olan bu ikili yapılanma doğu ve batı blokları arasında bir yeni dengeli durum ortaya çıkarırken yeryüzü kıtalarının tam ortasında yer alan ve doğudan batıya ya da batıdan doğuya doğru uzanan Müslüman ülkeler zinciri ile insanlar karşı karşıya kalmaktadır. Eski ABD dışişleri bakanı olan Condeleza Rice yeni dünya düzeni kurulurken yirmi iki ülkenin sınırlarının değişeceğini ve bu doğrultuda dünya haritası üzerinde önemli kaydırmalar yapılabileceğini açıkça söylemiştir. Ona göre Afrika kıtasının en batısında yer alan Fas’tan başlayarak sürekli doğuya doğru gidilirse, birbirine sınır komşusu olan bu yirmi iki ülkenin bir orta dünya hattı olarak batıdan doğuya doğru uzandıkları görülmektedir. Harita üzerinde ABD merkezli batı bloku en geniş alanı kapsarken, ABD’nin karşısında Çin kale gibi öne çıkmakta ve doğu ile batı arasında uzanıp gitmekte olan İslam coğrafyası da dünyanın en geniş üçüncü alanı olarak burada yerini almaktadır. ABD’nin en büyük düşmanı konumundaki Çin’in önünü kesecek en büyük coğrafya orta alanda öne çıkmış olan İslam toprakları olarak görüldüğü için, ABD önderliğindeki Müslüman ülkelerin toprakları, Çin ve ona bağlı olarak doğu blokunun genişlemesine karşı çıkartılmaktadır.

                Atatürk devlet kuran bir önder olarak ve askeri okullarda almış olduğu jeopolitik eğitimlerin yansımalarıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda  Misakı Milli sınırlarının çizilmesi aşamasında çok doğru bir karar alarak, yeni Türk devletinin kuruluşuna giden yolda dünyanın en zor coğrafyasının tam ortalarında kurulmakta olan yeni ulus devletin sınırlarını çok gerçekçi bir yaklaşım içinde belirlenmesini sağlayarak, her türlü riskli gelişmelere karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve bütünlük içinde varlığını korumasını sağlayabilmiştir. Savaş sonrası bir ortamda gündeme gelen düzensizlik eski imparatorlukların yıkılmasına giden yolları açarken, aynı zamanda gelecek yüzyılın ulus devletlerinin oluşumunu da gündeme getiriyordu. İmparatorlukların bittiği aşamada ulus devletlerin gündeme gelmesi, aslında geçmişten gelen siyasal birikimlerin savaş sonrası ortamda öne çıkmasını gerçekleştiriyordu. Atatürk’ de Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan ulusalcı önderlerden birisi olarak, yeni bir ulus devlet projesini ile tarih sahnesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, dünyanın geleceği ile de yakından ilgilenerek bu konuda yaptığı okumaları ve araştırmaları zaman zaman dile getirerek, nasıl bir dünya gerçeği ile insanlığın gelecekte karşı karşıya kalacağını fırsat buldukça dile getirerek anlatıyordu. Dünya tarihini çok yakından inceleyen Mustafa Kemal bu çalışmaları sırasında tarih biliminin temel eserlerini inceleyerek, kendisine göre çıkarmış olduğu sonuçları söylev ve demeçlerinde dile getirmiştir. Tarih bilimi ile yakın duran insanların geçmişten geleceğe dünyadaki değişimden haberdar olmasıyla birlikte geleceğin dünyasında neler olacağı da tartışma alanına gelmektedir. Atatürk kendi zamanının bugününü temsil eden bir projeyi ulus devletler çağına uygun olarak gerçekleştirmeye çalışırken, aynı zamanda geleceği de dikkate alarak yarının dünyasında neler olacağını ve bu çizgide insanlığın ne gibi yeni tablolar ile karşılaşabileceğini çeşitli fırsatlarda dile getirerek, bu bilgi birikimini kurmuş olduğu cumhuriyet rejiminin gelecekte yöneticisi olacak genç kadrolara anlatıyordu.

                Atatürk düşünce ve görüşlerini yazıları ve konuşmaları ile ortaya koyarken, hayatının son döneminde bazı vasiyetname ve miras konularını gündeme getirerek gelecek ile ilgili görüşlerini kâğıt üzerinde yazılı bir biçimde belirlemeye çaba göstermiştir. Gelecek kuşaklara bir birikim bırakılırken herkes önce özel konulara ve mal varlığına, sonra da içinde bulunulan siyasal ortam ile ilgili düşüncelerini tespit ettirmeye çalışmaktadır. Daha sonraki aşamada dışa dönük genel konular ve resmi evrak düzenlemeleri tamamlanmaya çalışılarak, ortaya bir vasiyetname ya da miras belgesi konumunda irade ve düşünceleri tespit etme ile ilgili değerlendirmeler yapılarak, resmî belgelerdeki irade beyanlarının geleceğe tüm yönleri ile aktarılmasına çalışılırken, Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazarak bırakmış olduğu bir miras belgesinin olduğu bilinmektedir. Bu konuda eski bir avukat olan Mazhar Leventoğlu bir kitap hazırlayarak, miras hukuku açısından Atatürk’ün Türk ulusuna ve ailesine bırakmış olduğu irade beyanının hukuk bilimi açısından değerlendirmesini yapmıştır. Atatürk’ün ailesi ve kardeşi ile ilgili el yazısı belgelerdeki bazı açıklamalar sonraki dönemde de gündeme getirilen tartışmalara ışık tutmuştur. Atatürk’ün özel mirası ile ilgili yazılı metne herkesin saygılı davrandığı bir ortamda, Atatürk’ün kendisinden sonraki dönemde kurmuş olduğu cumhuriyet devletinin ne gibi zorluklar ve karışıklıklar ile ilgili görüş ve düşüncelerinin bulunduğuna dair ikinci bir tespit belgesinin de bir devlet kurucu önder olarak ülkesinin geleceğinde karşı karşıya kalınabilecek bir önlem olarak düşünülerek, Türk devletinin merkezi kurumlarında geleceğe dönük bir biçimde korunmasına çalışılmıştır. Atatürk’ün Anıt Kabir ’deki yerine taşındığı sene olan 1953 yılında bu konular ilk kez tartışma konusu olmuş ama, bir askeri döneme doğru sürüklenirken devletin kuruluşu ile ilgili belgeler o dönemin başbakanı Adnan Menderes’in uzak durması yüzünden yeterince inceleme konusu olarak ele alınamamıştır. 12 Eylül döneminde devlet yeniden düzenlenirken o dönemin askeri yönetimi Atatürk’ün vasiyeti ve mirası ile ilgili özel bir araştırma yaptırmış ve bu konudaki devletin elinde bulunan belgelerin o dönemin koşulları elverişli olmadığı gerekçesiyle cumhuriyetin yüzüncü yılında resmen açıklanması uygun görülerek, bu konu ile ilgili devlet açıklamasının o dönemde yapılması devlet organlarınca önlenmiş ve bu açıklama işi bugünlere ertelenmiştir.

                Atatürk’ün vasiyetini bugün için önemli kılan konu, kendisinin gelecekteki dünya düzeni ve Türk devletinin karşı karşıya kalabileceği siyasal çıkmazlar hakkındaki görüşlerini açıklığa kavuşturarak geleceğin dünyasında ulus devletlerin durumunu açıklamaya çalışmasıdır. Bir ulus devlet olarak Türk cumhuriyeti örgütlenirken, Avrupa tipi laik devlet yapılanması benimsenmiş ve bir halkçı rejim olarak ulusal bir devlet düzenine yönelme olmuştur. Devletin dayandığı temel ilkeler anayasal metin içinde kabul edilirken, Türkiye Büyük Millet Meclisinin çıkardığı kanunlar çerçevesinde saltanat ve hilafet rejimleri kaldırılarak, imparatorluktan ulus devlete ve başında halifenin bulunduğu din devletinden çağdaş laik ulus devlete geçerken, hilafet rejimi de gene bir başka kanun ile kaldırılarak ülkede yeni bir devrim yapılmıştır. Bu devrimci dönüşümlerin öncüsü ve önderi olan Atatürk yeni devletin yapısını anayasal ilkeler düzeyinde belirlerken, tıpkı Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir tek tanrılı din olan İslam dininin geleceği ile ilgili görüşlerini zaman zaman dile getirerek, devrimci dönüşüm ile geçmişten gelen geleneksel durumun çatışmasını önlemeye çaba göstermiştir. Bu doğrultuda kendi söylev ve demeçleri içinde yer alan birçok konuşma ve yazısında din, laiklik, hilafet, hak ve özgürlükler gibi ana konularda görüşlerini dile getirmiş ve bugünün dünyası ile geleceğin dünya düzenleri hakkındaki görüşlerini bugünlere yansıtmaya çaba göstermiştir. Atatürk kendi döneminde geleceğin dünyasının kurulabilmesi için merkezi coğrafyada cesur adımlar atarken, çağdaş dünyanın gerisinde kalmış olan saltanat ve hilafet düzenlerini de Türk halkının oluşturduğu TBMM aracılığı ile kaldırarak, bir kanun ve hukuk devleti olmanın gereğini yerine getirmiştir. Bu sayede atılan adımlar çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğin nurlu ufuklarına doğru taşırken yeni devlet saltanat ve hilafet düzenlerinin daha ilerisi bir çizgide kurulmuş oluyordu. Konu devletin temel yapılanması ile ilgili olduğu için her türlü tartışmanın üstünde tutularak, Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecekteki durumunu kesinleştirmek üzere devlet kurucusunun vasiyetine özellikle hilafet konusunda Atatürk’ün düşünceleri eklenerek, Misakı Milli sınırları içinde yer alan yeni devletin farklı yerlere doğru çekilmesi ya da emperyalist projeler doğrultusunda, Türk ulusunun zarar görmesine yol açabilecek yeniden yapılanmalara yönlendirilmesi önlenmeye çalışılmıştır.

                 Halifelik anlamına gelen hilafet rejimi din adına egemenliğin tek bir adamın eline verilmesidir. Merkezi Vatikan olan bir dünya yapılanması içinde bir Papaz hem tüm Hristiyan dünyasının hem de Papalık devletinin başkanı seçildiği gibi, benzeri bir doğrultuda bir din adamının ya da devlet yöneticisinin bütün İslam dünyasının başkanı ve önderi olarak kabul edilmesini Hilafet devleti çatısı altında olmasını savunan görüş de tıpkı Vatikan gibi bir din devletini Müslümanların da Hilafet devleti olarak kurmalarını normal olarak karşılamaktadır. Vatikan benzeri bir örgütlenmeyi Akdeniz kıyısında İsrail olarak kuran Museviler de kendi din devletlerini Vatikan benzeri bir yapıda kurduklarını söylerken, İslam dünyasının iki kutsal şehri olan Mekke ve Medine kentlerini içine alan bir üçüncü din devletini gene Akdeniz kıyısında Hicaz devleti adıyla kurulabilmesinin tartışmaları soğuk savaşın sona ermesi ve küreselleşme aşamasına gelindikten sonra başlamış ve yeni bir dünya düzeni kurulması doğrultusunda tartışılmıştır. Büyük Orta Doğu Projesinde ABD, Büyük İsrail projesinde İsrail ve Yakın Doğu Konfederasyonu projesinde İngiltere, merkezi alandaki tüm Müslüman devletlerin bir araya gelmeleri sayesinde bir İslam imparatorluğu  oluşturacak şekilde yeni bir yapılanmanın arayışı içine girmişler ve bu yolda çalışmalarını hızlandırarak ulus devletleri geride bırakacak biçimde yeniden imparatorluklar çağına geçişin ön hazırlıklarını  tamamlamaya çalışırken, Türk devletini ve yetkili kamu bürokratlarını her defasında uyararak Yeni Osmanlıcılık adı altında eski Osmanlı Hilafet devletine bir geri dönüş, bugünlerde siyasal gündeme taşınmaya çalışılmaktadır. Eski Osmanlı topraklarında Hristiyan ve Musevi dinine mensup devletler kurulurken İslam coğrafyasının yeni bir Osmanlı düzeni arayışına girmesi demek, Balkanlar’da Hristiyan, Orta Doğu’da Musevi devletlerin de bu çatı altında yer almaları anlamına gelecektir. O zaman da Halifelik devletinde sadece Müslüman toplum değil ama kozmopolit bir yapılanma içinde, Osmanlı devrinde olduğu gibi her dinden insanların yer alabileceği laik olmayan bir siyasal düzen kurulması için çalışılmaktadır.

                Hilafet tartışmaları Osmanlı devletinin yıkılmasıyla başlamış ve bu devletin toprakları üzerinde ulus devletlerin kurulmasıyla yeni bir aşamaya geçilmiş ve aradan yüz yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra da bu kez ulus devletin yıpranması ve şikayetlerin artması dikkate alınarak, yeniden Osmanlı devletine geri dönme eğilimi öne çıkmıştır. Bugün Yeni Osmanlı hareketi içinde birçok Müslüman ve dinci topluluk, Hilafet düzeni içinde bir orta çağ benzeri din düzeni kurulması doğrultusunda, bir araya gelebilmektedirler. Böylesine bir arayış içine girmiş olan bu toplulukların ana hedefi olarak Yeni Osmanlıcılık akımının gösterilmesi beraberinde hem laiklik düzeninin kaldırılmasına hem de Hilafet devletine geri dönülmesine yol açabileceği için, geçmişten gelen Halifelik ve laiklik düzenlerinin karşılaştırılarak tartışılması öne çıkmaktadır. Bir Türk devleti olan Osmanlı imparatorluğunun yıkılması sırasında Halifelik tartışılarak bu yapıdan vazgeçilmesine karar verilmiş ve bu kararın uzantısı olarak da 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanun ile Halifelik düzeni ortadan kaldırılmıştır. TBMM bu yasanın çıkartılmasından önce Saltanat ve Hilafet rejimlerini birbirinden ayırmış ve bu konuda önce Saltanatı daha sonra da Hilafeti yürürlükten kaldırmıştır. Son Osmanlı padişahının İngiliz gemisiyle kaçışından sonra yeni bir Halife’nin göreve başlaması TBMM kararıyla yapılmış ama uygulamada hükümet ile Halife arasında çeşitli sorunlar ortaya çıkınca, bu kurumun da tıpkı Saltanat rejimi gibi kaldırılmasına meclis tarafından karar verilmiştir. Bütün İslam dünyasının en büyük otoritesi olarak belirlenmiş olan Halifelik rejiminin yeni yönetim ile uyuşmaması ve sık sık çelişkilere düşmesi yüzünden cumhuriyet rejimi Halifelik makamını da iptal ederek, tam anlamıyla demokratik bir cumhuriyet devleti oluşturulmasına karar verilmiştir. Atatürk ve arkadaşları tarafından gereksiz ve mahsurlu görülmesine rağmen Birinci meclisin içinde Atatürk’e karşı çıkan hilafetçi grubun ısrarlı direnişleri üzerine, önce Halifelik kurumunun bir süre devamına karar vermişlerdir. TBMM’de Halifelik makamının tüm İslam dünyası üzerinde etkin olması nedeniyle, Osmanlıcı Hilafetçiler bu kurumun devamı için ısrarlı takipçi olmuşlardır. Daha güçlü bir devlet için dinin karşıya alınmaması, ayrıca isyanların bastırılması için Hilafet ’ten yararlanılması gerektiği TBMM görüşmelerinde dile getirilmiştir.

                Cumhuriyet rejiminin ilanı üzerine son seçilen Halife hükümet ve meclis kararlarını dikkate almadan kendi bildiği çalışmalara yönelince, kısa zamanda iki başlı bir organizasyon görünümü yaratılmıştır. Atatürk’ün cumhurbaşkanı seçilerek devletin temsil makamına gelmesinden sonra Halife Abdülmecit devletin ikinci başı olarak temaslarını yürütmeye çalışmış ama devlet içinde ikilem ile birlikte hükümet çalışmalarında da karışıklıklar ortaya çıkınca Halifelik kurumunun kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu arada ikinci meclisin göreve gelmesini sağlayan genel seçimler sayesinde meclis kadrosu yenilenmiş ve Halifeyi destekleyen muhafazakâr kesimler meclis dışında kalmışlardır.  3 Mart I924 tarihli ve 431 sayılı” Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik’i  haricine çıkarılmasına dair kanun “çıkarılarak, Hilafet devletine son verilmiş ve böylece demokratik bir cumhuriyet rejimi kurularak Osmanlı hanedanının bütün yetkilerine son verilmiştir.  Kuvayı Milliyetçiler çağdaş bir cumhuriyet rejimi kurabilmenin peşinde koşarken, İngiliz emperyalizmi de Halifelik ile yakınlık kurarak ve ulusal kurtuluş savaşını yürüten halk güçlerine karşı Hilafet ordusu adı altında yeni bir örgütlenmeye giderek, ulusal kurtuluş savaşını ikiye bölmeye çalıştılar. Kuvayı Milliye’ye karşı Kuvayı-İnzibatiye isimli bir Hilafet ordusu ile Osmanlı’nın başkenti olarak İstanbul ve çevresini egemen olarak, Kuvay-ı Milliye güçlerinin eski başkent İstanbul’u ele geçirmelerini önlemeye çalışmışlardır. Halifelik kurumu, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in ölümünden sonra elçi yetkileriyle göreve gelerek peygamberin yaptıkları ve söyledikleri doğrultusunda halk kitlelerine önderlik yapan kişilere çalışma düzeni sağlayan bir yapılanma olarak, Osmanlı devletinin son aşamasında tartışma konusu yapılarak ortadan kaldırılmıştır. Orta çağ uzantısı olan din egemenliği arayışı içinde olan Hilafetçiler, dinin sağladığı eski ortamı hedefleyerek halk egemenliği ve cumhuriyet yönetimi ilkelerine karşı çıkarlarken, gene eskisi gibi içinden geldikleri Orta çağ uygarlığını aramışlar ve bu doğrultuda yapılan çalışmalar ile de Hilafet rejimini canlandırmak istemişlerdir.

                Bugünün dünyasında Orta çağ benzeri rejimler kurmak ya da yaşatmak mümkün olmadığı için peygamber Hz. Muhammed benzeri bir yönetim düzeni günümüzde kurulamamaktadır. Orta çağ da peygamber aynı zamanda Halife konumunda olduğu için her iki misyonu da birlikte götürüyordu. Yönetim tam olarak tekelde toplanınca Peygamber kendinden sonra yerine geçerek Halife olacak adayları belirleyerek, kendinden sonra devamlılık sağlayacak Halifeler düzenini kendisi kurmuştur. Halife olacaklar temsilcilerin seçimi ile tamamlanacak bir süreç sonucunda seçilerek belirlenmişlerdir. Hz. Muhammed din ve dünya işlerini bir arada yürüten bir devlet başkanı konumunda olduğu için onun zamanında peygamberin tekelinde toplanan gücün kendisini takiben göreve gelen Halife’ye aktarılması benimsenmiştir. Peygamberin ölümünden sonra halifelik mücadeleleri çok sert geçmiş ve kanlı olaylar birbiri ardı sıra gündeme geldikçe, İslam tarihi hak ve hukuk çizgisinin çok ötesindeki gelişmeler aracılığı ile kanlı ve çatışmacı bir çizgide ilerleme olmayınca, din adına barış sağlamak giderek zorlaşmış ve sonraki yıllarda siyasal bölünmeler bu çizgide devam ederek yeni grupların ve Halife adaylarının öne çıkmasına yol açmıştır. Bu durumun sonucunda da yeni yeni tarikatlar ve cemaatler birbirini izleyerek din dünyasında istikrarsızlık ortamı yaratmışlardır. Kimin Halife olacağı meselesi yüzünden başlayan çekişmeler daha sonraki aşamalarda kimin cemaatleri yöneteceği   noktasına geldiğinde, Halifelik sisteminin tek başına barış düzeni açısından yetersiz kaldığı ve bu nedenle bütün İslam toplumlarından gelecek katılımlarla, dinsel örgütlenmenin ötesinde kalıcı bir devlet düzeninin varlığının zorunluluğu bir kez daha doğrulanmıştır. Osmanlı döneminde de yaşanan olaylar ve benzeri siyasal gelişmeler sadece Halifelik düzeni ile bir devlet düzeni kurabilmenin mümkün olamadığını ortaya koymuştur. Dini otoriteler aracılığı ile çağdaş bir kamu düzeninin kurulamadığı bir gerçeklik olarak öne çıkınca, o zaman Halifelik ile normal devlet düzeni birlikteliği Endülüs, Emevi, Abbasi, Memlük ve Osmanlı devletleriyle tarih boyunca denenmiştir. Savaşlar aracılığı ile Memluk devletinden Osmanlı devletine geçen Halifelik son üç yüz yıl Osmanlıların elinde kalmıştır. İslam devletleri uzunca bir süre halifelik rejimleriyle yönetilmiş ve bu doğrultuda Halifelik mücadeleleri verilmiştir. İmparatorluk peşinde koşan İslam devletleri her zaman için birkaç Müslüman devleti kendi hegemonyası altına alabilme doğrultusunda halifelik düzeni kurarak ve kendilerini merkezi güç olarak ilan ederek daha büyük İslam devletleri oluşturmaya çalışmışlardır.  

                Yıkılan bir İslam imparatorluğunun kalıntıları arasından bir ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet çıkarabilme çabasına yönelen Atatürk, bu doğrultuda önce saltanatı kaldırmış daha sonra da ayrı bir kanun ile Halifelik düzenini iptal ederek, bu makamı yeni kurulan devletin en üst organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevi kişiliği nezdinde temsil edilmesini sağlayan bir geçici statüye bağlamıştır. Gelecekteki muhtemel siyasal gelişmeler doğrultusunda İslam dünyasının en üst düzeyde yönetilmesine sağlayacak böylesine bir makamı, zaman içerisinde geleceğe dönük yeni bir yapılanma üzerinden tekrar devreye sokulması gibi bir yeni duruma karşı hazırlıklı olmaya dikkat etmiştir. Özellikle Atatürk’ün ağzından çıkan sözlere dayanılarak gündeme getirilmiş bir metinde Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini konuşurken, gelecekte dünyanın çok genişleyeceği ve nüfusun fazlasıyla artacağını ve bu gibi bir yeni durumda tek bir halife ile işlerin yürütülemeyeceğini ifade etmiştir. Atatürk’ün yirminci yüzyılın ilk yarısında yeni bir devlet kurarken, gelecek yüzyılda Müslüman coğrafya da birden fazla devlet olabileceğini, ortaya yirmi ya da yirmi beş İslam devletinin çıkabileceğini bu durumda gene tarihte görüldüğü gibi, Müslüman devletler arasında hegemonya savaşlarının ortaya çıkmasını önlemek amacıyla, var olan bütün İslam devletlerinin temsilcilerinden oluşabilecek bir Hilafet Konseyinin kurulabileceğini belirttiği söylenmektedir. Tek ve büyük bir devletin çatısı altında harekete geçecek Hilafet Konseyi’nin zaman zaman toplanarak alacağı kararlar aracılığı ile İslam dünyasının yönetimini sağlayabileceği konusu o dönemde tartışma konusu olmuştur. Müslüman devletlerin bir araya gelmeleriyle oluşturulacak Hilafet konseyinin bir araya gelememe durumu da dikkate alındığında, her İslam devletinin çatısı altında yer alabileceği bir federasyon ya da konfederasyon devletinin de gelecekte kurulabileceğini Atatürk’ün belirttiği söylenmektedir.

                 Atatürk’ün ağzından çıkan sözlerin tespit edilmesiyle ortaya konan vasiyetname benzeri bir metin ölçü olarak ele alındığında, Saltanatın geride kalmasını tartışmayan Atatürk’ün, hilafeti geleceğe dönük bir tartışma konusu yapması ve bu sorunun çözümünde artık bir halifenin temsil edeceği bir Hilafet rejimi ile değil, tüm Müslüman ülkelerin birer temsilci ile yer alacağı bir katılımcı düzen çerçevesinde, yeni bir örgütlenme modeli gündeme getirilmektedir. Atatürk’e göre her toplumun ya da devletin birbirinden alabileceği farklı ihtiyaçları vardır. Bu durumda bağımsız İslam devletlerinin temsilcileri bir araya gelerek kongreler yapabilirler ya da bir Hilafet Konseyi adı altında örgütlenerek ortak gereksinmelerin karşılanması çizgisinde yapmaları gereken girişimlerde bulunabilirler. Ayrıca böyle bir konseyin kurulamadığı durumlarda da İslam devletleri bir Hilafet Federasyonu ya da benzeri bir konfederasyon çatısı altında bir araya gelerek, geçmişteki Halifelik kurumunun kaldırılmasından doğan boşluğun karşılanmasını sağlayabilirler. İslam devletleri arasında geliştirilen ortak ilişkilerin korunması ve başlatılan ilişkilerin var olan koşullara uygun birlikte hareketi sağlamak üzere, bütün İslam devletlerinin eşit ve ortak katılımı ile bir meclisin kurulabileceği gene Atatürk tarafından dile getirildiği söylenmektedir. Atatürk’ün ağzından bir bütünlük içinde dile getirildiği belirtilen bu sözlerin gelecekte Birleşik İslam Devleti gibi bir siyasal yapılanmayı öne çıkarabileceği ve bu katılımcı İslam Meclisinin başına Halife unvanı verilen konumda birisinin seçilebileceği gene o metin içinde belirtilebilecektir. Aksi takdirde herhangi bir İslam devletinin, bir kimseye, bütün İslam dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkileri vermesinin akıl ve mantığa hiçbir zaman uygun gelemeyeceği, gene Atatürk tarafından hazırlanan büyük söylev de yer almıştır. (Atatürk – NUTUK, Orhan Selim, s.532-533)

                1938 yılının 6 Eylül günü Beyoğlu 6.Noteri İsmail Kunter’in Dolmabahçe sarayına çağrıldığı ve Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın huzurunda   vasiyetnamede değişikliği yapıldığı gene aynı kaynaklar tarafından öne sürülmüştür. Ayrıca, Atatürk’ün na’şının Anıtkabir’e taşındığı aşamada Atatürk ile ilgili olarak bir genel durum değerlendirilmesinin gündeme geldiği ama dönemin başbakanı Adnan Menderes’in arkasındaki İslam cemaatlerinden çekindiği için, böyle bir adım atılmasına uzak durduğu gene aynı kaynaklar üzerinden tartışılmıştır. Büyük Söylev de Hilafet ile ilgili yazılan satırlarda, Hilafet rejiminin yeniden canlandırılmasına dönük bazı cümlelere de rastlanmaktadır. Söylevin çeşitli kısımlarında Atatürk’ün cümlelerinde Halifelik kurumunun gelecekteki durumuna dikkat çekildiği öne sürülmektedir. Ayrıca Atatürk Cumhuriyeti ile ilgili her şeyin elden geçirildiği bir dönem olan 12 Eylül , askeri rejimi sırasında, var olduğu ileri sürülen Atatürk’ün vasiyetinin  resmen açıklanmaması konusunun da açıklığa kavuşturulması  ile ilgili davalar açılmış ama Türk yargısı bu konuda çekingen davranarak, kamuoyu önünde devletin kurucu önderinin mirasçılarına bırakmış olduğu cumhuriyet devleti ile ilgili  laiklik rejimi ve dini yapılanma konularında var olan sorunların ortada kalmasına yol açılmıştır. Adnan Menderes ve Kenan Evren dönemlerinde ele geçirilen fırsatların değerlendirilmesinden kaçınıldığı bir süreç içinde bugün gelinen yeni aşamada gene Atatürk’ün gizli kalan vasiyeti gündeme getirilmekte ve büyük şehirlerde Türkiye’nin yakın geleceği ile ilgili senaryolar tartışılırken, bu vasiyetnamede var olduğu öne sürülen Hilafet Federasyonu ya da konseyi gibi dinci yapılanmalar, Atatürk’ün vasiyetnamesi üzerinden öne çıkarılmaktadır. Devletin kurucu önderinin kendi ulusuna bırakmış olduğu mirasının bütün yönleriyle ele alınarak açıklığa kavuşturulması, ya da bugüne kadar saklanan böylesine bir vasiyetname üzerinden geleceğin yeni siyasal yapılanmasının beraberinde gündeme getirdiği yeni siyasal koşulların Türk ulusunun önünde ele alınarak tartışılması gerektiği, her geçen gün karşı karşıya kalınan olumsuz olaylar ile bir kez daha doğrulanmaktadır. Türk devletinin kurucusunun iradesine sansür koymak ya da bu çizgide baskı uygulamak gibi hareket tarzlarının gizlilikler senaryosuna destek olduğu açıktır. Türk devletini yönetmek şansını elde eden siyasal iktidarların şimdiye kadar gizli kalmış gerçeklerin açıklığa kavuşturulmasından uzak durulması, bugünün koşullarında ancak emperyalist devletlerin Türkiye ile ilgili gizli işgal senaryolarını sürdürmelerine katkı sağlamaktadır.

                Küreselleşme sürecinde öne çıkan Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey Afrika  ve Güney Asya gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde  yeni siyasal yapılanmalara gidildiği, bunların bir kısmının dışarıdan finanse edilen  terör ve benzeri anarşi olayları ile birlikte, bu gibi hukuk dışı ve suç gelişmelerine karşı komşu devletlerin bir araya gelerek dışarıdan gelen emperyalist saldırı ve işgal girişimlerine karşı işbirliği yaparak kazanılmış haklar doğrultusunda dayanışmaya gittikleri  ve  bazen da daha ileriye giderek bölgesel birlikler kurmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu gibi gelişmelerin içinde İslam devletleri de tıpkı diğer ülkeler gibi hareket ederek ya komşu dayanışmasına ya da bölgesel birliklere yönelmektedirler. Hristiyan devletler Avrupa Birliği gibi kıtasal birlikteliklere yönelirken, Papalık çatısı altında bir araya gelmeleri gibi Müslüman devletler de Kuzey Afrika, Orta Doğu, Orta Asya ve Güney Asya bölgelerinde İslam dayanışması doğrultusunda bölgesel birliklere yönelmektedirler. Ne var ki, dünyanın ortası olarak kabul edilen merkezi coğrafya da üç büyük din iki bin yıl önceden gelen var olma senaryoları doğrultusunda hareket ederek, bugünlere geldiği için, dinler arası çekişmeler günümüzde devam ederek geleceğin yeniden yapılanmasında etkin olmaktadırlar. En son olarak Ukrayna savaşı ile ilgili gelişmelerin orta dünya da yokmuş gibi görünün bir Musevi yapılanmasının, Müslüman ve Hristiyan yapılanmasıyla boy ölçüşecek kadar güçlü olduğunu öne çıkarmıştır. Atatürk bu durumu yakından izlediği için, kutsal topraklar üzerinde yabancıların saldırı ve işgalci girişimlerine izin verilmeyeceğini Bombay Chronicle isimli gazetenin 27.71937 tarihli nüshasında dile getirmiştir. Eski Osmanlı topraklarının Hristiyan emperyalizmi ile Musevi Siyonizmine alet olmayacağını Atatürk bu demecinde açıkça dile getirmiştir. Avrupa ülkelerinin Orta Doğu bölgesinde emperyalist senaryolara girişmesine önlemek üzere Atatürk gerekirse, bölge devletlerinin iş birliği yaparak bir bölgesel birlik çatısı altında birleşebileceklerini ifade etmiştir. Atatürk’ün bu sözleri de Halifelik kurumunun birleştiriciliğinde merkezi coğrafyadaki Müslüman ülkelerin ortak bir çatı altında toplanabileceklerini aynı doğrultuda desteklemektedir.

                Atatürk büyük söylevinde yaptığı açıklamalar sırasında İran ve Afganistan gibi Müslüman devletlerin Halifenin yönetim yetkisini tanıma konusunu gündeme getirerek, bir Hristiyan birlik olan Avrupa’nın her türlü emperyalist saldırısına karşı merkezi bölge devletlerinin kardeşçe bir araya gelerek karşı çıkabileceklerini ve direnerek örgütlenebileceklerini dile getirirken, antiemperyalist tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Atatürk bu gibi görüşlerini sıralarken, İngiliz tarihçi Wells’in dünya tarihi isimli kitabını öne çıkarmakta ve gelecekte bir dünya devleti kurulabileceğini, bu kitaba dayanarak dile getirmektedir. Dünyanın merkezi bir organizasyon tarafından yönetilmesinin bazı yararları olabileceğini, dünya çapında bir barış düzeni gerçekleştirebilmek üzere tek ve bütün bir dünya, devletinin kuruluşunun yararlı olabileceğini de ifade eden Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi, geleceğin dünyası ile ilgili düşüncelerini öne sürerken, tarih boyunca devam edip gelen dinler arası savaşlara bir son verilmesi ve bu doğrultuda da tüm insanlığı bir araya getirecek yeni bir  ortak dünya dinine gereksinme olduğuna  işaret etmiştir. Dünyaya yayılmış olan bütün dinlerin ötesine giderek yeni bir dünya dini üzerinde bir araya gelmenin, dünya barışına katkı sağlayacağını görerek yeni bir barış düzeni oluşturabilmenin arayışı içine girmiştir. Atatürk aynı kaynaktaki görüşlerini sürdürürken katı ve bağnaz bir hilafetçiliğe karşı çıkmakta ve belirli bölgelerde emperyalizme yönelen bir Pan-İslamizm akımının doğru olmadığını söyleyerek, bu akıma karşı açıkça tavır koymuştur. Üç büyük kıtaya yayılmış olan İslam dininin yeniden yapılanması sırasında, Müslüman halk kitlelerine baskı yapılmaması ve hepsinin serbest bırakılması sayesinde tüm İslam toplumlarının kendiliğinden bir araya gelerek, dönemin koşullarına uygun uzlaşma ve birleşme noktaları bulabileceğini gene Atatürk açıkça dile getirerek, geleceğe yönelik bir biçimde Türk ulusuna yön göstermektedir . Her devletin ve toplumun birbirinden alacağı ihtiyaçları dikkate alınırsa eski bir kurum olan Hilafete yeniden yönelmeden, çağın gerekleri doğrultusunda bazı yeni uzlaşma ve birleşme yöntemleri geliştirilebilecektir.

(Atatürk’ün açıklanmayan vasiyeti ve Hilafet- Celal Tahir, Turquie Diplomatik, Ekim 2012  )

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

2 Mayıs 2022 Pazartesi

1921 ANAYASASI ÇÖZÜM OLAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA  KALESİ

1921 ANAYASASI ÇÖZÜM OLAMAZ

                Türkiye Cumhuriyeti son dönemde geçmişten gelen birçok siyasal gelişme ile karşı karşıya kalırken, giderek tırmanan gerginlikler tartışmalı çekişmelere dayanan birer siyasal mesele olmaktan çıkarak, tarihten gelen kökleriyle birlikte çok ciddi bir devlet sorunu olarak, Türk ulusunun önüne çıktığı görülmektedir. Yüz yıl önce yirminci yüzyılın başlarında böylesine bir süreç yaşayan Türk ulusu bir yüzyıl geçtikten sonra yeniden bir devlet sorunu ile yüz yüze gelmektedir. Normal koşullarda olmaması gereken böylesine bir durumun ortaya çıkması, Türk devletinin iç sorunlarından  daha çok dış gelişmeler ve bunların sonucu olan sorunların Türkiye’yi baskı altına alması yüzünden, yeni bir devlet krizi ile karşı karşıya kalınmıştır .İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken gündeme gelen Türklerin devletleşmesi sorunu, aradan bir asır geçtikten sonra bu kez ulus devletlerin tartışılır bir aşamaya gelmesiyle birlikte yeniden canlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulu bulunduğu topraklar üzerinde, eskisinden çok daha farklı bir devlet ya da devletler yapılanması arayışı, emperyal güçler tarafından onların yerli işbirlikçileri aracılığı ile ülkenin siyasal gündemine getirilmiştir. Bu nedenle geriye dönük yeni arayışlar öne çıkartılırken öncelikle eski anayasalar ve onlara dayanılarak kurulmuş olan devlet yapılanmaları tekrar gözden geçirilerek, geçmişten gelen oluşum ve birikimlerin bugüne ışık tutması gibi bir arayış siyasal çevrelerde geleceğin geçmişte aranması gibi çelişkili yeni bir durumu gündeme getirmektedir. Geçmişten gelen yaklaşımların bugünün Türkiye’sinde yaşanan gelişmelere ölçü olması beklenirken, tartışmalar daha da şiddetlenerek eski anayasalardan ortaya çıkan yaklaşımlar aracılığı ile, Türkiye’nin devlet sorununun çözüme kavuşturulması giderek daha da zor bir duruma gelmektedir.

                Merkezi coğrafyadaki imparatorluğun sona ermesi üzerine gündeme gelen Türklerin devleti meselesi, önce bir ulusal kurtuluş savaşı verilmesiyle hedef konumuna getirilmiş daha sonra da merkezi bir devletleşme yapılanması olarak çağdaş bir ulus devlet yaklaşımı içinde çözüme kavuşturulmaya çaba gösterilmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında Türkler kendi ulus devletlerini kurarlarken, çeşitli karşı koymalar ve alternatif projeler aracılığı ile çekişmeler Türklere karşı geliştirilirken uzun süren bir ulusal kurtuluş savaşı yapılmak zorunda kalınmıştır. Savaşın kazanılması sonrasında da bir ulus devletin o dönemin siyasal konjonktürüne uygun olarak kurulması sırasında hem Türk devletleşmesini önlemek isteyenlerin karşı çıkışları, hem de başka devlet modeli peşinde koşan emperyalist ve Siyonist senaryolarla mücadele etmek zorunda kalındığından, kurtuluş aşamasından kuruluş sürecine doğru yönelmek son derece zor ve çekişmeli bir biçimde yaşanmıştır. Osmanlı yönetimi sonrasında Türk egemenliğine geçişe çok ciddi itirazlar ve direnmeler birbiri ardı sıra gündeme getirilmiş ve bu yüzden de devletin kurucu önderi Atatürk, kuruluş aşamasında otuzdan fazla suikast saldırıları ile karşılaşarak kurulmakta olan ulus devletin faturasını ödemek zorunda kalmıştır. Orta dünya olarak tanımlanan eski Osmanlı hinterlandının geleceği ile ilgili farklı devlet planları olan bazı alt kimlikli gruplar ile bölgenin tümüne yönelik hegemonya haritaları çizmek isteyen emperyalist büyük devletler, kendi çıkarları doğrultusunda merkezi dünyayı eskisinden çok farklı bir yapılanmaya doğru sürüklemek için özel projelerini uygulama alanına getirerek, Türklerin kurmak istediği Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti projesine karşı çıkıyorlardı. Bu doğrultuda daha imparatorluk yıkılmadan çalışmalara başlayan alt kimlik grupları ile emperyalist büyük devletlerin her birisi ortaya kendi planlarını koyabilmek uğruna. Atatürk’ün tam bağımsız bir ulus devleti olarak düşündüğü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasına her yönü ile ve her fırsatta karşı koyuyorlardı. Bu nedenle ulusal kurtuluş savaşı uzun sürüyor ve cumhuriyet rejiminin ilanı zaman alıyordu. Ne var ki, her türlü olumsuz koşula rağmen gene de Türk ulusu kurucu önder Atatürk’ün arkasında toplanarak ulusal kurtuluşun tam bağımsızlık düzenine dönüşünü gerçekleştiriyordu.

                Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla birlikte 1919 tarihinde başlayan ulusal kurtuluş savaşı 1923 yılına kadar devam ettikten sonra bu yıl içinde örgütlenme tamamlanarak cumhuriyetin ilanı yapılıyordu. İmparatorluk merkezi İstanbul’da gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra yola çıkılarak önce doğu Anadolu’nun birliğini gerçekleştirmek üzere Erzurum Kongresi gerçekleştiriliyordu. Daha sonraki aşamada da bu kongreyi gerçekleştiren aynı kadro kurucu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde Sivas’ta daha geniş bir kongre düzenleyerek, daha önceleri son Osmanlı meclisinde ilan edilmiş olan Misakı Milli sınırları içinde bir tam bağımsız ulus devlet kurmak üzere yola devam ediyorlardı. Erzurum’da doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin birliği sağlandıktan sonra, Sivas’a geçilerek bu kentte yapılan kongre ile bütün Anadolu yarımadası ile Trakya bölgesinin birliği tüm dünyaya karşı ilan ediliyordu. Bu iki kongre sırasında oluşan halk birlikteliğinin sürekliliğini sağlamak üzere bir Heyeti Temsiliye adı altında devamlı çalışacak bir fiili devlet oluşumuna gidiliyordu. Sivas’ta kurulan Heyeti Temsiliye daha sonraki aşamada Ankara’ya gelerek ve Millet Meclisi’ni kurarak yeni oluşmakta olan devletin çekirdek kurumunu ortaya çıkarıyordu. Ne var ki, bir devletin kuruluşunun tamamlanabilmesi için öncelikle bir anayasaya sahip olunması gerekiyordu. Uluslararası hukuk düzenine göre bu sistem içinde yer alan her devletin bir anayasal belge ile kendisini ortaya koyması gerekiyordu. Bu çerçevede Fransız devrimi sonrasında kurulmuş olan bütün ulus devletler kendi ulusal kongrelerini toplayarak böylesine bir örgütlenme aracılığı ile yeni kurulan devletin temel hukuk ve idari yapılanmasının ortaya konulması gerekiyordu. Bu çerçevede her anayasada olduğu gibi yeni devletin dayandığı hukuk kuralları ile birlikte idari yapısı ve siyasal rejimi yeni anayasanın başlangıç maddeleri aracılığı ile ortaya konuyordu. Bu durumda Erzurum ve Sivas kongreleri aracılığı ile gündeme getirilen Kuvayı Milliye hareketinin örgütsel yapılanmasının, bir devlet oluşumu aracılığı ile tamamlanması gerekiyordu.

                Ne var ki, Atatürk ve arkadaşları yeni bir ulus devlet kurmak üzere gelmiş oldukları Ankara şehrinde bir devletsizlik durumu egemen olduğu için, Ankara kent yönetiminin yardımları ile yeni devletin kuruluş çalışmaları başlatılarak yola devam ediliyordu. Devlet boşluğunun doldurulması doğrultusunda kent yönetimi Heyeti Temsiliye’ye yardımcı oluyordu. Bu aşamada Ulus meydanı kentin merkezi olarak belirleniyor ve burada bulunan bir okul binası daha sonra meclis binasına dönüştürülerek, yeni devletin ilan edileceği halk meclisi binası devreye sokuluyordu. Meclis yönetimi kurulurken öncelik anayasa yapımına verilmiyor aksine devletin başkenti olarak belirlenen Ankara’daki   merkezi alandaki bazı büyük binalar, devletleşme sürecinin tamamlanması doğrultusunda kamu kurumlarına dönüştürülüyordu. Öncelikli kamu örgütlenmeleri sürdürülürken Ankara yeni devletin merkezi konumuna getiriliyor ama bir anayasa yapımı konusu için belirli bir bekleme dönemine giriliyordu. Uluslararası süreçte yaşanan gelişmelerin merkezi coğrafya için belirleyici olması durumu dikkate alınarak, bir devlet içinde olması gereken kamu kurumları devlet düzeni içinde öncelik sırasına göre teker teker oluşturularak, yeni devletin anayasasını hazırlamak için önemli adımlar atılıyordu. Merkezi yönetimi Balkanlar bölgesinde yer alan bir imparatorluğun arka ülkesinde ve de Asya toprakları üzerinde eskisinden daha küçük ölçülerde, ama gene de dünya standartlarında orta boy bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkıyordu. Önceden hazırlanmış bir anayasa olmadığı için devletleşme sürecinin başlangıcında bir anlamda kervanın yolda düzülmesi gibi işgale karşı direnişe geçilmesiyle birlikte, ülkenin ilk anayasa düzeni oluşturulurken yeni anayasaya geçiş aşamasında dayanak noktası olabilecek karar ve davranışlar bu duruma göre hazırlanıyordu. Kurtuluş savaşının ulusal önderinin Samsun’a ayak basması ile, geleceğin başkenti Ankara’ya gelişi arasında altı aya yakın bir süre geçiyor ve bu zaman dilimi içinde yapılan Kongreler ve toplantılarla devletleşme sürecinin ilk adımları resmen kurucu önderin girişimleri ile örgütleniyordu. Ne var ki, Sivas Kongresinde Ankara’nın başkent ilan edilerek bu kentte devletin kuruluşuna karar verilmesine rağmen, Atatürk ve Kuvayı Milliye hareketi 23 Nisan günü Meclisin açılışını yapıyor ama yeni bir anayasa hazırlamak üzere siyasal gündemi yönlendirmiyordu.

                Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda başlatılmış olan Kuvayı Milliye hareketi yeni devletin kuruluşuna yönelen adımlar atarken, daha önce ilan edilmiş olan Misakı Milli sınırları içindeki vatan topraklarının kurtuluşuna önem veriyor ve bu doğrultuda düzenlenen kongreler aracılığı ile ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesini adım adım gerçekleştiriyordu. Ulusal Kongrelerin tamamlanmasından sonra Ankara’ya gelerek Meclisin açılması gerekiyordu. Nitekim bu doğrultuda Kuvayı Milliye gücünün Meclisi açılıyor ve devlet oluşumunun ilk adı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi adı benimseniyor ama ilk anayasa hemen çıkartılmıyordu. Çökmüş ve yıkılmış olan bir büyük imparatorluğun arkasında kalan toprakların geleceği ve de bu topraklar üzerindeki sınırların kesin hatlarıyla belli olmaması yüzünden, ortada yeni bir anayasa hazırlayacak ve bunu resmen meclis kararı ile ilan edecek bir yeni durum yoktu. Enver paşa ve arkadaşları Orta Asya bölgesine giderek yeni bir imparatorluk peşinde koşarken, Mustafa Kemal ve arkadaşları son Osmanlı Meclisi’nin ilan etmiş olduğu Misakı Milli andı üzerinden yeni vatanın sınırlarını belirleyerek, bu toprak parçasını kurulmakta olan yeni devletin ülkesi olarak ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Uçsuz bucaksız Osmanlı topraklarıyla daha önceden ilan edilen Misakı Milli sınırları arasında tam bir uyumluluk olmadığı için Kuvayı milliye yönetimi bocalıyordu. Böylesine bir belirsizlik ortamı içinde kalınca, durumun netleşebilmesi açısından yeni anayasanın hazırlanarak çıkartılması erteleniyordu. İmparatorluk sonrası ortaya çıkan karışıklık ortamında akıl ve sağduyuyu koruyarak hareket eden Kuvayı Milliye yönetimi, ülkedeki iç koşullar kadar bölgeyi çevrelemiş olan dış konjonktürün nereye gideceği o aşamada belirsizdi. Özellikle, dünyanın en büyük devrimleri Sovyet Rusya’da birbiri ardı sıra yapılırken bu durumun eski Osmanlı ve Rus toprakları üzerinde ne gibi etkileri olacağı hemen belli olmadığı için, Atatürk Ankara merkezli devleti kurarken, yukarıda oluşmakta olan Moskova merkezli yeni devrim hükümetinin biçimlenmesini beklemiştir. Yeni devletin kuruluşu tamamlandıktan ve devlet yapılanması ortaya çıktıktan sonra, merkezi coğrafyanın kaderi belli olmuş ve Sovyet imparatorluğu Avrasya kıtasının büyük çoğunluğunu içine alacak bir biçimde kurulmuştur.

                Sovyetler Birliğinin kuruluşunun tamamlanması ve yeni rejimin önderliğinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı adı altında bir kongrenin toplanması örgütlenmiştir. İç konjonktürü kongreler aracılığı ile kontrol altına alan Kuvayı Milliye yönetimi, Hazar gölünün arkasında kalan Asya ve Avrasya bölgelerinin ne olacağını Bakü kurultayı ile izleyince belirsizlik ortamı kalkmış ve eski Osmanlı ve Rus topraklarında emin adımlar atılarak, yeni dönemin devlet modelleri devreye sokulmaya başlanmıştır. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk bu nedenle Türk devletinin ilk anayasasını I920 yılında Avrasya’nın kaderini belirleyen Bakü Kurultayına kadar ertelemiştir. Sosyalist sistemin merkezi olarak Moskova yönetimi eski Osmanlı uzantısı bir İstanbul hükümetini devre dışı bırakırken, geleceğin çağdaş cumhuriyetinin kurucusu olarak Ankara hükümetini muhatap kabul ederek ve Ankara’dan gönderilen Dr. İbrahim Tali Öngören ile normal katılım aşamalarını tamamlayarak, iki yeni devlet arasında normal ilişkiler düzeni başlatılmıştır. Lenin’e üç mektup gönderen Atatürk, Sovyet devrimini kutlarken yeni kurulmakta olan sosyalist sisteme sırtını dönmemiş aksine temsilciler göndererek, bu devrimin uzantısı olan yeni Avrasya bölgesinde dünya barışının tesisine dönük yeni yapılanmaların arayışı içine girmiştir. Avrupa kıtasının yanında batı tipi bir ulus devlet kurmakta olan Atatürk, aynı zamanda kuzey bölgesinde gerçekleştirilen sosyalist sistemi de izleyerek, o dönemin koşullarında kapitalist-sosyalist ve Müslüman kimlikleriyle oluşan üç dünya arasında bir ulusal sentez olarak Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. Erzurum ve Sivas Kongreleriyle ülkenin içi dikkate alınırken, Bakü kurultayı ile de tüm Avrasya bölgesi dikkate alınarak, dünyanın merkezi bölgesinde bir ulus devlet gerçekçi bir biçimde kuruluyordu. 1 Eylül 1920 tarihli Bakü kurultayı beklenmeden bölge koşullarına uygun düşen gerçekçi bir anayasa yapmak mümkün olamayacağı için, Kuvayı Milliye yönetimi Ankara’da meclis açıldıktan sonra ülke ve bölge koşullarını birlikte ele alarak, merkezi alanın gerçeklerine göre bir yeni anayasa açılımı yapmaya çalışmıştır.

                Atatürk Ankara’ya geldiği ilk aşamada ülkede devlet yoktu. Birinci Dünya savaşının yenilen devletleri arasında yer alan Osmanlı devletinin teslim olarak devlet olma hakkını kaybetmesinden sonra ülkede devletsizlik ortamı devreye girdiği için, devleti olmayan bir ülkede yeni anayasa yapılamazdı. Devleti olmayan ülkede devlet yeniden kurulurken savaş sonrası ortamın barış koşullarının da dikkate alınması gerekiyordu. Bu açıdan yeni anayasanın hazırlanması sırasında bu tür koşulların da dikkate alınması gerekiyordu. Rusya gibi bir büyük ülkede devrim yaparken bütün doğu halklarını dikkate alan bir yeni yaklaşım gündeme geliyordu. Avrasya’nın kuzeyinde yer alan Rusya ile birlikte güneyinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti devleti, aynı dönemde dünya sahnesine çıktıkları için kendi iç gelişmelerini dikkate almaları gerektiği gibi aynı zamanda küresel ve bölgesel gelişmelerin de birlikte ele alınarak değerlendirilmesi gerekiyordu. İşte bu koşullar doğrultusunda yeni bir devlet kurmak üzere Ankara’ya gelen Atatürk’ün, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler kadar aynı zamanda bu gelişmelerin yansımalar gösterdiği Avrasya bölgesindeki yeni durumları da dikkate alarak harekete geçmesi gerekiyordu. Osmanlı devletinin tasfiyesi ile içine girilen devletsizlik ortamının bir benzeri Moskova’da yaşanmıyor orada sadece rejim değişikliği ile yetinilirken eski Rus devleti yıkılmadan rejim değişikliğini gerçekleştiriyordu. İşte Ankara’da Kemalist Cumhuriyet devleti kurmak isteyen Kuvayı Milliyeciler batılı ülkelere karşı savaşarak hedefe gitmeye çalışırlarken, Avrasya’da sosyalist sistemin yansımalarının da dikkate alınması gerekiyordu. Bu doğrultuda TBMM açıldıktan sonra devletin kurucu iradesinden bir anayasa önerisi siyasal gündeme gelmeyince, bu kez sosyalist sistemin kurulduğu Rusya’dan, o ülkede örgütlenen Türkiye ve bölgede yaşayan Türklerin içindeki sosyalist birikimin temsilcisi olarak İştirakiyun Fırkası TBMM’ye anayasa önerileri sunmuştur. Atatürk Ankara’ya ilk geldiği aşamada devletsizlik ortamı devam ederken, 7 Aralık 1920 tarihinde Moskova destekli kurulmuş olan Halk İştirakiyun Fırkası ile birlikte, Halk Zümresi grubu da Yeşil Ordu Cemiyetinin meclis grubu olarak meclise üye göndererek girmiş ve anayasa boşluğunu gidermek üzere de TBMM başkanlığına çeşitli yasalar ve anayasa önerileri sunmuştur. Ne var ki, bunların hepsi sosyalist ideolojinin yansımaları ile dolu olduğu için bu tür yasa ve anayasa önerileri resmen kabül edilmemiştir. Ayrıca Rusya’daki Bolşevizm egemenliğine karşı Ankara’da da anti-bolşevizmin güçlenmesiyle, sosyalist bir siyasal yapılanmanın Türkiye’ye yansımaları önlenmiştir.

                1921 Anayasasına giden yol, Bakü Kurultayı tamamlandıktan sonra 13 Eylül 1920 tarihinde Mustafa Kemal’in Meclis başkanlığına sunmuş olduğu Halkçılık Programı aracılığı açılmıştır. Bu yasa önerisi ile birlikte Encümeni Mahsus adıyla bir anayasa komisyonu kurularak meclis içi çalışmalar tamamlanmaya çalışılmıştır. Hızlandırılmış görüşmeler aracılığı ile Halkçılık Programı adı altında meclise sunulan anayasa önerisi, gündemde Teşkilatı Esasiye Kanunu olarak görüşülmüştür. Özel komisyon incelemeleri ve kararlarının yardımcı olması sayesinde 33 maddelik Teşkilatı Esasiye kanunu 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilmiştir. Kısa zamanda hazırlanan küçük bir anayasa ile anayasasız devlet konumundan uzaklaşmaya çalışan Kuvayı Milliye yönetimi, devletin kuruluşunun ilk aşamasından başlayarak sürekli olarak bir hukuk devleti gibi hareket etmiş ve her zaman hukuksuzluk çıkmazına sürüklenmekten uzak kalmıştır. Yeni anayasa genel hükümler, idare, vilayet, kaza, nahiye ve umumi müfettişlik olmak üzere başlıca altı bölümden oluşmakta idi. Merkezi idarenin çöküşünden sonra yerel ve bölgesel ayaklanmalar birbirini izlediği için merkezi idare ile birlikte vilayet, kaza ve nahiyeler gibi yerel yönetimlere de yeni anayasada ayrı bölümler tahsis edilmiştir. Tamamen demokratik bir yaklaşım ile yerel yönetimlere ayrı ayrı bölümlere yer verilirken, aynı zamanda ülkede merkezi idare düzenini yeniden kurabilmek üzere umumi müfettişlik gibi yeni bir kurum oluşturularak bu doğrultuda vilayetlere anayasal görev getirilmiştir. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması kabul edilirken, aynı zamanda giriş bölümünde kuvvetler ayrılığı sistemi benimsenerek cumhuriyet ve demokrasiye geçiş planlanmıştır. Vilayetlerin belirleyeceği mebuslarla meclise temsilciler gönderilmesi de ayrı bir madde olarak anayasada yer almıştır. Yerel yönetimler arasında hiyerarşik bir düzen öngörülen yeni devlet yapılanması, merkez ve yerellik dengesine oturtulmaya çalışılmıştır.

                Millî mücadele sonrasında Osmanlı devletinin savaşın galipleri ile Mondros Ateşkes antlaşması imzalaması üzerine ülke işgal edilince, dünyanın önde gelen emperyalist gücü olarak İngiltere Sevr antlaşmasını dayatarak ülkenin parçalanmasını bir an önce tamamlamaya çalışırken, emperyalistlerin işgal girişimlerine karşı çıkan Kuvayi Milliye hareketi Müdafa-i hukuk direnişine kalkışarak vatana sahip çıkıyordu. Ülkede çağdaş bir cumhuriyete dayanan ulus devlet kurulması karar altına alındıktan sonra Kuvayı Milliye hareketi bir ulusal var olma savaşına dönüştürülüyordu. Yeni başkent ve devlet Ankara’da TBMM üzerinden kurulunca, sıra yeni anayasanın ilanı ile uluslararası alanda hukuki tüzel kişilik kazanılmasına geliyordu. Devlet adına önce meclis kurulduğu için yeni ortaya çıkan devletin Meclis Hükümeti Sistemi olarak tanımlanabileceği görülmüştür. O dönemde Halifelik ve Saltanat dururken yeni bir hükümet sistemi tercih edilemeyeceği için geçici model olarak Meclis Hükümeti Sistemi kabul ediliyordu .Devletin kuruluşu sırasında olağanüstü bir dönem yaşanırken bile halkın katılımından vazgeçilmemiş ve halkın seçimlerle işbaşına getireceği yöneticilerin, devleti ve yerel yönetimleri birlikte ve bir hiyerarşik düzen içinde yönetmesi ilke olarak benimsenmiştir. Normal olmayan bir durumda İstiklal mahkemeleri, Meclise bağlanmış ve olağanüstü yetkilere sahip kılınan meclisin yargı işleri ile birlikte yasa ve anayasalar ile ilgili yetkileri de kullanabileceği belirtilmiştir. Bu dönem Türk anayasacılık tarihi açısından nevi şahsına münhasır bir özel dönem olarak yaşanmıştır. Ortada ayrı bir anayasadan doğan yeni bir devlet düzeni olmamasına rağmen, geçiş dönemi özgünlüğü içinde milli egemenlik anlayışının öne geçmesini sağlayan bir anayasacılık sürecinin geçerli sayıldığı ayrı bir dönem, anayasa tarihi içinde devreye girmektedir. Savaş dönemi devam ederken kabul edilen 1921 anayasası bu çerçevede bir olağanüstü dönem anayasasıdır ve bu hali ile de tam bir anayasa olarak kabul edilmekten uzak bir konumdadır.

                1921 Anayasası bazı hukukçulara göre anayasa olmayan bir anayasa benzeri yasal bir düzenlemedir. Savaş koşullarında ele alındığı için burada bir eksiklik söz konusudur çünkü devletlerin var olduğu yerlerde anayasalar devlet kaynaklı ya da merkezli bir yasal düzenleme ile merkezi idare ile yerel yönetimleri hiyerarşik bir düzene bağlamasıyla, bir çeşit emir-komuta düzeni getirilmek istenmiştir. Devlet içinde ortaya çıkan sorunlar ve uzlaşmazlıkların TBMM tarafından   çözüme bağlanması özel bir uygulama olarak anayasa metni içinde yer almıştır. 1921 Anayasasında en açık olarak ele alınan konu merkezi idare ile yerel yönetimler arasındaki hukuk bağı kuran yaklaşımdır. Bakanlar kurulunda azınlıkta kalan bakanların hükümet nezdinde çözemedikleri sorunları, meclis genel kuruluna getirerek meclis kararı ile çözebilecekleri kabul edilmiştir. I921 Anayasası ilan edilene kadar kurucu önder Atatürk’ün taşıdığı üst düzey karar verme yetkisi, yeni anayasa ile birlikte başkandan meclise geçmiştir. Kişisel yönetimden meclis hükümeti yönetimine geçilerek yeni kurulan devletin yönetimi düzenlenmeye çalışılmıştır. İlçe ve nahiyelerde şuraların ya da idare kurullarının ekonomik ve mali yetkilere sahip oldukları benimsenmiş ama yasama ve yargı işlerinin bütünüyle meclise verilmesi nedeniyle, meclis üst düzeyde denetim ve karar yetkilerine sahip kılınmış olarak göründüğü için bu anayasanın getirdiği sistemin meclis hükümeti sistemi olarak ifade edilebileceği ileri sürülmüştür. Ayrıca birden fazla vilayeti ilgilendiren konularda merkezi idarenin tam yetkili olduğu yeni dönemde ortaya çıkmaktadır. Hükümet üyesi bakanların yaptıkları çalışmalar ve ilgili sorunları da açıkça meclis başkanlığına getirmeleri yeni anayasal düzen içinde kabul edilmiştir. Anayasa da yargı organları ile ilgili hükümler bulunmamasını, meclisin yargı alanı üzerinde genel bir yetki düzenine sahip kılınması ile ilgili düzenleme sayesinde değerlendirmek mümkündür. Vilayet yönetimlerinin yeni anayasada tüzel kişiliğe sahip olmalarının sağlanması ile, merkezi devlet ve yerel yönetim ilişkileri içinde sorunların çözüme kavuşturulmalarını açıklamak mümkün olmaktadır. 1921 Anayasası ile devletin ilk kuruluşu tamamlanırken, böyle bir yasal düzenleme ile devletin ihtiyacı olan bazı gereksinmelerinin karşılanamadığı görülmüş ve Saltanat ile Hilafetin kaldırılmaları ile birlikte  aynı zamanda cumhuriyetin ilanı ve askerlik ile TBMM üyeliğinin bağdaşmaması ilkesi, yeni bir yasal değişiklik ile sonradan yeni anayasanın içeriğine ek madde olarak eklenmiştir.

                Devletin kuruluş aşamasında Türk ulusu çağdaş bir cumhuriyet yapılanmasına yönelirken 1921 Anayasası bu yaklaşımın başlangıcı olmuştur. Gerçekte Osmanlı devleti ya da Türkiye Cumhuriyeti yapılanması sırasında en çok halk insiyatifinin öne çıktığı anayasal metin, doğrudan seçilmiş milletvekillerinin oy kullandığı 1921 tarihli anayasadır. 1876 Osmanlı anayasası Kanuni Esasi adıyla padişah tarafından atanmış bir komisyonca hazırlanmış ve gene padişah fermanı ile ilan edildiğinden halkın herhangi bir katılımı olmamıştır. 1924 Anayasası tek partili egemenlik düzeni kurulurken içinde örgütlü bir muhalefetin olmadığı bir meclis tarafından yapılmıştır. 1961 ve 1982 anayasalarını hazırlayan kurucu meclisler darbe ve ihtilaller sonucunda kurulduğu için hiçbir şekilde genel oya dayanan bir seçimle oluşmuş yasama organları olmamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal gelişim sürecine bakıldığı zaman halk katılımının fazla olduğu en demokratik anayasa metni olarak, 1921 Anayasasının öne çıktığı görülmektedir. Bu yönü ile 1921 tarihli kabul edilen bu anayasal metin Türkiye tarihinin en yumuşak anayasası olarak öne çıkmaktadır. 1921 Anayasasının kabulü sırasında özel bir yeter sayısı benimsenmemiş, millet meclisinin normal çalışma süreci içinde diğer kanunlar ile aynı usuller içerisinde görüşülerek kabul edilmiştir. Anayasa metni içinde anayasa değişiklikleriyle usul hükümleri bulunmadığı için daha sonraki aşamada meclisin önüne gelen yeni yasalar ya da yasal değişiklikler de özel bir yöntem ya da nitelikli bir çoğunluk koşulu aranmadan yasal işlemler tamamlanmış sayılmıştır. Devletsizlik ortamı içinde geçmişten gelen ciddi bir siyasal birikim yeni bir anayasa yapımına yönelindiği aşamada gündeme getirilemediği için, 1921 Anayasası bir yönü ile aceleye getirilerek hukuki bir yapılanmaya kavuşturulmuştur.

                TBMM’nin 23 Nisan I923 tarihinde açılmasıyla birlikte ortaya çok ciddi bir anayasa sorunu çıkmıştır. Yeni açılan meclisin 1876 tarihli Osmanlı devleti anayasasına dayanılarak, işlemesi mümkün değildi. Yeni meclisin hedefi başlangıçta Kanun-i Esasi hükümlerinden bağımsız olacak biçimde yeni bir yürütme gücü oluşturmaktı. 24 Nisan 1923 tarihinde kurucu önder Atatürk yapmış olduğu konuşmada, ülkeyi çöküntü ve bölünme gibi çıkmazlardan bir an önce kurtarabilmek için milletin bütün örgütlenmesini yeni bir devlet yapılanması ile desteklenmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ona göre normal koşullarda hükümet örgütlenmesinin sorumsuz bir devlet başkanının oluşturduğu denge noktası çerçevesinde bir yasama organı ile göreve devamı, bu organın güvenine bağlı olan yürütme gücünden meydana gelmektedir. Böyle bir sistemin uygulanabilmesi ancak padişah ve halifenin her türlü baskıdan uzak bir ortamda milletin sadakati ile mümkün olabilmektedir. Atatürk hükümet şekli ile ilgili olarak bir önergeyi meclise sunarken, yürütme gücünün hangi ilkelere göre oluşturulması konusunda görüşlerini açıklamıştır. İcra vekillerinin meclis tarafından seçilmeleri ile birlikte geçici bir icra encümeninin seçilmesiyle birlikte yeni bir hukuki süreç başlatılırken, hükümet ile ilgili yürütme işlerinin ait oldukları meclis komisyonlarınca yerine getirilmesi benimsenmiştir. TBMM ‘de 5 Nisan tarihli kararı ile bir icra gücü oluşturulmasına karar verilmiş ve Mustafa Kemal’in başkanlığı altında geçici bir icra encümeni seçilerek, bu gereksinmenin gereği yerine getirilmiştir. Ağustos 1920 ayı içinde Anayasa komisyonu tarafından hazırlanan TBMM’nin şekil ve yapılanması ile ilgili tasarı ele alınarak incelenmiştir. TBMM’nin tanıtımı ve anlamı, meclisin çalışma şekli, milletvekilliği ile devlet memurluğunun birleşip birleşemeyeceği ve yasama bağdaşmazlığı gibi hususlar genel kurulda tartışma konusu yapılmış ama bu konularla ilgili tüm öneriler reddedilerek konu çözümsüzlük noktasına doğru yönlendirilmiştir. Egemenliğin sınırsız ve koşulsuz millete ait olduğu ilkesi meclisin duvarlarına yazılacak bir biçimde benimsenerek gereği yerine getirilmeye çalışılmıştır. TBMM’nin açıldığı günden sonra milli egemenlik ve kuvvetler birliği ilkelerine tam olarak uyumluluk sağlanmaya çalışılmış ama meclis görüşmeleri sırasında radikal reformcular ile muhafazakâr temsilciler arasında yoğun tartışmalar yapılmıştır. Muhafazakâr temsilciler Atatürk’ün kişisel otoritesinin güçlenmesini önlemek için önlem almaya çalışırlarken, Saltanat ve hilafet rejimlerinin devam etmesi yolunda bir yön izliyorlardı. Atatürk’te bu durumu bilerek hareket ediyor ve gereken durumlarda konuşarak genel kurulu bilgilendirmeye çalışıyordu.

                1921 Anayasasında en çok tartışılan konu temsilin biçimi olmuştur. Temsil ile ilgili tartışmalar sırasında mesleki temsil tartışmalarında devlet memurlarının halk kitlelerinden gelebilecek her türlü baskınları önleyebileceği halkçılık ilkesi ile birlikte, bürokrasinin egemenliğinin kırılarak siyasal bir dengenin oluşturulabileceği ifade edilmiştir. Toplum içinde eskiden beri var olan ahi ve lonca sistemleri ile mesleki temsil uygulamalarına ağırlıklı bir biçimde yer verilebileceği de tartışma konusu olmuştur.  Genel seçimlerde Meclis üyelerinin vilayetler halkı tarafından seçileceği ama tüm halkın temsilcisi konumunda olacakları kabul edilerek temsil sisteminin içeriği belirlenmiştir. 1921 Anayasası Türk anayasa tarihinde en fazla yerel yönetimlere ve yerinden yönetim esasına yer veren belge olmuştur. Birinci mecliste halkçılık ilkesi ile birlikte halkçılık programı anayasanın özü olarak benimsendiği için, halk kitlelerine ulaşma doğrultusunda yerinden yönetim ilkesine önde gelen bir yer verilmiştir. Tüm eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım konularında vilayet meclislerinin tam yetkili kılınması uygun görülmüştür. Devletin atadığı valiler yerel ve merkezi yönetim arasındaki bağlantıları kurmakta yetkili kılınmış, daha alt düzeydeki kazalar ise tüzel kişiliğe sahip kılınmadıkları için merkez ve yerel yönetim dengelerinde çok etkileri görülmemiştir. Vilayet yönetiminin seçeceği başkan ile merkezi yönetimin atayacağı vali arasında yetki karmaşası ve otorite kavgası olabileceği için yerel yönetimlerin sınırlanması gibi gelişmeler gündeme gelmiştir. Birinci Meclis Türk siyasi tarihinin halkın serbest iradesi ile oluşturduğu en demokrat organ olarak Türkiye tarihindeki yerini almıştır. Ne var ki, yerel yönetimler konusu en fazla tartışılan konu olarak öne çıkmış ve zamanla istikrarsızlık yaratmıştır. Mecliste devrimci ve muhafazakâr olarak iki ayrı grup oluşmuş ve zamanla yasama organı bu iki grubun çekişmeleriyle çalışmalarını sürdürmüştür. Birinci Meclis Türkiye’de ilk kez meclis hükümeti sistemini getirerek   ülke yönetiminde yeni bir dönemin önünü açmıştır. Bu sistemde başkan ya da hükümet değil, doğrudan doğruya tüm yetkilerin bir araya getirildiği Meclis kaynaklı bir yönetim benimsenerek, yerel yönetimlerle desteklenmiştir. Parti gruplarının olmaması da bu meclisin gücünü daha da artırarak, ulusal kurtuluşa yardımcı olmuştur.

                Her yönü ile yeni bir dönemin başlangıcı olarak 1921 Anayasası cumhuriyet devletinin oluşumu sürecinde farklı yansımalarla etkin olmuştur. Birinci Mecliste bir başkan seçilmeyerek ve Meclis başkanının aynı zamanda devlet başkanı olarak kabulüyle kişisel yönetimin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bugün gelinen aşamada 1921 Anayasasını Türkiye için çözüm olarak görenlerin bu anayasanın tüm ilkelerini ve uygulamadan gelen yönlerini kamuoyunda olduğu gibi açıklıkla tartışmaları gerekmektedir. Küresel emperyalizmin şehir devletlerini dayattığı bu aşamada, Avrupa tipi Vilayet Konseyleri oluşturularak ya da yerel yönetimcilik veya modası geçmiş bir Meclis hükümeti sistemi getirerek üniter ve ulusal Türkiye’yi siyasal çıkmazlara sürüklemek mümkün değildir. Ayrıca 1921 anayasasında var olan ve bugün muhafazakar kanadın yeniden dayattığı ‘”Türk devletinin dini İslam’dır.“, biçiminde bir yeni düzenleme, laik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortadan kalkmasına yol açabilecektir. Bütün bu sorunlar bugün birlikte ele alındığı zaman 1921 Anayasasının günümüzün Türkiye’si için hiçbir biçimde çözüm olamayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Dincilerle yerelcilerin yıllarca mücadele ettikleri ulusalcılara karşı   sağladıkları birliğin bugünün koşullarında hiçbir çözüm çıkışı yaratmadığı, aksine ülkeyi orta çağ karanlığına doğru sürüklediği açıkça gözlemlenmektedir. 1921 Anayasası kendine has özellikleri olan bir dönemde gündeme kendiliğinden gelen bir yasal düzenlemedir. Bugünün koşullarında ve eskisinden çok farklı bir dünya ortamında Türkiye yeni çağdaş yolunu bulmaya yönelirken, yeniden orta çağ döneminin yerelci ve dinci yapılanmasını gündeme getirecek adımların geriye doğru atılması bugünün koşullarında pek mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede bir değerlendirme yapılırsa 1921 Anayasasının öneminin geride kaldığı ve hiçbir biçimde Türkiye’nin yeni anayasa arayışlarında çözüm olarak düşünülemez bir içeriğe sahip olduğu gerçeği, dikkate alınarak hareket edilmelidir. Bugünün koşullarında 1921 Anayasası Türkiye’nin anayasa ve devlet sorunlarının çözüme kavuşturulmasında hiçbir biçimde örnek alınamaz ya da yararlanılamaz.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN