31 Temmuz 2021 Cumartesi

İÇ SAVAŞ TÜRKİYE’Yİ YIKAR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 İÇ SAVAŞ TÜRKİYE’Yİ YIKAR

                               Son günlerde toplumun çeşitli kesimlerinden yükselen sesler arasında var olanlara eklenmiş bir çizgide bir de “İÇ SAVAŞ “  sözleri duyulmaya başlandı . Ülkenin geçirmekte olduğu zor bir dönemin tam ortalarında  toplumun harareti yükselirken, her kafadan bir ses çıkmakta ve giderek artan olumsuz gelişmeler karşısında toplumun çeşitli merkezlerinden yükselen seslerin yoğunluğu zamanla artmaktadır. Küresel emperyalizmin eski dünya düzenini yıkarak, değişen koşulları dikkate alan yeni bir kaos ortamı yaratabilme doğrultusunda siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme gelirken, kaos üzerinden yeni bir dünya düzeni oluşturma planları hız kazanarak öne çıkmaktadır. İşte böylesine bir aşamaya gelindiği anda birden iç savaş sözlerinin kamuoyunda öne çıkarak gündeme gelmesi ve her şeyden umudunu kesmekte olan halk yığınlarının kaos senaryoları üzerinden iç savaş planlarına dönük olarak yönlendirilmeye çalışılması, Türkiye’nin yakın geleceği ile ilgili iyimser beklentilerin ortadan kalkmasına ve zamanla daha karamsar bakış açılarıyla olumsuz çizgide yaklaşımların daha da öne çıkmalarına yol açmıştır. Ülke uzun süredir tersine bir gidiş çizgisinde yuvarlanıp giderken, şimdi de kaos gelişmeleriyle birlikte iç savaş tehditleri gündeme getirilmeye çalışılmakta ve Türkiye’ye yapılan zorlamalara iç savaş baskıları da eklenmektedir.  

                Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı merkezi coğrafya ile ilgili olarak emperyalist plan ve projeleri olan büyük devletler ve güç merkezlerinin her geçen gün kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve bu çizgide emperyal projelerini siyasal alana aktarmaları, bu bölgenin önde gelen devletlerinin düzenlerini bozmakta ve bu yüzden de bölge halkları, ciddi bir tehdit altına düşerek yakın gelecekten korkmak gibi yeni bir pasif durum ile karşılaşmaktadırlar. Soğuk savaş dönemi sonrasında ciddi bir otorite boşluğuna düşen orta dünyada batı merkezli bölgeselleşme planları olduğu kadar, dünyanın ortasında yer alan bölge devletlerinin de kendi merkezli yeni güvenlik politikaları daha güvenli bir Orta Doğu bölgesi yaratabilmek amaçlı açılımlar olarak birbirlerini izleyen girişimler görünümünde devreye girmektedirler. Bu bölgedeki iki bin yıllık Türk hegemonyasının yeniden tartışılmaya başlandığı gibi durumlar çeşitli vesileler ile kamuoyu önünde görülebilmektedir. Dünya tarihi açısından konu ele alındığında, küresel güvenliğin en zor sağlandığı alan olarak Türkiye’nin tam merkezinde yer aldığı orta dünya görülmektedir. O nedenle bu bölgede çok yönlülüğün ortaya çıkardığı karışıklığın ya önceden belirli planlar ile önlenmesi gerekmekte ya da ortaya çıkabilecek emniyetsizliğin önü kesilerek, alınacak önlemler sayesinde merkezi alan bölgesinde, istikrarlı bir düzene geçilmesi önem kazanmaktadır. İnsanlığın bugüne kadar belirli çizgilerde gelişen bir yaşam süreci çerçevesinde çeşitli olayları ve dönemleri yaşayarak gelmesi, her dönemin koşullarında düzen ve güvenlik arayışını desteklemiştir. Geçmişten bugüne kadar birbirinden farklı değişik alanlarda çok ayrı durumlar ile karşılaşan insanoğlu, günümüz koşullarında bir kaos beklentisi doğrultusunda düzensizlik ortamına doğru çekilmek istenmektedir. Düzensizlik var olan düzenin kurallarının ihlal edilmesini ve bu doğrultuda ortalığı karıştırıcı girişimlerde bulunarak ülkede anarşi ve terör ortamları yaratılmasını sağladığı için, doğrudan doğruya kaosa giden yolun açılması anlamına gelmektedir. Kuralların çiğnendiği ve bunlara aykırı durumların yaratıldığı her ortamda kaos hali kendiliğinden ortaya çıkan bir olumsuz eğilim olarak görülmektedir. Genel anlamda kaos için toplumsal yaşamın belirli dönemeçlerde ortaya çıkardığı doğal karışıklık durumları olarak bir tanım geliştirilmekte ama aynı değerlendirmeler iç savaş ortamları için yapılamamaktadır, çünkü iç savaş senaryoları önceden belirlenmiş ve iç savaş ortamı yaratabilecek aktif ve pasif çatışma ve gerginliklerin nerelerde, ne zaman ve nasıl gelişeceğinin belirlenmiş olduğu planlı oluşumları yansıtmaktadır. Bu yönü ile iç savaşlar her zaman dış savaşların ilk ortaya çıkan başlangıç aşamalarıdır.

                İç savaşın siyasal bilim açısından bir tanımı yapılmaya çalışıldığı zaman, bir ülkenin resmi sınırları içinde gerçekleşen ve hiçbir biçimde sınır ötesi gelişmeler göstermeyerek, tamamen bir devletin kendi içinde gerçekleştirilen çekişme, çatışma ve sıcak gerginliklerin bir bütün olarak ele alınması biçiminde bir tanımlama çabası gündeme getirilmektedir. Bir ülkede iç savaş koşullarının ortaya çıkabilmesi için öncelikle görülmesi gereken durum, bir devletin çökmesi ve devlet merkezli bir kamu düzeninin yıkılmasıdır. Halk kitlelerinin günlük yaşamını güvenlikli bir biçimde sürdürdüğü kamu düzeninin var olup olmaması ülkedeki içi savaşın ortaya çıkması açısından belirleyici olmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun, bir devletin ulusunu ya da halkını meydana getiren insanların toplu halde bir düzene sahip çıkarak saygılı olması ve o düzen içindeki yaşam yollarının her açıdan belirli bir düzen içinde devamlılık sağlaması, ülke içinde kamu düzeninin varlığı ya da devamlılığı açılarından önemli bir göstergedir. Kamusal yaşamın her yönü ile devam edebilmesi ve devletin millet unsuru içinde yaşamakta olan her bir ferdin ülkedeki hukuk devleti ile kamu düzeni içinde sahip oldukları tüm hak ve özgürlüklerini kullanabilmeleri, ülke içi düzenliliğin sürdürülebilmesi açısından etkili olmak zorundadır. Aksi takdirde en küçük bir düzensizlik ya da hukuk dışı bir durumun ortaya çıkması  ile birlikte  düzen olgusunun ihlal edilmesi, çökertilen  bir  ortam açısından karışıklığın başlaması ve kısa sürede bu durumu önleyici ya da  durdurucu bir önlem alınmazsa,  o zaman gelecekte iç savaş ya da kaos ortamı yaratabilecek hukuk dışılığın  ortaya çıkması ya da   bu doğrultuda ülke içi düzeni ortadan kaldırabilecek geri gidiş ya da  daha alt düzeyde    bir yaşam biçimine  sürüklenmek söz konusu olabilecektir. Düzensizliğin düzenliliğin yerini aldığı çok yönlü olumsuz ortam ortaya çıkabilecek kaos üzerinden iç savaşa giden yolun başlangıcı olabilecektir. Dünya tarihinde bazen en küçük olayların çok büyük sarsıntılar yaratarak yerleşik düzenleri yıktığı görülürken, toplumsal ya da siyasal devrimlerin de iç savaş benzeri karışık olaylar aracılığı ile gerçekleşme yoluna gittikleri görülmektedir.     

                İç savaşlar devrimlere giden olaylar dizisini başlatırken aynı zamanda belirli süre içinde genişleyerek devlet yapılarını ve kamu düzenlerini çökerttiği gibi, olumsuz durumların da önünü açtıkları tarih kitapları incelendiğinde ortaya çıkmaktadır. Ülkelerin siyasal yapılarının böylesine durumlardan fazlasıyla etkilenmeleri dikkate alınırsa, o zaman siyasal alanda önemli ölçülerde iniş ve çıkışlı durumlar öne çıkabilmekte ve bu yoldan devletler çok ciddi siyasal bunalım dönemlerine sürüklenerek, çöküş dönemleri yaşamakta ya da bu gibi olumsuz durumların arkadan geldiği bir iç savaş dönemleri öne çıkmaktadır. Ülke içindeki siyasal gruplar arasında bazen ülke işlerinin yürütülmesi ya da sorunların çözümlere bağlanması anında birbirinden çok farklı yaklaşımlar ortaya çıkabilmekte ve bu durumdan ülke içindeki kamu düzeninin geleceğini tehdit edebilecek derecede rahatsızlıklar çıkabilmektedir. Siyasal merkezler ile grupların birbiriyle çatıştığı ya da giderek iç savaş benzeri olaylara doğru yeni girişimleri gündeme getirmeleriyle, farklı görüşlerin rahatlıkla savunulduğu demokratik rejimlerin ise çıkmaza girdikleri anlaşılmaktadır. Demokrasi sayesinde birlikte aynı ülke ya da devletin çatısı altında bir araya gelebilen siyasal odak noktalarının zamanla kendi görüşleri doğrultusunda yıpranarak katılaştığı dönemler gündeme gelebilmekte ve bu gibi durumlarda da demokratik hoşgörü ortamları ortadan kalkabilmektedir.  Birbirine tahammül etme ya da katlanma gibi demokratik özveriye dayanan birlikte yaşam ve ortak hareket etme gibi tutum ve davranışlar gözlerden uzaklaşmaya başlayınca, bu aşamadan sonra tutumlar sertleşebilmekte ya da katılaşarak uzlaşma zeminini ortadan kaldırabilmektedir. Herkesin anayasal devlet çatısı altında bütün temel hak ve özgürlüklerini güvenceli bir biçimde kullanabilmesi anlayışına dayanan çağdaş demokratik rejimlerde, hoşgörünün yitirilmesi ile birlikte demokrasileri ortadan kaldırabilecek derecede ters ve zıt gelişmeler ortaya çıkabilir. Bu çizgideki olaylar birbirini izleyerek ve farklılıkları körükleyerek anlaşmazlıkların çatışmalara dönüşümünü etkileyebilir. Asgari düzeyde uzlaşma ya da birbirine karşı anlayış gösterme eğilimlerine dayanan demokrasilerin ortadan kalktığı bir aşamada tek bir görüşün kendi çizgisinde zorlayıcılık yapması ile ülkeler iç savaşın eşiğine gelebilirler.

                Dünya siyasetinin önde gelen ülkelerinden birisi olan Türk devleti de son zamanlarda ortaya çıkan beklenmeyen olaylar ya da oluşumlar ile karşı karşıya kalmakta ve bu nedenle de normal koşullarda geleceğe dönük bir demokratik gelişim çizgisini yaşayamamaktadır. Öylesine bir durumun ortaya çıkmasının ana nedeni olarak da okumuş ve aydın kesimlerin politika alanlarından uzaklaştırılmaları olmuştur. Özellikle son yıllarda birbiri ardı sıra ortaya çıkan olumlu gelişmeler, geçmişte kalan eski soğuk savaş dönemindeki kutuplar ya da bloklar arası gerginliklerin geride kalmasına yol açmış ve bunun yerine dinler, mezhepler ve etnik topluluklar arasındaki yeni tür ihtilafları öne çıkarmıştır. Batı blokunun emperyalizm uygulayarak bütün dünya ülkelerini birer sömürgeye dönüştürmesi üzerine, dünyadaki gerginlikler din ve mezhepler arasındaki çatışmalara yönelik bir yön alırken, diğer yandan da tekelci şirketlerin giderek küresel şirketlere dönüştüğünü ve bu doğrultuda da ulus devletler ile karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Ekonomik alandaki sermaye birikiminin büyük çoğunluğunu ele geçiren küresel şirketler, ulus devletlerin denetim ve kontrolünden kurtulabilmek amacıyla, ulus devletleri çökertecek ya da parçalayacak saldırıları planlı bir biçimde örgütleyerek, dünya arenasında çatışmaları körüklemektedirler. Bu gibi uzun süreli çekişme ve çatışmaların ya en başlarında ya da en sonunda bir iç savaş oluşumu yaşanmaktadır. Ülkelerin birbirlerinden farklı olan jeopolitik konumları ile devletlerin birbirlerinden ayrılan yanları, ya da farklı devlet modelleri arasındaki çekişmeler de doğal olarak ülkelerin sınırları içinde bir iç savaş ortamının doğmasını körükleyebilmektedir. Türkiye gibi çoklu özelliklere sahip olan devlet yapıları içinde kolaylıkla çoklu özelliklerin bazıları, toplum içindeki grupların çatışmalarda taraf olması gibi iç savaş oluşumlarını besleyecek düzeyde destek ortamları yaratılmasında etkili olabilmektedir.

                Konuya Türkiye açısından bakıldığı zaman ülke özelliklerinin fazlasıyla belirleyici olduğu ortaya çıkmakta ve böyle birçok yönlü ülkenin   konumu ile birlikte sahip olduğu durum ve izlediği tutum, her zaman için toplumun değişik kesimleri içinde tartışma konusu olmuştur. Son yıllarda sürekli olarak yapılan seçimleri hep aynı partinin kazanması ve bu amaçla çeşitli merkezlerden çok yönlü siyasal manipülasyonlar yapılması yüzünden, Türkiye’de normal demokratik rejim işlemez bir hale gelmiştir. Çeyrek yüzyıla yakın düşen bir zaman dilimi içinde iktidar partisinin sürekli seçim kazanması, bir süre sonra tek adam rejimine giden yolu açarak demokratik rejimin ortadan kalkmasına neden olmuştur. Bir anayasa değişikliği ile ülkede hükümeti ortadan kaldıran, devlet bürokrasisini köklü bir biçimde değiştiren ve de kuvvetler ayrılığı sistemini tasfiye ederek yürütme ile beraber yasama ve yargı güçlerini de başkan konumundaki kişinin tekeline bırakan   yeni yasal düzenleme, geçmiş dönemlerdeki diktatörlüklere benzeyen bir tek adam rejimini gündeme getirmiştir. Siyaset giderek tek adam insiyatifine doğru odaklandığı aşamada, devletin sahip olduğu bütün güçler tek adamın elinde toplanarak sınırsız bir yetki donanımı ile başkanı yücelten yeni bir siyasal düzen kurulmuştur. Üç büyük güç kuvvetler ayrılığı kaldırılarak tek adama teslim edildiği için ülkede fiili bir kişisel hegemonya düzenine giden bir yol yapılanması gündeme getirilmiştir. Böyle bir baskı düzenine geçiş ile birlikte ülkede tek merkezci bir hegemonya düzeni çerçevesinde, vatandaşlar konuşamaz bir duruma gelmiştir. Böylesine olumsuz bir gidiş ülkede baskıları artırdığı için insanlara korku psikolojisi aşılanmaya başlanmıştır. Toplumun büyük çoğunluğunun ülkede yayılan korkuların etkisi altında geri çekilerek suskunluğu tercih etmeleri üzerine, ülkede bürokrasi, bilim, güvenlik gibi toplum kesimleri konuşamayınca, karşıt kesimler muhalefet yapamaz hale gelmiştir. Bu durumda ülkede kurulan baskı düzeni ile demokrasi ortadan kaldırılınca, ülke suskunlar cenneti gibi bir duruma dönüşmüştür. İşte bu noktada her şeyin bittiği bir aşamaya gelinince, yer altı dünyasının önde gelen yöneticilerinden birisi ortaya çıkarak, yaptığı videolar aracılığı ile basın ve medya düzenindeki sınırları aşarak hem doğruları söylemeye başlamış hem de halktan gizlenen yolsuzlukları da açıklayarak halk kitlelerini sürüklendikleri karamsarlık çizgisinden çıkarmaya çalışmıştır. Birbiri ardı sıra gelen on videonun ortaya koydukları ile ülkenin olumsuz fotoğrafı açıklıkla gözler önüne serildiği için, Türkiye’deki güçlü mafyanın iç savaşa doğru bir körüklenme içinde olduğu anlaşılmıştır.

                Bütün dünya ülkelerindeki mafya örgütleri içinde bulundukları ülkenin siyasetini ele geçirerek devlete zarar verdikleri bir dönemde, Türkiye’de bir yeraltı dünyası önderinin bunun tam aksi yönde ortaya çıkarak gerçekleri dile getirmesi tam da devletin bittiği noktada gerçekleşmiştir. Devlet çatısı altında resmen görev yapan bürokrat ve uzmanlar gibi yer üstü otoritelerinin sustuğu bir yerde yeraltı dünyasının bir  temsilcisinin çıkarak her şeyi  açıkça  dile getirmesi , ülkenin bir iç savaş tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu, yolsuzluklar ile bitirilen devletin  hızla çökme noktasına getirildiğini ve böylesine bir durumda devletin ve milletin paralarının yolsuzluklar üzerinden yurt dışı bankalara kaçırıldığını, parasız kalan devletin bu süreç içerisinde çalışan halk kitlelerinin maaş ve ücretlerini ödeyemez  durumlara sürüklenerek çökeceğini  dile getirmiştir.  Çökertilen devlet düzeninin gözler önüne çıkartılmasıyla birlikte devletsizlik çukurunda boğulmamak üzere harekete geçebilecek bazı toplum kesimlerinin devlet sonrası aşamada ülkenin başına geçerek, siyasal boşluk alanında yeni bir örgütlenme türü olarak kendi devletlerini kurmak üzere yola çıkabildiklerinin çeşitli örnekleri dünya siyasal tarihi içinde görülebilen gelişmeler olarak bugünün Türkiye’sinde önem kazanmıştır. Yer altında cirit atan derin devlet yapılanmalarının mafya örgütleriyle birlikte çalışmaları bazen iç savaşların çıkartılmasına kadar gidebilmekte, bazen da bunun tamamen tersi bir çizgide iş savaşa giden süreçlerin önlenmesinde   etkili olabilmektedir. Devletlerin görünmeyen yüzlerini temsil eden yer altı örgütleri ya da mafya yapılanmaları, ülkeleri mafya egemenliğinde mafyokrasi adı verilen karanlık çete yönetimlerine devlet gücünü teslim edebilmektedirler. Devlet güçleri ile yer altı dünyasında çekişen mafya güçlerinin zamanla kendi devletlerini kurmak istemeleri, dünyanın her bölgesindeki devletlerin çatısı altında iç savaşa giden yolları açıklığa kavuşturmuştur. Silahlı kadroları profesyonel bir biçimde kullanabilen ve ülkenin her yerinde silah zoru ile her istediğini yapabilen çeteler, devletsizlik ortamında devletlerin yerini almaya çalışmaktadırlar.

                İç savaşların birinci koşulu devlet düzenlerinin çökmesidir. Çökertilen devlet düzenlerinin yarattığı boşluk alanda her kes kendi devletini kurma noktasına geldiğinde, Sovyet devrimi öncesi Rusya’da bu yüzden siyasal çekişmeler çok büyümüş ve toplumsal patlamalara yol açınca, çeteleşen gruplar kendi devletlerini kurabilmenin arayışı içine girerek ve diğer çetelerle karşı karşıya gelerek iç savaşın öncüsü olmuşlardır. Rusya tarihi bu durumu ortaya koyarken Japonya yenilgisiyle Rus Çarlığının çökertilmesi üzerine bütün Rusya’da bir devletsizlik dönemi yaşanmış ve daha sonraki aşamada da New York borsasının Troçki gibi bir komünist önder aracılığı ile gönderdiği yüklü miktardaki para ile de Kızıl ordu kurularak, Sovyetler Birliği devletinin Rus Çarlığı yerine kurulması gerçekleştirilmiştir.  Rusya devletinin çatısı altında yaşayan, Tatarlar, Başkırtlar ve Kazaklar ile diğer Türk ve Müslüman topluluklar   kendi devletlerini kurmak için yola çıktıkları zaman, Rus devletinin silahlı vatan savunması ile karşılaşmışlar ve bu yüzden de başarılı olamamışlardır. Çarlık sonrasındaki dağınıklık iç savaşa giden yolu açarken, çarpışan etnik ve dini grupların çeteleşmesiyle karşılaşılmış ama Rusya devletinin ülkesinin çok geniş olması yüzünden, tek bir devlet yerine yerel bölgelerdeki küçük devletlerin Sovyetler adıyla bir araya geldiği bir konfederasyon devleti kurulabilmiştir. İç savaşın bitirilebilmesi için büyük ve güçlü bir ordunun kurulması gerekmiştir. New York borsasının vermiş olduğu dolarlar ile komünist devrim yapılmış ve silah satın alınarak Kızıl Ordu gibi dünyanın ikinci büyük ordusu kurulmuştur. İç savaş çıkartabilmenin ya da önleyebilmenin ikinci yolu olarak silahlanma olgusu esastır. Nitekim Troçki Amerikan borsasından aldığı paraları silaha yatırınca, Kızıl ordunun kurulması gerçekleşmiş ve bunun üzerine gene eski topraklar üzerinde Moskova merkezli yeni bir devlet silahlanarak ordu kurma yolu ile örgütlenmiştir. Rus iç savaşının önlenmesi ancak böylesine büyük bir silahlı gücün ortaya çıkarılması ile sağlanabilmiştir. Rusya’da iç savaş sırasında kendi devletini kurmak isteyen etnik grupların silahlanarak çeteleşmesi gerçekleşince , Kızıl ordu ile daha büyük bir silahlı güç ortaya çıkarılarak iç savaş önlenmiş ve merkezi siyasal oluşum ile de bir ideolojik devlet, yerel örgütlenmeler olan Sovyetler üzerinden kurulmuştur . Moskova merkezli kurulan Kızıl ordu ortaya çıkınca eyalet devleti olmaya çalışan çetelerin önü kesilmiştir.

                İç savaşın ilk şartı devletin çöküşü ise ikinci şartı da silahlanmadır. Kim ülkedeki silahları eline geçirirse ya da savaş sırasında hangi taraf ülkedeki silahları toplayarak kontrol altına aldıysa, iç savaşı o kesim kazanacaktır, çünkü devlet silah ile kurulur ve silahları toplayarak güçlenen   taraf da devletin kurucusu olmaktadır. İç savaşın üçüncü şartı ise ülke içindeki bütün örgütlerin içine silahlı savaş aracılığı ile kendi devletini kurmak isteyen etnik, kültürel ya da dinsel grubun temsilcilerinin yerleştirilmesidir. Bu gibi işbirlikçi ya da öncü kadrolar zaman içerisinde karşı karşıya gelerek ya da içine girdikleri örgütlerin yönetimlerinde yer alarak, birbirleriyle çekişme ve çatışmalara kalkışabilirler Ülkeyi içeriden ele geçirme ve toplumda üstünlük kurmak için örgütlere sızma hareketleri, iç savaş senaryolarının içinde birbirini takiben uygulanan hegemonya kurma planlarının bir parçasıdır. Örgütleri içeriden kuşatma girişimlerinde belirli yerlere yerleştirilen kadroların iç işgalcilik yaparak devlet ve toplum üzerinde hegemonya girişimlerine kalkışmaları gibi durumlarda, taraflar arasında gerginlik en üst noktaya kadar tırmandığı için gelinen yeni aşamada, iç savaş gene ters koşullar üzerinden gündeme gelebilmektedir. Milli devletlerin birliği ve bütünlüğü ile ulusal toplum yapılarının örgütlü birlikteliği, iç savaş girişimleri ve çığırtkanlıkları sırasında bozulabilmekte ve bu doğrultuda başlamış olan iç savaş kıvılcımları da genişleyerek ülke sınırlarını zorlayabilmektedir. İç savaşlar sınırları aşarak sınır ötesi noktalara geldiği aşamada artık iç savaştan değil, bölgesel ya da küresel genişlikteki büyük savaşlardan söz edilmesi gerekmektedir. Bir ülkedeki iç savaş komşu ülkelere sıçrarsa, aynı anda birkaç ülkede bu doğrultuda karışıklık çıkacağı için, artık iç savaş geride kalmakta ve normal bir savaş oluşumundan söz edebilmek gerekmektedir. Dünyanın bütün ülkelerinde ortaya çıkan iç savaş senaryolarının bu açıdan paralel yanları bulunmaktadır.

                Yer kürenin merkezi denizi olan Akdeniz’de kıyısı olan bütün ülkelerde tarihin belirli zamanlarında iç savaşlar çıkmıştır. Öncelikle imparatorlukların dağılması aşamasında yeni kurulan ulus devletlerin ülke sınırları belirlenirken ya merkezi ulus devletin ya da eski imparatorluk alanında yeni ortaya çıkmak isteyen alt kimlikli küçük ulus devletlerin ülke arayışları sırasında, birbirleriyle karşı karşıya gelerek sıcak çatışma noktasına gelindiği sırada iç savaşlar patlak vermektedir. Eski imparatorluklar çağında belirli bölgelerde oluşan alt kimlikler ya da bunların kültürel yapılanmalarını yansıtan farklı diller, getirmiş oldukları farklılıkları nedeniyle toplumdaki birlik ve bütünlük ortamını ortadan kaldırmaya yönelik zorlamaları toplumsal taban üzerinden kamuoyuna taşımaya başladıkları aşamada her ülkede iç savaş çıkartma potansiyeli birden kinetik enerjiye dönüşerek eylemsellik kazanmaktadır. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve de Yunanistan gibi Akdeniz bölgesi devletlerinin ulus devletler olarak sınırları belirlenirken, iç savaşlar aşamasından geçtikleri görülmektedir. Avrupa ülkeleri dünya çapında emperyalizm ve sömürgecilik yaparken, kolonileri üzerinden imparatorluk düzenlerini kurmaya çalışmışlar ama iki büyük dünya savaşı sonrasında yeni ulus devletler olarak Avrupa kıtasındaki yerlerini alırlarken, kültürel alandaki çok yönlülük yüzünden iç çekişmeleri tam olarak ayarlayamamışlar ve büyük ulus devletlerden, küçük ulus devletler ortaya çıkarma sürecinde bu süreci tam olarak tamamlayamamışlardır. Bugün Avrupa Birliği yüzyılın başlarında çizilmiş olan sınırlar üzerinden otuz devletli bir kıtasal federasyona dönüşmeye çalışırken zorlanmakta ve Büyük ulus devletler olan Almanya’da Bavyera, Fransa’da Korsika, İngiltere ‘de İskoçya, İtalya’da Padanya ve İspanya’da Katalanya gibi kendi içinden bir küçük ulus devlet doğurma gibi yeni bir aşamayla karşı karşıya gelmektedirler. ABD’de Alaska, Teksas ve Kaliforniya gibi büyük eyaletlerin de merkezi federasyondan ayrılarak bağımsızlık devlet olmaya çalışmaları da böylesine bir dönüşümü destekleyerek, Avrupa tipi ulus devletlerin geleceğini karartarak hepsini bir iç savaş sürecine mahkûm etmektedir. Bütün dünyaya hem emperyalist imparatorluklar hem de ulus devletler çağında örnek olarak öncülük etmiş olan, beş büyük ulus devletin kendi içinden küçük ulus devletler çıkartma operasyonuna karşı izleyecekleri hukuk ve siyaset yolu, dünyanın geleceği için yön gösterici olacak ve küresel çıkmazın iç savaşlara dönüşümünü önleyecektir. Unutulmamalıdır ki, diğer kıtaların üzerinde yer alan bütün büyük ulus devletlerde birer küçük ulus devlet doğurma problemi vardır.

                Kendiliğinden çöken ya da çökertilen ulus devletlerde otorite boşluğu alanlarında, belirli bölgelerde oluşan alt kimlik ve dini inanç farklılıkları hemen yeni bir ulus devlet oluşumunu ortaya çıkarabilmekte ve yer yüzü hegemonyası peşinde koşan büyük devletleri harekete geçirerek, birbirleriyle sahip oldukları rekabet düzeni çerçevesinde bunların birbirlerinin içini karıştırarak emperyal oyunlar oynamalarına neden olmaktadır. Dünyanın büyük devletleri hem kendi güvenliklerini ve birliklerini güçlendirmeye çalışarak yollarına devam etmeye çalışırlarken, diğer yandan da geride kalan büyük ulus devletlerin sınırları içinde zamanla oluşan küçük ulus devlet oluşumları ile de yakından ilgilenerek, bunları üst düzey yöneticileri aracılığı birbirlerine karşı kışkırtabilmektedirler. Sınır dışı müdahaleler aracılığı ile alt kimlikli küçük ulus devletlerin bağımsızlık arayışı içine girmeleri, içinde bulundukları büyük ulus devletlerin kamu düzenlerini bozacağı için, var olan bütün büyük ulus devletleri parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya getirmektedir. Bu çerçevede her coğrafyadaki benzeri durumlar, büyük ulus devletlerin geleceği açısından iç savaş tehditlerini gündeme getirmekte ve bunları zaman içerisinde yaygınlık kazanarak, tüm devletler açısından bölücü ve yıkıcı yansımaları olabilecek siyasal tehditler olarak öne çıkarmaktadır. Küresel şirketler büyürken, ulus devletlerin küçülmesi istendiği için, küçük ulus oluşumlarının hızla devletleşerek içinde bulundukları büyük ulus devletleri, tıpkı Sevr haritasında olduğu gibi küçük ulus devletlere doğru dönüştürmeye yönlenmesi için kapitalist merkezlerde önemli çalışmalar yapılmaktadır. Böylece büyük devletler arasında dünya ve bölge hegemonyası kavgaları ürerken, büyük ulus devletler ile küçük devletler arasındaki çekişmelerin sıcak çatışmalara dönüşmesi üzerinden iç savaş senaryoları ayrılıkçı ve bölücü hedefler doğrultusunda yeryüzü kıtaları arasında görülmektedir. Avrupa ‘da başlamış olan bu sürecin, Balkanlar üzerinden atlayarak Orta Doğu, Avrasya bölgesi, Asya ve Afrika kıtaları ile birlikte iki büyük dış kıta olan Avustralya ve Amerika toprakları üzerinde de bölgelerin özel koşulları dikkate alındığında, birbirinden farklı senaryolar olarak dünya gündeminde öne çıkmaktadırlar.

                Uluslararası konjonktür bugün gelinen aşamada her ülkede iç savaş çıkartabilmek açısından son derece elverişli bir duruma gelmiştir. Devletler arası rekabet ortamı devam ederken, uluslararası kapitalizmin küresel bir emperyalizme yönelerek ulus devletleri hedef aldığı bir noktada, ulus devletlerin parçalanması kaçınılmaz olarak öne çıkmakta ve küresel şirketler ile ulus devletler birbirleriyle çekişmeye başlamaktadır. Bu aşamada bölücü ve ayrılıkçı siyasal oluşumlar küresel patronlar tarafından izlenerek desteklenmekte ve bunlara küçük ulus devlet olarak yola devam edebilmeleri açısından gerekli olan bütün yardımlar yapılırken, dış güçler silah ve savaş araçlarını isyan ve ayaklanma girişimleri için küçük devlet olma yolundaki bölücü ve ayrılıkçı oluşumlara dışarıdan müdahaleler ile karışmaktadırlar. Böylesine çelişkili durumlar ortaya çıkarken, yeni dünya düzenine giden yollar küresel şirketler ile yeni oluşan küçük ulus devletçikler ortaklığına dayanmaktadır. Dünya haritası üzerinde bulunan iki yüz ulus devleti, büyümek isteyen küresel şirketler yeterli görmemekte ve devlet olma statüsünü bu rakamın on misli daha fazla bir siyasal oluşum sağlayarak, büyük ulus devletlerin kontrolünden kurtulma yolunda küçük ulus devletlerin önünü açmaktadırlar. Devletler küçüldükçe şirketlerin önü açılacak, küçük ulus devletler büyük ulus devletlerin denetiminden kurtularak, daha özgür bir biçimde dünya nimetlerini paylaşabileceklerdir. Bu amaçla büyük ulus devletlerin içeriden çökertilmesi gerektiği için küçük ulus alt kimliğinden gelen kişiler bir iç savaş senaryosu doğrultusunda büyük devletlere karşı görevli kılınabileceklerdir. Büyük devletlere saldırı, kamu kurumlarına yönelik yıkıcı girişimler, toplumsal yapıları parçalayıcı her türlü senaryo ve planlar birbiri ardı sıra gündeme getirilerek, ülkenin toptan bir iç savaşa sürüklenebilmesi için gereken her yardım yapılabilmektedir. Toplumsal fay hatlarında gerginlikler yaratarak büyük ulus devletlerin çöküşe ve parçalanmaya yönlendirilmesi, bugünün koşullarında ortaya çıkan iç savaşların ana nedenidir. Birinci Dünya savaşı sonrasında ortaya çıkarılan bölücülük anlamında bir Balkanizasyon, iç savaşlar yolu ile dünya haritasında yaygınlaştırılmak istenmektedir.

                Küresel emperyalistlerin kullandığı en büyük silahlardan birisi olan ekonomik iflas senaryoları bütün büyük ulus devletlerin karşısına çıkarılan en büyük tehditlerden birisidir. Küreselleşme sürecinde ekonomiyi devletlerin elinden alarak şirketlerin eline teslim eden emperyalizm, bugün gelinen noktada merkezi devletlerin gücünü kırarak ve ekonomik açıdan sömürge konumuna düşürerek dünya halklarını işsizlik ve açlık krizlerine doğru iteklerken, iç savaşa doğru ülkelerin sürüklenmesini gerçekleştirmektedir. Ekonomik çöküntü iç savaş çıkartmanın en önemli koşullarından birisidir. İşsiz bırakılan ve açlığa mahkûm edilen halk kitlelerinin midesine her gün yeterli gıda girmeyince, nur topu gibi darbelerin boş midelerden doğması gibi durum değerlendirmeleri kamuoyu önünde eskisinden daha fazla yapılmaktadır. Devletlerin çöküşü, silahlanma yarışı, emperyalist oyunlar, hegemonya girişimleri, alt kimlikçi etnik ve dinsel yapılanmalar, küçük ulusların bağımsızlaşma girişimleri ile birlikte, ekonomik çöküntüler de iç savaşların gündeme gelmesine yol açan en önemli nedenler arasında yer almaktadır. Merkezi devletlerin büyük emperyal girişimlere karşı kendisini korumaya çalışması ya da bölünmeyi önlemek için ülkeyi bütünleştirici ulusalcı girişimlere büyük ulus devletin ağırlığı doğrultusunda hareket etmesiyle birlikte, ülke içinde ulusçuluğun yükselerek gelişmesini sağlamaktadır. Ne var ki, küresel şirketler ve onların yerli işbirlikçilerinin ortaklığında doğa olayları zorlanarak yapılan depremler, seller, yangınlar ya da toplumsal olayları ve gelişmeleri etkileyecek derecede, halk kitlelerine dönük saldırı senaryoları ile halk kitleleri hem korkutularak hem de kaotik kargaşa olayları ile rahatsız edilerek karamsarlığa düşürülmektedir. Olumsuz kitle psikolojileri yaratılarak halk kitlelerinin gelecekten beklentileri ve umutlarının önüne çıkılmasıyla istenen pasiflik ve teslimiyetin sağlanması da gene iç savaş senaryoları sırasında gündeme getirilebilecek olumsuzluklardır.

                Türkiye dünyanın merkezinde yer alan bir büyük ulus devlet olarak, Avrupa Birliğinin büyük ulus devletleri ile rekabet içindedir. Bu doğrultuda yirminci yüzyılın haritası iki büyük dünya savaşı sonrasında çizilirken, İngiltere’nin öncülüğünde Türkiye Cumhuriyeti’nin küçük ulus devletlere bölünmesi, Sevr planı olarak uygulama alanına getirilmek istenmiş ama Lozan Antlaşması ile, bu doğrultuda Anadolu’da başlatılmış olan isyanlar ve ayaklanmalar aracılığı ile iç savaş senaryolarına karşı çıkılmıştır. Osmanlı devleti İstanbul’da bitirilirken, Anadolu halkı ayağa kalkarak kendi geleceği ve güvenliği amacıyla Ankara’da yeniden bir büyük ulus devlet kurmayı başarmıştır. İngiliz devletinin  Osmanlı sonrası merkezi bölge planında Balkanizasyon  oluşumunu Orta Doğu’ya taşımak gibi bir hedef olduğu için, Misakı Milli sınırları içinde kurulmuş olan  büyük ulus devlet olarak, Türkiye Cumhuriyeti kendi içindeki coğrafi bölgelere ayrılarak yedi küçük ulus devlete bölünmeye çalışılmış ama, Misakı Milli programından geri adım atmayan Türk ulusu, kurucu önderin ortaya koyduğu ulusal kurtuluş  amaçlı mücadeleyi sürdürerek ve büyük ulus devletine sahip çıkarak , coğrafi bölgelerde küçük ulus devletler yaratma planlarını  ulusal güç birliği temelinde  önlemiştir. Ne var ki, aradan bir yüzyıl geçtikten sonra emperyalizm yeni bir dünya düzeni kurarken, büyük ulus devletler ile birlikte Türkiye’yi de coğrafi bölgeler sınırı içinde, küçük devletçikler federasyonuna dönüştürmeye çalışmakta ve bu amaçla da büyük destekler sağlayarak, Türkiye Cumhuriyeti’ni yok oluşa kadar sürükleyecek büyük bir iç savaşa doğru sürüklemektedirler. Gelinen yeni aşamada, Batı blokunun büyük ülkeleri, Türkiye’nin küçültülmesi doğrultusunda ülkeyi küçük ulus devletlere bölecek bir iç savaşın gerçekleşmesini hedeflemektedirler. Bu aşamada soğuk savaş döneminin güvenlik örgütlerinin artık eskisi gibi Türkiye ya da benzeri büyük ulus devletleri koruyamadığı görülmektedir. Son dönemde Türk toplumu batıdan yana olanlar ve Türkiye’den yana olanlar biçiminde bir kamplaşmaya doğru yönlendirilmekte ve batı hegemonyasının Türkiye’yi batının çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmesi için, batının büyük devletleri ve onların yerli işbirlikçileri Türkiye’yi bir iç savaşa doğru yönlendirebilmenin çabası içine girmiş görünmektedirler. Bugün gelinen noktada, Türk ulusuna yeniden Kuvayı Milliye mücadelesine kalkışmak gibi bir ulusal direnç  mücadelesi gerekmektedir. Atatürk Cumhuriyetinin sonsuzluğu için “Hodri Meydan “ denilmelidir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

25 Temmuz 2021 Pazar

SAVAŞ VE BARIŞ ARASINDA TÜRKİYE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 SAVAŞ VE BARIŞ ARASINDA TÜRKİYE

                 Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra geçen çeyrek yüzyıllık geçiş döneminin sonuna doğru gelinirken, bugünkü dünya yirmi birinci yüzyılda kendi rotasında yol alarak yeni bir döneme doğru ilerlemektedir. Yirminci yüzyılın birikimini taşıyan halklar ve yönetimler bu dönüşümün gerçekleştiği aşamada bir yerlere savrulmamak ve sahip oldukları konumlarını korumak amacıyla önlemler almalarına rağmen, gene de eskisinden çok farklı bir yeni dünya düzenine doğru eskisinden çok farklı bir dönüşüm öne çıkmaya başlamıştır. Yirminci yüzyılın ilk yarısında iki büyük dünya savaşı yaşamış olan insanlık, yeniden üçüncü bir   cihan savaşının içine sürüklenmemek için   her açıdan gereken önlemleri almaya çalışırken, yüzyılın ikinci yarısı da soğuk savaş adı verilen cephe ötesi bir çekişmeyi dünya gündeminin ortasına oturtmuştur. Birinci dünya savaşı sonrasında kurulmuş bulunan sosyalist sistemin yüzyılın sonlarına kadar ayakta kalması nedeniyle devletler arası çatışma ve çekişmeler cephe ötesi bir dönüşüm içinde gelişerek, süper güçler arasındaki gerginliğin yeni yüzyılın başlarına kadar gündemde kalmasını sağlamıştır. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden bu yana gelişmeler gösteren savaş konjonktürlerinin küresel boyut kazanması üzerine iki büyük dünya savaşı yaşamak durumunda kalan insanlık, sosyal ve ekonomik değişim süreçleri içinde yirmi birinci yüzyıla girerken, gene büyük güçlerin çekişmeleri karşısında kalarak soğuk savaştan sıcak savaşa doğru yeni bir yapılanma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır.

                Tarih boyunca savaş ve barış oluşumları arasında yaşamını sürdürmeye çalışan insanlar her geçen yıl barış ortamına daha fazla sahip olmaları gerekirken, bunun tamamen tersi bir çizgide barış yerine savaş süreçleri ile karşı karşıya kalınmasıyla, giderek süreklilik kazanan çekişme ve çatışma olgularının içinde kontrol dışı olayların sürükleyip getirmesiyle bu döneme gelinmiştir. Siyaset filozofları insanoğlunu hemcinslerinin kurdu olarak tanımlarken, asıl nedeninin insanlar arasındaki çekişme ve çatışmaları yaratan kıskançlık ve çekememezlik gibi olumsuz duyguların yer aldığı kötülük üreten bir yapıya sahip olmak gibi bir olumsuz özelliğin olduğu anlaşılmaya başlamıştır. Yirmi yüzyıllık siyaset birikimi birçok dersi beraberinde getirirken insanlık bir türlü savaş gibi çatışma tehlikesinden kurtulamamış ve bu yüzden de barış ortamları kısa süreli olmuştur. Ortaya çıkan her yeni dönemde insanlar arasındaki çekişmeler, yeni duruma göre yönetimler oluşturmaya yöneldiği için rekabet ve çekişmelerin devam etmesine giden yol açık kalmış ve bu nedenle de her savaş kendinden sonraki savaşların öncüsü olmuştur.” İnsan insanın kurdudur “diyen filozoflar zamanla haklı çıkarken, dünya tarihi savaşların yol açtığı felaketler dizisinden bir türlü kurtulamamıştır. Her devrin kendi özelliklerine uygun bir biçimde öne çıkardığı büyük güç merkezleri birbirlerini alt ederek, en üst düzeyde egemen olacak bir konuma erişebilmenin kavgasını yaparken, yoktan yere savaşlar çıkararak diğer rakip güç ve merkezlerin önünü kesmeye çalışmışlardır. İnsanlar böylesine çıkmazlar içinde eskisinden farklı düzenlere doğru sürüklenirken, dünya barışının kalıcılığı çizgisinde ciddi bir çözüm üreterek ortaya koyamamışlardır. Genel olarak tek bir süper güç merkezi oluşarak öne geçince, dünya barışı o gücün merkezinde yer aldığı farklı bir yapılanmaya doğru dönüşüm geçirmiştir. Bu yüzden de savaşlar her zaman insanların kaderi olarak gündeme gelmiş ve böylesine bir olumsuz süreç içinde kalıcı bir barış düzeni oluşturulamamıştır. Savaşların meydana getirdiği yıkım ve kırımlardan kaçmak üzere insanlar her zaman barış arayışı içinde olmuşlar ama insanoğlunun hegemonya tutkusundan bir türlü uzaklaşamamışlardır. Bugün de benzeri durumlar ortaya çıktığı için insanoğlu gene aynı tür çıkmazlar ile boğuşarak savaşları önlemeye çalışmakta ama bir türlü kalıcı ve güvenli bir yol bulamamaktadır. Bugünün dünyasında da geçmişin uzantısı olan olumsuz yapılar devam ettiği için barış çabaları geride kalmaktadır   

                Türkiye Cumhuriyeti diğer devletler ile birlikte bugünün çıkmazları ile dolu olan bir dönemece gelmiştir. Geleceğin yeni dönüm noktası olabilecek büyük dönüşümün bu günkü dönemecin dönülmesi sırasında meydana gelebileceği tahmin edilmekte ve bu yüzden de her devlet ve toplum kendi kaderini belirleyecek böylesine bir dönemece doğru yaklaşıldıkça panik benzeri gelişmeler öne çıkabilmektedir. Bu yüzden de devletlerin ve milletlerin yanlış hareketleri ortaya çıkmaktadır. Önceden soğukkanlı bir biçimde gelişmeler dikkate alınarak acil ve gerekli önlemler alınacağına, gelecek korkusu içinde panikleyerek hareket edilmesinin birçok ülkenin siyasal bunalımlara düştüğü, siyasal krizlerle boğuşmak zorunda kaldığı ve bu yüzden de savaşlara dönüşebilecek kaos ortamlarının yaratılmasına neden oldukları kolaylıkla görülebilmektedir. İnsan düzenlerinin en büyük gerçeklerinden birisinin savaş olduğu ve bu gibi durumlara karşı çıkabilmek üzere de barış çabalarının en büyük siyaset türleri olarak, toplumların önüne çıktığı normal olarak birbirini izlemektedir. En küçük bir ihtilaf ya da çekişmenin bazen büyük anlaşmazlıklara ya da savaşlara yol açtığı her dönemde görüldüğü için güçlü yönetimler bu gibi gelişmelere karşı acil önlemler alabilmektedir. Ana hedef barış düzeninin kurulması olunca, bu doğrultuda her türlü özveri gösterilerek çatışma ve çekişmeleri durdurma ya da son vermenin yolları aranmaktadır. Ulusal ya da uluslararası konjonktürdeki iniş ve çıkışlar her zaman için belirsizlik ortamı yarattığı için, her devlet kendine bağlı olarak oluşturduğu kamu düzeninin istikrarını koruma doğrultusunda kendi hukuk devleti ölçülerine ve yasal düzenlerine göre önlemler alarak, barış düzenini tehdit eden olumsuz gelişmelere yönelik adımlar atabilmektedir.

                Konuya bugünün dünyası açısından bakıldığında son gelinen noktada dünya barışının ne durumda olduğu ve de gelecekte sıcak çatışmalar üzerinden savaş ya da benzeri gelişmelerin öne çıkma ihtimalleri olduğu görülebilmektedir. Bu gibi durumlarda bütün devletlerin kendilerine bağlı bir biçimde kurmuş olduğu araştırma merkezleri ya da düşünce tankı adı verilen bilgi üretme kurumları, belirli dönemler aralığında gelişmeleri izleyerek durum değerlendirmeleri yapmakta ve elde edilen sonuçlara göre bunlar geleceğe yönelik olarak savaş ya da barış durumlarının ortaya çıkabilme ya da ortadan kalkabilme yaklaşımları çerçevesinde, istikrarı koruyucu tahmin raporlarını kamuoyuna açıklayabilmektedirler. Bu gibi durumlarda dünyanın süper gücü konumundaki Amerika Birleşik Devletlerindeki araştırma ve düşünce merkezlerinin yaptığı çalışmalar, ABD yönetiminin nereye doğru gittiği ya da gideceği gibi ihtimallerin belirlenmesinde etkili ve yönlendirici olduklarından her dünya devleti bunları yakından izlemeye uğraşmakta ve bu gibi kuruluşların toplantılarına özel temsilciler göndererek katılım sağlamaya çalışmaktadır. Dünya konjonktürünün sürekli olarak izlenmesinde düşünce ve araştırma kuruluşlarının devamlı izlenmesi, bütün devletlerin gelişmeleri öğrenmesine ve ortaya çıkabilecek olumsuz durumlarda neler yapılması gerektiğini öncelikle ortaya koyabilmektedir. Her devletin olduğu kadar kendini bilen aydınların da dünya gelişmelerini izlerken ABD’den gelen rüzgarlara bakmaları gerekmektedir. Son Amerikan başkanlık seçimlerine kadar bir anlamda dünya ülkeleri kilitlenerek ABD’deki gelişmeleri izlemeye öncelik verirken, seçimleri kimin kazanacağı ve de seçim sonrasında ABD’nin nasıl bir yol izleyeceği sürekli merak edilerek hareket ediliyordu. Bu nedenle de bir anlamda bütün dünya Amerika’ya doğru kilitlenmiş gibi bir durum vardı. Büyük emperyalist devletler kendi kontrollerini devam ettirebilmek amacıyla, tarihin her döneminde savaş yolunu tercih ettiği için bugünkü ABD’nin de savaş istemesi gibi bir durumun ortaya çıkmasından, sömürgecilik oyuncağı olarak kullanılan küçük ve orta boy devletler çok fazla ürküyorlardı. Yeni ABD başkanı Biden başkan seçildikten sonra üç ay kapalı devre çalışmalar yapmış ve bu süre zarfında Amerikan devletinin ilgili birimleri ile ortak çalışarak hem devletin durumunu hem de kamu kurumlarının yaptıkları çalışmalar üzerinden yeni dönemin politikalarının belirlenmesi işlerini tamamlayarak, siyaset arenasına hazırlıklı bir çıkış yapmıştır. Yeni başkan, Amerika’nın yeniden geri döndüğünü ve gene eskisi gibi süper güç politikalarını sürdürerek yeryüzü kıtaları üzerinde Amerikan hegemonyasının devam edeceğini kamuoyuna göstermiştir.

                Yeni ABD başkanı kendi devletini toparladıktan sonra önce eski ortağı İngiltere’ye giderek Atlantik ittifakındaki kurucu ortağı olan İngiltere ile bir araya gelmiş ve daha sonra da Avrupa’ya geçerek Avrupa Birliği, G-7 ve Nato zirvelerine katılmıştır. Daha sonraki aşamada da Almanya, Fransa, Rusya gibi büyük devletler ile en üst düzeyde toplantılar yaptıktan sonra, eski bir Nato üyesi ülke olarak Türkiye’nin başkanı ile de görüşmüştür. Batı ittifakının en üst düzeydeki uluslararası örgütlerini yeni toplantılara yönlendirerek, ABD’nin stratejisi doğrultusunda batı ittifakını yenilemeye çalışmıştır. Bu arada ABD’nin arkasında duran üç büyük devlet olan İngiltere, Fransa ve Almanya başkanlarını da toplantılar sonrası değerlendirmelere yönlendirmiştir. “Amerika tekrar eskiye dönüyor.” sloganı ile batılı ortaklarına Birinci ve İkinci dünya savaşları süreçlerini hatırlatarak eskisi gibi savaşacaklarını, ayrıca dünya hegemonyası için gerekirse üçüncü dünya savaşına hazır olmaları gerektiğini açıkça dile getirerek açıktan savaş çığırtkanlığı yapmıştır. Kırk yıllık bir senatör olarak Amerikan devletinin bütün yönlerini iyi bilen ve her yerde temsil eden yaşlı kurt konumuyla Joe Biden, ABD’yi İsrail lobilerinin ısrarlı yönlendirmeleri doğrultusunda Büyük İsrail’in oluşumu doğrultusunda üçüncü dünya savaşını yeniden güçlü Amerika için seferber etmeye çalışmıştır. Bu çizgide her şeyi planlayan yeni başkan bu aşamada Almanya, Fransa ve İngiltere gibi dev devletlerin itirazları ile karşılaşmıştır. İsrail yüzünden doğu devletleri ile karşı karşıya kalmak istemeyen batılı büyük devletler  giderek Siyonizmin etkisi altına giren Biden’ın ısrarları karşısında mesafeli davranarak ABD’yi yeni bir dünya savaşına götüren Büyük İsrail Projesine açıktan karşı çıkarak  olumsuz bir tavır koymuşlardır . Batılı dostlarından yüz bulamayan yeni ABD başkanı Avrupa gezisinden geri dönerken son olarak Türkiye başkanı ile görüşmüş ve Üçüncü dünya savaşı peşinde koşan İsrail lobilerinin ısrarları doğrultusunda, Türkiye’yi Afganistan savaşına sokacak düzeyde bir Kabil hava alanı bekçiliği teklif etmiştir. Açıktan Türkiye’yi Çin, Rusya İran ve Hindistan gibi emperyalist dev ülkelerin karşısına batının sınırlarını koruyacak bekçi görevi ile iteklemek, her türlü dostluğun ve müttefikliğin ötesinde resmen bir savaş oyunu biçiminde haksız olarak ülkemize yönlendirilmiştir.

                İkinci dünya savaşı sonrasında Sovyet Sosyal emperyalizminin bütün dünyayı komünist yayılma politikalarına karşı korumak üzere kurulmuş olan Nato ittifakına yetmiş yıl önce üye olan Türkiye, savaşlara karşı kendini korumak için girdiği bu örgütte yarım yüzyıl demirperde bekçiliği yapmak zorunda bırakılmış ve bu doğrultuda Kore savaşında yüzlerce askerini şehit vermiştir. Şimdi de gene Nato müttefiki batılı ülkelerin güvenliğinin sağlanması doğrultusunda ABD Türkiye’yi Afganistan ve Pakistan üzerinden Orta Asya savaşına doğru yönlendirmekte ve bu doğrultuda Türkiye’nin köprü olması sağlanarak, Orta Doğu savaşı Orta Asya savaşına doğru dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Geçen asırda yarım yüzyıl Demirperde karakolu olmaya zorlanan Türkiye’nin ,yeni dönemde  Pekin-Londra hattı üzerinde devreye girmekte olan  Çin merkezli yeni ipek yolunu kesmek ve bu hat üzerindeki bütün ulaşım merkezlerinin gene eskisi gibi batı ittifakının kontrolü altında kalmasını isteyen ABD şirketlerinin, Afganistan ve Pakistan gibi Müslüman ülkelerin bu bölgedeki  önemli konumlarından yararlanmak üzere, Türkiye’yi merkezi coğrafya da  görevli kılmak istemişlerdir Batılı emperyalistler ulusal ve ekonomik çıkarlarının bekçiliğini gene eskisi gibi Türk devletine yaptırabilmenin yollarını aramaya başlamışlar ve bu nedenle de Kabil hava alanının bekçiliğini Çin’e karşı Türk devletinin omuzlarına yıkmak istemektedirler. Yeni ABD başkanı Üçüncü dünya savaşı isteyenler adına Türkiye’yi böylesine kritik bir misyon ile karşı karşıya getirirken, aslında yıllardır PKK terörü ile savaştırılan Türk Silahlı Kuvvetlerini yeni dönemde dünyanın en büyük terör örgütü olan Taliban ile de karşı karşıya getirerek, Kore’deki Kunuri savaşında verilen yüzlerce şehit benzeri büyük bir felaket senaryosu, müttefikliğin ötesinde Türkiye’nin karşısına çıkartılmaya çalışılmaktadır. ABD’nin yirmi yıllık savaş döneminde yenemediği Talibanı Türkiye’nin karşısına çıkartmak, Nato gibi bir savunma örgütünün Türkiye’yi savaş alanının tam ortasına sürüklemesi anlamına gelmektedir. İsrail Siyonizminin peşine takılıp giden ABD emperyalizminin son aşamada Türkiye’yi haritadan silecek ve İsrail’i Orta Asya’ya taşıyacak bir büyük savaş planın içine sürüklendiği açıkça ortaya çıkmaktadır.

                Pentagon’un savaş bütçesini sekiz yüz milyar dolar artırarak Amerikan devletinin karşısına çıkan ve bu doğrultudaki savaş hazırlıklarını batı ittifakı üyelerine dayatan yeni ABD başkanı, kendi yönetiminin yaptığı savaş hazırlıkları doğrultusunda etki ve baskılarını artırarak kendi döneminde ABD’yi yeniden eskisi gibi askeri ve ekonomik hegemonya gücü yapmaya çaba göstermektedir. Savaşlar aracılığı ile dünya emperyalist düzeninin patronu konumuna gelmiş olan ABD’nin, gene eskisi gibi bütün dünya ülkelerine yönelik emperyalist saldırıları sürdürmesi durumunda bugünün ve yarının eskisi gibi en güçlü emperyal merkezi haline gelmesi planlanmakta ama yeni büyük güçlerin ve devletlerin devreye girmesi yüzünden, günümüzde çok kutuplu bir dünyaya doğru gidilirken, ABD’nin eski hayaller peşinde koşarak tekrar en büyük süper güç olması mümkün görünmemektedir. Gelecekte kanlı bir iç savaş ve uzun sürecek bir terör döneminin gündeme geleceği Afganistan gibi bir bataklık çukuruna Türk askerinin Kore’de olduğu gibi sürüklenmesi düşünülemez ve bu nedenle de Türkiye kendi bölgesi olan Orta Doğu güvenliğinden vazgeçerek, Orta Asya güvenliği doğrultusunda ikinci bir savaş bölgesinin tam ortasında batı emperyalizminin taşeronluğuna yönlendirilmesi, Türk ulusu ve devleti tarafından kabul edilemez. Ayrıca Nato üyesi olan batılı ülkeler ayak işlerini Türkiye’ye yaptırmaktan vazgeçerek bir Nato üyesi olan Türkiye’nin de güvenliğini düşünmeye yönelmeleri Nato’nun gerçek bir savunma ittifakı olup olmadığı meselesini de gündeme getirmek açısından yararlı olacaktır. Yenemediği Taliban terör örgütünden korkup kaçarak Afganistan sorununu çözemeyen ABD’nin, bu işi Türkiye’ye havale etmesi tam bir çelişki olarak ortaya çıkarken, bütün Nato üyesi ülkelerin Afganistan’dan çıkmaları da Türkiye’ye karşı bir ikinci sınıf devleti uygulaması olarak öne çıkmaktadır. PKK terör örgütünü İsrail ile birlikte destekleyerek Türkiye’yi bölecek yeni bir devlet yaratma projesi Türkiye’ye karşı desteklenirken, merkez ülke konumundaki Türkiye’nin cephe ülkesine dönüştürülmesini gündeme getirmektedir. Aklı başında her devletin merkezi konumunu koruyarak hareket ettiği bir aşamada, Türkiye’nin İsrail ve ABD yüzünden sahip olduğu merkezi konumunu kaybederek cephe ülkesi konumuna sürüklenmesi düşünülemez.

                ABD’nin ağa babası olan İngiltere ya da Birleşik Krallık adı altında çalışmalarını sürdüren Büyük Britanya imparatorluğu, bugün gelinen noktada Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenemediği için “Rekabetçi çağda küresel Britanya “adı altında bir rapor hazırlayarak, İsrail’in ve ABD’nin yetersiz kaldığı küreselleşme sürecinde, bugünkü dünya düzenini kuran emperyalist güç olarak kendi farklı yaklaşımını dünya kamuoyuna duyurmuştur. Yirminci yüzyılın süper gücü olarak öne çıkan ve  çağdaş dünya düzenini Büyük Britanya imparatorluğunun elinden alan İngiltere , Sovyetler Birliğinin  otuz yıl önce çöküşünden sonra geçen zaman dilimi içinde ABD’nin küresel emperyalizmin merkezi olmasını beklemiş ama bu durum gerçekleşemeyince, bu nedenle kendisinin kurmuş olduğu batı merkezli dünya düzenini korumak ve ABD’nin yetersiz kaldığı aşamalarda İsrail Siyonizmi ile mücadele ederek dünyanın  yeniden dinlerin ve tarikatların egemen olduğu yeni bir ortaçağa sürüklenmesini önlemek üzere İngiltere çağdaş uygarlık düzeninin kurucusu olarak devreye girmek zorunda kalmıştır. Britanya İmparatorluğu için  bir eylem kılavuzu getiren yeni program aynı zamanda bütünlüklü bir değerlendirmeyi de beraberinde getirmektedir. Rusya ve Çin’in büyük çaplı bir silahlı çatışma ya da yeni bir dünya savaşına hazırlıklı olma sürecinde kendisine asıl rakip olarak gören İngiltere hükümeti bu resmi raporunda bir üçüncü dünya savaşı hazırlığı içinde olduğunu dünya kamuoyuna açıklamaktadır. Devletin ve hükümetin bu amaçla yeniden yapılandırılmasını gündeme getiren İngiltere devleti güvenlik, savunma, kalkınma ve dış politika bölümleri ile gelecek için yol gösterici bir içerik taşımaktadır. Statükoyu savunmanın yetersiz kaldığı bir aşamada İngiltere destekli ABD hegemonya döneminin sona erdiği ve bu yüzden İngiltere’nin farklı bir dünyaya hazır olması gerektiğini, eğer bu çizgide koşullar elverirse o zaman yeni bir dünya düzeni kurmak üzere Britanya İmparatorluğunun ABD’yi arkada bırakarak kendi başına harekete geçmesi gerektiği dile getirilmiştir. Jeopolitik kaymalar ve hızlı teknolojik değişim sistem içinde rekabet gerginlikleri yaratmaktadır. Çok kutuplu dünyada küresel ekonomik büyümeden bütün büyük devletler daha fazla pay almaktadır.

                Ekonomi ile birlikte devlet düzenleri de değişime uğrarken her devlet kara, deniz, hava ve uzay alanlarından daha fazla yer kapma yarışına girdikleri için bölgesel çatışmalar giderek artmaktadır. Büyük Britanya kendisi için en büyük rakibin Rusya olduğunu, ulusal güvenlik için devletin yatırımlara doğrudan müdahale etmesi gerektiği ve farklı bir sistemden gelen ülke olarak Çin’in aynı zamanda yeni bir ideolojik rekabetin öncüsü de olabileceği dile getirilmektedir. Yüz yıl önce bugünkü dünya düzeni kurulurken Rusya İngiltere’nin rakibi olarak öne çıkıyordu. Ne var ki, İngiliz hükümeti yayınladığı yeni raporunda artık Avrupa Birliğinin önde gelen rakip güç merkezi olarak öne çıktığını söylüyordu. Böylece Çin, ABD ve Rusya’dan sonra Avrupa Birliği de rakip yeni güç merkezi konumuna geliyordu. Küresel emperyalizme yönelen güç merkezlerinin önümüzdeki  dönemde, dünyanın güney ve doğu bölgelerine doğru bir genişleme çabası içinde olacakları ve bu nedenle de  Birleşik Krallığın   Hint-Pasifik bölgelerinde daha etkili olması gerektiği  ve bu doğrultuda Avrupa ülkelerinin önünün kesilmesinin kesinlikle zorunlu  olduğu açıkça dile getirilmektedir. İsrail’e angaje olan ve Amerikan devletinin içinde Siyonist kadroların çalışmalarını engelleyemeyen ABD, bu yarışta geride kalırken, bugünkü dünya düzeninin kurucusu olan Britanya İmparatorluğu   kurmuş olduğu dünya düzenine sahip çıkarak, İsrail merkezli bir büyük din yapılanması ile yeniden ortaçağa geri dönüşü önlemek istemektedir. Bir anlamda emperyalist uyan borusu öttüren Birleşik Krallık, var olan devlet düzeni içinde yeni bir kurumsal siyasal düzen kurmak amacıyla siyasal bir reform önerisi getirmektedir. İkinci olarak da yeni devlet yapılanması için her alanda farklı yasalar çıkartarak yurtiçi hazırlıkların tamamlanması ve yaygın bir reform için de   devletin merkezi konumunu eskisinden daha güçlü bir konuma getirilmesi istenmektedir. Yeni ülkelerin nükleer silahlara sahip olması dikkate alınarak, İngiltere’nin büyük bir nükleer güç haline getirilmesi gerektiği belirtilmektedir. Ayrıca uluslararası alanda artan rekabet dikkate alınarak, Britanya İmparatorluğu sınırları içinde yer alan kolonilerin daha iyi korunabilmesi için küresel askeri varlık genişletilerek güçlendirilmelidir. Gerek büyük ülkeler gerekse de uluslararası kuruluşların müdahalelerinin artması nedeniyle, Britanya İmparatorluğunun gerekli önlemleri alarak kendi kolonileri üzerinde kurmuş olduğu hegemonya düzenini koruyacağı ve gerekirse bu amaçla savaşacağını İngiliz hükümeti yeni raporu ile ortaya koyarak, yeni dönemde her türlü savaş için hazırlık içinde olduğunu kamuoyunun önünde duyurmaktadır. Demokrasinin beşiği olduğu söylenen İngiltere, yeni raporu ile hem totaliter rejimi hem de müdahaleci yönetimi ilke olarak kabul etmekte ve her açıdan savaşlara hazır olmaya çalışmaktadır.

                İki okyanus   arasına sıkışmış olan ABD her açıdan özgür hareket ederek dünyanın doğu ve güney bölgelerine yönelik askeri harekatlara hazırlanırken, İngiltere’nin de eski bir sömürgeci olarak Hint-Pasifik bölgelerine doğru yeni hazırlıklara kalkışması, küresel bir dünya savaşı tehlikesini her geçen gün daha da fazla artırmaktadır. İnsan nüfusunun çok fazlalaştığını ve dünya nimetlerinin insanların gereksinmelerini tam olarak karşılamadığını ifade eden küresel emperyalistler, üçüncü bir dünya savaşı çıkartma yolunda dünya düzenini karıştırarak insanlığı yavaş yavaş böylesine büyük bir savaşa doğru yönlendirecek her türlü komployu geliştirerek ortaya atmaktadırlar. Böylece dünya ülkelerini kaotik bir ortama doğru sürükleyen emperyalist güçler, çok kutuplu dünyada kutup merkezi konumuna gelen siyasal güçleri küresel bir yarışa doğru sürüklerken, aynı zamanda savaşı da doğal olarak gündeme getirmektedirler. Günümüzün süper gücü olarak öne çıkan Çin’in hazırlıklarına  da bakıldığı  zaman  İngiltere ile birlikte ”Bir yol ve bir kuşak“ adı ile gündeme getirilen Pekin -Londra hattı üzerinde yer alan elliden fazla devlet, yeni kutup merkezi siyasal oluşumların çekişme alanı haline gelmekte ve bu yüzden de Balkanlar ,Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey Afrika ve  okyanuslara yayılmış olan ada ülkeleri, yeni emperyalist kalkışmaların ele geçirmeyi hedeflediği yerler olarak öne çıkmaktadır.Türkiye’nin son dönemde Kıbrıs adası üzerinden gelişen bazı  siyasal çekişmelerde  bu yeni durumun yansımaları açıkça görülmektedir. Emperyalist rekabet düzeninde batılı büyük devletler eskisi gibi öne çıkarken, Rusya, Hindistan ve Çin doğu bölgesinin yeni emperyalist güçleri olarak hem rekabetlere hem de savaşlara doğru adım atmaktadırlar.

                Çin devletini kurmuş olan Çin Komünist partisi günümüzde dünyanın doğu bölgesinden çıkarak, bütün dünya ülkelerine yönelik yeni bir emperyalist imparatorluk yaratmaya çalışırken, artık eskisi gibi sosyalist bir ülke olarak değil ama Şangay, Hongkonk ve Tayvan gibi bölgelerin öncülüğünde yeni bir kapitalist yapılanma olarak devreye girmektedir. Tarihin son dönemlerinde batılı emperyal güçlere karşı doğu bölgesinde savaşlar yürüten Çin eski bir emperyalist güç olarak her zaman   için savaşmıştır. Son üç yüz yılda Japonya ile yarış içinde olan Çin, İngiltere’nin Hindistan üzerinden bölgeye gelerek bir sömürge imparatorluğu yapılanmasına yöneldiği aşamada, Çin birkaç yüzyıl Afyon savaşlarına esir düşmüş ve uyuşturucu ile teslim alınan Çin halkı uzun dönemler boyunca çalışamaz halde tutularak, bu büyük ülkenin büyük bir devlet oluşturmasının önüne geçilmiştir. Hindistanı sömürge yapan İngiliz emperyalizmi, Doğu Hindistan Şirketi kurarak bu şirketin aracılığı ile doğu bölgesindeki uyuşturucu trafiğini yönlendirmiş ve Çin’i uyuşturucu işi aracılığı ile Asya kıtasının içine hapsetmiştir. Yirminci yüzyıla kadar Hindistan ve Çin üzerindeki İngiliz baskısı ve yönlendirmeleri ile bu  yüzyıla kadar doğu bölgesindeki batı blokunun hegemonyası ve sömürgeciliği devam etmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ise Rusya ve Hindistan, Çin ile birlikte doğu bölgesinin yeni süper devletleri olarak dünya sahnesindeki yerlerini almışlardır. Ne var ki bugün gelinen yeni aşamada Rusya çok geniş olan ülkesinin dağılmaması için sınır koruyuculuğu yaparken, Çin yeni yetiştirdiği ticaret ve ekonomi insanlarını dünyanın bütün ülkelerine yerleştirerek küresel emperyalizmin yeni bir örneğini doğulu bir emperyalist yapılanma olarak yayılarak örgütlenmektedir. Çin yeni ipek yolu olarak ilan ettiği kuşak ülkelerde ticareti ele geçirmeye çalışırken, bir anlamda batılı emperyalistlere karşı ekonomik savaş vermektedir. ABD ve müttefiki olan Nato ülkeleri ise yeni ipek yolu olarak ilan edilen Asya ve Avrupa ülkelerinde kendilerine yeni istasyonlar arama doğrultusunda işgal ve saldırı amaçlı karışıklıklar yaratarak, dünyanın önümüzdeki dönemde barış düzenine kavuşmasını önlemeye çalışmaktadırlar. Yeni ipek yolu üzerinde başlatılmış olan kavga ve çekişmelerin önümüzdeki dönemde bir doğu ve batı savaşına dönüşebileceği belirtilmektedir.

                Pekin merkezli Çin devleti sosyalist politikalar üreterek eskisi gibi bir Komünist Çin hayalini canlı tutmaya çalışırken, Şangay merkezli yeni Çin’de kapitalist bir merkez olarak Çin’in yeni bir ekonomik yapılanmaya yönelmesini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Ekonomisi kapitalist, devlet ve siyasal düzeni sosyalist bir çizgide örgütlenen Çin’in, önümüzdeki dönemde böylesine çelişkili bir durumu sürdürerek yoluna devam edip edemeyeceği tartışma konusu yapılırken, Çin’li liderler hem liberal düzene yönelerek küreselleşmeye devam etmek istemekte, hem de geçmişten bugüne yakın ilişki içinde bulunduğu Asya ve Afrika ülkeleri daha da yakınlaşarak, evrensel bir sosyalist düzenin öncülüğünü yapmaya çalışmaktadır. ABD, İngiltere ve Almanya gibi batılı emperyal ülkelerin dünya çapında hegemonya arayışı içine girdikleri bir aşamada, Çin hiçbir ülke ya da devlet üzerinde kesin olarak hegemonya arayışı içinde olmayacağını, Çin halkının kaderinin dünya halkları ile birlikte çizildiğini bu yüzden sonuna kadar Çin ‘in halklar arası diyalog ve dayanışma arayışı içinde olacağını tüm uluslararası toplantılara katılırken dile getirmektedir. Eşitsiz gelişme yaratan hegemonya girişimlerinin dünya ekonomisine zarar verdiği, bu yüzden de eşit ilişkiler geliştirilerek dünya ekonomisinde halkçı bir yapılanmanın önünün açıldığı görülmektedir. ABD’nin sömürmeye çalıştığı Asya ve Afrika ülkelerinin Çin ile ilişkileri geliştirerek ortak ve adil bir kalkınma yoluna yönelmeleri uluslararası kapitalist sistemin geleceği açısından ciddi bir alternatif arayışını gündeme getirmiştir. ABD tipi emperyalizm dünya halklarını sömürmeye öncelik verirken, yoksul ülke halklarının Çin ile dayanışma içine girmeleri küresel alanda var olan çekişme ve çatışmaların ekonomi üzerinden daha sert ve acımasız bazı olumsuz gelişmelere yol açmıştır. Günümüzün ulus devletleri kendi toplumu ile kucaklaşarak ekonomik kalkınmasını hızlandırmaya çalışırken, Çin izlemiş olduğu halkçı ekonomi politikaları aracılığı ile eşitsizliğe son vererek daha adil ve eşitlikçi politikaları son zamanlarda devreye sokmuştur. Bir doğu ülkesi olarak Çin her zaman için Asya ve Afrika ülkelerinin öncülüğünü yaparak, eşitlik hedefi ile her zaman için batı saldırganlığına karşı denge sağlamaya çalışmıştır.

                ABD, Çin ve İngiltere arasındaki küresel hegemonya çekişmesi sürüp giderken, batının önde gelen eski emperyalistleri sahip oldukları Nato örgütlenmesinden yararlanarak Çin’in önünü kesmek ve ipek yolu hattı üzerindeki yeni yerleşim çabalarını önlemek için uğraştıklarını göstermektedir. Bu tür çekişmeler eskiden olduğu gibi bugün de sıcak çatışmalara ve savaşlara neden olmaktadır. Kurulduğundan bu yana yaklaşık yetmiş yıldır Nato çatısı altında bir üye ülke olarak yer alan ülke olarak Türkiye soğuk savaş döneminde komünist bloka karşı her türlü önlemi alırken, o dönemin jeopolitik düzeninde bir sınır boyu ülkesi ya da sınır karakolu gibi hareket ederek batının önde gelen demokrat ve özgürlükçü siyasal ortamının korunması doğrultusunda, elinden gelen her türlü çabayı ve girişimi sonuçlandırmaya çalışmıştır. Türkiye Nato ile birlikte yaşamaya çaba gösterirken Nato bu arada tüm üye ülkelerin devlet yapılarının içine girerek, Gladio adıyla legal olmayan yapılanmaları da gündeme getirerek bir savunma örgütü olmaktan çıkmış ve Kosova’nın işgali sırasında saldırgan bir örgüt konumunda savunma ya da barış için değil ama, Yugoslavya sonrasında Balkanlar’da ABD hegemonyası oluşturmak için, yeni bir saldırı ve işgal girişimi olarak Kosova harekatını yapmıştır. Ayrıca Çin ve Hindistan’ın önünü kesmek üzere Afganistan işgalini gerçekleştirerek, yirmi yılı aşkın bir süre bu ülkede elli bini aşkın askeri ile tam anlamıyla bir işgalci güç rolünü de oynamıştır. Bugün Türkiye’yi ve Türk ordusunu Afganistan’da Nato bekçisi yapmak isteyen ABD, Türk silahlı Kuvvetlerini İran’a ya da diğer Müslüman ülkelere karşı kullanamama durumunda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst düzey yöneticilerini çeşitli uydurma davalar icat ederek ya da çeşitli senaryolarda birtakım dedikodulara alet ederek, askeri kesimin önde gelen önemli komutanlarını haksız yere hapse attırmaktan çekinmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin eski Milli Güvenlik kurulu genel sekreteri ABD’nin Türkiye’yi komşuları ile savaştırma senaryolarına karşı çıkarak, gerekirse Türkiye’nin İran ve Rusya ile  bir araya gelerek batı emperyalizmine karşı çıkarak bölge ülkeleri ile yeni bir barış ve dayanışma düzeni kurmaya çalışılması gerektiğini bir  bilimsel toplantıda dile getirdiği için, Nato ve destekçileri tarafından hapse attırılmış ama sonradan mahkemeler tamamlandığında  Milli Güvenlik Kurulu genel sekreteri suçsuz görülerek beraat etmiş ve bir siyasal komplo ile hapsedildiği ortaya çıkmıştır.  Aynı genel sekreter geçen ay içinde bir makale yazarak, Türkiye’nin Nato’da kalarak bağımsız olamayacağını ve Nato ile Türkiye’nin yeni dönemin koşullarında karşı karşıya geldiği için her konunun savaşsız toplantılar yapılarak bir sonuca bağlanması gerektiğini dile getirmiştir.

                Orta Doğu bölgesinde Irak ve Suriye’deki askeri gelişmeler çerçevesinde Nato hiçbir zaman Türkiye’ye yardımcı olmamıştır. Türkiye binlerce insanını bu bölgedeki çatışmalarda kaybederken Nato’nun ana sözleşmesindeki üye ülkenin korunması ile ilgili hükümlerin devreye sokulmadığı her zaman görülmüştür. Türkiye’nin ana vatan bütünlüğünü tehdit eden bölücü terör devam ederken bu gibi terör örgütlerine batılı ülkelerden silah yardımları yapılmış ama Nato hiçbir zaman Türkiye’ye sahip çıkan bir girişimde bulunmamıştır. Şimdi batı bloku bölücü teröre karşı korumadığı Türkiye’den Afganistan misyonu ve Kabil hava alanı bekçiliğini haksız yere beklemektedir.  Zor günde Türkiye’ye sahip çıkmayanlar, Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupa Birliğine tam üye yapmayanlar, yeni bir zor günde gene Türkiye’yi dünyanın en güçlü terör örgütüne karşı araziye sürmektedirler. Batı blokunun çıkarları doğrultusunda belki uluslararası hukuk böyle bir adım atılması için engel değildir ama insanlık, adalet, hakkaniyet, barış, eşitlik ve de en önemlisi vicdan gibi temel kavramlar, böylesine haksız bir girişime karşı durmaktadır. Türkiye’nin artık Nato’ya girmek için yeni bir Kunuri zaferine ihtiyacı yoktur. Kendisini bölmek için çaba gösteren batılı emperyalistlerin korunması amacıyla yeni bir Afganistan macerasına ise, Türkiye’nin hiçbir biçimde alet olmaması gerekmektedir. Bugün ülkemizi yönetenlerin bir kez daha geçmişten gelen tarihi olayları, Türk milletinin ulusal çıkarları çizgisinde değerlendirmesi ile hem ülke yararı hem de dünya barışı için önemli katkılar sağlanacaktır. Yeni dönemde Türkiye savaş ve barış arasında kalan bir duruma sürüklenmiştir. Bu durumda Atatürk’ün “Yurtta sulh ve cihanda sulh“  vecizesi Türk ulusuna yön göstermektedir.

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN