KEMALİST TÜRKÇÜLÜK
Türkiye
Cumhuriyeti kurucu önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden giderken,
izlenen yol ve yöntem siyasal alanda her zaman için tartışma konusu olmuştur. Bu
doğrultuda birbirinden çok farklı görüşler öne sürülerek ciddi bir kafa
karışıklığı yaratılmıştır. Türk milleti kurucu önderi Atatürk’e bağlılığını
korumak ve bu doğrultuda geleceğe yönelik tutarlı ve istikrarlı bir yol izlemek
konusunda, geçmişten geleceğe yönelik bir biçimde ortaya çıkan Kemalist
çizginin, değişen dünya koşulları çerçevesinde ele alınarak uygulamaya
geçirilmesi konusunda, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türk milleti önemli
zorluklar ve sorunlarla boğuşmak zorunda kalmaktadır. En başta Atatürk düşmanları
ve daha sonraki kategoride de emperyalist ve işbirlikçi güç merkezleri, Atatürk
ve onun düşünce sistemi üzerinde kasıtlı olarak karışıklık yaratarak, dünyanın
merkezinde yer alan bir güçlü ülke olarak Türkiye’yi ortadan kaldırmak için kaotik
bir ortama kasıtlı olarak sürüklemektedirler. Böylece, Türk devletinin karışıklık
ortamından çıkarak toparlanmasına fırsat vermeden, yıkılmasına giden yolların
önünü açmak istemektedirler. Kurulduğu günden bu yana Türkiye Cumhuriyeti iki
ara bir derede böylesine sıkışık bir durumda tutularak, merkezi coğrafyanın en güçlü
devleti olmasına izin verilmemiştir. Böylesine bir engelleme düzeni altında
istediği gibi toparlanamayan Türk devleti, günümüzde bu çıkmazdan kurtulabilmenin yoğun çabası
içine girerek ve mücadele dozunu her geçen gün yükselterek, dünyanın önde gelen
ülkelerinden birisi olabilmek için uğraşmaktadır.
Türk
devleti, Birinci dünya savaşı sonrasında kurulmuş olan bir ulus devlettir.
Yüzyıllarca insanlık tarihi boyunca birçok devlet kurmuş ve bunları imparatorluklara
dönüştürmesini bilen bir ulusal topluluk olarak Türkler, ilk kez modern anlamda
bir ulus devlet kurarak çağdaş bir yapılanma üzerinden, Birinci dünya savaşı
sonrasında dünya sahnesine çıkmıştır. Tarih
boyunca Türk asıllı sülaleler ve hanedanların oluşturduğu Türk devletleri, güçlü
krallar ve devlet adamları sayesinde tarihin en uzun süreli imparatorluklarını
kurmuş ve bunlar aracılığı ile de bir yeryüzü hegemonya düzenini uzun süreli
oluşumlar olarak çeşitli dönemler boyunca sürdürmüşlerdir. Türkler ilk önce
Asya kıtasının ortalarında görülmeye başlamışlar, daha sonraları ise göçler
üzerinden batıya doğru yol alarak Pasifik okyanusu ile Atlantik okyanusu
arasındaki üç kıtada devletler kurarak ve bunları zaman içerisinde
imparatorluklara dönüştürerek, tarih boyunca yeryüzünde sağlam bir hegemonya
düzeni oluşturmaya çalışmışlardır. Birbirini izleyen savaşlar Türk devletlerini
değiştirirken, sonraki aşamada ulus devletler çağına girilirken, üç kıtanın
ortasındaki merkezi yarımada olarak Anadolu toprakları, Türklerin merkezi
anavatanı olarak kabul edilmiş ve bu yarımada üzerinde Türk milletinin ulusal
egemenliğine dayanan güçlü bir Türk ulus devleti kurulmuştur.
Merkezi
topraklar üzerinde bir Türk devleti, Türklerin anavatanı olarak kabul edilen
Anadolu yarım adasının üzerinde kurulurken, Asya ve Avrupa kıtaları arasında
kalan önemli bir jeopolitik konum belirlenmiş ve böylece iki önemli kıta
üzerinde bir köprü konumunda yer alan Anadolu yarımadasının etrafını çevreleyen
bölgeler, kıtalar arasında merkezi bir yapılanmanın tamamlayıcı unsurları olmuştur.
Böylesine bir devlet kurulurken Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarından gelen
göçlerin ortaya çıkardığı insan malzemesi, yeni devletin toplumsal yapısının
oluşturulmasında esas alınmıştır. Osmanlı devleti geri çekilirken önce Afrika,
sonra Asya ve de Avrupa kıtalarından gelen göçler üzerinden yeni bir ulus
devlet kurulmaya çalışılmıştır. Balkan savaşları Balkanlar bölgesini
boşaltırken batılı emperyal devletlerin
üç kıtadaki Osmanlı topraklarını işgal etmeleri yüzünden, Avrupa’dan gelen
göçler Anadolu’nun batı bölgelerine, Asya’dan gelen göçler ise Doğu Anadolu’da yeni kurulan yerleşim
merkezlerine, Afrika ve Orta Doğu ‘dan gelenler Anadolu’nun güney bölgelerine
gelerek yerleşmişler ve böylece yüzyıllarca Türklere yurt olarak ülke unsurunu oluşturan topraklardaki Türk toplulukları, bu
coğrafyanın tam ortalarındaki Anadolu yarımadasını milli anavatan kabul ederek,
cihan savaşı sonrasında bu yarımada üzerinde
tam bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu için verilen ulusal
kurtuluş savaşında yer almışlardır.
Dünya savaşı sırasında emperyalist saldırılar yüzünden kendi ülkelerindeki
düzeni bozulan merkezi coğrafya ahalisi, daha sonraki aşamada Anadolu’ya gelip
yerleşerek çağdaş bir cumhuriyet devleti kurulabilmesi için ulusal bir mücadele
vermişlerdir. Bu aşamada hem göçler hem de savaşlar aracılığı ile Avrupa ve
Asya’dan gelen Türk toplulukları ve diğer gruplar elbirliği ile mücadele ederek
merkezi bir devleti kurabilmişlerdir.
Birinci
dünya savaşına giden yolda ilk savaşlar Balkanlar’da yapılmış, sonraki aşamada
Anadolu üzerinden Asya topraklarında savaş sürdürülerek batılı emperyalistlerin
saldırıları önlenmek istenmiştir. Balkan savaşları sonrasında Çanakkale’ye
gelen emperyalistler, buradan Doğu Anadolu’ya giderek bir Ermenistan devleti
kurmaya yöneldikleri aşamada, Balkanlar’dan gelen göçler Türkiye topraklarına
yönelmiş ve bunun sonucunda da Balkanlar ve Çanakkale üzerinden gelişen savaş
cepheleri önce Doğu Anadolu’ya, sonra güney Anadolu’ya ve daha sonra da batı
Anadolu’ya doğru açılarak, orta dünyada Türklerin topluca bir var olma ya da
yok olma kavgasına dönüşmüştür. Balkan savaşı ile başlayan bu toplu savaş
süreci ilk aşamada Balkan savaşları ile öne çıkmış ve daha sonraki aşamalarda
çeşitli cephelerde devam ederek, Batı Anadolu bölgesinde işgalci düşman
birliklerinin Akdeniz’e dökülmesiyle zafer noktasına erişmiştir. Anadolu
üzerindeki Türk devletinin kurucusu olan Atatürk, önce ortaya çıkan savunma
örgütü olarak İttihat Terakki örgütünün içinde yer almış ve daha sonra da
savaşın Asya topraklarına kayması üzerine de Anadolu yarımadasındaki ulusal
kurtuluş savaşının örgütlenmesi olarak Kuvayı Milliye örgütlenmesinin öncüsü ve
başı olmuştur. Mustafa Kemal Makedonyalı
bir aileden gelen bir Osmanlı vatandaşı olarak ülke savunması doğrultusunda,
Balkan savaşlarında ulusal mücadeleye girmiş ve daha sonra da Anadolu
üzerindeki ulusal kurtuluş savaşının hazırlayıcısı olarak, Avrupa
topraklarından Asya topraklarına doğru kayan bir yeniden oluşum sürecinde
Avrupa ve Asya birlikteliğinde gündeme gelen Türk devletinin hem öncüsü hem de
kurucusu olmuştur. Bu nedenle, Atatürk Avrupa’dan gelen Selanik doğumlu
Balkanlı ama Asya’da savaşarak Ankara’da devlet kuran bir Avrasya önderi olarak
da kabul edilebilir. Atatürk bu yönü ile hem Avrupa hem de Asya’nın önde gelen
önderlerinden birisi olarak görülmektedir.
Türkler
ise Asya’da tarih sahnesine çıkan, bu kıtanın her bölgesinde değişik devletler
ve imparatorluklar kuran bir millet olarak, daha sonraki dönemlerde hem Avrupa
hem de Afrika kıtalarının topraklarında da devlet kurarak, insanlık tarihinde
yer alan önemli bir millet topluluğu potansiyeli ile tarihteki yerini almıştır.
İlkçağlardan bu yana Türk tarihi incelendiği zaman Ergenekon oluşumu gibi
mitolojik kaynakların, bir Türklük bilinci yaratılmasında önde gelen bir
yansımalar getirdikleri görülmektedir. Türk tarihinin mitolojik anlatımının ötesinde
konuya tarih bilimi açısından girildiği zaman, Türklerin tarih biliminin önde
gelen aktörleri olduğu göze çarpmaktadır. Tarihte Ergenekon’dan dünya sahnesine
çıkanlar daha sonraki dönemlerde göçler ve akınlar sayesinde birçok bölgelere
dağılarak, birbirinden farklı devletler kurmuşlardır. Türkler, üç kıtada her
dönemde güçlü devletlere sahip olurken, yavaş yavaş batı ya doğru kayarak Orta
ve Kuzey Asya’dan çıktıkları serüvene orta dünya ve merkezi devletler üzerinden
devam edince, ortaya Selçuklu-Osmanlı ve Cumhuriyet çizgisinden gelen bin
yıllık bir siyasal hegemonya düzeni çıkmıştır. Orta Doğu bölgesinde Asya
kökenli Türk toplulukları batıya doğru ilerlerken, orta dünyada öne çıkan
siyasal yapılanmalar zamanla Atatürk’ün kurduğu bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin
doğuşunun önünü açmışlardır.
Atatürk’ün
ortaya koyduğu çağdaş bilim ve siyasal yapılanma merkezi bir devlete
dönüşürken, böylesine bir oluşumun üzerinde yer aldığı Anadolu yarımadasının,
tarih atlaslarında Asya Minör olarak isimlendirilmesi nedeniyle, Asya kökenli
Türk topluluklarının uluslararası konjonktürün sürekli olarak batıya doğru
yönlendirilmesi çizgisinde, büyük Asya kökenli Türk topluluklarının küçük Asya
isimli Anadolu yarımadası üzerinde bir araya gelerek toplanmalarına uygun bir
ortam hazırlamıştır. Türk toplulukları böylesine bir süreç içerisinde Kuzey ve
Orta Asya topraklarında yaşamlarını sürdürürken bu sefer ön Asya topraklarına
doğru göç hareketleri geliştirerek Selçuklular zamanında Orta Doğu, Osmanlılar
döneminde ise Anadolu merkezi üzerinden Yakın Doğu yapılanmalarına
yönelmişlerdir. Orta Doğu ile Yakın Doğu bölgelerinin birlikte ele alınması, aynı
dönemde bir imparatorluk kuracak genişlikte ülke yapılanmalarını öne çıkarınca,
kuzeyden ve doğudan gelen göç hareketleri sayesinde, Türk boyları onuncu
yüzyıldan sonra merkezi alanı yeni yerleşim bölgesi olarak kullanmaya
başlamışlardır. Türk asıllı toplulukların ve kavimlerin ön Asya topraklarına
gelerek yerleşmeleriyle, bu coğrafyanın nüfusu değişmiştir. Bizans döneminden
kalan Hrıstıyan ve Yahudi asıllı topluluklar daha batıya doğru yönelirlerken,
onlardan kalan boş yerlere onuncu yüzyıl sonrasında gelerek ve yerleşerek,
küçük Asya denilen bu merkezi yarımadanın bir Türk ülkesi olmasını
sağlamışlardır. Milattan sonraki ilk bin yılda üç büyük kıtanın çeşitli
bölgelerinde devletler kurarak yaşayan Türk topluluklarının, tam da ikinci bin
yıla girerken yavaş yavaş yerleşik düzene geçtikleri ve bunun sonucunda da
Anadolu nüfusu yüz yıllık bir değişim süreci içinde, Hrıstıyan Bizanslı
çoğunluğundan çıkarak Türk asıllı kavimlerin hegemonyasına doğru bir geçiş
yaşamıştır.
Tarih
kaynakları incelendiği zaman ilk Türk asıllı kavimlerin M.Ö. on binli yıllar
civarında Asya’nın çeşitli bölgelerinde
ortaya çıktığı görülmektedir. Tarih
öncesi dönemlerde ilk görülen Türkçe konuşan bu kavimlere Proto-Türkler adı
verilirken, özellikle Avrupa kıtasında yaşayanlar kastedilmiştir. O dönemin
ilkel koşullarında dünya coğrafyası keşfedilmeye çalışılırken, At sırtındaki
Türk kavimleri üç kıtanın her bölgesinde at koşturarak yeni yurtlar
aramışlardır. Avrupa ve Asya kıtaları arasında göçler uzun yıllar sürerken, Türk
boylarının bir kısmı sürüden koparak geldikleri bölgelere yerleşmişlerdir Bu doğrultuda Hun imparatorluğu ile başlayan
hegemonya yayılışının, sonraki dönemlerde yeni kurulan Türk devletleri ile
devam ettiği ama Türkçe konuşan kavimlerin göçlere devam ederek başka bölgelerde de kendilerine yeni yaşam
düzenleri kurdukları açıktır Pasifik okyanusundan Atlas okyanusuna kadar yayılmış olan büyük kara sahasında Türk
kavimleri gittikleri yerlerde yerleşirken
bazen kabileler ya da kavimler düzeninde yaşamlarını sürdürmüşler bazen
da bulundukları bölgelerdeki devlet yapılanmalarının dayandıkları nüfusların
aradan geçen uzun yıllar sonucunda
uluslaşmaya başlamasıyla, günümüzde
Asya toprakları üstünde yedi Türk asıllı devlet yer alırken, bugünkü Rusya Federasyonunun sınırları içinde
eyaletler halinde varlığını sürdüren ondan fazla Türk siyasal yapılanması devam etmektedir . Bu arada bazı Avrupa ve
Asya ülkelerinde de Türk asıllı kavimler otonom ya da ayrı topluluklar halinde
yaşamlarını mücadele ederek sürdürmektedirler Dünya tarihinin esas
aktörlerinden birisi olan Türk topluluklarının uzantısı olarak bazı Doğu Avrupa
ve Doğu Asya devletleri de Japonya’dan Finlandiya’ya kadar yeryüzü
haritasındaki yerlerini muhafaza etmektedirler. Bugünün koşullarında dünya
düzeni yeniden kurulurken Türklerin, Çin, İran, Hindistan ve Afrika
topraklarında da devlet kurduklarını iyi hatırlamak gerekmektedir. Türk topluluklarının üç kıta alanında göçler
yolu ile yayılmaları gerçeği karşısında, Türklerin anavatanının neresi olduğu
konusu tarih boyunca tartışma konusu olan bir sorun olmuştur. Yeryüzüne bu
kadar yayılan Türk kavimlerinin, Mayalara ve de Kızılderililere kadar
uzanmasıyla birlikte, Amerikan kıtasında da Türk asıllı boyların, yaşam
alanlarını dördüncü kıta olarak Amerika kıtası topraklarına da taşarak
yayıldığı anlaşılmaktadır.
Türkçe
gibi büyük bir dilin yaygınlık kazanmasıyla bu dile bağlı kültürel alt yapılar
ve oluşumlar da beraberinde gündeme gelmiş ve bu gibi sosyal oluşumların
birbirini bütünlemeye başladığı dönemlerde, Türklük olgusunun farklı alanlarda
gündeme gelerek ve diğerlerinden ayrı çizgilerde kimlik kazanarak öne çıktığı
anlaşılmaktadır. Son yıllarda yapılan tarih, coğrafya ve sosyoloji araştırmalarında
Türklük olgusunun bazı bölgelerde doğrudan, bazılarında ise dolaylı yollardan
varlıklarını koruyarak geliştirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Dünyanın
dört bir kıtasına yayılmış olan Türk topluluklarının bazıları uluslaşma içinde,
bazıları devletleşme aşamasında diğerleri ise alt kollar ve gruplar olarak
bulundukları ülkelerin toplumsal yapıları içinde yer alan etnik ya da dinsel
topluluklar olarak, günümüz dünyasında da dağınıklığın çeşitli boyutlarını
yaşamaktadırlar. İşte böylesine bir dağınıklık, kopukluk ve
parçalanmışlık düzensizliğine mahkum edilmek istenen Türklerin giderek
yok olmak gibi bir acı sonla karşılaşmaması için, Türk asıllı toplulukların
temsilcileri yirminci yüzyılın başlarında bir araya gelmişler ve çeşitli
toplantılar yaparak dünyanın geleceğini ve gündeme gelen değişim süreci
içerisinde Türk asıllı toplulukların savaş dönemlerinde ne yapmaları gerektiği
konularında, görüşmeler ve toplantılar yaparak Türkler için güvenli bir gelecek
kurmak üzere yola çıkmışlardır. Türk topluluklarının sayıca en fazla yer aldığı
topraklar Asya’nın kuzeyinde yer alan Rusya bölgeleri olduğu için, gelecek
arayışı doğrultusundaki hareketlilik de Asya’nın kuzeyinde yer alan
Tataristan’ın başkenti olan Kazan kentinde ortaya çıkmıştır. Fransız devrimi
ile birlikte Batı Avrupa’da başlayan milliyetçilik cereyanları bütün kıtayı kat
ederek Asya topraklarına geldiğinde, üç çok uluslu doğu imparatorluğunu
parçalamaya başlıyordu. Önce Balkanlar’da Avusturya-Macaristan, daha sonra da
Osmanlı İmparatorluğu milliyetçi saldırılara hedef olarak parçalanırken, Rus
Çarlığı devlet destekli bir terörü halkçılık görünümünde geliştirerek bölünmeyi
önlemeye çalışıyordu.
Rus
Çarlığı parçalanmayı gündeme getiren alt kimlikçiliğe karşı çıkarken, arkadan
gelen ABD destekli Japon savaşına direnemeyerek 1905 yılında çöküyordu. 1917
devrimine kadar 12 yıl devletsiz yaşayan Rusya topraklarında yaşayan çeşitli
etnik gruplar ve alt kimlik sahibi topluluklar, geniş imparatorluk
topraklarında belirledikleri bölgelerde kendi ulus devletlerini kurmak üzere
yola çıkıyorlardı. Hazar döneminden kalan Türk boyları kuzey bölgelerinde
dağınık halde yaşarken, Rus imparatorluğunun tebaası konumunda yaşamlarını
sürdürüyorlardı. Rus devletinin çökmesi üzerine bütün topluluklar kendi
geleceklerini kurtarmak üzere ulusal çizgide örgütlenme çalışmalarına başlarken,
Türk asıllı topluluklar da harekete geçerek görüşmelere başlıyorlar ve bilimsel
toplantılar yaparak, Türklüğün geleceğini yeniden yapılandırmak üzere yola
çıkıyorlardı. Rusya’daki Türk bölgeleri içinde en çok gelişmiş ve zengin olanı
Tataristan olduğu için, bu ülkenin başkenti olarak Kazan şehri, Moskova’daki
Rus egemenliğine karşı Kuzey bölgelerinde yaşayan Türkler aracılığı ile
Türklüğün yeni merkezi olarak öne çıkıyordu. Rusya toprakları içinde yaşayan Türk
asıllı toplulukların geleceği için bütün hazırlıklar ve kararlar Kazan’da
alınırken, bu ülkedeki Tatar asıllı insanların öncülük yaptığı bir Türkçülük
akımı resmen burada başlatılıyordu. Rusya’nın bütün Türk asıllı topluluklarına
ve bölgelerine haber göndererek düzenlenen ilk Türkçülük Kongresi 1905 yılında yapılıyordu. Birinci Türkçülük
kongresini Kırım’ın kuzeyinde yer alan Oka ırmağı içinde yolcu taşıyan küçük
bir vapurda düzenleyen Rusya Türkçüleri, geleceğin ilk resmi Türk devletini
kurmak üzere tarih sahnesine çıkıyorlardı. Kazan doğumlu bir Tataristan
vatandaşı olarak Yusuf Akçura, Rusya’daki Türkçülük akımının hem öncüsü hem de
kurucusu konumunda tarih sahnesinde boy gösteriyordu. Oka ırmağındaki ilk
toplantıdan sonra ikinci ve üçüncü Türkçülük kongreleri Kazan’ın güneyinde yer alan Novgrad kentinde
yapılıyor ve yavaş yavaş Türk topluluklarının temsilcileri bir araya
getiriliyordu. Bu arada Rusya’daki Türkçülük akımını dünyaya taşımak isteyen ilk Türkçüler, Rusya’nın batıya
açılan penceresi konumundaki
St. Petersburg kentinde dördüncü toplantılarını yaparak,
imparatorlukların bittiği ve yerini ulus devletlerin aldığı konusunda fikir
birliğine vararak dağılmışlardır. Türkçülük hareketinin beşinci kongresinin gene bu kentte yapılabilmesi için çalışmalar
sürdürülürken, Rus Çarının
polisi dördüncü Türkçülük kongresine katılarak ülke içinde bir Türk devleti kurmak üzere
harekete geçen bütün Türkçüleri yaka paça yakalayarak sınır dışı etmiştir.
Rusların bugün egemen olduğu kuzey bölgesinde, bin yıl önce bir Türk devleti
olarak bu topraklarda hegemonya düzeni kuran Hazar Türk devletinin uzantısı
olan bazı Türk toplulukları, Hazar döneminden gelen siyasal birikime sahip
çıkan Tataristan devleti aracılığı ile, geleceğin bağımsız Türk devleti arayışı
hareketine katılmışlardır. Rus devleti içinde kurulmak için yola çıkılan yeni
Türk devletinin başka ülkelerde kurulabilmesi için, sınır dışı kovulan
Türkçülük hareketinin öncülerinin bir kısmı Osmanlı devletinin sınırlarından
içeri girerek İstanbul’a gelmiş, bir kısmı da başta İsviçre, Almanya, Avusturya
ve Belçika olmak üzere Avrupa ülkelerine dağılmışlardır.
Rusya’dan
kovulan Türkçülerin Osmanlı ülkesine gönderilen temsilcileri, önce Yusuf Akçura
liderliğinde İstanbul’da Türk derneği adı altında örgütlenmişler ama yeterince
ilgi göremeyince, Türk Yurdu adı altında yeni bir örgüt kurarak hem Osmanlı
ülkesinde hem de Avrupa ülkelerinde temsilcilik açmışlardır. Dünyanın tarafsız
ülkesi olarak İsviçre’nin öne geçtiği bir dönemde Türk Yurdu Cemiyetinin
öncüleri Cenevre ve Lozan kentlerinde şubeler açarak çalışmalarını Avrupa’da
yürütmüşlerdir. Rusya’da başlayan Türkçülük hareketi İsviçre üzerinden Avrupa
ülkelerinde de yayılmaya başladığı aşamada, 1913 yılında beşinci Türkçülük
Kongresi Cenevre kentinde toplanmıştır. Türkçü hareketin öncüleri İsviçre’ye
geldikleri yeni dönemde, burada Orta
Doğu’da bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması için çalışan Asya kökenli
Museviler ile karşılaşmışlardır. İki bin yıl içinde Avrupa’da kurulamayan
Yahudi devletinin Asya topraklarında kurulması için çaba gösteren Musevilerin,
dünyaya dağılmasını önlemek üzere vaad edilmiş topraklar olan Filistin’de,
böyle bir devletin kurulması için 1898 yılında Basel’de toplanan birinci
Siyonist kongre de karar alınmıştır Musevilerin dağınıklığını önlemek üzere
Orta Doğu’da bir devlet kurulması fikri, Rusya’dan kovulmuş olan Türkçüler için
de emsal bir oluşum olarak Türkçülere yön göstermiştir. Bu doğrultuda Türkçü
hareketin önde gelen temsilcileri, Rusya’da yapamadıkları beşinci Türkçülük
kongresini 1913 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde Türk Yurdu Cemiyeti’nin
çatısı altında yapmışlardır. Toplantıya katılan Türkçüler, küçük Asya olarak
Anadolu’nun Türklerin anavatanı olduğunu, bu nedenle yeni Türk devletinin bu
yarımada üzerinde kurulması gerektiğini belirterek, dünyaya dağılmış olan
Türklerin anavatan Anadolu’da kurulacak Türk devleti aracılığı ile bir araya
getirilmesi gerektiğini dile getirmişlerdir. 1905 yılında Kuzey bölgesinin
merkezi olan Kazan’dan yola çıkan Türkçülük hareketi Rusya’dan kovulduktan
sonra İsviçre’ye gelerek ve beşinci kongresini yaparak, ayrıca hareketin
program aşamasını tamamlayarak ikinci adımını da atıyordu. İsviçre’deki beşinci
Türkçülük kongresine Mahmut Esat, Yusuf Kemal, Yusuf Akçura, Şükrü
Saraçoğlu ve Hamdullah Suphi gibi önde
gelen Türkçüler’in de katılmasıyla birlikte hareketin Türkiye bağlantısı gerçekleştiriliyordu.
Türkçülük
hareketinin üçüncü aşaması ise Türkiye’de bir ulusal kurtuluş savaşının
oluşumuna bağlı bulunuyordu. Beş adet Türkçülük kongresinin birbiri ardı sıra
yapılmasıyla birlikte hareketin düşünsel boyutu tamamlanıyor ve iş daha sonra
gündeme gelecek üçüncü aşamadaki eylem dönemini gündeme getiriyordu. Ulusal kurtuluş savaşı için Türkiye’ye gelen
Türkçüler, savaş döneminde daha güçlü bir mücadeleye yönelmek üzere Türk Yurdu
derneğini kapatarak, I918 yılında Türk Ocakları derneğini kurdular. Türk Ocakları
bir yıl içinde yurt düzeyinde örgütlenince, Kuvayı Milliye hareketinin öncüsü
Mustafa Kemal Türk Ocakları şubesi bulunun vilayet merkezlerine giderek antiemperyalist
doğrultuda bağımsızlıkçı konuşmalar yaptı. Atatürk Anadolu topraklarında
emperyalist saldırı ve işgallere karşı çıkarak Türklüğün anavatanını kurtarmaya
çalışıyordu. 1919 yılında Samsun’a çıkış ile başlayan kurtuluş mücadelesi bu çizgide yürütülüyordu. Böylece savaş
öncesi koşullarda hem dışarıda örgütlenen Türkçülük akımı hem de anavatan
içinde örgütlü bir yapılanmaya dönüştürülen Kuvayı Milliye hareketinin birleşerek
ortak bir milli davaya yönelik dayanışma gerçekleştiriliyordu. Osmanlı
devletinin çöküşü sırasında ortaya çıkan İttihat Terakki örgütlenmesinin
yetersiz kalması üzerine, Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında
yeni bir Türk devleti kurulması doğrultusunda siyasal gelişmeler Kuvayı milliye
örgütlenmesine giderken, 1912 yılında kurulan Türk Ocakları bu aşamada devreye
girerek, ulusal kurtuluş savaşının Türkçü bir çizgide yürütülmesini sağlıyordu.
Anadolu’da genişletilen bir halk örgütlenmesi olarak Kuvayı
Milliye mücadelesi, yurt dışında örgütlenerek anavatanda Türk devletini kurmak
üzere gelmiş olan Türkçülük hareketi ile ana hedef doğrultusunda birleşiyordu.
Anadolu’da
yaşayan halk kitlelerinin ulusal kurtuluş örgütü olan Kuvayı Milliye akımının,
silahlı direniş ve savunmaya yöneldiği aşamada Türk Ocakları’da devrede olmuş ve
yurt düzeyinde elbirliği ile aşama aşama ülkenin kurtuluşu örgütlenmiştir. Bir
Balkan insanı olarak Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu kurtuluş savaşının
önderliğine Türk halkının tercihleri ile getirilirken, çökmüş olan Osmanlı
devletinin son kalıntısı olarak silahlı kuvvetler ve yerel yönetimler de bu
milli ittifakın içinde yer alarak destek sağlamaya çalışıyordu. Emperyalizmin
saldırı ve işgallerine karşı Türk dünyasının içinden gelen Türkçülük akımı ile,
Anadolu halkının bağrından çıkan Kuvvacılık hareketi, bir araya gelerek dışa
karşı her yönü ile direnen bir milli ittifakın savaş meydanlarında başarıya
ulaşması için ortak mücadeleye yöneliyorlardı. Türk dünyasının tam ortalarında
yer alan Anadolu yarımadası Türklerin ana vatanı haline gelirken Türkçülük ve
Kuvvacılık bir arada hareket ediyordu. Merkezi topraklarda bir ulus devlet
kurulurken ulusun adının konulmasında Türkçülük hareketi gereken adımları
atıyor, Kuvvacılık ise halkın bağrından kopup gelen bir karşı çıkış insiyatifi
olarak, gerekli olan güç desteklerini anında yetiştiriyordu. Böylesine bir
süreçte iç ve dış insiyatiflerin bir araya getirilerek çok güçlü bir anti
emperyalist halk cephesinin oluşturulmasında iki hareketin ortak önderliğine
getirilen Atatürk’ün çok büyük ağırlığı vardı. Mustafa Kemal hem bir Balkan
Türk’ü olarak hem de Anadolu’daki bağımsızlık arayışının öncüsü olarak hareket
ettiği için, ulusal kurtuluş savaşının başlangıcında Türkçülük ve Kuvvacılık
hareketlerini bir araya getirerek ve bu iki akım arasında sorun çıkmaması için
gerekli her türlü önlemleri alarak birleştirici bir önderlik yapmıştır. Ulusal
kurtuluş savaşında hem düşmanlar ülkeden çıkartılmış hem de Türkçülük akımı
doğrultusunda yepyeni bir ulus devletin kurulması gerçekleştirilmiştir.
Mustafa
Kemal’in önderliğinde bir araya gelen içerideki Kuvayı Milliye hareketi ile
dışarıdaki Türkçülük örgütlenmesinin bir süre parelel gidişten sonra, bir araya
gelinerek bütünleşmesinin işin başında yapılması ile, Asya Minör’deki Avrupa
tipi ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yapılanmasına giden oluşumun
önü açılmıştır. Asya topraklarında böylesine bir başarının elde edilmesinde
Türkçülüğün getirdiği Asya birikimi ile, Balkanlar’da yetişmiş bir Avrupalı
önder olarak Atatürk’ün görmezden gelinemeyecek derece olumlu katkıları
olmuştur. Türk dünyası Asya merkezli olarak varlığını sürdürürken, merkezdeki
anavatan olarak kurtarılmaya çalışılan Anadolu toprakları üzerinde ki Kuvayı
Milliye hareketi, kurtuluş sonrasında yeniden kuruluşta Türkçülük akımı ile
birlikte hareket ederek hem Asya topraklarında hem de Avrupa’nın yanı başında,
Avrupa tipi modern ulus devlet modelini Türkiye Cumhuriyeti adı altında
kurulmasını sağlamıştır. İmparatorlukların tarih sahnesinden çekilmeleri
aşamasında, ulus devletler çağına girilirken, yirmiden fazla ülkeye dağılmış
bir halde varlığını sürdüren Türk dünyası, Atatürk cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte
merkezi boşluğunun ortadan kalkmasını gerçekleştirerek, daha güçlü bir
yapılanma ile yola devam etme şansını elde etmiştir. Bu açıdan yeni dönemde bir
Kemalist Türkçülük oluşumu öne geçebilecektir.
Ulusal kurtuluş savaşı sırasında ve cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili ilk yıllarda Atatürk, Kazan’da Türkçülük için yola çıkan, Rusya ve Kırım’da yeni Türkçülük akımını örgütleyen, daha sonra İstanbul’a gelerek Türk Ocaklarını kuran, Rusya ve İsviçre’deki Türkçülük kongrelerini hazırlayan, önde gelen bir Türkolog olarak Yusuf Akçura’yı baş danışman olarak uzun süre yanında tutmuştur. Meclis kurulurken milletvekili olarak, Ankara üniversitesi ile Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının kuruluşunda uzman olarak ve Türk devletinin ulusal siyasetlerinin belirlenmesinde, Türkçülük birikiminin önde gelen bu temsilcisinden fazlasıyla yararlanmıştır. Bir Balkan Türkü olarak ulusal kurtuluş savaşının başına geçen Atatürk, Anadolu’da bir Türk ulus devleti kurarken, Türkçülüğün en önde gelen temsilcisiyle birlikte çalışarak, sonraki dönemlerde Kuvvacı ve Türkçü akımlar arasında birliktelik sorunu çıkmaması için ortak bir dayanışma içinde olmuştur. Devletin kuruluş yıllarında ve tek parti döneminde her iki akımın birlikteliği devlet otoritesi altında uyumlu bir biçimde devam ettirilerek yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar gelinmiştir. İki dünya savaşı sonrasında demokrasi cephesi genişlerken Yeni Türk devleti de bu cephe içinde yer alarak cumhuriyetin demokrasi ile tamamlanmasına çaba göstermiş ama devleti kuran partinin zaman içinde batıcı lobilerin eline geçmesi yüzünden, Türkçüler ile Kuvvacılar arasında Atatürk’ün oluşturduğu birlik ve beraberlik zaman içinde zorlanarak devre dışı bırakılmıştır. Demokratik rejim ortaya yeni muhalefet partilerini çıkarmış ve Atatürk’ün partisini yönlendiren batıcı çevreler, hem Kuvvacılığın bugünkü uzantısı olarak Kemalizm’e karşı çıkmışlar, hem de Türkçülüğün getirdiği üniter ulus devlet modelinin kaldırılması için ağır baskılar yapmışlardı. Bu tür gelişmelerin demokratik rejim içinde her geçen gün artarak devam etmesi yüzünden, Türkçü hareket bugünün Türkiye’sinde Atatürk’ün partisinin dışında kendine yer aramaktadır. Batı emperyalizminin dış müdahaleleri yüzünden Türkçülük ile Atatürkçülük ayrı düşürülerek farklı çizgilere doğru yönlendirilince, Türk devleti zayıflatılmıştır.
Türklerin
bağımsız merkezi devletini kurmuş olan Atatürk, Türkçülüğü yücelterek en büyük Türkçü
ünvanını kazanmıştır. Böylesine bir gerçekliğe rağmen Türkçülerin farklı bazı
toplumsal merkezlerin etkileriyle Atatürk’ten uzak düşürülmeleri, Türkiye’de
Kemalizm ve Türkçülük tartışmalarıyla gündeme getirilmiş ve Türk devletinin bu
nedenle yaşanan hızlı değişim çağında toparlanarak daha etkin merkezi
çalışmalarda bulunması mümkün olamamıştır. Bir milli devlet çatısı altında
milliyetçilerin bu devleti kuran kurucu önder ve onun ortaya koymuş olduğu
kurucu siyasal sistemin dışında ya da karşısında olmaları, eşyanın doğası
gereği düşünülememesi gerekmektedir Kemalist modelin en önemli ilkesinin
milliyetçilik olduğu unutulmamalıdır. Var olan Türk devletinin çatısı altında
Kemalistler ve milliyetçi Türkçüler her zaman için beraber olmuşlar ama araya
giren emperyal müdahaleler yüzünden, çok partili demokratik oyunlar aracılığı
ile Türk toplumunun bu iki kesiminin Atatürk döneminde olduğu gibi bir araya
gelmeleri bir türlü gerçekleştirilememektedir. Türkiye’nin geleceği için Türk
devletinin kuruluşunun öncesi ve sonrasında yaşanan olaylardan ders alınarak ve
bugünün koşullarında Türkiye’den Türk dünyasına bakarak, Kemalist bir Türkçülük
anlayışı geliştirmek zorunluluğu giderek önem kazanmaktadır. Gerçek anlamda
Atatürkçü olan Türkçüler geleceğin dünyasında Kemalist bir Türkçülük anlayışını
hem Türkiye hem de Türk dünyası için birlikte uygulama alanına getirmelidir.
Türkiye dünyanın merkezi devleti olarak hareket ederken Türkçü ve Atatürkçü
kaynaşmasını yeniden oluşturarak Türk halkının önüne alternatif bir politik
yapılanmayı her türlü emperyal modelin ötesinde koyabilmelidir. Türkçülük
emperyalist olmamak için antiemperyalist yapılanma ile Kemalist olmak
zorundadır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalabilmesi amacıyla Türkiye üzerinden Türk dünyasına
açılan yeni bir çıkış çizgisi yaratılabilecektir. Türkiye ve Türk dünyasının
kucaklaşmasına giden yol ancak bu şekilde açılacaktır Kurucu ideoloji olan
Kemalizm ve Türkçülük kaynaşmasıyla ancak ulusal bir köprü kurulabilecektir.
Bugün
gelinen aşamada artık devletler birbirleriyle çatışma ya da savaşlara girmemek
üzere her türlü barış yolunu denemekte
ve emperyalist merkezlerin bütün kışkırtmalarına ya da komplolarına karşı
çıkarak ve sıcak olaylara karşı mesafeli
davranarak, devlet düzenlerinin korunması doğrultusunda her türlü girişimi örgütleyerek, güvenlik
sorunlarına eskisinden çok daha fazla ölçüde yer vermektedirler. Bugün devletler arası çekişmelerin geride kalmasının
ana nedeni küresel sermaye ve şirketlerin egemen olduğu bir yeni emperyalist
düzenin dışarıdan zorla dayatılmasıdır. Bu
durumda var olan devletlerden yana güçlerin eski siyasal oyunları bir yana
bırakarak devletin yanında ve arkasında dayanışma içinde yer almaları
gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken hem bir Türk devleti hem de bir
Anadolu devleti aynı zaman dilimi içinde kurulmuştur. Anadolu halkının
emperyalist saldırılara karşı var olma mücadelesi ile, Kuvayı milliye
örgütlenmesi bütün kentlerde harekete geçerek Müdafai hukuk cemiyetlerini
devreye sokmuştur. Türk Ocaklarının açılışı ile birlikte, Türkçülük akımı da
gene Anadolu toprakları üzerinde örgütlü bir yapılanmaya dönüşerek, Kuvayı
Milliye örgütleriyle birlikte savaş alanlarında birlikte ve yan yana
emperyalist işgalcilere karşı vatan savunması yapmıştır. Yüz yıl önce
gerçekleştirilen bu kutsal ittifakın mücadelesiyle Türkler Anadolu
topraklarında örgütlenerek ulusal varlıklarını korumuşlardır. Geleceğin
dünyasında Türk devletinin Türk dünyası ile birlikte var olabilmesi için, gene
yüz yıl öncesinde olduğu gibi Türkçüler ile Atatürkçülerin acil gereksinme
vardır.
Türk halkı tarafından Atatürkçülük olarak adlandırılan Mustafa Kemal’in Türklere bırakmış olduğu siyasal miras açısından konu le alındığında, Türkiye’yi var eden kutsal ittifakın gelecek dönemde de ortaya çıkarak, Kemalist çizgide bir Türkçülük akımı ile devlet merkezli yeni bir siyasal yapılanmaya yönelmek durumundadır. Küresel şirketler ulus devletleri yıkarken, var olan devlet yapılarının halk kitlelerinden gelecek ulusal çizgide desteklere her zamandan daha çok gerek bulunmaktadır. Artık Atatürkçüler ve Türkçülerin her türlü dış saldırı ve işgal girişimlerine karşı, Türkiye Cumhuriyeti çizgisinde bir araya gelerek birleşmeleri giderek zorunluluk göstermektedir. Atatürkçüler artık Kemalizm adına darbe senaryolarına karşı çıkarak Türkçü ve milliyetçi kesimlere güven vermesi, kutsal ittifakın oluşumu açısından zorunlu hale gelirken, Türkçülerin de dışarıdan yönlendirilen bazı siyasal dinci akımların etkisi altında kalmaktan uzak durması gerekmektedir. Yüz yıl önce bir araya gelerek emperyalizme karşı zafer elde etmiş olan Kemalist Türkçü ittifakın, günümüzde de öne çıkarak etkili olabilmesi için her iki kesimin birlikte hareket etmesi zorunlu bir duruma gelmiştir. Ayrıca Kemalizm’in sosyalizm ya da komünizm olmadığını Türkçü kesimlere Atatürkçülerin anlatması gerekmektedir. Ancak böylesine bir diyalogun oluşması sonrasında kutsal ittifakın daha etkin bir biçimde devreye girmesi mümkün olabilecektir. Osmanlı döneminden kalma bazı azınlık gruplarının Kemalizm kavramının arkasına gizlenerek batı emperyalizmi ile iş birliği yapması gibi olumsuz oluşumlara, eskisi gibi izin verilmezse o zaman Türkçü -Atatürkçü ittifakının daha güçlü bir biçimde gerçeklik kazanması mümkün olabilecektir. Küresel şirketlerin toplu saldırılarına karşı bütün ulus devletler gibi Türkiye Cumhuriyeti’de harekete geçerek ve devletler arası iş birliği ve dayanışma oluşumlarına öncelik vererek sağlayacağı yeni destekler ile ayakta kalabilecektir. Atatürk’ten Türk ulusuna kalan siyasal miras olarak Kemalizm’in yeniden devreye girmesinde, Türkçü ve Atatürkçü ittifakının eskisinden daha fazla etkin olması ulusalcı güçler tarafından sağlanmalıdır. Kemalist Türkçülük anlayışı sağlanacak diyalog ortamında etkinliğini artırırken, farklı çizgilerde gündeme getirilmekte olan yeni siyaset biçimlerine karşı daha dikkatli bir yol izlenmelidir. Bugünün koşullarında soldaki Kemalistler ile sağ yöndeki Türkçülerin devletin yanında yer alan merkezi güçler olarak, ülkenin geleceğinin güvence altına alınabilmesi için her türlü katkıyı sağlayarak, kalıcı bir barış düzenini birlikte garanti altına almaları kaçınılmaz bir görevdir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder