ANKARA KALESİ
ATATÜRK ‘ÜN VASİYETİ VE HİLAFET FEDERASYONU
Bir duvarın üzerine dünya haritası
asıldığında, önce bir genel görünüm ile yetinmek zorunda kalınmaktadır. Ne var ki,
haritanın yanına gelerek, her gece televizyon kanallarında gösteri yapan bazı
ilgililer gibi harita üzerindeki çizgilerin ve sınırların incelenmesiyle
birlikte, birbirinden çok farklı konumda çeşitli yerleşim ve yapılanma
modelleri ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Adalar ile karaların,
denizlerle göllerin birbirine karışmış olduğu, çöller ile buzulların ters
bölgelerde yer aldığı bir doğal yapılanma durumu, dünyanın bugünü için olduğu
kadar geleceği açısından da genel bir fikir vermektedir. Ülkeler ve bölgeler
arasındaki mesafelerin bakış açılarına göre değiştiği, durduğunuz yerin
konumuna göre, ülke ve bölge yakınlıkları ya da uzaklıklarının sürekli olarak
durum değiştirdiği bir yuvarlak dünya yapılanması içinde insanlar yaşamlarını sürdürmeye çabalarken,
ülke ve devletler de harita üzerinde meydana gelen değişikliklerin
yansımalarının getirdiği yenilikler ile değişken jeopolitik konumların hesabını
iyi yaparak, yeni dünya haritası üzerinde ne gibi değişiklik ve yenilikler
ile karşı karşıya gelebileceklerini
öncelikle belirlemeye çalışmaktadırlar. Haritalar ile ortaya konulan bu küresel
konum ülkeler, bölgeler, toplumlar ve devletler açısından yeni durumları
gündeme getirdiği için, yeryüzü karaları üzerinde yer alan tüm canlılar ve
onların kurmuş oldukları yapılanmaların zamanla eskiyerek gerilere doğru
gittiği görülmekte ve yeni ortaya çıkan koşullar ve durumların ise gündeme
gelen yeni tablolar üzerinden geçmişten gelen bütün siyasal, sosyal ve küresel
yapılanmaları değişime zorladığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan bütün dünya
ülkeleri değişimin dayatmalarıyla uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Böylesine
bir süreç içinde de devletlerin ve de kuruluşların yöneticileri geleceği
kurtarmak amacıyla bazı sıkı önlemler alarak, değişimin yıkıcı yansımalarına
karşı geçmişten gelen kamu düzenlerini koruyacak yeni yapılanmalara
gitmektedirler. Her ülkenin jeopolitik konumu aynı zamanda geleceğinin de
belgesi olarak ortaya çıktığı için, tüm çabalar var olan kazanılmış durumları
korumak ve gelmekte olan tehlikeli gelişmelere karşı çıkmak doğrultusunda yeni
mücadelelerin yapılmasını doğal olarak gündeme getirmektedir.
Duvardaki
dünya haritasına bakıldığı zaman haritanın batı bölgesinde Amerika ve Avrupa
kıtalarını yan yana getiren batı blokunun bütünüyle bir kontrol mekanizması
içinde yer aldığı ve haritanın doğu tarafına bakan kesiminde ise tıpkı batı
bloku gibi Çin Halk Cumhuriyeti’nin geniş topraklarının var olduğu göze
çarpmaktadır. Dünya haritasının batısında batı bloku yer alırken, doğusunda da
doğu bloku yerine geçecek bir biçimde, çağımızın en büyük ve geniş devleti
olarak Çin gerçeğinin var olduğu anlaşılmaktadır. Bugünün dünyasında gündeme
gelmiş olan bu ikili yapılanma doğu ve batı blokları arasında bir yeni dengeli
durum ortaya çıkarırken yeryüzü kıtalarının tam ortasında yer alan ve doğudan
batıya ya da batıdan doğuya doğru uzanan Müslüman ülkeler zinciri ile insanlar
karşı karşıya kalmaktadır. Eski ABD dışişleri bakanı olan Condeleza Rice yeni
dünya düzeni kurulurken yirmi iki ülkenin sınırlarının değişeceğini ve bu
doğrultuda dünya haritası üzerinde önemli kaydırmalar yapılabileceğini açıkça söylemiştir.
Ona göre Afrika kıtasının en batısında yer alan Fas’tan başlayarak sürekli
doğuya doğru gidilirse, birbirine sınır komşusu olan bu yirmi iki ülkenin bir
orta dünya hattı olarak batıdan doğuya doğru uzandıkları görülmektedir. Harita
üzerinde ABD merkezli batı bloku en geniş alanı kapsarken, ABD’nin karşısında
Çin kale gibi öne çıkmakta ve doğu ile batı arasında uzanıp gitmekte olan İslam
coğrafyası da dünyanın en geniş üçüncü alanı olarak burada yerini almaktadır.
ABD’nin en büyük düşmanı konumundaki Çin’in önünü kesecek en büyük coğrafya
orta alanda öne çıkmış olan İslam toprakları olarak görüldüğü için, ABD
önderliğindeki Müslüman ülkelerin toprakları, Çin ve ona bağlı olarak doğu
blokunun genişlemesine karşı çıkartılmaktadır.
Atatürk
devlet kuran bir önder olarak ve askeri okullarda almış olduğu jeopolitik
eğitimlerin yansımalarıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda Misakı Milli sınırlarının çizilmesi
aşamasında çok doğru bir karar alarak, yeni Türk devletinin kuruluşuna giden
yolda dünyanın en zor coğrafyasının tam ortalarında kurulmakta olan yeni ulus devletin sınırlarını çok gerçekçi
bir yaklaşım içinde belirlenmesini sağlayarak, her türlü riskli gelişmelere
karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve bütünlük içinde varlığını korumasını
sağlayabilmiştir. Savaş sonrası bir ortamda gündeme gelen düzensizlik eski
imparatorlukların yıkılmasına giden yolları açarken, aynı zamanda gelecek
yüzyılın ulus devletlerinin oluşumunu da gündeme getiriyordu. İmparatorlukların
bittiği aşamada ulus devletlerin gündeme gelmesi, aslında geçmişten gelen
siyasal birikimlerin savaş sonrası ortamda öne çıkmasını gerçekleştiriyordu. Atatürk’
de Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan ulusalcı önderlerden
birisi olarak, yeni bir ulus devlet projesini ile tarih sahnesinde Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurarken, dünyanın geleceği ile de yakından ilgilenerek bu
konuda yaptığı okumaları ve araştırmaları zaman zaman dile getirerek, nasıl bir
dünya gerçeği ile insanlığın gelecekte karşı karşıya kalacağını fırsat buldukça
dile getirerek anlatıyordu. Dünya tarihini çok yakından inceleyen Mustafa Kemal
bu çalışmaları sırasında tarih biliminin temel eserlerini inceleyerek,
kendisine göre çıkarmış olduğu sonuçları söylev ve demeçlerinde dile getirmiştir.
Tarih bilimi ile yakın duran insanların geçmişten geleceğe dünyadaki değişimden
haberdar olmasıyla birlikte geleceğin dünyasında neler olacağı da tartışma
alanına gelmektedir. Atatürk kendi zamanının bugününü temsil eden bir projeyi
ulus devletler çağına uygun olarak gerçekleştirmeye çalışırken, aynı zamanda
geleceği de dikkate alarak yarının dünyasında neler olacağını ve bu çizgide
insanlığın ne gibi yeni tablolar ile karşılaşabileceğini çeşitli fırsatlarda
dile getirerek, bu bilgi birikimini kurmuş olduğu cumhuriyet rejiminin
gelecekte yöneticisi olacak genç kadrolara anlatıyordu.
Atatürk
düşünce ve görüşlerini yazıları ve konuşmaları ile ortaya koyarken, hayatının
son döneminde bazı vasiyetname ve miras konularını gündeme getirerek gelecek
ile ilgili görüşlerini kâğıt üzerinde yazılı bir biçimde belirlemeye çaba göstermiştir.
Gelecek kuşaklara bir birikim bırakılırken herkes önce özel konulara ve mal varlığına,
sonra da içinde bulunulan siyasal ortam ile ilgili düşüncelerini tespit
ettirmeye çalışmaktadır. Daha sonraki aşamada dışa dönük genel konular ve resmi
evrak düzenlemeleri tamamlanmaya çalışılarak, ortaya bir vasiyetname ya da
miras belgesi konumunda irade ve düşünceleri tespit etme ile ilgili
değerlendirmeler yapılarak, resmî belgelerdeki irade beyanlarının geleceğe tüm
yönleri ile aktarılmasına çalışılırken, Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazarak
bırakmış olduğu bir miras belgesinin olduğu bilinmektedir. Bu konuda eski bir avukat olan Mazhar Leventoğlu bir kitap hazırlayarak, miras hukuku açısından
Atatürk’ün Türk ulusuna ve ailesine bırakmış olduğu irade beyanının hukuk
bilimi açısından değerlendirmesini yapmıştır. Atatürk’ün ailesi ve kardeşi ile
ilgili el yazısı belgelerdeki bazı açıklamalar sonraki dönemde de gündeme
getirilen tartışmalara ışık tutmuştur. Atatürk’ün özel mirası ile ilgili yazılı
metne herkesin saygılı davrandığı bir ortamda, Atatürk’ün kendisinden sonraki
dönemde kurmuş olduğu cumhuriyet devletinin ne gibi zorluklar ve karışıklıklar
ile ilgili görüş ve düşüncelerinin bulunduğuna dair ikinci bir tespit
belgesinin de bir devlet kurucu önder olarak ülkesinin geleceğinde karşı
karşıya kalınabilecek bir önlem olarak düşünülerek, Türk devletinin merkezi
kurumlarında geleceğe dönük bir biçimde korunmasına çalışılmıştır. Atatürk’ün
Anıt Kabir ’deki yerine taşındığı sene olan 1953 yılında bu konular ilk kez
tartışma konusu olmuş ama, bir askeri döneme doğru sürüklenirken devletin
kuruluşu ile ilgili belgeler o dönemin başbakanı Adnan Menderes’in uzak durması
yüzünden yeterince inceleme konusu olarak ele alınamamıştır. 12 Eylül döneminde
devlet yeniden düzenlenirken o dönemin askeri yönetimi Atatürk’ün vasiyeti ve
mirası ile ilgili özel bir araştırma yaptırmış ve bu konudaki devletin elinde
bulunan belgelerin o dönemin koşulları elverişli olmadığı gerekçesiyle cumhuriyetin
yüzüncü yılında resmen açıklanması uygun görülerek, bu konu ile ilgili devlet
açıklamasının o dönemde yapılması devlet organlarınca önlenmiş ve bu açıklama
işi bugünlere ertelenmiştir.
Atatürk’ün
vasiyetini bugün için önemli kılan konu, kendisinin gelecekteki dünya düzeni ve
Türk devletinin karşı karşıya kalabileceği siyasal çıkmazlar hakkındaki
görüşlerini açıklığa kavuşturarak geleceğin dünyasında ulus devletlerin
durumunu açıklamaya çalışmasıdır. Bir ulus devlet olarak Türk cumhuriyeti
örgütlenirken, Avrupa tipi laik devlet yapılanması benimsenmiş ve bir halkçı
rejim olarak ulusal bir devlet düzenine yönelme olmuştur. Devletin dayandığı
temel ilkeler anayasal metin içinde kabul edilirken, Türkiye Büyük Millet
Meclisinin çıkardığı kanunlar çerçevesinde saltanat ve hilafet rejimleri
kaldırılarak, imparatorluktan ulus devlete ve başında halifenin bulunduğu din
devletinden çağdaş laik ulus devlete geçerken, hilafet rejimi de gene bir başka
kanun ile kaldırılarak ülkede yeni bir devrim yapılmıştır. Bu devrimci
dönüşümlerin öncüsü ve önderi olan Atatürk yeni devletin yapısını anayasal
ilkeler düzeyinde belirlerken, tıpkı Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir tek
tanrılı din olan İslam dininin geleceği ile ilgili görüşlerini zaman zaman dile
getirerek, devrimci dönüşüm ile geçmişten gelen geleneksel durumun çatışmasını
önlemeye çaba göstermiştir. Bu doğrultuda kendi söylev ve demeçleri içinde yer
alan birçok konuşma ve yazısında din, laiklik, hilafet, hak ve özgürlükler gibi
ana konularda görüşlerini dile getirmiş ve bugünün dünyası ile geleceğin dünya
düzenleri hakkındaki görüşlerini bugünlere yansıtmaya çaba göstermiştir. Atatürk
kendi döneminde geleceğin dünyasının kurulabilmesi için merkezi coğrafyada
cesur adımlar atarken, çağdaş dünyanın gerisinde kalmış olan saltanat ve
hilafet düzenlerini de Türk halkının oluşturduğu TBMM aracılığı ile kaldırarak,
bir kanun ve hukuk devleti olmanın gereğini yerine getirmiştir. Bu sayede
atılan adımlar çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğin nurlu ufuklarına doğru
taşırken yeni devlet saltanat ve hilafet düzenlerinin daha ilerisi bir çizgide
kurulmuş oluyordu. Konu devletin temel yapılanması ile ilgili olduğu için her
türlü tartışmanın üstünde tutularak, Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecekteki durumunu
kesinleştirmek üzere devlet kurucusunun vasiyetine özellikle hilafet konusunda
Atatürk’ün düşünceleri eklenerek, Misakı Milli sınırları içinde yer alan yeni
devletin farklı yerlere doğru çekilmesi ya da emperyalist projeler
doğrultusunda, Türk ulusunun zarar görmesine yol açabilecek yeniden
yapılanmalara yönlendirilmesi önlenmeye çalışılmıştır.
Halifelik anlamına gelen hilafet rejimi din adına egemenliğin tek bir adamın eline verilmesidir. Merkezi Vatikan olan bir dünya yapılanması içinde bir Papaz hem tüm Hristiyan dünyasının hem de Papalık devletinin başkanı seçildiği gibi, benzeri bir doğrultuda bir din adamının ya da devlet yöneticisinin bütün İslam dünyasının başkanı ve önderi olarak kabul edilmesini Hilafet devleti çatısı altında olmasını savunan görüş de tıpkı Vatikan gibi bir din devletini Müslümanların da Hilafet devleti olarak kurmalarını normal olarak karşılamaktadır. Vatikan benzeri bir örgütlenmeyi Akdeniz kıyısında İsrail olarak kuran Museviler de kendi din devletlerini Vatikan benzeri bir yapıda kurduklarını söylerken, İslam dünyasının iki kutsal şehri olan Mekke ve Medine kentlerini içine alan bir üçüncü din devletini gene Akdeniz kıyısında Hicaz devleti adıyla kurulabilmesinin tartışmaları soğuk savaşın sona ermesi ve küreselleşme aşamasına gelindikten sonra başlamış ve yeni bir dünya düzeni kurulması doğrultusunda tartışılmıştır. Büyük Orta Doğu Projesinde ABD, Büyük İsrail projesinde İsrail ve Yakın Doğu Konfederasyonu projesinde İngiltere, merkezi alandaki tüm Müslüman devletlerin bir araya gelmeleri sayesinde bir İslam imparatorluğu oluşturacak şekilde yeni bir yapılanmanın arayışı içine girmişler ve bu yolda çalışmalarını hızlandırarak ulus devletleri geride bırakacak biçimde yeniden imparatorluklar çağına geçişin ön hazırlıklarını tamamlamaya çalışırken, Türk devletini ve yetkili kamu bürokratlarını her defasında uyararak Yeni Osmanlıcılık adı altında eski Osmanlı Hilafet devletine bir geri dönüş, bugünlerde siyasal gündeme taşınmaya çalışılmaktadır. Eski Osmanlı topraklarında Hristiyan ve Musevi dinine mensup devletler kurulurken İslam coğrafyasının yeni bir Osmanlı düzeni arayışına girmesi demek, Balkanlar’da Hristiyan, Orta Doğu’da Musevi devletlerin de bu çatı altında yer almaları anlamına gelecektir. O zaman da Halifelik devletinde sadece Müslüman toplum değil ama kozmopolit bir yapılanma içinde, Osmanlı devrinde olduğu gibi her dinden insanların yer alabileceği laik olmayan bir siyasal düzen kurulması için çalışılmaktadır.
Hilafet
tartışmaları Osmanlı devletinin yıkılmasıyla başlamış ve bu devletin toprakları
üzerinde ulus devletlerin kurulmasıyla yeni bir aşamaya geçilmiş ve aradan yüz
yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra da bu kez ulus devletin yıpranması ve
şikayetlerin artması dikkate alınarak, yeniden Osmanlı devletine geri dönme
eğilimi öne çıkmıştır. Bugün Yeni Osmanlı hareketi içinde birçok Müslüman ve
dinci topluluk, Hilafet düzeni içinde bir orta çağ benzeri din düzeni kurulması
doğrultusunda, bir araya gelebilmektedirler. Böylesine bir arayış içine girmiş
olan bu toplulukların ana hedefi olarak Yeni Osmanlıcılık akımının gösterilmesi
beraberinde hem laiklik düzeninin kaldırılmasına hem de Hilafet devletine geri
dönülmesine yol açabileceği için, geçmişten gelen Halifelik ve laiklik
düzenlerinin karşılaştırılarak tartışılması öne çıkmaktadır. Bir Türk devleti
olan Osmanlı imparatorluğunun yıkılması sırasında Halifelik tartışılarak bu
yapıdan vazgeçilmesine karar verilmiş ve bu kararın uzantısı olarak da 3 Mart
1924 tarihinde çıkarılan bir kanun ile Halifelik düzeni ortadan kaldırılmıştır.
TBMM bu yasanın çıkartılmasından önce Saltanat ve Hilafet rejimlerini
birbirinden ayırmış ve bu konuda önce Saltanatı daha sonra da Hilafeti
yürürlükten kaldırmıştır. Son Osmanlı padişahının İngiliz gemisiyle kaçışından
sonra yeni bir Halife’nin göreve başlaması TBMM kararıyla yapılmış ama
uygulamada hükümet ile Halife arasında çeşitli sorunlar ortaya çıkınca, bu
kurumun da tıpkı Saltanat rejimi gibi kaldırılmasına meclis tarafından karar
verilmiştir. Bütün İslam dünyasının en büyük otoritesi olarak belirlenmiş olan
Halifelik rejiminin yeni yönetim ile uyuşmaması ve sık sık çelişkilere düşmesi
yüzünden cumhuriyet rejimi Halifelik makamını da iptal ederek, tam anlamıyla demokratik
bir cumhuriyet devleti oluşturulmasına karar verilmiştir. Atatürk ve
arkadaşları tarafından gereksiz ve mahsurlu görülmesine rağmen Birinci meclisin
içinde Atatürk’e karşı çıkan hilafetçi grubun ısrarlı direnişleri üzerine, önce
Halifelik kurumunun bir süre devamına karar vermişlerdir. TBMM’de Halifelik
makamının tüm İslam dünyası üzerinde etkin olması nedeniyle, Osmanlıcı
Hilafetçiler bu kurumun devamı için ısrarlı takipçi olmuşlardır. Daha güçlü bir
devlet için dinin karşıya alınmaması, ayrıca isyanların bastırılması için Hilafet
’ten yararlanılması gerektiği TBMM görüşmelerinde dile getirilmiştir.
Cumhuriyet
rejiminin ilanı üzerine son seçilen Halife hükümet ve meclis kararlarını
dikkate almadan kendi bildiği çalışmalara yönelince, kısa zamanda iki başlı bir
organizasyon görünümü yaratılmıştır. Atatürk’ün cumhurbaşkanı seçilerek
devletin temsil makamına gelmesinden sonra Halife Abdülmecit devletin ikinci
başı olarak temaslarını yürütmeye çalışmış ama devlet içinde ikilem ile
birlikte hükümet çalışmalarında da karışıklıklar ortaya çıkınca Halifelik
kurumunun kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu arada ikinci meclisin göreve
gelmesini sağlayan genel seçimler sayesinde meclis kadrosu yenilenmiş ve
Halifeyi destekleyen muhafazakâr kesimler meclis dışında kalmışlardır. 3 Mart I924 tarihli ve 431 sayılı” Hilafetin
ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik’i haricine çıkarılmasına dair kanun “çıkarılarak,
Hilafet devletine son verilmiş ve böylece demokratik bir cumhuriyet rejimi kurularak
Osmanlı hanedanının bütün yetkilerine son verilmiştir. Kuvayı Milliyetçiler çağdaş bir cumhuriyet
rejimi kurabilmenin peşinde koşarken, İngiliz emperyalizmi de Halifelik ile
yakınlık kurarak ve ulusal kurtuluş savaşını yürüten halk güçlerine karşı Hilafet
ordusu adı altında yeni bir örgütlenmeye giderek, ulusal kurtuluş savaşını
ikiye bölmeye çalıştılar. Kuvayı Milliye’ye karşı Kuvayı-İnzibatiye isimli bir
Hilafet ordusu ile Osmanlı’nın başkenti olarak İstanbul ve çevresini egemen
olarak, Kuvay-ı Milliye güçlerinin eski başkent İstanbul’u ele geçirmelerini
önlemeye çalışmışlardır. Halifelik kurumu, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in
ölümünden sonra elçi yetkileriyle göreve gelerek peygamberin yaptıkları ve
söyledikleri doğrultusunda halk kitlelerine önderlik yapan kişilere çalışma
düzeni sağlayan bir yapılanma olarak, Osmanlı devletinin son aşamasında
tartışma konusu yapılarak ortadan kaldırılmıştır. Orta çağ uzantısı olan din
egemenliği arayışı içinde olan Hilafetçiler, dinin sağladığı eski ortamı hedefleyerek
halk egemenliği ve cumhuriyet yönetimi ilkelerine karşı çıkarlarken, gene
eskisi gibi içinden geldikleri Orta çağ uygarlığını aramışlar ve bu doğrultuda
yapılan çalışmalar ile de Hilafet rejimini canlandırmak istemişlerdir.
Bugünün
dünyasında Orta çağ benzeri rejimler kurmak ya da yaşatmak mümkün olmadığı için
peygamber Hz. Muhammed benzeri bir yönetim düzeni günümüzde kurulamamaktadır.
Orta çağ da peygamber aynı zamanda Halife konumunda olduğu için her iki misyonu
da birlikte götürüyordu. Yönetim tam olarak tekelde toplanınca Peygamber kendinden
sonra yerine geçerek Halife olacak adayları belirleyerek, kendinden sonra
devamlılık sağlayacak Halifeler düzenini kendisi kurmuştur. Halife olacaklar
temsilcilerin seçimi ile tamamlanacak bir süreç sonucunda seçilerek
belirlenmişlerdir. Hz. Muhammed din ve dünya işlerini bir arada yürüten bir
devlet başkanı konumunda olduğu için onun zamanında peygamberin tekelinde
toplanan gücün kendisini takiben göreve gelen Halife’ye aktarılması benimsenmiştir.
Peygamberin ölümünden sonra halifelik mücadeleleri çok sert geçmiş ve kanlı
olaylar birbiri ardı sıra gündeme geldikçe, İslam tarihi hak ve hukuk
çizgisinin çok ötesindeki gelişmeler aracılığı ile kanlı ve çatışmacı bir
çizgide ilerleme olmayınca, din adına barış sağlamak giderek zorlaşmış ve
sonraki yıllarda siyasal bölünmeler bu çizgide devam ederek yeni grupların ve
Halife adaylarının öne çıkmasına yol açmıştır. Bu durumun sonucunda da yeni
yeni tarikatlar ve cemaatler birbirini izleyerek din dünyasında istikrarsızlık
ortamı yaratmışlardır. Kimin Halife olacağı meselesi yüzünden başlayan
çekişmeler daha sonraki aşamalarda kimin cemaatleri yöneteceği noktasına geldiğinde, Halifelik sisteminin
tek başına barış düzeni açısından yetersiz kaldığı ve bu nedenle bütün İslam toplumlarından
gelecek katılımlarla, dinsel örgütlenmenin ötesinde kalıcı bir devlet düzeninin
varlığının zorunluluğu bir kez daha doğrulanmıştır. Osmanlı döneminde de
yaşanan olaylar ve benzeri siyasal gelişmeler sadece Halifelik düzeni ile bir devlet
düzeni kurabilmenin mümkün olamadığını ortaya koymuştur. Dini otoriteler
aracılığı ile çağdaş bir kamu düzeninin kurulamadığı bir gerçeklik olarak öne çıkınca,
o zaman Halifelik ile normal devlet düzeni birlikteliği Endülüs, Emevi, Abbasi,
Memlük ve Osmanlı devletleriyle tarih boyunca denenmiştir. Savaşlar aracılığı
ile Memluk devletinden Osmanlı devletine geçen Halifelik son üç yüz yıl
Osmanlıların elinde kalmıştır. İslam devletleri uzunca bir süre halifelik
rejimleriyle yönetilmiş ve bu doğrultuda Halifelik mücadeleleri verilmiştir. İmparatorluk
peşinde koşan İslam devletleri her zaman için birkaç Müslüman devleti kendi
hegemonyası altına alabilme doğrultusunda halifelik düzeni kurarak ve kendilerini
merkezi güç olarak ilan ederek daha büyük İslam devletleri oluşturmaya çalışmışlardır.
Atatürk’ün ağzından çıkan sözlerin tespit
edilmesiyle ortaya konan vasiyetname benzeri bir metin ölçü olarak ele alındığında,
Saltanatın geride kalmasını tartışmayan Atatürk’ün, hilafeti geleceğe dönük bir
tartışma konusu yapması ve bu sorunun çözümünde artık bir halifenin temsil
edeceği bir Hilafet rejimi ile değil, tüm Müslüman ülkelerin birer temsilci ile
yer alacağı bir katılımcı düzen çerçevesinde, yeni bir örgütlenme modeli
gündeme getirilmektedir. Atatürk’e göre her toplumun ya da devletin birbirinden
alabileceği farklı ihtiyaçları vardır. Bu durumda bağımsız İslam devletlerinin
temsilcileri bir araya gelerek kongreler yapabilirler ya da bir Hilafet Konseyi
adı altında örgütlenerek ortak gereksinmelerin karşılanması çizgisinde
yapmaları gereken girişimlerde bulunabilirler. Ayrıca böyle bir konseyin
kurulamadığı durumlarda da İslam devletleri bir Hilafet Federasyonu ya da
benzeri bir konfederasyon çatısı altında bir araya gelerek, geçmişteki
Halifelik kurumunun kaldırılmasından doğan boşluğun karşılanmasını
sağlayabilirler. İslam devletleri arasında geliştirilen ortak ilişkilerin
korunması ve başlatılan ilişkilerin var olan koşullara uygun birlikte hareketi
sağlamak üzere, bütün İslam devletlerinin eşit ve ortak katılımı ile bir
meclisin kurulabileceği gene Atatürk tarafından dile getirildiği söylenmektedir.
Atatürk’ün ağzından bir bütünlük içinde dile getirildiği belirtilen bu sözlerin
gelecekte Birleşik İslam Devleti gibi bir siyasal yapılanmayı öne
çıkarabileceği ve bu katılımcı İslam Meclisinin başına Halife unvanı verilen
konumda birisinin seçilebileceği gene o metin içinde belirtilebilecektir. Aksi
takdirde herhangi bir İslam devletinin, bir kimseye, bütün İslam dünyasının
işlerini yönetme ve yürütme yetkileri vermesinin akıl ve mantığa hiçbir zaman
uygun gelemeyeceği, gene Atatürk tarafından hazırlanan büyük söylev de yer almıştır.
(Atatürk – NUTUK, Orhan Selim, s.532-533)
1938
yılının 6 Eylül günü Beyoğlu 6.Noteri İsmail Kunter’in Dolmabahçe sarayına çağrıldığı
ve Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın huzurunda vasiyetnamede değişikliği yapıldığı gene
aynı kaynaklar tarafından öne sürülmüştür. Ayrıca, Atatürk’ün na’şının Anıtkabir’e
taşındığı aşamada Atatürk ile ilgili olarak bir genel durum
değerlendirilmesinin gündeme geldiği ama dönemin başbakanı Adnan Menderes’in
arkasındaki İslam cemaatlerinden çekindiği için, böyle bir adım atılmasına uzak
durduğu gene aynı kaynaklar üzerinden tartışılmıştır. Büyük Söylev de Hilafet
ile ilgili yazılan satırlarda, Hilafet rejiminin yeniden canlandırılmasına
dönük bazı cümlelere de rastlanmaktadır. Söylevin çeşitli kısımlarında
Atatürk’ün cümlelerinde Halifelik kurumunun gelecekteki durumuna dikkat
çekildiği öne sürülmektedir. Ayrıca Atatürk Cumhuriyeti ile ilgili her şeyin
elden geçirildiği bir dönem olan 12 Eylül , askeri rejimi sırasında, var olduğu
ileri sürülen Atatürk’ün vasiyetinin
resmen açıklanmaması konusunun da açıklığa kavuşturulması ile ilgili davalar açılmış ama Türk yargısı bu
konuda çekingen davranarak, kamuoyu önünde devletin kurucu önderinin mirasçılarına
bırakmış olduğu cumhuriyet devleti ile ilgili laiklik rejimi ve dini yapılanma konularında
var olan sorunların ortada kalmasına yol açılmıştır. Adnan Menderes ve Kenan
Evren dönemlerinde ele geçirilen fırsatların değerlendirilmesinden kaçınıldığı
bir süreç içinde bugün gelinen yeni aşamada gene Atatürk’ün gizli kalan
vasiyeti gündeme getirilmekte ve büyük şehirlerde Türkiye’nin yakın geleceği
ile ilgili senaryolar tartışılırken, bu vasiyetnamede var olduğu öne sürülen
Hilafet Federasyonu ya da konseyi gibi dinci yapılanmalar, Atatürk’ün
vasiyetnamesi üzerinden öne çıkarılmaktadır. Devletin kurucu önderinin kendi
ulusuna bırakmış olduğu mirasının bütün yönleriyle ele alınarak açıklığa kavuşturulması,
ya da bugüne kadar saklanan böylesine bir vasiyetname üzerinden geleceğin yeni
siyasal yapılanmasının beraberinde gündeme getirdiği yeni siyasal koşulların Türk
ulusunun önünde ele alınarak tartışılması gerektiği, her geçen gün karşı
karşıya kalınan olumsuz olaylar ile bir kez daha doğrulanmaktadır. Türk
devletinin kurucusunun iradesine sansür koymak ya da bu çizgide baskı uygulamak
gibi hareket tarzlarının gizlilikler senaryosuna destek olduğu açıktır. Türk
devletini yönetmek şansını elde eden siyasal iktidarların şimdiye kadar gizli
kalmış gerçeklerin açıklığa kavuşturulmasından uzak durulması, bugünün
koşullarında ancak emperyalist devletlerin Türkiye ile ilgili gizli işgal
senaryolarını sürdürmelerine katkı sağlamaktadır.
Küreselleşme
sürecinde öne çıkan Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Güney Asya gibi Müslümanların çoğunlukta
olduğu bölgelerde yeni siyasal
yapılanmalara gidildiği, bunların bir kısmının dışarıdan finanse edilen terör ve benzeri anarşi olayları ile birlikte,
bu gibi hukuk dışı ve suç gelişmelerine karşı komşu devletlerin bir araya
gelerek dışarıdan gelen emperyalist saldırı ve işgal girişimlerine karşı
işbirliği yaparak kazanılmış haklar doğrultusunda dayanışmaya gittikleri ve bazen
da daha ileriye giderek bölgesel birlikler kurmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu
gibi gelişmelerin içinde İslam devletleri de tıpkı diğer ülkeler gibi hareket
ederek ya komşu dayanışmasına ya da bölgesel birliklere yönelmektedirler. Hristiyan
devletler Avrupa Birliği gibi kıtasal birlikteliklere yönelirken, Papalık
çatısı altında bir araya gelmeleri gibi Müslüman devletler de Kuzey Afrika,
Orta Doğu, Orta Asya ve Güney Asya bölgelerinde İslam dayanışması doğrultusunda
bölgesel birliklere yönelmektedirler. Ne var ki, dünyanın ortası olarak kabul
edilen merkezi coğrafya da üç büyük din iki bin yıl önceden gelen var olma
senaryoları doğrultusunda hareket ederek, bugünlere geldiği için, dinler arası
çekişmeler günümüzde devam ederek geleceğin yeniden yapılanmasında etkin
olmaktadırlar. En son olarak Ukrayna savaşı ile ilgili gelişmelerin orta dünya
da yokmuş gibi görünün bir Musevi yapılanmasının, Müslüman ve Hristiyan
yapılanmasıyla boy ölçüşecek kadar güçlü olduğunu öne çıkarmıştır. Atatürk bu
durumu yakından izlediği için, kutsal topraklar üzerinde yabancıların saldırı
ve işgalci girişimlerine izin verilmeyeceğini Bombay Chronicle isimli gazetenin
27.71937 tarihli nüshasında dile getirmiştir. Eski Osmanlı topraklarının Hristiyan
emperyalizmi ile Musevi Siyonizmine alet olmayacağını Atatürk bu demecinde
açıkça dile getirmiştir. Avrupa ülkelerinin Orta Doğu bölgesinde emperyalist
senaryolara girişmesine önlemek üzere Atatürk gerekirse, bölge devletlerinin iş
birliği yaparak bir bölgesel birlik çatısı altında birleşebileceklerini ifade etmiştir.
Atatürk’ün bu sözleri de Halifelik kurumunun birleştiriciliğinde merkezi
coğrafyadaki Müslüman ülkelerin ortak bir çatı altında toplanabileceklerini
aynı doğrultuda desteklemektedir.
Atatürk
büyük söylevinde yaptığı açıklamalar sırasında İran ve Afganistan gibi Müslüman
devletlerin Halifenin yönetim yetkisini tanıma konusunu gündeme getirerek, bir Hristiyan
birlik olan Avrupa’nın her türlü emperyalist saldırısına karşı merkezi bölge devletlerinin
kardeşçe bir araya gelerek karşı çıkabileceklerini ve direnerek
örgütlenebileceklerini dile getirirken, antiemperyalist tutumunu açıkça ortaya
koymuştur. Atatürk bu gibi görüşlerini sıralarken, İngiliz tarihçi Wells’in
dünya tarihi isimli kitabını öne çıkarmakta ve gelecekte bir dünya devleti
kurulabileceğini, bu kitaba dayanarak dile getirmektedir. Dünyanın merkezi bir
organizasyon tarafından yönetilmesinin bazı yararları olabileceğini, dünya
çapında bir barış düzeni gerçekleştirebilmek üzere tek ve bütün bir dünya, devletinin kuruluşunun yararlı olabileceğini de ifade eden Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucu önderi, geleceğin dünyası ile ilgili düşüncelerini öne sürerken, tarih
boyunca devam edip gelen dinler arası savaşlara bir son verilmesi ve bu
doğrultuda da tüm insanlığı bir araya getirecek yeni bir ortak dünya dinine gereksinme olduğuna işaret etmiştir. Dünyaya yayılmış olan bütün
dinlerin ötesine giderek yeni bir dünya dini üzerinde bir araya gelmenin, dünya
barışına katkı sağlayacağını görerek yeni bir barış düzeni oluşturabilmenin
arayışı içine girmiştir. Atatürk aynı kaynaktaki görüşlerini sürdürürken katı
ve bağnaz bir hilafetçiliğe karşı çıkmakta ve belirli bölgelerde emperyalizme
yönelen bir Pan-İslamizm akımının doğru olmadığını söyleyerek, bu akıma karşı
açıkça tavır koymuştur. Üç büyük kıtaya yayılmış olan İslam dininin yeniden
yapılanması sırasında, Müslüman halk kitlelerine baskı yapılmaması ve hepsinin
serbest bırakılması sayesinde tüm İslam toplumlarının kendiliğinden bir araya gelerek,
dönemin koşullarına uygun uzlaşma ve birleşme noktaları bulabileceğini gene
Atatürk açıkça dile getirerek, geleceğe yönelik bir biçimde Türk ulusuna yön
göstermektedir . Her devletin ve toplumun birbirinden alacağı ihtiyaçları
dikkate alınırsa eski bir kurum olan Hilafete yeniden yönelmeden, çağın gerekleri
doğrultusunda bazı yeni uzlaşma ve birleşme yöntemleri geliştirilebilecektir.
(Atatürk’ün açıklanmayan vasiyeti ve Hilafet- Celal Tahir,
Turquie Diplomatik, Ekim 2012 )
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder