23 Şubat 2023 Perşembe

TÜRKİYE‘DE YÖN HAREKETİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA  KALESİ

TÜRKİYE‘DE YÖN HAREKETİ

                Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık yaşamı boyunca her alanda farklı görüşler ortaya çıkmış ve bunlar zaman içerisinde düşünce hareketlerine dönüşünce, siyasi ve edebi akımlar ülkenin düşünsel tarihini oluşturmuşlardır. Osmanlı devleti döneminde başlayan düşünce akımları merkezi devletin  yönetiminde ve yönlendirilmesinde etkin olmuşlar ,ayrıca bu doğrultuda öne sürülen fikirler ve yaklaşımlar dünyanın merkezi coğrafyasında siyasal yönlendirmeler ortaya çıkarmışlardır. Orta dünya bölgesinde meydana çıkan düşünce hareketleri çıkardıkları yayınlar aracılığı ile kamuoyu oluşturmaya başladıkları zaman hem bölge devletleri hem de dünyanın önde gelen emperyal güçleri arasında çekişmelere yol açmış ve ayrı ayrı gündeme gelen fikir hareketleri, var olan devletlerin yönetimlerini etkileyerek bölgesel gerginlik ve çatışmalara yol açmışlardır. Bu doğrultuda ülke ve devlet yönetimlerinin yönlenmesinde fikir ve düşünce hareketlerinin ön planda etkileri olduğu görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti dünyanın tam ortasında kurulmuş bir ülke olarak, haritanın ortalarında yer aldığı için, doğu-batı ve kuzey-güney çekişmeleri sürecinde sağa sola çekilmeye çalışılmış ve o dönem var olan iki kutuplu dünyanın doğu-batı bloklaşmasının tam ortalarında yer almıştır. İki kutuplu dünya düzeninin bir ileri iki geri sloganı ile tanınan mehter yürüyüşü, soğuk savaş döneminde Türk diplomasisinin ana ilkesi konumuna gelmiştir. Doğu-batı eksenindeki siyasal çekişmeler daha sonraları kuzey-güney eksenine doğru sürüklenmiş ve dünya haritasının doğu bölgesinde yer alan sosyalist blok dağılana kadar dünya dengelerinde belirleyici olmuştur.

                Dünyanın tam ortalarında  yüz yıllarca egemen olan Osmanlı devleti üç kıta arasında yer alan bölgeyi askeri gücü ile korumaya çalışırken, yön göstergesinin tam ortalarındaki güç merkezi olarak doğu -batı ya da kuzey-güney eksenleri arasında gidip gelerek, ülkesel ve küresel doğrultuda dünya dengelerinin oluşumuna dikkat etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulurken böylesine bir zengin kaynaktan olabildiğince yararlanmaya çalışılmış ve o dönemden alınan dersler ile cumhuriyet rejiminin diplomatik yönetimi kurulmuştur. İmparatorluğun son yıllarında birbiri ardı sıra yaşanan olaylar ve bir çöküş sonrasında gündeme gelen küllerin arasından yeniden doğmak misyonu, genç cumhuriyet rejiminin yönünün belirlenmesinde fazlasıyla etkinlik sağlamıştır. Sürekli değişen koşullar yeni dönemleri gündeme getirirken, merkezi devlet yönetimleri zaman zaman bocalamışlar ama  geçmişten gelen bin yıllık devlet deneyimlerinin katkılarıyla, yönler çatışması ya da yönsüzlük çıkmazı gibi kaotik ortamlardan Türk devletleri uzak durarak, geleceğe dönük yeni yönetimlerini uygulama özgürlüğünü siyaset alanına getirebilmişlerdir. Uluslararası alandaki gelişmeler dünya politikasını etkiledikçe, yeni koşulların ortaya çıkardığı gerginlikler ve çatışmalar dünya politikasında etkin oldukça, her devlet için gündeme gelen yön arayışları dünyanın tam ortasındaki Türk devletini de yakından etkileyerek ,yeni dünya dengelerinin ortaya çıkmasında ağırlık kazanmıştır. Yirminci yüzyılın jeopolitik yapılanmasının ürünü olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti devleti, yirmi birinci yüzyılın koşulları altında yola devam ederken, yeni ortaya çıkan uluslararası konjonktürlerden yararlanmak ve bu doğrultuda dünya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmek durumunda olduğundan, geçen yüzyıldan gelen yön sorunu gelişerek gündemde kalmıştır. Özellikle yirminci yüzyılın ortalarında bir devrim ortamının siyasal alanda doğması üzerine, ülkede bir yön arayışı kendiliğinden öne çıkarak geleceğin dünyasında Türk devletinin yerinin ve de konumunun ne olacağı sorusuna kalıcı yanıtlar aranmıştır. Yarım yüzyılı aşan bir zaman dilimi içinde Sovyetler Birliği sonrası dünyanın içine gireceği konjonktür yeni dönemin jeopolitik yapılanmaları ile birlikte ele alınarak tartışılmaya çalışılmıştır. Bu tartışmalar sonrasında ülkenin yeni yönü ve jeopolitik yönlenmeleri değerlendirilerek bir karara bağlanmıştır.   

                Soğuk savaş döneminin ikinci yarısına girerken Türkiye bir askeri müdahale ile karşılaşarak çağdaş bir anayasaya kavuşma doğrultusunda yeni bir siyasal düzene doğru yol alıyordu. Yirminci yüzyılın başlarında kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti anayasası, yeni dünya düzeni açısından bazı konularda geride kalması yüzünden ülkede yeni bir anayasa gereksinmesi gündeme gelirken yeni ortaya çıkan cumhuriyetçi Türk gençliği zinde güçler olgusunu da beraberinde getiriyordu. Rusya sosyalist sistemin patronu olarak güç kaybetmeye başlayınca, bu savaşın esas tarafı olan Amerika Birleşik Devletleri kurucusu ve baş patronu olduğu NATO örgütü aracılığı ile, Türkiye’ye müdahale etmeye başlamış ve bu yeni durum Türk toplumu üzerinde olumsuz yansımalar yaratmıştır. Yeni yetişen cumhuriyet gençliğinin cumhuriyet rejimine sahip çıkan girişimleri, ülkedeki asker ya da sivil kökenli zinde güçleri harekete geçirerek, değişen ortama daha uygun düşecek bir yeni anayasa ile devlet yapılanması istemeye başladıklarında, ülkeyi soğuk savaş döneminin ikinci yarısına hazır bir duruma getirmek üzere, yeni bir siyasal yöneliş aracılığı ile Türk devletinin yoluna eskisi gibi normal bir çizgide devam edebilmesinin yolu açılmıştır. Ülkede var olan zinde güçlerin devreye girmeleriyle birlikte devletin asker ve sivil bürokratik kadrolarının devreye girmesiyle birlikte, o dönemin koşullarında hissedilen yenilenme gereksinmesi karşılanmaya çalışılmıştır. Yirminci yüzyılın ortalarında Türkiye kendini yenileyerek geleceğin yüzyılının koşullarına uygun bir duruma gelmiştir. İlerleyen zaman yeni dönemleri ortaya çıkarırken, Türkiye değişen koşulları dikkate alarak hareket etme zorunluluğunun gündeme gelmesi nedeniyle, soğuk savaşın ikinci yarısına bir yenilenme adımı ile girmiştir.

                YÖN hareketi, 27 Mayıs sonrasında Türk toplumunun gereksinmesi olan fikri oluşumlar ve bir düşünce akımının karşılanması çizgisinde bir oluşumun somut biçimlenmesiyle, Türkiye’nin gündemine girerek, Kurucu Meclis çalışmaları sırasında YÖN isimli bir derginin yayın hayatına girmesiyle birlikte doğmuştur. Türkiye’nin önde gelen bazı bilim adamları ve yazarların bir araya gelmesiyle birlikte kurulan dergi kısa zamanda büyük tirajlara  ulaşınca, YÖN hareketini destekleyen bir aydın oluşumu ülkenin önde gelen yazarları arasından öne çıkmış ve yeni anayasa ile birlikte devletin yeniden yapılanması sırasında, YÖN dergisi ülkeye istikamet vererek ve soğuk savaş döneminin ikinci yarısında Türkiye’nin yeni koşullarda yönünü belirleyecek ulusal strateji ve politikaları, Türkiye kamuoyu önünde ülkenin okumuş kesimlerine ulaşacak düzeyde yaygınlaştırarak, 27 Mayıs anayasası doğrultusunda Türk devleti ile toplumunu ülkeye yön gösterecek bir düzeye ulaşmasını sağlamıştır. Türkiye’de başarılı bir yayıncılık ile ülkeye hedef gösterecek derecede etkinlik kuran bu dergi ayrıca kendi ismini öne çıkaran bir toplumsal ve siyasal hareketin de öncüsü olmuştur. YÖN dergisi 164 aydının imzaladığı bir YÖN BİLDİRİSİ ile kendisini kamuoyuna tanıtarak, derginin yayın ilkelerini aynı zamanda ulusal bir hareketin de temel direkleri olarak benimsendiğini herkese duyurmuştur. Yayınlanan bildiride, ana fikir olarak Türkiye’nin kalkınmasının ana tezi üzerinde durularak yeni devletçilik akımı açıklanmaya çalışılmış ve bunun da ancak devlet eliyle olabileceği dile getirilmiştir. Bildiri de asıl amacın bu bildirinin toplumun çeşitli kesimleri tarafından tartışılması ve bu tartışmaların sonucunda Türk devleti ile ulusunun doğru yolu bularak, ülke için en yararlı çizginin  doğrultusundaki yönün alınacak kararlar ile belirlenmesi olduğu belirtilmiştir. İlk sayısı 20 Aralık 1961 tarihinde yayınlanan YÖN dergisi Sovyetler Birliği gibi bir büyük devlete dayanan sosyalist sistem ve politikaların dünya ülkelerini etkisi altına aldığı bir dönemde, sosyalist sistem üzerinden gelen devletçi politikaların bütün sosyalist ülkelerde geçerli olmasını sağlama yolunda yayın yapan diğer dergi ve gazeteler gibi, YÖN dergisi de bir haftalık yayın organı olarak böylesine bir mücadeleye giriyordu. Kapitalist sistem şirketlerin tekelleşerek büyümesi doğrultusunda giderek genişlerken sosyalist sistem devlet temelli bir yapılanma olduğu için, kapitalist büyüme senaryolarına karşı var olan dengeleri ve yeni devletçilik akımlarını öne geçirerek koruyarak sürdürmeyi, yeni bir yol olarak gündeme getiriyorlardı. Şirketler devletlerin üzerine yürürken, devletler de o dönemde kendilerini yeni devletçilik akımları ile koruyarak ve güçlenerek yola devam etmek çabasına giriyorlardı.

                YÖN dergisinin ortaya çıkışı o dönemin konjonktürüne uygun bir biçimde gündeme gelirken, iki dünya savaşı sonrasında batı ülkelerinin şirketleri fazlasıyla büyüyerek, dünyayı kontrol altına alma çabaları içine giriyorlardı. Batı sistemi şirketleri sınırsız bir biçimde aşırı desteklerle yönlendirirken, devletler giderek tekelleşen büyük şirketler yüzünden çok zor durumlara sürüklenerek, devletlerin iç bünyelerinde kamu yönetimini bozan ve devletlerin sahip oldukları bütünlüklü yapılanmaları tehlikeye sürükleyen kapitalist saldırılar, sermaye düzeni içinde gündeme getirildikçe, devletler çöküşe doğru sürüklenerek sahip oldukları normal düzenlerini koruyamaz duruma geliyorlardı. Bu durumda eski dengeler ile sosyalist ve kapitalist sistemler arasındaki normal ilişkiler bozulmaya başlıyordu. Bu gibi dengeler ve normal ilişkiler devletlerin giderek zayıflaması ve bu doğrultuda uluslararası sistemin dışına doğru sürüklenmeleri, beraberinde birçok ülkede devletsizlik ortamı yaratmıştır. Siyaset, basın ve medya büyük sermaye tekellerinin elinde kontrol altına alındıkça, ulusal ekonomik düzenler sarsılmaya başlamış ve böylesine bir süreç içinde de ulus devletler varlıklarını koruyamaz ya da yola devam edemez biçimde olumsuz çıkmazlara sürüklenmişlerdir. Kapitalist devletler giderek çok büyük sermaye oluşumlarına sahne olurken, bu gibi dengesiz durumlara düşmemek ya da bu gibi gelişmeleri önceden görerek önleyebilmek amacıyla yeniden devletçilik uygulamalarına yönelen ulus devletler ikinci dünya savaşı sonrası ortamda öne çıkmaya başlamışlardır. Emperyalist şirketlerin saldırganlığını hür dünya görünümlü batı bloku desteklerken, bu tür saldırılara hedef olan ulus devletler yeniden devletçilik uygulamalarına dönmek zorunda kalmışlardır. Yeniden devletçiliğe dönerek kendisini kurtarmak isteyen devletler, yeni devletçilik adı altında kendi kurtuluşlarını sağlayacak bürokratik programlara öncelik vermişlerdir. Yeniden devletçiliğe dönüş aşamalarında yeni devletçilik görüşleri ve programları öne çıkarak, bozulmuş olan eski düzenlerin tekrar oluşturulabilmesi için uğraşılırken bunlardan yararlanabilmenin arayışları gündeme gelmiştir. Yeni devletçilik siyaseti ve programları şirket hegemonyasının önlenebilmesi doğrultusunda ulus devletlerin kendilerini kurtarabilmenin çıkış yolu olarak öne çıkartılmıştır.

                İki dünya savaşı sonrası devletlerin başlattığı yeni devletçilik anlayışı Türkiye’de YÖN dergisi aracılığı ile başlatılmış ve daha sonraki aşamada da bu derginin öncülüğünde YÖN HAREKETİ adıyla yeni bir siyasal akımın öne çıkışı örgütlenmiştir. Dünyanın tam ortasında yer alan Türkiye Cumhuriyetinin böylesine bir siyasal oluşumun dışında kalması mümkün olamayacağı için, uluslararası alandaki bu tür gelişmelerin yansıması olarak önce YÖN dergisi çıkartılmış, daha sonra da YÖN  hareketi aktive edilerek, Türkiye Cumhuriyetinin bütünüyle geleceğini düşünen ve bu doğrultuda  yeni bir yaklaşım sergileyerek , bir anlamda Türk devletinin geleceği için yepyeni bir yön hedefi belirleyen çıkış sergilenerek, YÖN dergisinin düşünsel tabanı oluşturulmaya çalışılmıştır. Türk basınında Kuvayı Milliye döneminden kalma bir geleneğin izleyicisi olarak var olan  Kemalist  kadro, yıllardır yazarak yirmi birinci yüzyıla taşıdıkları Atatürk ilkeleri ve çağdaş cumhuriyetçilik akımının oluşturduğu siyasal birikimin sağladığı olanaklardan yararlanarak , bütün bu gibi geçmişin ürünü olan yaklaşımların bir araya getirildiği yeni bir açılım, YÖN hareketi olarak Türk devleti ve ulusu üzerinde farklı bir biçimde devreye sokularak yeni bir açılım üzerinden yön hareketi ülkenin önde gelen aydınları ve zinde güçlerine aktarılmaya çalışılmıştır. YÖN hareketinin ortaya çıkışında iç ve dış nedenler birbirlerinden farklı bir çizgide etkin olmuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden gelme Türk toplumunun devletçi karakteri yeni dönemeçte de yön gösterici etkinliğini sürdürmüştür. YÖN hareketi bir eğilim olarak, Demokrat Parti yönetimine yönelik iç muhalefet hareketlerinin içinden doğarak, ülkede geleceğe dönük yeni bir yapılanmanın öncüsü olmuştur. Demokrasi, kalkınma ve Kemalizm kavramlarının bir araya getirilmesiyle oluşturulmak istenen yeni sentezci yaklaşım, yeni yön arayışına yönelirken özellikle Türkiye’nin gelişmişlik sorununu Kemalizm çizgisinde devletçilik ile kalkınmacılık bütünleşmesinde aramıştır. Önde gelen yazarların yayınlanan makalelerinde sentez arayışı öne çıkarken devletlerarası rekabet düzeninde, Türkiye’yi yeniden güçlendirecek bir atılımın Kemalist devletçilik ile ulusal kalkınmacılık birlikteliğinde olabileceği gibi genel bir eğilim doğuyordu.

                Yayın hayatına bir bildiri ilanı ile başlayan YÖN dergisi164 bilim adamı ve yazarın imzalarıyla iç ve dış kamuoyuna bildirilirken, derginin dayandığı fikirler ve ilkeler açıkça dile getiriliyor ve bu doğrultuda adımlar atılabilmesi için nasıl bir yol izleneceği de açıklanıyordu. Ülkenin önde gelen bilim adamı düşünür ve yazarları ortak bir yön bulabilmek için yola çıkarlarken, batı emperyalizmine karşı direnen Sovyet sosyalizmi ile Atatürk Kemalizmi arasında kalıyorlardı. Doğu bloku saldırgan batı emperyalizmine karşı  Rusya’da sosyalist bir devlet yapılanmasını örgütlerken, Türkiye’de üç dünya arasında Atatürk’ün devlet modeli ile dünya haritasındaki yerini alan  Atatürk Türkiye’sinin modeli olarak Kemalizm, Sosyalizm ve Kapitalizm modelleri arasında yapılan karşılaştırmalarda, Türkiye’nin devreye girmesiyle birlikte yapılan değerlendirmeler sırasında eski Osmanlı hinterlandı üzerinde sosyalist sisteme sınırdaş bir yeni devlet, Türkiye Cumhuriyeti olarak kuruluyor ve kendisine bir devlet modeli olarak Kemalizm’i benimsiyordu. Bu doğrultuda yayınlanan YÖN bildirisi ülkenin önde gelen aydın ve yazar kadrolarını devreye sokarak, onların sahip olduğu ulusal birikimi gündeme getirmeyi hedefliyordu. Dünya değişirken Türk halkının kendisini bütün özlemlerine kavuşturacak bir yön aramakta olduğu ve bu bildirinin altına imzasını atan ülkenin önde gelen aydınlarının katkılarıyla, yeni bir YÖN belirleme girişiminin benimsenmesi gerektiği açıkça vurgulanarak bildirinin giriş kısmı özetlenmektedir. Türkiye’yi yaratan Atatürk devrimlerinin ana amacı iyi bilinirse o zaman yeni dönem için Türkiye’nin yönünü belirlemenin daha kolay olacağı belirtilmektedir. Batılılaşmanın Atatürk’ün hedefi olduğu bildiride dile getirilirken, aynı zamanda batı blokunun içinden çıkan çağdaş demokrasi anlayışı ve uygulamaları da önemsenerek, diğer bir maddede dile getirilmiştir. Yoksulluğun sosyal adalet politikaları aracılığı ile önlenebileceği ve bu doğrultuda kalkınma politikalarının kesinlikle sosyal adalet anlayışına dayanması gerektiği vurgulanmaktadır. Ekonomik kalkınmanın hızla gerçekleştirilebilmesi için demokrasinin halk kitlelerine ulaştırılması gerektiği dile getirilmektedir.

                Türkiye’nin hızla kalkınabilmesi için özel ve devlet sektörlerinin birlikte çalışmaları ve bunun içinde iki sistemin bir araya getirilerek karma bir ekonomik modelin gündeme getirilmesinin gerekli olduğu, gene aynı bildirinin maddeleri içinde yer almıştır. Yeni kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın bilimsel verilere dayanarak hazırladığı ulusal kalkınma stratejisinde devlete ve topluma yön göstererek, Türk devletinin devletler arası rekabet düzeninde daha güçlü bir biçimde ön sıralardaki yerini alması hedefleniyordu. Ekonomik sektörlerin daha etkin bir çizgide çalışabilmeleri için verimliliği her alanda artıran önlemlere gereksinme olduğunu görerek ve yeni adımların atılması hazırlanarak devreye sokulmuştur. Türkiye’nin planlı bir merkezi ekonomi düzeninde yeni devletçi yaklaşımlar aracılığı ile kalkınma yarışında daha üst düzeylerde yer alması, YÖN hareketinin öne sürerek savunduğu ana ilkelerden birisi olmuştur. İnsanların çok çalışması ve ortaya koydukları emeğin karşılıksız kalmaması hızlı kalkınmanın gerçekleştirilmesi açısından YÖN hareketi açısından savunulmuştur. Planlı bir eğitim seferberliğine girmek Köy Enstitüleriyle başlatılan kırsal alan üretim seferberliğinin sürdürülmesi açısından bildirinin son paragrafında dile getirilerek savunulmuştur. Ülke düzeyinde sendikaların, kooperatiflerin, sivil toplum kuruluşlarının ve meslek kuruluşlarının demokrasiyle bütünleşerek güçlenmeleri, YÖN hareketinin örgütlü halkçılık ve demokratik katılım ilkeleri açısından savunulmuştur. Adil ve eşitlikçi bir ekonomik düzen kurulurken, köklü bir toprak reformunun yapılması YÖN hareketi tarafından sonuna kadar savunulmuştur. Orta tabakalar ve yoksul halk kitlelerinin açlık sınırından kurtulabilmeleri için, kırsal alandaki toprak reformu girişiminin kentlerdeki endüstriyel kalkınmaya paralel bir biçimde yeni devletçilik uygulamaları içinde ele alınmalarının gerekli olması, eşitlikçi ve adil bir ekonomi açısından orta tabakalar tarafından desteklenmeleri gerektiği, önemle bildiri metni içinde yer almaktadır. Türkiye’nin nasıl içine sürüklendiği çıkmazdan kurtulacağına dair açıklamalar, YÖN bildirisi içinde önerilen tutum ve politikaların örgütlü bir biçimde uygulanabilmesine bağlı olduğu, hareketin ana metni olan bildiride belirtilerek kamuoyuna açıklanmıştır. Bugünün dünyası açısından da çok önem taşıyan bir yeni devletçilik anlayışı, dünyaya ve de Türkiye’ye yön vermek üzere bildiri aracılığı ile açıklanıyordu.

                YÖN isimli derginin yayınlanması ile başlayan YÖN HAREKETİ, demokratik düzen içerisinde kendisine bir taban yaratmak ve bu taban üzerinden de geleceğe dönük bir yapılanmayı örgütlü bir biçimde yapabilmek üzere hareketin önde gelen yönetici ve temsilcilerinin bulunduğu örgütler kurarak, demokratik düzen içinde kendisine toplumsal açıdan örgütlenmiş bir yapılanma sağlamaya çalışmıştır. Dergi’nin çıkışından sonraki aşamada örgütlü bir yapılanma arayışı içine giren hareketin öncüleri derginin çıkışı sonrasında Sosyalist Kültür Derneği adı altında dernekleşerek, gelecek için kurumlaşma arayışına girmiştir. Sosyalizm ve Kemalizm arasında bir dergi çıkaran ve daha sonra da dernekleşerek örgütlü bir yapıya kavuşan YÖN hareketi Sosyalist Kültür Derneği oluşumu ile Kemalizm’den daha çok sosyalizme yakın olduğunu ortaya koymuştur. Sosyalist Kültür Derneği’nin kuruluş sırasında açıkladığı bildiride, YÖN bildirisinde ve hareketin programlarında ele alınarak işlenen konulara yakın bir duruş sergilendiği anlaşılmaktadır. Sosyalist Kültür Derneği hareketin sosyalist içeriğini kuruluş sırasında açıklarken, aynı zamanda YÖN hareketinin de bu doğrultuda daha açık bir kimliğe sahip olmasını sağlamıştır. Çıkış noktası olarak Atatürk devrimleri açıklanırken, daha sonraki aşamada da sosyalist bir hareketin esasları ortaya konmuştur. Batılı bir devlet düzenine sahip olmak ana amaç olarak ortaya konurken, bu doğrultuda neler yapılabileceği açıklanmıştır. YÖN HARAKETİ Sosyalist bir dernek kurarken ve batı tipi bir devlet kurmaya öncelik verirken, baştan çelişkili bir görüntü vermiş ama daha sonraki yayınlarında ve toplantılarında, Atatürk ve Kemalizm’i de tartışma alanına çekerek inceleyerek de Türkiye’nin içinde yer alarak sahip bulunduğu jeopolitik dengeler kendiliğinden gündeme gelmiştir. Kemalist Türkiye kapitalist batı ve sosyalist doğu bloku arasında yer alırken YÖN hareketi de Kemalist bir cumhuriyet ile sosyalist bir devlet modeli arasında yer alarak, siyasal tartışmalarda ana sorun olarak her zaman için gündemde yer almıştır.

                Sosyalist Kültür Derneği, sosyalizm kimliği ile kurulurken, YÖN HAREKETİ Kemalist kimliği ile Türkiye Cumhuriyeti’ne yakın durmuş ve böylece bir Sosyalizm ve Kemalizm birlikteliğinin yollarını açmaya çalışmıştır. YÖN bildirisi ile Sosyalist dernek bildirisi birlikte ele alınarak incelendiği aşamada sosyalizmin uluslararası bir düzen olarak ele alındığı, Kemalizm’in de ulusal bir devlet modeli olarak kapitalist batı dünyası ile sosyalist doğu dünyası arasında yer aldığı görülmektedir. Bu açıdan iki farklı kategori içinde bulunan sosyalizm ve Kemalizm birlikteliği, orta dünyada yer alan Türkiye’nin jeopolitik konumuna göre belirlenmeye çalışılırsa, o zaman da sosyalizmi yön olarak belirleyerek Kemalizm üzerinden bu hedefe yönelmek bir seçenek olarak gündeme gelmektedir. İki kavramın birlikte incelenmesi sırasında ya Kemalizm üzerinden Sosyalizme ulaşılacaktır ya da sosyalizm esas kabul edilerek Kemalizm bu duruma göre yeni bir içerik kazanacaktır. Sosyalist sistemin soğuk savaş sonrasında yıkılması, ama bu noktada Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta kalmasıyla üçüncü dünya ülkeleri için ortadan kalkan sosyalist devlet modeli silinirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk modeli bir devlet düzeni olarak devam etmesi ve geleceğe dönük olarak kapitalist devlet modelinin gerçek bir alternatifi haline gelmesiyle, Kemalizm’den sosyalizme geçiş değil ama bu durumun tam aksi yönde sosyalist sistemi çökerken küçük ve orta boy devletler için alternatif devlet düzeni olarak Kemalist modelin giderek büyüyen bir seçenek haline geldiği dile getirilmektedir .Sosyalist sistem varken kurduğu sosyalist dernek ile bu ideolojiye daha yakın duran YÖN HAREKETİ’nin uzantıları, sosyalizm sonrası yeni dünya düzeni aşamasında, şirketçi kapitalizme karşı devletçi bir Kemalizm’i yeni bir alternatif olarak öne sürerken, kapitalist saldırıların çökerttiği  ütopik sosyalizmin, yerini realist bir Kemalizm’in aldığı görülmektedir. Soğuk savaş ve sonrasında gündeme gelen küreselleşme dönemleri dikkate alındığı zaman önce tekelleşen ve daha sonra da küreselleşen batının önde gelen büyük şirketleri saldırgan bir kapitalizme yöneldikçe, üçüncü dünya hareketleri içinde yer alan orta ve küçük boy devletlerin, daha mütevazi bir tavır izleyerek dünya ülkelerine orta tabakaların ve ulusal devletlerin çıkarları yönünde ulusal ve üniter devletleşme yoluna girmiş olan üçüncü dünya devletlerinin, çöken sosyalist sistemin devre dışı kalmasıyla öne geçerek ,geleceğin dünya düzeninde küresel şirketler emperyalizmine karşı, ulus devletler dayanışmasıyla karşı çıkılacağı anlaşılmaktadır.

                YÖN HAREKETİ önce dernekleşerek başladığı toplumsal alan kazanma girişimlerine daha sonraki aşamada ÇALIŞANLAR PARTİSİ adı altında bir siyasal örgüt kurarak devam ettirmeye çalışmıştır. Sosyalist ekonominin gerektirdiği ilkeleri benimseyen YÖN HAREKETİ, en büyük ekonomik değer olarak alınteri ve emeği esas alarak hareket ederken, işçi sınıfına dayanan sosyalistleri taklit etmeyerek, asker ve sivil bürokrasinin desteğini alarak, işçi sınıfı dışında çalışan halk kitlelerinin emeğini ve alınterini  korunması gereken en büyük ekonomik değerler olarak savunmuş ve bu duruş ile de zengin sınıfların aşırı kazanç peşinde koşan sömürgeci haksız sömürülerine karşı, alınteri ve emek ile çalışan halk kitlelerinin emperyalizme karşı  gösterdikleri mücadelenin haklı göstergeleri olarak korunmaları gerektiği, YÖN hareketinin çalışan halk kitlelerine verdiği önem ve öncelik olarak benimsenmiştir. Sosyalist Kültür Derneği  işçi sınıfı  ve emek faktörünü en büyük değer olarak açıklarken, bürokratik ve entelektüel toplum kesimlerinin içinde yer aldıkları orta tabakaların örgütü olarak  YÖN HAREKETİ yalnızca işçi sınıfını esas almamış ama bir halk cumhuriyeti çatısı altında  yaşayan tüm orta sınıfları, çalışan halk kitlelerini ve bürokratik güçleri yanına alan YÖN dergisi, kendisinin önderliğinde dernek ve parti kurarken sosyalizm ideolojisine karşı mesafeli hareket ederek işçi sınıfını ikinci plana atarak, Kemalizm’in ana ilkeleri arasında yer alan ulusal toplum yapısı ile birlikte ulus devlet modelini de koruma altına alarak, Türkiye’nin yeni yönü olarak  ulus devletin güçlendirilmesi ve bu doğrultuda bölgesel ve küresel ilişkilere girerek  küresel emperyalist saldırıların önlenebilmesi için yeni ekonomik politikalar geliştirilmesine öncelik tanınmıştır. YÖN HAREKETİ işçi sınıfı sosyalizmini değil ama bunun yerine çalışan halk kitlelerinin çıkarları üzerinden eşitlikçi bir demokrasiyi Türk toplumunun ulusal çıkarları doğrultusunda savunmuştur. Ülkenin önde gelen aydınları ülkenin önde gelen bürokrat kadrolarının öncü katılımı ile çağdaş uygarlık çizgisine doğru yönelerek, modern dünyanın daha ileri düzeyde örgütlenmelerini YÖN HAREKETİ çizgisinde Türk devleti çatısı altında gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

                Yirmi birinci yüzyıla doğru ilerlerken ortaya çıkan YÖN akımı, Türk solunu fazlasıyla sarstığı gibi aynı zamanda Türkiye’deki yeni siyasal oluşumların ortaya çıkmasında da etkin bir rolü olmuştur. YÖN dergisinin kurucusu ve YÖN hareketinin teorisyeni olarak öne çıkan Doğan Avcıoğlu eski bir planlama uzmanı olarak hazırlamış olduğu “Türkiye’nin düzeni” isimli kitabıyla dünya tarihi içinde Türkler ve Türk devletleri konularını incelemiş ve bu doğrultuda bazı önemli öneriler geliştirerek, kurucusu olduğu YÖN hareketinin istekleri doğrultusunda YÖN’cülüğü bir siyasal ve toplumsal akıma dönüştürmeye çaba göstermiştir. ÇALIŞANLAR PARTİSİ ile birlikte Sosyalist Kültür Derneği oluşumları, YÖN hareketinin Türkiye için yol gösteren bir öncülük girişimleri olarak tarih sahnesinde gündeme gelmişlerdir. Atatürk’ün partisinin varlığını sürdürmesi karşısında Kemalizm kavramı yeterince ele alınarak incelenememiştir. Ne var ki, sosyalist sistemin dağılması üzerine de tüm sosyalist dünyada olduğu gibi Türkiye’de de farklı gelişmeler siyaset sahnesinde gündeme gelmiştir. En son nokta ya da ana hedef olarak bir YÖN tespiti, YÖN dergisinin ana amacı olarak Türkiye’de etkinliğini sürdürürken derginin çıkış aşaması geride kaldıkça, YÖN hareketinde de yön değişiklikleri ile başka konulara ya da ilkelere yönelme gibi çelişkili durumlar gündeme gelmiştir. YÖN dergisinin yayın hayatına girerken ana amacı olan Kemalizm-sosyalizm çekişmesinin bir sonuca bağlanması istendiği gibi yapılamamış ve bu nedenle Türk devleti ve ulusuna yeni bir YÖN tayini konusunda gerekli adımlar tam olarak atılamamıştır. Sol Kemalistler Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından Kemalizm’i Marksizme üstün kılmaya çalışırken sosyalistlerin karşı saldırıları ile karşılaşıyorlardı. Bu nedenle YÖN hareketi istediği gibi bir sosyalizm-Kemalizm karşılaştırması yapamıyordu. Kemalizm milli bir kapitalizm kurma yolunda Türk halkına öncülük yapıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin önümüzdeki yeni dönemdeki ana hedefi olarak da ve YÖN dergisinin aracılığı ile de Türkiye geleceğin dünyasında daha güçlü bir ulus devlet yapılanması doğrultusunda ön plana doğru çıkıyordu. YÖN DERGİSİ Atatürkçülüğü tam bağımsızlık içinde toplumsal devrimler yolu ile çağdaş uygarlığa ulaşmak olarak açıklıyor ve Türk devletini YÖN hareketi aracılığı ile daha derli toplu bir siyasal örgütlenme olarak öne çıkarıyordu.

                Soğuk savaş döneminde komünizm bir suç unsuru olarak tanımlanırken, sosyalizm de bu doğrultuda potansiyel suçluluğun ön adımı olarak görülüyordu. Bu çerçevede sol bir akım olarak öne çıkan YÖN hareketi, sosyalizm yüzünden takibata uğramamak üzere Kemalist kimliğini öne çıkararak ve var olan anayasal düzen çerçevesinde meşruiyet zırhını kullanarak mahkemelerle uğraşmamayı tercih ederken, Türkiye’nin iç dünyasına dönük araştırma ve çalışmalarda Sovyetler Birliği üzerinden açılabilecek davalar ya da sol senaryolar içinde gösterilmek isteniyordu. Sosyalizm ve Kemalizm arasında bir yerde karma görüş ve düşünceler ile davranan YÖN HAREKETİ, bu alanda Türkiye’deki ilk örnek olarak devletçilik uygulamalarının ulusal ve devletçi yönlerini bir bütünsellik içinde bir araya getirerek yirmi birinci yüzyıla doğru giderken, yirminci yüzyılın siyasal birikiminin bir sentezini gündeme getiriyordu. Meşruiyet zemininde Kemalizm’i araç olarak kullanan YÖN HAREKETİ uluslararası alanda sosyalist sistemin çöküşü üzerine, Türkiye’nin geleceği için Kemalizm’i öne çıkararak ve yeni devletçilik uygulamalarını ulusal bir ideoloji ile besleyerek destekleyebilmenin yollarını aramıştır. Yirminci yüzyılın en önemli siyasal olayı olarak Sovyetler Birliğinin çöküşü gerçekleşince, bütün dünya ülkelerinde sol ve sosyalist partiler çökmüş ve siyasal akımlar içinde de sosyalist hareketler önemini ve gücünü yitirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi ideolojisi olarak siyaset sahnesinde yerini alan Kemalizm uzun süre komünizmin panzehiri olarak kabul edilerek, resmi ideoloji görünümü ile Türk devletinin politika sahnesinde denge unsuru olarak kullanılmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında gündeme gelen ara rejimler ve askeri yönetimlerin zaman zaman Kemalizm kavramını dayanak noktası yapmaya yönelmeleri, Türk devletinin kurucu önderi Atatürk’ün belirlemiş olduğu cumhuriyetin temel ilkelerinin, Kemalist sistemin temel düşünsel dayanakları ile içerik ve anlam açısından ortak anlama sahip olması nedeniyledir.

                 Türkiye’de YÖN sorunu çok büyük bir meseledir. Dünyanın merkezi bölgesinin ortalarında bir jeopolitik konuma sahip olması nedeniyle, Türkiye için her zaman doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde bir yön sorunu vardır ve giderek çok kutuplu bir gezegen haline gelen dünyanın harita üzerinde incelenmesi sırasında bu durum bölgenin geleceği açısından ağırlıklı bir biçimde öne çıkmaktadır. Türkiye için ilericiliğin ve gericiliğin ölçüsü emperyalizme karşı çıkmak ya da bu akıma yandaş olmak gibi oluşumlar, Türkiye’nin merkezi konumunun açık bir göstergesidir. Partiler ve siyasal örgütler emperyalizmin konumuna göre yerlerini belirlerken piyonluk, yandaşlık gibi Truva atı olarak da yerlerini ya da konumlarını belirleyebilmektedirler. Siyasal partiler merkezi alana gelen emperyalist ya da Siyonist akımlara göre yerlerini belirlerken aynı zamanda bu tür örgütlere karşı mesafeli bir tutum içine girerek, kendilerini karşıt ya da düşman çizgisinde bir konumda olduklarını ifade ederek daha farklı bir yönde geleceğe dönük siyasal tutum ve davranışlarını açıklayabilirler. Türk siyaseti batı hegemonyasına yakın duran bir çizgide geliştiği sürece, Türkiye batı blokunun bir parçası olarak görülmektedir. Ne var ki, bu durumun tersi bir gelişme batı karşıtlığı çizgisinde orta dünyaya yansıdığı zaman da Türk devletinin doğu-kuzey ve güney çizgisinde konum değiştirdiği görülmektedir. YÖN hareketi 27 Mayıs sonrası dönemde sahneye çıkmış ve 12 Mart ,12 Eylül,28 Şubat gibi askeri dönemlerde YÖN HAREKETİ’nin ara rejimler ve askeri yönetimlerin üzerinde düşünsel çizgide her zaman için ağırlığı olmuştur. Emperyalizme ve siyonizme karşı ulusal çizgide yol izleyen askeri yönetimler batı kapitalizmi ile doğu sosyalizmleri arasında kalırken, son dönemlerde bölgedeki din ağırlığı üzerinden ortaçağın dinci politikaları yeni YÖN olarak batı emperyalizmi üzerinden Türkiye’ye empoze edilmektedir. Laik ve çağdaş bir cumhuriyet kurmak üzere yola çıkan Kuvayı Milliye hareketinin, aradan geçen yüz yıllık zaman dilimi sonrasında başka yönlere kayması ya da dış müdahaleler ile emperyalist yönler doğrultusunda saptırılmasının yüz yıllık bağımsızlık dönemi sonrasında mümkün olmadığı görülmüştür. Türkiye geçmişte yaşanan siyasal gelişmelerden yararlanarak kendi geleceği için ulusal bir yön hareketine yönelirken, geçen yüzyılın son döneminde ortaya çıkmış olan YÖN HAREKETİ’nden yararlanarak, kendi çıkarları çizgisinde sentezci bir yola yönelecektir.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN  

6 Şubat 2023 Pazartesi

TÜRKİYE‘NİN YENİ YÖNÜ MERKEZİ YÜKSELİŞ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ     

TÜRKİYE‘NİN YENİ YÖNÜ 

MERKEZİ YÜKSELİŞ  

                 Dünya uzayda gidip gelen bir yerküre olarak evrenin başından bu yana var olmuş ve her dönemde uzaysal boyutlar doğrultusunda hareket ederek hem biçim değiştirmiş hem de yeni ortaya çıkan uzay yapılanması içinde yerini almıştır. Bazı araştırmacılara göre milyonlarca ama daha farklı ve hassas bilim dalları alanında çalışanlar ise, dünyanın bir uzay gezegeni olarak milyarlarca yıllık bir geçmişe sahip olduğu ileri sürülmektedir. Böylesine bir yapılanma sürecinde denizlerle karalar bir araya gelerek her dönemde farklı yapılanmaları ortaya çıkarmaktadırlar. Doğal çevre koşullarının sürekli değişiklikler göstermesi yüzünden, yeryüzü haritasında yer alan bazı kıtaların zaman zaman yer değiştirdikleri, denizlerin bazen büyüdükleri bazen da küçüldükleri anlaşılmaktadır. Yüzyılların değişimleri sonucunda dünya yerküresi haritalardaki bugünkü görünümünü almıştır. Ne var ki, bugün dünya biliminin en temel kanununun değişim olması ve değişmeyen hiçbir şeyin olmaması ve bunun sonucu olarak değişimlerin de zamanla değişmesi gibi bir doğal yapılanmanın yeryüzü üzerinde geçerli olması nedeniyle, insanlık bugünkü yaşam düzenini anlayabilmek için milyarlarca yıllık kendi tarihine bakmak durumundadır. İnsanlar bugün yaşadıkları ülkelerde nasıl bugünkü durumlarına geldiklerine bakmak zorunda kalmaktadırlar. Tarih, coğrafya ve hukuk gibi sosyal bilimler alanında bir tarihçe yaşanırken, her devrin bir yönetimi olmuş ve bu yönetimlerin de üzerinde hegemonya düzeni kurdukları ülkeleri olmuş ve bu ülkeler de yeryüzünün bazı bölgeleri ya da toprak parçaları üzerinde kendi devlet düzenlerini oluşturarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. İşte bu devlet düzenlerinin üzerinde yer aldığı toprak parçalarının ya da karaların da içinde bulundukları durumları ya da değişimlerini bilimsel açıdan ele alarak inceleyen bilim dalına bugün jeopolitik adı verilmektedir.

                Jeopolitik bilimi denizlerin ve karaların oluşumlarını ve bugünkü durumlarını incelerken aynı zamanda bu karaların ve su kütlelerinin bugünkü durumlarından yola çıkarak onların gelecekteki durumlarını ve alacakları biçimleri yer bilim kuralları doğrultusunda ele alarak incelemektedir. Kıtaların buluşması ya da bölünmeleri dünyanın doğal yapısında meydana gelen değişiklikler ve bunların sonuçları çizgisinde görülmeleri, zaman içerisinde bütün bu gelişmelerin sonrasında önemli ölçüde bilgi depolanması sağlamıştır. İnsanoğlu üzerinde yaşamakta olduğu dünya gezegeninin her yönünü bilgi birikimleri çerçevesinde incelerken, ortaya yeni bilim dalları çıkmış ve elde edilen bilgilerin genel kurallar çerçevesinde incelenerek yeryüzünün geleceği konusunda bir kanaat sahibi olunması, daha çok son yüzyıllarda gündeme gelen önemli gelişmelerdir. Bütün bu alanlardaki son gelişmeler giderek bilgi birikimini artırdıkça, insanlar da bu durumdan yararlanarak üzerinde yaşamakta oldukları gezegenin yakın geleceğini araştırarak yarınını güvence altına alabilmeye çalışmaya başlamışlar ve bu alandaki çalışmaları daha da ilerilere götürerek, uzun dönemli gelecekte de ne gibi köklü değişimlere tanık olabileceklerinin araştırmalarını artırmaktadırlar. Dünya gibi değişken bir gezegenin ve de dünya ile birlikte güneş sisteminin de içinde yer aldığı uzay gerçeğinin tam anlamıyla ne olduğu anlaşılmadıkça, insanlığın gelecek korkusu ya da kuşkusu devam edecek ve insanlık değişim süreçlerinin peşinden giderek var olan dünya ile insanlığın gerçek yüzünü görmeyi başarabilecektir. Bu açıdan yeryüzündeki devlet düzenlerinin doğal çevre koşulları ile bir arada ele alınarak incelenmesi, jeopolitik bilimi sayesinde daha gerçekçi bir biçimde incelenebilmektedir. Her değişim yeryüzünü etkilediği gibi bugünkü yapılanmaların yönlerini de belirlemektedir. İşte bu çerçevede devam eden jeopolitik değişimlerin dünyayı nerelere götürdüğünün öncelikle tespiti gerekmektedir. Böylesine bir belirleme sonrasında işe önce haritadaki ülkelerin dünya haritasındaki jeopolitik konumunu ele alarak başlamakta bilim açısından yarar bulunmaktadır.

                Her devletin hukuk açısından devlet olarak kabul edilebilmesi için önce üzerinde kurulu bulunduğu toprakların hangi kara parçasının ya da hangi kıtanın neresinde yer aldığını belirleyerek jeopolitik bilimi açısından genel bir değerlendirmeyle işe başlamak gerekir. Daha sonra da diğer devletlerin harita üzerindeki konumlarını beraberce ele alarak incelemek, jeopolitik bakış açısı ile gerçekçi bir boyuta ulaşabilir. Bu makalenin konusu olan yön konusunun her açıdan ele alınarak değerlendirilmesi jeopolitik kurallar çizgisinde aydınlığa kavuşturulurken, ülke konumlarının en önemli sorunlarından birisi olan yön sorununa ciddi bir yanıt getirmek zorunluluğu öne çıkacaktır. Harita çalışmaları tamamlanırken, ülkelerin karaların ya da kıtaların neresinde yer aldıkları ve bu durumun büyük harita üzerinde ne anlama geldiği, öncelikle belirlenmek durumundadır. Her ülke konumları ile birlikte kendilerine bir de yön çizmek zorundadır, aksi takdirde tek başına bir karara varmak son derece zor olmaktadır. Her devlet var olabilmek, varlığını korumak ve geleceğe dönük bir biçimde yoluna devam edebilmek için her ülke konumu ile birlikte kendine uygun düşecek bir de yön çizmek zorundadır. Konum ile birlikte yön durumu da dikkate alınırsa, o zaman devletlerin durumu ya da geleceği açısından gerçekçi değerlendirmeler yapabilmek mümkün olabilmektedir. Çağlar birbiri ardı sıra devreye girdikçe, onların öne çıkardığı siyasal ya da tarihsel çizgiler, belirli bir süre sonra bir araya gelerek ülke ve devletlerin durumları ile ilgili kararlar üretilebilmektedir. Sahip olduğu konumunu iyi bilen devletler, gerçek durumlarına uygun düşen yönleri belirleyerek, dünya haritası üzerinde yeni evrensel gelişmelere yön verebilmektedirler. Haritalarda bir değişiklik olmadığı sürece devletlerin jeopolitik konumları da devam edebilmektedir. Doğal koşulların değişimi zorlaması eski jeopolitik dengeleri bozabilir, o nedenle yeni haritaların düzenlenmesi değişimi izlemek açısından her zaman için daha önem kazanabilir.

                Her devletin harita üzerinde yer aldığı bir coğrafya ortamında, devletler sahip oldukları jeopolitik koşullara göre var olurlar ve de varlıklarını geleceğe dönük bir biçimde kendi merkezli jeopolitik stratejilere göre sürdürerek, dünya karaları üzerindeki yeni oluşumlar çerçevesinde dış politikalarını geliştirerek, devletler arası rekabet ve çekişme düzenleri içinde diğer devletlere göre daha avantajlı konumlara gelebilirler. Devletlerin bulundukları coğrafya da kendi çıkarları çizgisinde bir dış politika uygulayabilmeleri hem bulundukları coğrafyanın özelliklerine hem de kendi çıkarları ve kimlikleri doğrultusunda oluşturdukları stratejilerine bağlıdır. Her devlet üzerinde kurulu olduğu toprakların harita üzerindeki konumuna göre, var olan koşulları dayanak noktası seçerek o dönemin koşullarına uygun düşen dünya dengeleri doğrultusunda izleyeceği dış politikaları önceden belirler ve bunları değişen koşulların yeni oluşturduğu durumlara uygun bir biçimde uygulama alanına aktarır. İşte bu aşamada her devletin sahip olduğu jeopolitik konumların tartışma konusu olarak gündeme gelmesi, her devleti yeni bir jeopolitik konuma getirerek rekabet ortamında çekişme ve çatışmaları öne çıkarabilir. İşte her devletin böylesine bir çıkmaz içinde bulunması nedeniyle, devletlerin kendi güç ve kararları ile belirledikleri bir yönü olması gerekmektedir. İnsanlık tarihinin bütün devletleri dünden bugüne doğru gelirken, her devletin bir yönü olması ve bu yön doğrultusunda da gelecekte daha avantajlı bir durumda olabilmesi söz konusudur. Her devlet kendi bulunduğu toprakları çevreleyen tüm bölgelerin oluşturduğu jeopolitik dengeler çizgisinde, varlığını geleceğe doğru korur ve böylesine bir yaklaşımı esas alarak yeni oluşan dengelerde geleceğin dünyasında etkin olabilir ya da yeni politik yaklaşımlar geliştirerek, eskisinden daha güçlü ve ön planda olabilecek konuma kavuşur. Devletler arası çekişmeler rekabet düzenleri içinde istikrarsızlıklar yaratırken, her devlet eskisinden daha iyi ve güçlü bir durumda olabilmek için her türlü olanaklarını gündeme getirerek, bunlar üzerinden geliştirilecek yaklaşımlar aracılığı ile daha iyi ve güçlü bir konumda olabilmenin arayışları içinde mücadelelerini sürdürürler. Daha iyi ve güçlü olabilmenin yolunu gösteren oklar devletlerin yönünü gösterdiği için her devlet çok yönlü politik yollar içinden bir tanesini seçip benimseyerek kendi asıl yönünü belirler. Dünya devletlerine bakıldığı zaman her devletin kendi yönünü belirleyerek ve bu yönde yolunu seçerek bir hedef ile geleceklerini çizmektedirler.

                Hedefi belli olmayan hiçbir gemiye tıpkı rüzgarların yardım yapamaması gibi, yönü belli olmayan devletlere de hem hiçbir siyasal rüzgâr yardım etmez hem de ülkelerin gelecekte üzerinde oturacağı bir yeni bir siyasal düzen kurulamaz. Her devlet bu durumu yakından bildiği için devletler arası mücadelelerde yön sorunu her zaman için ortaya çıkabilir, ya da uluslararası alanda yepyeni açılımlara meydan verebilir. Jeopolitik haritalarda belirli bölgelerde yer almış olan ülkelerin tek boyutlu ya da çok alternatifli konumları onların harita üzerinde yerlerini belirlediği için, bu durumda olan ülkeler kendi gelecekleri için ya tek bir yolda  gidecekler ya da çok boyutlu bir yöneliş açılımı yaparak geleceğe doğru bir arayış içine girebileceklerdir. Ülkelerin konumu bu açıdan bir çıkış noktası olacak ve sonraki aşamada buradan başlayacak yeni politikalar ortaya konarak, devletler arası bu tür çekişmeler anlaşmazlıklar ile savaşlar arasında gidip gelecektir. Böylesine bir yapılanma çerçevesinde, devletler en üst düzeyde kendi çıkarlarını koruyabilmek ve bu doğrultuda hareket ederek uluslararası alanda en önde gelen yerlere gelebilmeyi hak edebilmek için, ana hedef olarak kendi ülkelerinin  yönü doğrultusunda çalışmalarını sürdürmek zorundadırlar. Yön belirlemek bütün devletler açısından çok zor bir durumdur. Her devletin içinde bulundukları durumlar birbirinden çok farklı olduğu için değişik alternatifler arasından seçim yapabilmek ve böylesine bir seçimle belirlenen ülkesel yönü bir toplumda yaşayan her insana ulusal bir çıkış yolu olarak benimsetebilmek, hiçbir zaman her ülkenin başarabileceği bir konu olmamıştır. Yön belirleme konularında devletlerin ve toplumların değişik kesimleri farklı davranarak birbirlerinden çok ayrı çizgileri savunabilmektedir. Çizgiler arasındaki farklılıkların, başka siyasal çizgileri gündeme getirdiği aşamalarda devletlerin bütünlüğü ortadan kalkabilmekte, bölünen devletler tabanını oluşturan halk tabanları birbirlerinden ayrı yöne doğru yönelmiş bir biçimde öne çıkabilmektedirler. Devletlerin esas yönü belirlenirken genel olarak var olan bütün durumlar dikkate alınırlar. Yönünü belirleme konusunda başarılı olan devletlerin zamanla kendi içindeki farklı çizgileri devre dışı bırakarak ve toplumların ortak bir noktada anlaşmalarıyla dışa karşı birlik ve bütünlük çizgisinde tutarlılık sağlayabildikleri görülmektedir.

                Yön konusunun en çok sorun olduğu ülkeler genel anlamda ya orta dünyada yer alan ülkeler ya da birbirinden çok farklı alternatifler oluşturan bölgeler ya da diğer jeopolitik merkezlere eşit mesafede yer alan coğrafyalar olmuştur. Türkiye gibi merkez bölge ülkeleri ile orta dünyanın hemen yanı başında yer alan iç kıta ülkeleri, sahip oldukları konumun değişik yansımaları düzeyinde çok farklı bölgesel oluşumlar içinde yerlerini alabilmektedirler. Bu gibi nedenler birbirinden ayrı bir biçimde öne çıkınca yön sorunu devletlerin ve milletlerin ortak sorunu olarak öne çıkmaktadır. Türk devleti dünyanın önde gelen merkezi konumuna sahip olduğu için merkezi çevreleyen birçok bölgeye açılan kapıları bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bölgeler ve yönler karşılaştırmaları içinde birbirinden çok farklı alternatifler şansını kullanmaya çalışmakta ve üç büyük kıta arasında yer alan orta dünyadan diğer kıtalara doğru açılım yapıldığı zaman on civarında bölgenin damgasını taşımaktadır. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti, Akdeniz, Karadeniz, Ege, Hazar, Kafkasya, Asya, Avrupa, Müslüman, Türk, Balkan tasniflerine dayanan on ayrı bölgenin içinde yer almaktadır. Bu kadar çok bölge ile bağlantı kuran ve kendi kimliğinin yanı sıra diğer bölgelerin nüfus ve kültürleri ile harita yakınlığı içinde bulunan Türk devleti, çok kutuplu dünya sürecinin gelişim aşamasında tek yönlü bir tutum içinde bulunamayacağı için çok kutuplu bir dünya yapılanmasının yansımaları içinde, çok kutupluluk gibi aynı zamanda bir de çok yönlülük oluşumu ile de karşı karşıya bulunmaktadır. Çok kutuplu dünya oluşumu yaygınlık kazanırken, kutup merkezi ülkelerin çevresinde de çok yönlülük çıkmazı içinde bocalayan küçük ve orta boy devletler, konum değişiklikleri ile karşılaşmaktadırlar. Bu aşamadan sonra, yeni kutup merkezi ülkelerin diğer ülkeler üzerindeki çekişmeleri yönlendirmeye başlamalarıyla birlikte, küçük ve orta boy devletler yön rüzgarları karşısında yeni bir çekişme alanı olarak öne çıkmışlardır. İkinci dünya savaşı sonrasında başlayan bu yeni dönemde çok kutupluluktan çok yönlülüğe geçiş aşaması yaşanmıştır. Değişik yönler arasına sıkışıp kalan ulus devletler ciddi bir yön kargaşası, yönsüzlük ve çok yönlülük gibi yön sorunları yaşayarak tehdit altında kalmıştır.

                Dünya savaşları sonrasında yeni bir dünya düzeni kurulurken, her ülke gibi Türkiye devleti de ciddi bir yön sorunu yaşamıştır. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan iki kutuplu dünyada yeryüzü doğu ve batı blokları gibi iki kutuplu bir yapılanmaya doğru yönelirken, Türkiye Cumhuriyeti yeni kurulan diğer devletler ile birlikte, bir Asya devleti olmasına rağmen Avrupa kıtasının yanında durarak hem batı hem de doğulu kimlikleriyle birlikte dünyanın tam orta bölgesinde, ikili bir yapılanmayla yeni yerini almıştır. Orta dünyanın tam ortalarında var olurken, doğu-batı çekişmesi içinde yer almış ve aynı zamanda kuzey ve güney bölgelerinde ortaya çıkan bölgesel çekim rüzgarlarına rağmen, gene de bu tür yeni bölgesel yapılanmalara karşı mesafeli davranarak ve orta dünyanın merkezi ülkesi olarak ve yön konusunda geleneksel tutumunu sürdürerek, birinci dünya savaşı sonrasındaki yeryüzü yapılanması içinde esas yönünü arayarak, ana hedefini belirlemeye çaba göstermiştir. Osmanlı İmparatorluğu merkez devlet olarak varlığını sürdürürken, devletin çeşitli bölgelerinde yeni devletçikler kurulmaya başladığı aşamada, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Karadeniz ve Akdeniz havzalarında yirmi civarında küçük ve orta boy devlet kurulmuş, bunların bir kısmı Asya, diğer kısmı ise Avrupa kıtasında yer almıştır. Parçalanma ilk olarak Balkan yarımadasında başladığı için bu bölgede oluşan küçük devletçikler Avrupa kıtası toprakları üzerinde, Avrupalı devletler olarak kurulmuştur. Başkent İstanbul’un doğusunda ise kurulan yeni devletler Asya devletleri olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Türkiye Trakya bölgesiyle Avrupa kıtası üzerinde yer alırken, küçük Asya adı verilen Anadolu’nun Asya bölgesinde, Türkiye Cumhuriyeti orta boy bir ulus devlet olarak kurulmuştur. Osmanlı devletinin parçalanması üzerine Karadeniz ve Akdeniz havzalarında da ayrı devletler kurulurken, merkezi coğrafya bölünmeye yönlendirilmiştir. Bu doğrultuda dünyanın eski merkezi devletinin toprakları doğu-batı ve kuzey-güney yönleri gibi yeni küçük ve orta boy devletleri oluşturma projesi çerçevesinde, Balkanizasyon yapılanmasının örnekleri olarak dünya haritasının ortalarında yerlerini almışlardır.

                Osmanlı devleti merkezdeki büyük devlet olarak orta dünyanın komşusu konumundaki alanları sınırları içine almış ve Kafkaslar ve Balkanlar arasında kalan merkezi bölgeyi devletin anavatanı olarak korumaya çalışmıştır. Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğunun Birinci dünya savaşları sırasında dağılarak parçalanması üzerine, Osmanlı toprakları doğu-batı ekseni doğrultusunda bölünürken ülkenin kuzey ve güney bölgelerinde de yeni küçük devletler kurulmuştur. Ülkede değişik din mensupları ayrı devletler halinde tarih sahnesine çıkmışlardır. Hristiyanlar Vatikan merkezli Avrupa kıtası ile bütünleşmeye çalışırken, Müslümanlar da kutsal toprakların yer aldığı İslam coğrafyasına yakın bir konumda kendi geleceklerini inşa etmeye yönelmişlerdir. Bu durumda ülkenin merkezi topraklarında esas vatan olarak kabul edilen Anadolu yarımadasının yarısı, Müslüman yarısı da yeni kurulacak küçük devletlerde yer alabilecek biçimde Hristiyan yapılanmalarına yönelmiştir. İşte bu aşamada dünya yeniden kurulurken merkezi alanda hem Avrupa-Asya hem de Hristiyan-Müslüman yapılanmaları ortaya çıkmıştır. Eskiden yön olarak  topluca merkezi alanının var olan bütünlüğü  savunulurken, yeni dönemdeki parçalanmalar yüzünden bütünlük ortadan kalkmış ve bunun sonucu olarak  Doğu Anadolu Asya kıtasına, Batı Anadolu’da Avrupa kıtasına dönük bir yapılanma ile iki ayrı yöne doğru biçimlendirilerek, eskisi gibi tek bir hedef doğrultusunda devletin yönlendirilmesinden uzaklaşılmıştır. Osmanlı devleti kurulu bulunduğu yedi yüz yıllık dönem sürecinde Avrupa ve batıya modernleşme doğrultusunda, doğuya İslami düzenin korunması, kuzey ve güney bölgelerine ise devletin ve orta bölgenin güvenliği gibi birbirinden ayrı farklı ilkelere dayalı bir biçimde, egemenlik düzeni kurmaya çaba göstermiştir. Kozmopolit yapılanması nedeniyle Osmanlı devletinde Hristiyanlar ve aydınlar batıya doğru yönelirken, Müslümanlar İslam dünyasının yer aldığı Asya toprakları üzerinde yer almışlardır. İki dünya ve üç kıta arasında Türk devleti kurulurken gayrimüslimler ve aydınlar batı dünyasını, Müslümanlar ve Asya kökenli topluluklar da Asya kıtasına doğru yönlenmeye çalışıyorlardı. Böylesine bir bölünmeye sürüklenen Osmanlı devleti sonunda çökerek dağılınca, Türkler eski devletin ortalarında orta topraklarında devletsiz kalmışlardır.

                Türkler, çöken imparatorluk düzeninin emperyalist saldırı ve işgallere karşı korunabilmesi için çağdaş uygarlık düzeni ile daha devlet kuruluşunun ilk aşamasında temasa geçmişlerdir. Yeni devletin batı uygarlığına yüzünü dönerek çağdaş uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olmak istendiğini, devletin kurucu önderi Atatürk bizzat birçok toplantıda Avrupa kıtası ile yakınlaşma aracılığı ile çağdaş uygarlık düzeni ile bütünleşme hedefini ısrarlı bir biçimde dile getirmiştir. Ne var ki, Türk devletinin kuruluşuna giden yolda Anadolu’daki Kuvayı Milliye hareketi ile aynı zamanda Kafkasya’da yapılan Doğu Halkları Kongresi ‘ne katılarak yola çıkan genç Türk cumhuriyeti, bir Avrupa-Asya yakınlaşması içinde merkezi topraklarda kurulduğu için, Asya kıtasından gelen doğu birikimini koruyarak, Avrupa kıtası üzerinde gerçekleşmiş olan çağdaş uygarlık düzeni ile de yakınlaşma stratejisini bilinçli bir biçimde uygulama alanına getirerek yeni cumhuriyet devletinin doğu ve batı ya da Avrupa ve Asya kıtaları arasında çağdaş bir sentez düzeni üzerine kurulu olmasını sağlamıştır. Dünyanın her kıtasında veya bölgesinde ülkeler kendi bulundukları konuma göre jeopolitik dengelerini sağlarken, yön sorunu ana problem olarak ortaya çıkmış ve ilgili devletin komşuları ya da güç merkezleri ile oluşturduğu diyalog ortamına göre, kara parçaları üzerinde yaşayan insanların nasıl bir yönelme içinde hareket edecekleri, yeni oluşturulan jeopolitik merkez, yön ve stratejiler doğrultusunda belirlenebilecektir. Her devlet en üst düzeyde bir siyasal örgütlenme olarak hem kendi içinde ülkesi ve toplumu ile uyum içine girerek her türlü jeopolitik kışkırtma senaryolarına karşı ülkesel bütüncül yapılanmayı güvence altına almaya öncelik vermektedir. Kendi iç bütünlüğünü sağlam temeller atarak güvence altına alan devletler, daha sonra dışarıya açılarak sınır ötesi etkinliklerde bulunmakta ve bu aşamada uluslararası ilişkilere yönelerek, ülkede kurulu bulunan devlet düzeninin temel hukuk yapısına dayalı bir biçimde ileriye doğru yeni adımlar atabilmektedirler. Bu doğrultuda her devlet kendisinin merkezinde yer aldığı bir jeopolitik açılımı, uygun gördüğü bir yön çizgisinde gündeme getirerek, bütün dış politikasının aynı yolda yürütülmesini uluslararası alanda yeni bir politik açılım olarak öne çıkarabilir.

                Birkaç bin yıllık bir devlet geçmişine sahip olan Türkler Asya-Avrupa ve Afrika üçgeninde yeni dönem açılımları ile her zaman bir devlet sahibi olmuşlardır. 16 yıldızın parladığı Türk bayrağı üzerindeki işaret, binlerce yıllık geçmişten gelen 16 büyük Türk imparatorluğunun birbiri ardı sıra gündeme gelerek üç kıta üzerinde at koşturdukları bir tarihsel süreci zamanımıza kadar taşımıştır. Osmanlı devleti son Türk imparatorluğu olarak yirminci yüzyıla kadar gelirken, Türkiye Cumhuriyeti de bu süreci yirmi birinci  yüzyılda sürdürerek, geleceğe doğru bağımsız bir Türk hegemonyasının  temellerini atarken, Türk devleti yirminci yüzyılın ortalarında yeni bir durum ile karşı karşıya kalmıştır .Avrupa kıtasına komşu bir konuda Avrupa devletlerinin sahip olduğu çağdaş uygarlığın merkezi olan kıtaya yakın durarak Türkiye Cumhuriyeti  batı uygarlığından yana bir tercih yapmıştır. Atatürk kurucu önder olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yerini batı uygarlığına yakın bir çizgi de belirlemiştir. Ne var ki, Türk devletinin kuruluşuna giden yolda önce Sovyetler Birliği oluşumu bir sosyalist ihtilal aracılığı ile siyasal gündeme gelirken, orta dünyanın merkezinde kurulan yeni Türk devleti Avrupa’nın komşusu gibi hareket ederek bu doğrultuda bir batıcı  yönü öne çıkarmıştır. Türkiye’nin kuzey doğusunda kalan Rusya’da ise, yapılan devrim sonucunda da sosyalist çizgide bir doğu bloku Asya kıtasının kuzeyi ile ortalarında Rus Çarlığının yeni bir dünya düzeni olarak öne çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti bu oluşuma uzak durarak, Asya ülkesi olmasına rağmen doğu blokunun dışında kalmıştır. Merkezi imparatorluk olarak Osmanlı devleti ikiye bölünürken, Türkiye doğu halkları kurultayına temsilciler göndererek batı dışında kalan doğu dünyasına da yakın durmuştur.  Küçük Asya adı verilen Anadolu yarımadası üzerinde kurulurken ve uygulanan uygarlık kriteri Türkiye’yi batıya yakınlaştırırken, Asya toprakları üzerinde kurulu olması ve Asya kıtasının mazlum uluslarının içinde bulunması nedeniyle dünyanın doğu bölgesinde ortaya çıkan doğu halkları kurultayına katılımcı ülke olarak katılmıştır. Türkiye batı ile doğunun kesişme noktasında kurulurken dünyaya egemen olan batı uygarlığı esas alınmış ama Sovyetler Birliği tarafından düzenlenen doğu dünyasının mazlum uluslarının Doğu Halkları Kongresine de katılım ile doğu dünyasına yakın durularak, merkezde bir doğu-batı sentezi oluşturulmuştur.

                Devleti kuran Kuvayı Milliye akımı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu merkezi coğrafyanın tam ortasında gerçekleştirirken, Atatürk kurduğu ulus devlet ile ulus devletlerin tarih sahnesine çıkış yeri olan Avrupa kıtasının yanında yer almıştır. Bu çerçevede batı tipi çağdaş bir ulus devlete doğru yol alırken, Türkiye aynı zamanda yanında yer alan Sovyet devrimine karşı ilgisiz kalmamış, Doğu Halkları kurultayına katılırken Sovyetler Birliğine üye olmamıştır. Ne var ki böylesine bir çelişkiyle daha kuruluş aşamasında karşılaşan Türk devleti, Avrupa kaynaklı ulus devleti kurarken Sovyetler Birliği oluşumunun Asya kıtasına getirmiş olduğu Halkçı Cumhuriyetçilik uygulamasını da devrimin altı oku belirlenirken, cumhuriyetçilik ile birlikte halkçılık ve devrimcilik ayrı ilkeler olarak kabul edilerek, bir doğu-batı sentezi görünümünde ulus devlet çatısı altında halkçı bir cumhuriyet yapısı ortaya çıkartılabilmiştir. Böylece devletin kurucu önderliği kurulduğu merkezi alanı esas alarak, batı yönünde ulus devleti ile doğu yönünde de halkçı bir cumhuriyeti uygulama alanına getirerek, merkez üzerinden milliyetçilik ile halkçılık politikaları birleştirilmeye çalışılmıştır. Böylece kurucu iradenin ortaya koyduğu devlet modeli bir doğu-batı sentezi olarak öne çıkmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar devam dünya konjonktürü doğrultusunda, Türkiye modeli devlet ilk yarının ortaya koymuş olduğu sentezci yaklaşım çerçevesinde sürdürülmüş ama, ikinci dünya savaşı sürecinde Faşizm, Nazizm ve Komünizm gibi akımlar, dünya egemenliği için cihan savaşı yaratmaya çaba göstermişlerdir. Bunun üzerine ikinci dünya savaşı sonrasında eski konjonktür değişmiştir. Bu aşamada Amerika Birleşik Devletleri NATO isimli bir askeri birlik oluşturarak ve Avrupa ülkelerini bu örgütün çatısı altında toplayarak daha sonra Merkezi coğrafyaya gelerek Türkiye’de örgütlenince, Atatürk döneminde oluşturulan doğu batı sentezi ya da ulus devlete dayanan halkçı cumhuriyetçilik anlayışının geride kaldığı, bu nedenle de Türkiye’nin kuruluş yıllarından gelen doğu-batı senteziyle izlediği sentez yönünden uzaklaşması gündeme gelmiştir. Ulus devlet ile halkçı cumhuriyetçilik bir arada uygulanırken Atatürk cumhuriyeti bütün mazlum uluslar ve ulus devletler için örnek bir model olurken, ABD’nin merkeze gelmesiyle ve İsrail’in kurulmasıyla birlikte bu dönem sona ermiştir.

                ABD’nin Orta Doğu’ya gelişi ile birlikte bölgedeki Sovyet dengesi bozulmuş ve Türkiye’nin NATO’ya girişi ile birlikte demokrasiye geçmesi sonrasında hep Avrupa ve Amerika destekli merkez sağ partiler iktidara gelerek egemen olmuşlardır. Çok partili demokrasi batının büyük şirketleri tarafından finanse edilerek desteklenirken, genel seçimlerden sürekli olarak merkez sağ iktidarlar kazançlı çıkmış ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti’ni sağ görüşlü iktidarlar, doğudan ve Asya kıtasından kopararak tam anlamıyla batı blokuna doğru sürüklemişlerdir. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte Türk devleti üzerindeki batı baskıları fazlasıyla artarak ülkeyi uluslararası alanda eski sömürgelerle aynı çizgiye getirmiştir. Batının emperyal devletleri ikinci dünya savaşı sonrasında küresel dünyayı tam olarak batı sömürgeciliği gibi bir siyasal çıkmaza götürürken, Türkiye’de batı destekli sağ iktidarlar devletin yönünü sonuna kadar batıdan yana doğru zorlarlarken, Türkiye Cumhuriyeti bu dönemin sonunda bağımsız kimliğini kaybederek batının eski sömürgeleriyle aynı düzeyde bir orta boy ülke olmaya doğru yönlendirilmiştir. Atatürk döneminde mazlum ulusların önde gelen temsilcisi olarak uluslararası alana çıkmış olan Türk devleti, Amerikan ve NATO yönetimlerinin baskılarıyla, batı emperyalizminin doğu blokunun etkin olduğu Orta Doğu’ya gelerek yerleşmesi sonrasında, bu bölgenin devletleri de yarım yüzyıllık bir soğuk savaş süreci ile birlikte, ABD yönlendirmesiyle, batı blokunun merkezi alanda genişleyerek doğu blokuna karşı hegemonyayı ele geçirmesini gündeme getirmiştir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen ulusal kurtuluş zaferinin getirmiş olduğu doğu-batı sentezi çizgisindeki merkezi yön çizgisinin, yüzyılın ikinci yarısında doğu-batı dengelerinin bozulması, ABD’nin NATO ve İsrail’i de yanına alarak yürüttüğü hegemonya politikalarında Türkiye’nin merkezi bölge olarak kullanılması ile birlikte, batıcılık ve merkez sağ çizgisindeki politikalar, Atatürk cumhuriyetindeki halkçı yaklaşımları devre dışı bırakmış ve ulusal politikalar ile halkçılık uygulamaları Türkiye’de sağcı  hükümet programlarının dışına itilmişlerdir. Bugün yüzde onu zengin yüzde doksanı yoksul bir halk bu yönde emperyal politikalarla yaratılmıştır.

                Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın ilk yarısında yola çıkarken, Sovyetler Birliğinin oluşumu yüzünden gündeme gelen doğu blokunu dikkate alarak, doğu-batı sentezi ile ulus devlet çatısı altında halkçı bir cumhuriyetin uygulamaları dengeli bir biçimde yürütülmüştür. İkinci dünya savaşını ABD kazanınca merkezi coğrafyaya gelerek CENTO ya da SEATO gibi bölgesel güvenlik örgütlenmeleri, NATO’nun uzantısı olarak Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde gündeme gelince, bu bölgelerdeki sosyalist rejimler zamanla Sovyetler Birliğinden uzaklaşarak, yüzyılın ikinci yarısında uluslararası alanlara yöneldikleri aşamada, batı blokunun yanında yer almak durumunda kalmışlardır. Sosyalist sistemin çöküşü üzerine dünya ülkeleri iki kutupluluk düzeninden tek kutuplu düzene geçişi yaşamışlardır. Soğuk savaşın bitmesi üzerine gündeme gelen küreselleşme süreci devam edince, dünya ülkeleri yavaş yavaş batı hegemonyasının altına doğru sürüklenmişlerdir. ABD merkezli batı dünyası giderek yeryüzü karaları üzerinde yaygınlık kazanırken, eski sosyalist ülkelerle birlikte üçüncü dünya ülkelerinin de , küresel politikalara teslim olarak batı merkezli yapılanmaya doğru  yöneldikleri görülmektedir .Bu  aşamada batı merkezli bir dünyada doğu, kuzey ve güney yapılanmaları arkada kalmakta , giderek genişleyen batı dünyasının doğuya, kuzeye ve güneye doğru yeni açılımları öne geçtikçe , devletlerin yönleri büyük çoğunluğun katılmalarıyla hep batı olarak öne geçmektedir .Batı batı diyerek batma noktasına gelen dünya ülkeleri, Avrupa ve Amerika arasında gidip gelerek yeni dönemde kendilerine yeni bir yön ararlarken, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Avustralya gibi yeni  büyük kutup merkezlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, dünya ülkeleri farklı alternatifler karşısında kalmakta ve bunlar arasından bugün bir seçim yaparak, esas yönleri doğrultusunda yollarına devam etmek zorunluluğu altına girmektedirler.

                Küçük ve orta boy devletler yeni büyük devletlerin arkasından giderek kendilerine dünya haritası üzerinde yeni bir yön belirlemeye çalışırlarken, doğu, batı, kuzey ve güney çizgisindeki yön merkezi olabilecek devletlere göre, yönler ve yollar bugünün gerçekleri doğrultusunda belirlenerek yeryüzü güçler dengesi yeniden belirlenebilecektir. Eski bir imparatorluğun uzantısı bir orta boy devlet olan Türkiye’nin önümüzdeki dönemde daha etkin olabilmesi için eski Osmanlı hinterlandı alanındaki devletler ile bir araya gelerek bir merkezi devletler birliği oluşumunu kendisini çevreleyen sınır komşusu devletler ile birlikte meydana getirmesi gerekmektedir. Bugün Almanya ve Fransa gibi eski sömürgecilerin Avrupa Birliği çatısı altında birleşerek ABD’ye karşı çıkan bir alternatif oluşturmaları ülkelerin geleceği açısından yön gösterici bir yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bugün Osmanlı sonrası bir orta boy devlet olarak ve eski Osmanlı hinterlandındaki komşu ülkeleri birlik çatısı altında birleştirerek, Avrupa ülkeleri gibi bir merkezi coğrafya yapılanmasına giderek, doğunun ve batının yön olmaktan çıktığı yeni aşamada bölgesel güvenlik örgütlenmesine giderek, Türkiye yeni dönemde kendi bulunduğu merkezi bölgeyi bugünün koşullarına uygun bir yeni yönün çıkış yolu olarak belirleyebilir. Osmanlı topraklarında diğer büyük devletler ile bölgesel rekabet düzeninde birleşmek, Türkiye’nin yönünü doğu, batı ya da kuzey ve güney hatlarından daha çok bulunduğu merkezi noktayı güçlendirmek üzere, MERKEZİ YÜKSELİŞ kavramı ile orta alanda öne çıkış noktası esas alınmalıdır. Türkiye önümüzdeki dönemde doğu ve batı bloklarının çökerek dağıldığı aşamada, hiçbir yöne gitmeyecek ya da kaymayacak ama, kurulu bulunduğu merkezi coğrafyadan dayanak noktası olarak yararlanabilecektir. Orta dünyanın merkezi konumunda Türkiye, Ankara merkezli bir çizgide yeniden örgütlenerek, dünyanın en güçlü devletlerinden birisi olabilecektir. Merkez noktasının çıkış noktası ile aynı olması durumu dikkate alınarak merkezde güçlenme sağlanırken, Türkiye ağır sanayi, elektronik ve savunma sanayilerinde hızlı bir ilerleme kaydederek, devletin güçlenme çizgisinde bir yükseliş oluşumu yaratmak zorundadır. Bu çerçevede Türkiye’nin yirmi birinci yüzyılda izleyeceği yön, kendi duruş ayaklarının güçlenmesiyle birlikte merkezdeki güçlenmeyi en üst noktalara çekerek, aynı zamanda bir yükseliş trendinin de öne çıkartılmasını gerektirmektedir. Bu nedenle yeni dönemde Türkiye’nin yönünün, MERKEZİ YÜKSELİŞ kavramı ile belirlenmesi, var olan koşullar çerçevesinde Türkiye için çok yararlı olacaktır.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN