ANKARA KALESİ
TÜRKİYE‘NİN YENİ YÖNÜ
MERKEZİ YÜKSELİŞ
Dünya uzayda gidip gelen bir yerküre olarak evrenin başından bu yana var olmuş ve her dönemde uzaysal boyutlar doğrultusunda hareket ederek hem biçim değiştirmiş hem de yeni ortaya çıkan uzay yapılanması içinde yerini almıştır. Bazı araştırmacılara göre milyonlarca ama daha farklı ve hassas bilim dalları alanında çalışanlar ise, dünyanın bir uzay gezegeni olarak milyarlarca yıllık bir geçmişe sahip olduğu ileri sürülmektedir. Böylesine bir yapılanma sürecinde denizlerle karalar bir araya gelerek her dönemde farklı yapılanmaları ortaya çıkarmaktadırlar. Doğal çevre koşullarının sürekli değişiklikler göstermesi yüzünden, yeryüzü haritasında yer alan bazı kıtaların zaman zaman yer değiştirdikleri, denizlerin bazen büyüdükleri bazen da küçüldükleri anlaşılmaktadır. Yüzyılların değişimleri sonucunda dünya yerküresi haritalardaki bugünkü görünümünü almıştır. Ne var ki, bugün dünya biliminin en temel kanununun değişim olması ve değişmeyen hiçbir şeyin olmaması ve bunun sonucu olarak değişimlerin de zamanla değişmesi gibi bir doğal yapılanmanın yeryüzü üzerinde geçerli olması nedeniyle, insanlık bugünkü yaşam düzenini anlayabilmek için milyarlarca yıllık kendi tarihine bakmak durumundadır. İnsanlar bugün yaşadıkları ülkelerde nasıl bugünkü durumlarına geldiklerine bakmak zorunda kalmaktadırlar. Tarih, coğrafya ve hukuk gibi sosyal bilimler alanında bir tarihçe yaşanırken, her devrin bir yönetimi olmuş ve bu yönetimlerin de üzerinde hegemonya düzeni kurdukları ülkeleri olmuş ve bu ülkeler de yeryüzünün bazı bölgeleri ya da toprak parçaları üzerinde kendi devlet düzenlerini oluşturarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. İşte bu devlet düzenlerinin üzerinde yer aldığı toprak parçalarının ya da karaların da içinde bulundukları durumları ya da değişimlerini bilimsel açıdan ele alarak inceleyen bilim dalına bugün jeopolitik adı verilmektedir.
Jeopolitik
bilimi denizlerin ve karaların oluşumlarını ve bugünkü durumlarını incelerken
aynı zamanda bu karaların ve su kütlelerinin bugünkü durumlarından yola çıkarak
onların gelecekteki durumlarını ve alacakları biçimleri yer bilim kuralları
doğrultusunda ele alarak incelemektedir. Kıtaların buluşması ya da bölünmeleri
dünyanın doğal yapısında meydana gelen değişiklikler ve bunların sonuçları
çizgisinde görülmeleri, zaman içerisinde bütün bu gelişmelerin sonrasında önemli
ölçüde bilgi depolanması sağlamıştır. İnsanoğlu üzerinde yaşamakta olduğu dünya
gezegeninin her yönünü bilgi birikimleri çerçevesinde incelerken, ortaya yeni
bilim dalları çıkmış ve elde edilen bilgilerin genel kurallar çerçevesinde
incelenerek yeryüzünün geleceği konusunda bir kanaat sahibi olunması, daha çok
son yüzyıllarda gündeme gelen önemli gelişmelerdir. Bütün bu alanlardaki son
gelişmeler giderek bilgi birikimini artırdıkça, insanlar da bu durumdan
yararlanarak üzerinde yaşamakta oldukları gezegenin yakın geleceğini
araştırarak yarınını güvence altına alabilmeye çalışmaya başlamışlar ve bu
alandaki çalışmaları daha da ilerilere götürerek, uzun dönemli gelecekte de ne
gibi köklü değişimlere tanık olabileceklerinin araştırmalarını
artırmaktadırlar. Dünya gibi değişken bir gezegenin ve de dünya ile birlikte
güneş sisteminin de içinde yer aldığı uzay gerçeğinin tam anlamıyla ne olduğu
anlaşılmadıkça, insanlığın gelecek korkusu ya da kuşkusu devam edecek ve
insanlık değişim süreçlerinin peşinden giderek var olan dünya ile insanlığın
gerçek yüzünü görmeyi başarabilecektir. Bu açıdan yeryüzündeki devlet
düzenlerinin doğal çevre koşulları ile bir arada ele alınarak incelenmesi,
jeopolitik bilimi sayesinde daha gerçekçi bir biçimde incelenebilmektedir. Her
değişim yeryüzünü etkilediği gibi bugünkü yapılanmaların yönlerini de
belirlemektedir. İşte bu çerçevede devam eden jeopolitik değişimlerin dünyayı
nerelere götürdüğünün öncelikle tespiti gerekmektedir. Böylesine bir belirleme
sonrasında işe önce haritadaki ülkelerin dünya haritasındaki jeopolitik
konumunu ele alarak başlamakta bilim açısından yarar bulunmaktadır.
Her
devletin hukuk açısından devlet olarak kabul edilebilmesi için önce üzerinde
kurulu bulunduğu toprakların hangi kara parçasının ya da hangi kıtanın
neresinde yer aldığını belirleyerek jeopolitik bilimi açısından genel bir
değerlendirmeyle işe başlamak gerekir. Daha sonra da diğer devletlerin harita
üzerindeki konumlarını beraberce ele alarak incelemek, jeopolitik bakış açısı
ile gerçekçi bir boyuta ulaşabilir. Bu makalenin konusu olan yön konusunun her
açıdan ele alınarak değerlendirilmesi jeopolitik kurallar çizgisinde aydınlığa
kavuşturulurken, ülke konumlarının en önemli sorunlarından birisi olan yön
sorununa ciddi bir yanıt getirmek zorunluluğu öne çıkacaktır. Harita
çalışmaları tamamlanırken, ülkelerin karaların ya da kıtaların neresinde yer
aldıkları ve bu durumun büyük harita üzerinde ne anlama geldiği, öncelikle
belirlenmek durumundadır. Her ülke konumları ile birlikte kendilerine bir de
yön çizmek zorundadır, aksi takdirde tek başına bir karara varmak son derece
zor olmaktadır. Her devlet var olabilmek, varlığını korumak ve geleceğe dönük
bir biçimde yoluna devam edebilmek için her ülke konumu ile birlikte kendine
uygun düşecek bir de yön çizmek zorundadır. Konum ile birlikte yön durumu da
dikkate alınırsa, o zaman devletlerin durumu ya da geleceği açısından gerçekçi
değerlendirmeler yapabilmek mümkün olabilmektedir. Çağlar birbiri ardı sıra
devreye girdikçe, onların öne çıkardığı siyasal ya da tarihsel çizgiler, belirli
bir süre sonra bir araya gelerek ülke ve devletlerin durumları ile ilgili
kararlar üretilebilmektedir. Sahip olduğu konumunu iyi bilen devletler, gerçek
durumlarına uygun düşen yönleri belirleyerek, dünya haritası üzerinde yeni
evrensel gelişmelere yön verebilmektedirler. Haritalarda bir değişiklik
olmadığı sürece devletlerin jeopolitik konumları da devam edebilmektedir. Doğal
koşulların değişimi zorlaması eski jeopolitik dengeleri bozabilir, o nedenle
yeni haritaların düzenlenmesi değişimi izlemek açısından her zaman için daha
önem kazanabilir.
Her
devletin harita üzerinde yer aldığı bir coğrafya ortamında, devletler sahip
oldukları jeopolitik koşullara göre var olurlar ve de varlıklarını geleceğe
dönük bir biçimde kendi merkezli jeopolitik stratejilere göre sürdürerek, dünya
karaları üzerindeki yeni oluşumlar çerçevesinde dış politikalarını geliştirerek,
devletler arası rekabet ve çekişme düzenleri içinde diğer devletlere göre daha
avantajlı konumlara gelebilirler. Devletlerin bulundukları coğrafya da kendi
çıkarları çizgisinde bir dış politika uygulayabilmeleri hem bulundukları
coğrafyanın özelliklerine hem de kendi çıkarları ve kimlikleri doğrultusunda
oluşturdukları stratejilerine bağlıdır. Her devlet üzerinde kurulu olduğu
toprakların harita üzerindeki konumuna göre, var olan koşulları dayanak noktası
seçerek o dönemin koşullarına uygun düşen dünya dengeleri doğrultusunda
izleyeceği dış politikaları önceden belirler ve bunları değişen koşulların yeni
oluşturduğu durumlara uygun bir biçimde uygulama alanına aktarır. İşte bu
aşamada her devletin sahip olduğu jeopolitik konumların tartışma konusu olarak
gündeme gelmesi, her devleti yeni bir jeopolitik konuma getirerek rekabet
ortamında çekişme ve çatışmaları öne çıkarabilir. İşte her devletin böylesine
bir çıkmaz içinde bulunması nedeniyle, devletlerin kendi güç ve kararları ile
belirledikleri bir yönü olması gerekmektedir. İnsanlık tarihinin bütün
devletleri dünden bugüne doğru gelirken, her devletin bir yönü olması ve bu yön
doğrultusunda da gelecekte daha avantajlı bir durumda olabilmesi söz konusudur.
Her devlet kendi bulunduğu toprakları çevreleyen tüm bölgelerin oluşturduğu
jeopolitik dengeler çizgisinde, varlığını geleceğe doğru korur ve böylesine bir
yaklaşımı esas alarak yeni oluşan dengelerde geleceğin dünyasında etkin
olabilir ya da yeni politik yaklaşımlar geliştirerek, eskisinden daha güçlü ve
ön planda olabilecek konuma kavuşur. Devletler arası çekişmeler rekabet
düzenleri içinde istikrarsızlıklar yaratırken, her devlet eskisinden daha iyi
ve güçlü bir durumda olabilmek için her türlü olanaklarını gündeme getirerek,
bunlar üzerinden geliştirilecek yaklaşımlar aracılığı ile daha iyi ve güçlü bir
konumda olabilmenin arayışları içinde mücadelelerini sürdürürler. Daha iyi ve
güçlü olabilmenin yolunu gösteren oklar devletlerin yönünü gösterdiği için her
devlet çok yönlü politik yollar içinden bir tanesini seçip benimseyerek kendi
asıl yönünü belirler. Dünya devletlerine bakıldığı zaman her devletin kendi
yönünü belirleyerek ve bu yönde yolunu seçerek bir hedef ile geleceklerini çizmektedirler.
Hedefi belli
olmayan hiçbir gemiye tıpkı rüzgarların yardım yapamaması gibi, yönü belli
olmayan devletlere de hem hiçbir siyasal rüzgâr yardım etmez hem de ülkelerin
gelecekte üzerinde oturacağı bir yeni bir siyasal düzen kurulamaz. Her devlet
bu durumu yakından bildiği için devletler arası mücadelelerde yön sorunu her
zaman için ortaya çıkabilir, ya da uluslararası alanda yepyeni açılımlara
meydan verebilir. Jeopolitik haritalarda belirli bölgelerde yer almış olan
ülkelerin tek boyutlu ya da çok alternatifli konumları onların harita üzerinde
yerlerini belirlediği için, bu durumda olan ülkeler kendi gelecekleri için ya
tek bir yolda gidecekler ya da çok
boyutlu bir yöneliş açılımı yaparak geleceğe doğru bir arayış içine girebileceklerdir.
Ülkelerin konumu bu açıdan bir çıkış noktası olacak ve sonraki aşamada buradan
başlayacak yeni politikalar ortaya konarak, devletler arası bu tür çekişmeler
anlaşmazlıklar ile savaşlar arasında gidip gelecektir. Böylesine bir yapılanma
çerçevesinde, devletler en üst düzeyde kendi çıkarlarını koruyabilmek ve bu
doğrultuda hareket ederek uluslararası alanda en önde gelen yerlere gelebilmeyi
hak edebilmek için, ana hedef olarak kendi ülkelerinin yönü doğrultusunda çalışmalarını sürdürmek
zorundadırlar. Yön belirlemek bütün devletler açısından çok zor bir durumdur. Her
devletin içinde bulundukları durumlar birbirinden çok farklı olduğu için
değişik alternatifler arasından seçim yapabilmek ve böylesine bir seçimle
belirlenen ülkesel yönü bir toplumda yaşayan her insana ulusal bir çıkış yolu
olarak benimsetebilmek, hiçbir zaman her ülkenin başarabileceği bir konu
olmamıştır. Yön belirleme konularında devletlerin ve toplumların değişik
kesimleri farklı davranarak birbirlerinden çok ayrı çizgileri
savunabilmektedir. Çizgiler arasındaki farklılıkların, başka siyasal çizgileri
gündeme getirdiği aşamalarda devletlerin bütünlüğü ortadan kalkabilmekte, bölünen
devletler tabanını oluşturan halk tabanları birbirlerinden ayrı yöne doğru
yönelmiş bir biçimde öne çıkabilmektedirler. Devletlerin esas yönü
belirlenirken genel olarak var olan bütün durumlar dikkate alınırlar. Yönünü
belirleme konusunda başarılı olan devletlerin zamanla kendi içindeki farklı
çizgileri devre dışı bırakarak ve toplumların ortak bir noktada anlaşmalarıyla dışa
karşı birlik ve bütünlük çizgisinde tutarlılık sağlayabildikleri görülmektedir.
Yön
konusunun en çok sorun olduğu ülkeler genel anlamda ya orta dünyada yer alan
ülkeler ya da birbirinden çok farklı alternatifler oluşturan bölgeler ya da
diğer jeopolitik merkezlere eşit mesafede yer alan coğrafyalar olmuştur. Türkiye
gibi merkez bölge ülkeleri ile orta dünyanın hemen yanı başında yer alan iç
kıta ülkeleri, sahip oldukları konumun değişik yansımaları düzeyinde çok farklı
bölgesel oluşumlar içinde yerlerini alabilmektedirler. Bu gibi nedenler birbirinden
ayrı bir biçimde öne çıkınca yön sorunu devletlerin ve milletlerin ortak sorunu
olarak öne çıkmaktadır. Türk devleti dünyanın önde gelen merkezi konumuna sahip
olduğu için merkezi çevreleyen birçok bölgeye açılan kapıları bulunmaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti bölgeler ve yönler karşılaştırmaları içinde birbirinden çok farklı
alternatifler şansını kullanmaya çalışmakta ve üç büyük kıta arasında yer alan
orta dünyadan diğer kıtalara doğru açılım yapıldığı zaman on civarında bölgenin
damgasını taşımaktadır. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti, Akdeniz, Karadeniz,
Ege, Hazar, Kafkasya, Asya, Avrupa, Müslüman, Türk, Balkan tasniflerine dayanan
on ayrı bölgenin içinde yer almaktadır. Bu kadar çok bölge ile bağlantı kuran
ve kendi kimliğinin yanı sıra diğer bölgelerin nüfus ve kültürleri ile harita
yakınlığı içinde bulunan Türk devleti, çok kutuplu dünya sürecinin gelişim
aşamasında tek yönlü bir tutum içinde bulunamayacağı için çok kutuplu bir dünya
yapılanmasının yansımaları içinde, çok kutupluluk gibi aynı zamanda bir de çok
yönlülük oluşumu ile de karşı karşıya bulunmaktadır. Çok kutuplu dünya oluşumu
yaygınlık kazanırken, kutup merkezi ülkelerin çevresinde de çok yönlülük
çıkmazı içinde bocalayan küçük ve orta boy devletler, konum değişiklikleri ile
karşılaşmaktadırlar. Bu aşamadan sonra, yeni kutup merkezi ülkelerin diğer
ülkeler üzerindeki çekişmeleri yönlendirmeye başlamalarıyla birlikte, küçük ve
orta boy devletler yön rüzgarları karşısında yeni bir çekişme alanı olarak öne
çıkmışlardır. İkinci dünya savaşı sonrasında başlayan bu yeni dönemde çok
kutupluluktan çok yönlülüğe geçiş aşaması yaşanmıştır. Değişik yönler arasına
sıkışıp kalan ulus devletler ciddi bir yön kargaşası, yönsüzlük ve çok yönlülük
gibi yön sorunları yaşayarak tehdit altında kalmıştır.
Dünya
savaşları sonrasında yeni bir dünya düzeni kurulurken, her ülke gibi Türkiye
devleti de ciddi bir yön sorunu yaşamıştır. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan iki
kutuplu dünyada yeryüzü doğu ve batı blokları gibi iki kutuplu bir yapılanmaya
doğru yönelirken, Türkiye Cumhuriyeti yeni kurulan diğer devletler ile birlikte,
bir Asya devleti olmasına rağmen Avrupa kıtasının yanında durarak hem batı hem
de doğulu kimlikleriyle birlikte dünyanın tam orta bölgesinde, ikili bir
yapılanmayla yeni yerini almıştır. Orta dünyanın tam ortalarında var olurken,
doğu-batı çekişmesi içinde yer almış ve aynı zamanda kuzey ve güney
bölgelerinde ortaya çıkan bölgesel çekim rüzgarlarına rağmen, gene de bu tür
yeni bölgesel yapılanmalara karşı mesafeli davranarak ve orta dünyanın merkezi
ülkesi olarak ve yön konusunda geleneksel tutumunu sürdürerek, birinci dünya
savaşı sonrasındaki yeryüzü yapılanması içinde esas yönünü arayarak, ana
hedefini belirlemeye çaba göstermiştir. Osmanlı İmparatorluğu merkez devlet
olarak varlığını sürdürürken, devletin çeşitli bölgelerinde yeni devletçikler
kurulmaya başladığı aşamada, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Karadeniz ve Akdeniz
havzalarında yirmi civarında küçük ve orta boy devlet kurulmuş, bunların bir
kısmı Asya, diğer kısmı ise Avrupa kıtasında yer almıştır. Parçalanma ilk
olarak Balkan yarımadasında başladığı için bu bölgede oluşan küçük devletçikler
Avrupa kıtası toprakları üzerinde, Avrupalı devletler olarak kurulmuştur. Başkent
İstanbul’un doğusunda ise kurulan yeni devletler Asya devletleri olarak tarih
sahnesine çıkmışlardır. Türkiye Trakya bölgesiyle Avrupa kıtası üzerinde yer
alırken, küçük Asya adı verilen Anadolu’nun Asya bölgesinde, Türkiye
Cumhuriyeti orta boy bir ulus devlet olarak kurulmuştur. Osmanlı devletinin
parçalanması üzerine Karadeniz ve Akdeniz havzalarında da ayrı devletler
kurulurken, merkezi coğrafya bölünmeye yönlendirilmiştir. Bu doğrultuda
dünyanın eski merkezi devletinin toprakları doğu-batı ve kuzey-güney yönleri
gibi yeni küçük ve orta boy devletleri oluşturma projesi çerçevesinde,
Balkanizasyon yapılanmasının örnekleri olarak dünya haritasının ortalarında
yerlerini almışlardır.
Osmanlı
devleti merkezdeki büyük devlet olarak orta dünyanın komşusu konumundaki
alanları sınırları içine almış ve Kafkaslar ve Balkanlar arasında kalan merkezi
bölgeyi devletin anavatanı olarak korumaya çalışmıştır. Rus Çarlığı ve Osmanlı
İmparatorluğunun Birinci dünya savaşları sırasında dağılarak parçalanması
üzerine, Osmanlı toprakları doğu-batı ekseni doğrultusunda bölünürken ülkenin
kuzey ve güney bölgelerinde de yeni küçük devletler kurulmuştur. Ülkede değişik
din mensupları ayrı devletler halinde tarih sahnesine çıkmışlardır. Hristiyanlar
Vatikan merkezli Avrupa kıtası ile bütünleşmeye çalışırken, Müslümanlar da
kutsal toprakların yer aldığı İslam coğrafyasına yakın bir konumda kendi
geleceklerini inşa etmeye yönelmişlerdir. Bu durumda ülkenin merkezi
topraklarında esas vatan olarak kabul edilen Anadolu yarımadasının yarısı, Müslüman
yarısı da yeni kurulacak küçük devletlerde yer alabilecek biçimde Hristiyan
yapılanmalarına yönelmiştir. İşte bu aşamada dünya yeniden kurulurken merkezi
alanda hem Avrupa-Asya hem de Hristiyan-Müslüman yapılanmaları ortaya
çıkmıştır. Eskiden yön olarak topluca
merkezi alanının var olan bütünlüğü
savunulurken, yeni dönemdeki parçalanmalar yüzünden bütünlük ortadan
kalkmış ve bunun sonucu olarak Doğu
Anadolu Asya kıtasına, Batı Anadolu’da Avrupa kıtasına dönük bir yapılanma ile
iki ayrı yöne doğru biçimlendirilerek, eskisi gibi tek bir hedef doğrultusunda
devletin yönlendirilmesinden uzaklaşılmıştır. Osmanlı devleti kurulu bulunduğu
yedi yüz yıllık dönem sürecinde Avrupa ve batıya modernleşme doğrultusunda,
doğuya İslami düzenin korunması, kuzey ve güney bölgelerine ise devletin ve
orta bölgenin güvenliği gibi birbirinden ayrı farklı ilkelere dayalı bir
biçimde, egemenlik düzeni kurmaya çaba göstermiştir. Kozmopolit yapılanması
nedeniyle Osmanlı devletinde Hristiyanlar ve aydınlar batıya doğru yönelirken, Müslümanlar
İslam dünyasının yer aldığı Asya toprakları üzerinde yer almışlardır. İki dünya
ve üç kıta arasında Türk devleti kurulurken gayrimüslimler ve aydınlar batı
dünyasını, Müslümanlar ve Asya kökenli topluluklar da Asya kıtasına doğru
yönlenmeye çalışıyorlardı. Böylesine bir bölünmeye sürüklenen Osmanlı devleti
sonunda çökerek dağılınca, Türkler eski devletin ortalarında orta topraklarında
devletsiz kalmışlardır.
Türkler,
çöken imparatorluk düzeninin emperyalist saldırı ve işgallere karşı korunabilmesi
için çağdaş uygarlık düzeni ile daha devlet kuruluşunun ilk aşamasında temasa
geçmişlerdir. Yeni devletin batı uygarlığına yüzünü dönerek çağdaş uygarlık
ailesinin onurlu bir üyesi olmak istendiğini, devletin kurucu önderi Atatürk
bizzat birçok toplantıda Avrupa kıtası ile yakınlaşma aracılığı ile çağdaş
uygarlık düzeni ile bütünleşme hedefini ısrarlı bir biçimde dile getirmiştir.
Ne var ki, Türk devletinin kuruluşuna giden yolda Anadolu’daki Kuvayı Milliye
hareketi ile aynı zamanda Kafkasya’da yapılan Doğu Halkları Kongresi ‘ne
katılarak yola çıkan genç Türk cumhuriyeti, bir Avrupa-Asya yakınlaşması içinde
merkezi topraklarda kurulduğu için, Asya kıtasından gelen doğu birikimini
koruyarak, Avrupa kıtası üzerinde gerçekleşmiş olan çağdaş uygarlık düzeni ile
de yakınlaşma stratejisini bilinçli bir biçimde uygulama alanına getirerek yeni
cumhuriyet devletinin doğu ve batı ya da Avrupa ve Asya kıtaları arasında
çağdaş bir sentez düzeni üzerine kurulu olmasını sağlamıştır. Dünyanın her
kıtasında veya bölgesinde ülkeler kendi bulundukları konuma göre jeopolitik
dengelerini sağlarken, yön sorunu ana problem olarak ortaya çıkmış ve ilgili
devletin komşuları ya da güç merkezleri ile oluşturduğu diyalog ortamına göre,
kara parçaları üzerinde yaşayan insanların nasıl bir yönelme içinde hareket
edecekleri, yeni oluşturulan jeopolitik merkez, yön ve stratejiler
doğrultusunda belirlenebilecektir. Her devlet en üst düzeyde bir siyasal
örgütlenme olarak hem kendi içinde ülkesi ve toplumu ile uyum içine girerek her
türlü jeopolitik kışkırtma senaryolarına karşı ülkesel bütüncül yapılanmayı
güvence altına almaya öncelik vermektedir. Kendi iç bütünlüğünü sağlam temeller
atarak güvence altına alan devletler, daha sonra dışarıya açılarak sınır ötesi
etkinliklerde bulunmakta ve bu aşamada uluslararası ilişkilere yönelerek, ülkede
kurulu bulunan devlet düzeninin temel hukuk yapısına dayalı bir biçimde ileriye
doğru yeni adımlar atabilmektedirler. Bu doğrultuda her devlet kendisinin
merkezinde yer aldığı bir jeopolitik açılımı, uygun gördüğü bir yön çizgisinde
gündeme getirerek, bütün dış politikasının aynı yolda yürütülmesini
uluslararası alanda yeni bir politik açılım olarak öne çıkarabilir.
Birkaç
bin yıllık bir devlet geçmişine sahip olan Türkler Asya-Avrupa ve Afrika üçgeninde
yeni dönem açılımları ile her zaman bir devlet sahibi olmuşlardır. 16 yıldızın
parladığı Türk bayrağı üzerindeki işaret, binlerce yıllık geçmişten gelen 16
büyük Türk imparatorluğunun birbiri ardı sıra gündeme gelerek üç kıta üzerinde
at koşturdukları bir tarihsel süreci zamanımıza kadar taşımıştır. Osmanlı
devleti son Türk imparatorluğu olarak yirminci yüzyıla kadar gelirken, Türkiye
Cumhuriyeti de bu süreci yirmi birinci
yüzyılda sürdürerek, geleceğe doğru bağımsız bir Türk
hegemonyasının temellerini atarken, Türk
devleti yirminci yüzyılın ortalarında yeni bir durum ile karşı karşıya
kalmıştır .Avrupa kıtasına komşu bir konuda Avrupa devletlerinin sahip olduğu
çağdaş uygarlığın merkezi olan kıtaya yakın durarak Türkiye Cumhuriyeti batı uygarlığından yana bir tercih yapmıştır.
Atatürk kurucu önder olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yerini batı uygarlığına
yakın bir çizgi de belirlemiştir. Ne var ki, Türk devletinin kuruluşuna giden
yolda önce Sovyetler Birliği oluşumu bir sosyalist ihtilal aracılığı ile siyasal
gündeme gelirken, orta dünyanın merkezinde kurulan yeni Türk devleti Avrupa’nın
komşusu gibi hareket ederek bu doğrultuda bir batıcı yönü öne çıkarmıştır. Türkiye’nin kuzey
doğusunda kalan Rusya’da ise, yapılan devrim sonucunda da sosyalist çizgide bir
doğu bloku Asya kıtasının kuzeyi ile ortalarında Rus Çarlığının yeni bir dünya
düzeni olarak öne çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti bu oluşuma uzak durarak, Asya
ülkesi olmasına rağmen doğu blokunun dışında kalmıştır. Merkezi imparatorluk
olarak Osmanlı devleti ikiye bölünürken, Türkiye doğu halkları kurultayına
temsilciler göndererek batı dışında kalan doğu dünyasına da yakın
durmuştur. Küçük Asya adı verilen
Anadolu yarımadası üzerinde kurulurken ve uygulanan uygarlık kriteri Türkiye’yi
batıya yakınlaştırırken, Asya toprakları üzerinde kurulu olması ve Asya
kıtasının mazlum uluslarının içinde bulunması nedeniyle dünyanın doğu
bölgesinde ortaya çıkan doğu halkları kurultayına katılımcı ülke olarak
katılmıştır. Türkiye batı ile doğunun kesişme noktasında kurulurken dünyaya
egemen olan batı uygarlığı esas alınmış ama Sovyetler Birliği tarafından
düzenlenen doğu dünyasının mazlum uluslarının Doğu Halkları Kongresine de katılım
ile doğu dünyasına yakın durularak, merkezde bir doğu-batı sentezi
oluşturulmuştur.
Devleti
kuran Kuvayı Milliye akımı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu merkezi
coğrafyanın tam ortasında gerçekleştirirken, Atatürk kurduğu ulus devlet ile
ulus devletlerin tarih sahnesine çıkış yeri olan Avrupa kıtasının yanında yer
almıştır. Bu çerçevede batı tipi çağdaş bir ulus devlete doğru yol alırken, Türkiye
aynı zamanda yanında yer alan Sovyet devrimine karşı ilgisiz kalmamış, Doğu
Halkları kurultayına katılırken Sovyetler Birliğine üye olmamıştır. Ne var ki
böylesine bir çelişkiyle daha kuruluş aşamasında karşılaşan Türk devleti, Avrupa
kaynaklı ulus devleti kurarken Sovyetler Birliği oluşumunun Asya kıtasına
getirmiş olduğu Halkçı Cumhuriyetçilik uygulamasını da devrimin altı oku belirlenirken,
cumhuriyetçilik ile birlikte halkçılık ve devrimcilik ayrı ilkeler olarak kabul
edilerek, bir doğu-batı sentezi görünümünde ulus devlet çatısı altında halkçı
bir cumhuriyet yapısı ortaya çıkartılabilmiştir. Böylece devletin kurucu
önderliği kurulduğu merkezi alanı esas alarak, batı yönünde ulus devleti ile doğu
yönünde de halkçı bir cumhuriyeti uygulama alanına getirerek, merkez üzerinden
milliyetçilik ile halkçılık politikaları birleştirilmeye çalışılmıştır. Böylece
kurucu iradenin ortaya koyduğu devlet modeli bir doğu-batı sentezi olarak öne
çıkmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar devam dünya konjonktürü doğrultusunda,
Türkiye modeli devlet ilk yarının ortaya koymuş olduğu sentezci yaklaşım
çerçevesinde sürdürülmüş ama, ikinci dünya savaşı sürecinde Faşizm, Nazizm ve
Komünizm gibi akımlar, dünya egemenliği için cihan savaşı yaratmaya çaba
göstermişlerdir. Bunun üzerine ikinci dünya savaşı sonrasında eski konjonktür değişmiştir.
Bu aşamada Amerika Birleşik Devletleri NATO isimli bir askeri birlik
oluşturarak ve Avrupa ülkelerini bu örgütün çatısı altında toplayarak daha
sonra Merkezi coğrafyaya gelerek Türkiye’de örgütlenince, Atatürk döneminde
oluşturulan doğu batı sentezi ya da ulus devlete dayanan halkçı cumhuriyetçilik
anlayışının geride kaldığı, bu nedenle de Türkiye’nin kuruluş yıllarından gelen
doğu-batı senteziyle izlediği sentez yönünden uzaklaşması gündeme gelmiştir.
Ulus devlet ile halkçı cumhuriyetçilik bir arada uygulanırken Atatürk
cumhuriyeti bütün mazlum uluslar ve ulus devletler için örnek bir model olurken,
ABD’nin merkeze gelmesiyle ve İsrail’in kurulmasıyla birlikte bu dönem sona
ermiştir.
ABD’nin
Orta Doğu’ya gelişi ile birlikte bölgedeki Sovyet dengesi bozulmuş ve
Türkiye’nin NATO’ya girişi ile birlikte demokrasiye geçmesi sonrasında hep
Avrupa ve Amerika destekli merkez sağ partiler iktidara gelerek egemen
olmuşlardır. Çok partili demokrasi batının büyük şirketleri tarafından finanse
edilerek desteklenirken, genel seçimlerden sürekli olarak merkez sağ iktidarlar
kazançlı çıkmış ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti’ni sağ görüşlü iktidarlar,
doğudan ve Asya kıtasından kopararak tam anlamıyla batı blokuna doğru
sürüklemişlerdir. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte Türk devleti
üzerindeki batı baskıları fazlasıyla artarak ülkeyi uluslararası alanda eski
sömürgelerle aynı çizgiye getirmiştir. Batının emperyal devletleri ikinci dünya
savaşı sonrasında küresel dünyayı tam olarak batı sömürgeciliği gibi bir
siyasal çıkmaza götürürken, Türkiye’de batı destekli sağ iktidarlar devletin
yönünü sonuna kadar batıdan yana doğru zorlarlarken, Türkiye Cumhuriyeti bu
dönemin sonunda bağımsız kimliğini kaybederek batının eski sömürgeleriyle aynı
düzeyde bir orta boy ülke olmaya doğru yönlendirilmiştir. Atatürk döneminde
mazlum ulusların önde gelen temsilcisi olarak uluslararası alana çıkmış olan
Türk devleti, Amerikan ve NATO yönetimlerinin baskılarıyla, batı
emperyalizminin doğu blokunun etkin olduğu Orta Doğu’ya gelerek yerleşmesi
sonrasında, bu bölgenin devletleri de yarım yüzyıllık bir soğuk savaş süreci
ile birlikte, ABD yönlendirmesiyle, batı blokunun merkezi alanda genişleyerek
doğu blokuna karşı hegemonyayı ele geçirmesini gündeme getirmiştir. Yirminci
yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen ulusal kurtuluş zaferinin getirmiş olduğu
doğu-batı sentezi çizgisindeki merkezi yön çizgisinin, yüzyılın ikinci
yarısında doğu-batı dengelerinin bozulması, ABD’nin NATO ve İsrail’i de yanına
alarak yürüttüğü hegemonya politikalarında Türkiye’nin merkezi bölge olarak
kullanılması ile birlikte, batıcılık ve merkez sağ çizgisindeki politikalar,
Atatürk cumhuriyetindeki halkçı yaklaşımları devre dışı bırakmış ve ulusal politikalar
ile halkçılık uygulamaları Türkiye’de sağcı hükümet programlarının dışına itilmişlerdir.
Bugün yüzde onu zengin yüzde doksanı yoksul bir halk bu yönde emperyal
politikalarla yaratılmıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti yirminci yüzyılın ilk yarısında yola çıkarken, Sovyetler Birliğinin
oluşumu yüzünden gündeme gelen doğu blokunu dikkate alarak, doğu-batı sentezi
ile ulus devlet çatısı altında halkçı bir cumhuriyetin uygulamaları dengeli bir
biçimde yürütülmüştür. İkinci dünya savaşını ABD kazanınca merkezi coğrafyaya
gelerek CENTO ya da SEATO gibi bölgesel güvenlik örgütlenmeleri, NATO’nun
uzantısı olarak Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde gündeme gelince, bu
bölgelerdeki sosyalist rejimler zamanla Sovyetler Birliğinden uzaklaşarak,
yüzyılın ikinci yarısında uluslararası alanlara yöneldikleri aşamada, batı
blokunun yanında yer almak durumunda kalmışlardır. Sosyalist sistemin çöküşü
üzerine dünya ülkeleri iki kutupluluk düzeninden tek kutuplu düzene geçişi
yaşamışlardır. Soğuk savaşın bitmesi üzerine gündeme gelen küreselleşme süreci
devam edince, dünya ülkeleri yavaş yavaş batı hegemonyasının altına doğru
sürüklenmişlerdir. ABD merkezli batı dünyası giderek yeryüzü karaları üzerinde
yaygınlık kazanırken, eski sosyalist ülkelerle birlikte üçüncü dünya
ülkelerinin de , küresel politikalara teslim olarak batı merkezli yapılanmaya
doğru yöneldikleri görülmektedir
.Bu aşamada batı merkezli bir dünyada
doğu, kuzey ve güney yapılanmaları arkada kalmakta , giderek genişleyen batı
dünyasının doğuya, kuzeye ve güneye doğru yeni açılımları öne geçtikçe ,
devletlerin yönleri büyük çoğunluğun katılmalarıyla hep batı olarak öne
geçmektedir .Batı batı diyerek batma noktasına gelen dünya ülkeleri, Avrupa ve
Amerika arasında gidip gelerek yeni dönemde kendilerine yeni bir yön
ararlarken, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Avustralya gibi yeni büyük kutup merkezlerinin ortaya çıkmasıyla
birlikte, dünya ülkeleri farklı alternatifler karşısında kalmakta ve bunlar
arasından bugün bir seçim yaparak, esas yönleri doğrultusunda yollarına devam
etmek zorunluluğu altına girmektedirler.
Küçük
ve orta boy devletler yeni büyük devletlerin arkasından giderek kendilerine
dünya haritası üzerinde yeni bir yön belirlemeye çalışırlarken, doğu, batı,
kuzey ve güney çizgisindeki yön merkezi olabilecek devletlere göre, yönler ve
yollar bugünün gerçekleri doğrultusunda belirlenerek yeryüzü güçler dengesi
yeniden belirlenebilecektir. Eski bir imparatorluğun uzantısı bir orta boy
devlet olan Türkiye’nin önümüzdeki dönemde daha etkin olabilmesi için eski
Osmanlı hinterlandı alanındaki devletler ile bir araya gelerek bir merkezi
devletler birliği oluşumunu kendisini çevreleyen sınır komşusu devletler ile
birlikte meydana getirmesi gerekmektedir. Bugün Almanya ve Fransa gibi eski
sömürgecilerin Avrupa Birliği çatısı altında birleşerek ABD’ye karşı çıkan bir
alternatif oluşturmaları ülkelerin geleceği açısından yön gösterici bir
yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bugün Osmanlı sonrası bir
orta boy devlet olarak ve eski Osmanlı hinterlandındaki komşu ülkeleri birlik
çatısı altında birleştirerek, Avrupa ülkeleri gibi bir merkezi coğrafya
yapılanmasına giderek, doğunun ve batının yön olmaktan çıktığı yeni aşamada
bölgesel güvenlik örgütlenmesine giderek, Türkiye yeni dönemde kendi bulunduğu
merkezi bölgeyi bugünün koşullarına uygun bir yeni yönün çıkış yolu olarak
belirleyebilir. Osmanlı topraklarında diğer büyük devletler ile bölgesel
rekabet düzeninde birleşmek, Türkiye’nin yönünü doğu, batı ya da kuzey ve güney
hatlarından daha çok bulunduğu merkezi noktayı güçlendirmek üzere, MERKEZİ YÜKSELİŞ
kavramı ile orta alanda öne çıkış noktası esas alınmalıdır. Türkiye önümüzdeki
dönemde doğu ve batı bloklarının çökerek dağıldığı aşamada, hiçbir yöne
gitmeyecek ya da kaymayacak ama, kurulu bulunduğu merkezi coğrafyadan dayanak
noktası olarak yararlanabilecektir. Orta dünyanın merkezi konumunda Türkiye, Ankara
merkezli bir çizgide yeniden örgütlenerek, dünyanın en güçlü devletlerinden
birisi olabilecektir. Merkez noktasının çıkış noktası ile aynı olması durumu
dikkate alınarak merkezde güçlenme sağlanırken, Türkiye ağır sanayi, elektronik
ve savunma sanayilerinde hızlı bir ilerleme kaydederek, devletin güçlenme
çizgisinde bir yükseliş oluşumu yaratmak zorundadır. Bu çerçevede Türkiye’nin
yirmi birinci yüzyılda izleyeceği yön, kendi duruş ayaklarının güçlenmesiyle
birlikte merkezdeki güçlenmeyi en üst noktalara çekerek, aynı zamanda bir
yükseliş trendinin de öne çıkartılmasını gerektirmektedir. Bu nedenle yeni
dönemde Türkiye’nin yönünün, MERKEZİ YÜKSELİŞ kavramı ile belirlenmesi, var
olan koşullar çerçevesinde Türkiye için çok yararlı olacaktır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder