24 Ocak 2024 Çarşamba

DEVLET PLANLAMA TEŞKİLATI (DPT) YENİDEN KURULMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

DEVLET PLANLAMA TEŞKİLATI (DPT) YENİDEN KURULMALIDIR

                Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti yüzüncü yılını geride bırakırken, bir asırlık yeni devlet yapılanması tamamlanmakta ve geleceğin yüzyıllarında Türk milleti, Türkiye Cumhuriyeti devletinin çatısı altında kendisini güvence altına alarak, cumhuriyet rejiminin sonsuza kadar devam etmesi hedeflenmektedir. Türk devleti diğer ulus devletler gibi dünya sahnesine çıkarken, gündeme gelen birçok engel ve tehditlerin sürüp gitmesi kaçınılmaz olarak öne çıkmaktadır. Böylesine bir kaotik ortamın cumhuriyet devletinin güvence altına alınması yolundan gidilerek önlenmeye çalışılması, Atatürk gibi kurucu bir önderin çağdaş ulus devlet modelinden yararlanılarak, hareket edilmesini gündeme getirmiştir. Avrupa gibi gelişmiş bir kıtanın yanında kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti böylesine bir yakınlık dolayısıyla, dünya uygarlığına öncülük etmiş Avrupa uygarlığından yararlanmak zorundaydı. Binlerce yıllık dünya uygarlığının Avrupa merkezli olarak yeniden yapılandırılmasında Avrupa kıtası öne çıkarken, yirminci yüzyılın koşullarında Türkiye de bu durumu dikkate alarak ve bu doğrultuda bilimsel bilgi birikimine dayanarak hareket etmek gibi bir etkileyici durumun zorlaması karşısındaydı. Bu çerçevede Türk devleti kurulurken aynı zamanda, Avrupa’nın temsilcisi olduğu çağdaş uygarlık düzeninin içinde yer alarak uygar uluslar ailesinin yeni bir üyesi olmak durumundaydı. Yüzyıllar süren imparatorluk döneminde orta çağ döneminden gelme bazı devlet ve toplum modelleri üzerinde çalışmalar yapılmasıyla, Türkiye geride kalmış devlet modelleri ya da kamu düzenlerinden giderek uzaklaşıyordu. Orta çağ uygarlıklarının dine dayanması üzerine, Türkiye bilimin öncülüğündeki çağdaş uygarlıkların da en gerçek yol gösterici olan bilimsel disiplinlerinden yararlanarak, Avrupa kıtası üzerinden bütün dünyaya yayılan cumhuriyetçi bir ulus devlet modeli, kurucu önder Atatürk’ün öncülüğünde orta dünyanın merkez ülkesi olarak öne çıkan Türkiye’de uygulama alanına getiriliyordu.

                Bilime uyan her şey, bilimden kaynaklanan her türlü bilgi ve plan ya da proje metodolojik olarak bilimsel esaslara yakın olması gerektiği için yeni Türk devleti planlama kavramına yakın durmak ve bu çizgide planlı bir çalışma ile bilim çevrelerine ulaşmak durumundadır. Her türlü bilimsel çalışmanın plan ya da proje gibi düşünce ürünü çalışmaları yansıttığı için plan kavramı bütün bilimsel çalışmaların öncesinde yön göstererek öncülük yapmak, hem de bilimsel çalışmaların sonrasında değerlendirme gibi metodolojik öncülükler aracılığı ile de düşünce ürünü çeşitli bilimsel çalışmaların amacına ulaşması açısından alt yapı ve tasnif kolaylıkları sağlamaktadır. Bilimsel çalışmaların her alanında yeni tasnifler için kolaylıklar aranmaya başladığı zaman plan, proje ve programlar önem kazanmakta ve geçmişten gelen bilimsel çalışmaların sağladığı içerikler aracılığı ile de bu gibi çalışmalar bütün toplumsal, bilimsel ve kültürel araştırma ve çalışmalarda yönlendirici etkilerin, güçlü bir biçimde öne çıkması için, gerekli olan katkıların elde edilmesinde planlar aracılığı ile önemli ölçülerde destekler sağlanmaktadır. Bu gibi etkinliklerin elde edilmesi sürecinde var olan bilginin genişletilmesi ve çeşitli yol ve hedeflere öncelik verilmesi gibi durumlarda, planlar ve plancılık en iyi seçenekleri bulan, belirleyen ve yönlendiren ana unsurlar olarak planların devreye girdikleri görülmektedir. Bilgi zenginliği içinde çalışmalarını sürdüren insanlar ve toplumlar, kütüphaneler dolusu bilgi birikimi içinde yitip gitmemek için, kesinlikle ilke ve kurallara dikkat etmek zorundadırlar. Her çalışmanın belirli bir hedef ya da amaç için yapılması esas olduğu için, bu noktalara ulaşabilmek açısından plan kavramı öne çıkarak yön göstermekte ve bu açıdan etkinlik sağlamaktadır. Gelecekte ulaşılmak istenen hedeflerin hangisi olduğu ve bu açıdan hangi araç ve yöntemlerin tercih edilmesi gerektiği, gene ana bir sorun olarak planlama kavramı ile çözüme kavuşturularak belirlenir. Bu açıdan ulusal planlama, siyasal iktidar tarafından var olan kaynaklar ve alternatifler arasından belirli bir sisteme dayanan tercihlerin bir bütünüdür. Kıt kaynaklar içinden yapılmakta olan işlerin gerektirdiği oranda tercih yaparak çözüm üretmek gene ortak planlama çalışmalarının bir sonucudur.

                Kamu yönetimi disiplininin ilgilendiği temel alanlardan birisi olarak planlama olgusu, her alanda yapılmakta olan çalışmalar ve araştırmaların ön aşamasında, ilgili hazırlıkların bir bütünsellik içinde bir ön hazırlık ya da bir özet halinde, bütün çalışmaların öncelikle ele alınarak ana çalışmaların önünün açılması için ana yollar aranırken planlamanın öncülüğünden yararlanılmaktadır. Dünya çapında plan kavramının ön plana çıkması, liberal batı düzenine karşı Sovyet devriminin gündeme getirmiş olduğu bir girişimdir. Yirminci yüzyılda iki büyük cihan savaşı ile karşı karşıya gelen insanlık, savaşlar sonrasında içine girilen  özgürlükçü bir dönemin koşullarında ortaya çıkan kaotik ortam ve emperyalist çizgideki dışarıdan müdahaleler ,devletlerin daha geniş bir otorite ile hareket etmeleri gerektiğini ve bu çizgide her devletin kendi ekonomisine müdahale ederken, ulusal planlama kavramını benimseyerek kısa ve uzun vadeli planlama çalışmalarına girişmişlerdir. Ayrıca incelemesi yapılan çeşitli sektörlerin ve alanların mikro ve makro kavramlarına dayanılarak, yapılan çalışmalar sırasında planlar iki ayrı grup içinde inceleme konusu haline getirilebilmektedir. Belirli alanlarda daha küçük çalışmalar mikro plancılık çalışmalarının konusu olarak belirlenirken, ülkelerin ya da kentsel alanların inceleme konusu olarak ele alındığı bu aşamada, daha geniş alanları kapsayacak biçimde makro planlara ve bu doğrultuda daha geniş plan ve programların gündeme gelmesi söz konusu olmaktadır. Bazı planlar devlet ya da ülke başlığı altında hazırlanırken, burada makro ve mikro planlar kendiliğinden gündeme gelmektedirler. Özel alanlar ile ilgili bilimsel çalışmalarda daha sektörel bakış açısıyla değerlendirmeler söz konusu olduğu için, toplumsal ve ekonomik alanlarda yapılacak plan çalışmaları sırasında, öncelikle mikro bir bakış açısıyla hareket edilmesi gerekmektedir. Bilimsel devrimler sonrasında bilimsel çalışmalarda metotlar ve yöntemler birlikte ele alınarak ülkelerin zaman içinde bilimsel esaslara ve bilginin kullanıldığı bir çizgide gelişmeler içine girmesini sağlamıştır. Türk devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’te gerçekleştirdiği siyasal devrimi, yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve fendir diyerek geleceğin yeni cumhuriyet gençliği kuşaklarına emanet etmiştir. Bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti bir model devlet olarak örgütlenirken plan kavramına ve plancılık çalışmalarına öncelikle önem vermiştir.

                Türkiye’de modern anlamda plancılık çalışmaları iki ayrı dönemde ortaya çıkmış ve bu dönemlerde yoğun plan ve program çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Osmanlı yönetiminin son dönemlerinde başlayan bilimsel açılımlar ve Avrupa uygarlığının önde gelen ülkeleriyle kurulmuş olan bilimsel arayışlar ve çalışmalar özellikle Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde ön plana çıkmış ve bu tür çalışmalar doğrultusunda ilk üniversite kurularak bilimsel çalışma ve eğitim dönemlerine girilmiştir. Ülkede başlatılmış olan bu yeni dönem çalışmalarının sosyal ve teknik bilimler ile birlikte bunların hazırlayıcısı olarak planlama çalışmaları da başlatılarak, cumhuriyetin ilanı ile getirilen bilim ve kültür toplumunun yaratılması doğrultusunda bir yöneliş aşamasına gelinmiştir. İmparatorluğun son dönemlerindeki arayışlar ve bu doğrultudaki gelişmeler ile cumhuriyet devletinin kuruluşuna giden yollar açılmıştır. Beş yüz yıllık bir imparatorluğun çöküşü ile beraber meydana gelen devlet ve kamu düzeni yokluğu sonrasında, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin oluşturduğu demokrasi ve cumhuriyet sistemleri arayışları devreye girmiştir. Çok uluslu bir imparatorluğun çöküşü sonrasında çağdaş bir ulus devletin cumhuriyetçi bir çizgide kurulabilmesi için hem bilimsel bilgi birikimine hem de planlı çalışmalara gereksinme vardı. Bir devlet yıkılırken yerine yenisinin kuruluşu başlamış ve böylesine bir dönüşüm sürecinde de Türk ulusu plan kavramı ve plancılık çalışmaları ile karşı karşıya gelmiştir. Bu aşamada ulusal kurtuluş hareketinin öncüsü aynı zamanda  çağdaş ulus devletin kurucusu olduğu için ulusal kurtuluş mücadelesinin hemen sonrasında ulus devlet ile birlikte halkçı cumhuriyet rejimi birlikte kurulmuştur. Bütün bu hareketler Kuvayı Milliye adı verilen milli mücadele döneminde Atatürk’ün kurucu plan ve projeleri aracılığı ile hazırlanarak devreye sokulmuşlardır. Bugün ki Türkiye Cumhuriyeti devleti modeli bizzat Atatürk’ün hazırladığı programlara dayalı olarak başlatılmış ve daha sonraki aşamada da gene Mustafa Kemal’in planlı hareketleriyle gerçekleşme aşamasına getirilmiştir. İstanbul’da başlatılan milli mücadele dönemi TBMM yapılanmasına kadar tamamlanmaya çalışılmıştır.  

                Türkiye Cumhuriyeti devleti bütünüyle plan ve programlara dayalı olarak  kurulurken devletin ilk kuruluş aşamasında, hemen hemen bütün alanlarda  önceden hazırlanmış olan programların bir biri ardı sıra gündeme getirildikleri ve bu programlarda  geleceğe dönük olarak bir arada toplanarak daha sonra planlı adımların atılması sayesinde, bunların uygulama alanına aktarıldıkları görülmektedir. Çökmüş bir imparatorluktan geride kalan bomboş bir ülke toprakları üzerinde çağdaş bir ulus devlet kurulurken , Avrupa tipi gelişmiş devlet yapılarında yararlanılarak hareket edilmiştir. Türklerin bir an önce çağdaş uygarlık ailesinin içinde yer alarak tüm dünya toprakları üzerinde örnek bir devlet yapılanması aracılığı ile ortaya çıkarken, her alanda en ileri gitmiş batı ülkelerinin sistemleri dikkate alınarak, onların anayasa ve yasal düzenlemelerinden yararlanılmış ve var olan koşullarda her alanda en ileri  sistemlerin bir araya getirilmesi ile az zamanda çok işler yapılmaya çalışılmış ve Türkiye merkezli bir orta dünya yaratma hedefi çizgisinde yeni cumhuriyet oluşumu tamamlanmaya çaba gösterilmiştir. Üç kıta arasındaki merkezi bölge toprakları üzerinde bir orta dünya sentezi yaratılmaya çalışılırken, yasal düzenlemeler ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çalışmalarıyla başlatılan hukuki düzenlemeler kısa bir süre içinde bir bağımsız devletin çekirdek yapısını öne çıkarmıştır. Hiçbir şeyin olmadığı bir ülkede her şeyin var olduğu bir devlet yapılanmasına doğru yönelinmesiyle, önceden hazırlanmış plan ve programlar üzerinden böylesine bir kutsal amacın, kısa bir zaman dilimi sonrasında öne çıktığı görülmüştür. Başlangıçtan kısa bir süre sonra böylesine bir siyasal düzen kurulurken hızlı hareket edilmesinin arkasında, geçmişten gelen program ve planların etkisi olmuş ve cumhuriyetin kurucu kadrosu bilimsel birikimden yararlanma ya da önceden hazırlanmış planlı programlar içinde hareket etme gibi yollara yönelerek, uygarlığın beşiği olan Avrupa kıtasının ileri ülkelerine komşu olacak yeni bir siyasal modeli dünya sahnesine getirmiştir.

                Devletin kuruluş dönemini temsil eden tek parti hükümeti döneminde hiçbir şeyin olmadığı bir ülkede  kısa bir süre içinde  her şeyin bulunduğu ve bu doğrultuda devrimi gerçekleştiren siyasal partinin kapitalist ve sosyalist plan ve programların arasında kendi yolunu seçebilmek üzere, kendi yönünü ortaya koyarken ve batının önde gelen ileri ülkelerinin plan ve programları çerçevesinde  ortalama bir yol geliştirilmeye çalışılırken, Türkiye Cumhuriyetinin ilk planları hazırlanmış ve daha çok sanayileşme hedefli planlar tek parti hükümetinin çalışmaları ile uygulama alanına aktarılmışlardır. Sanayi planları beş yıllık dönemler doğrultusunda hazırlanarak devreye sokulurken, daha çok tümüyle planlı ekonomiye dayalı olarak kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin planlı ekonomi çalışmalarından da yararlanılarak, üç kıta ortasında kurulmuş olan Türk devletinde, doğu-batı ya da kuzey-güney ekseninde yapılacak açılımlar ile ülkenin bulunduğu konumun gerekli kıldığı birleşik ve uyum hedefli ülke planlarına öncelik verilmiştir. Sanayileşme planları ile yeni kurulan cumhuriyet devleti hızlı bir yapılanmaya yönelirken kurulan fabrikalar ülkenin her tarafına eşit koşullarda kurulmaya çalışılmıştır. Her fabrika kurulurken, kendi bölgesinin yaşam merkezi olarak yapılandırılmasına dikkat edilmiş, alı-veriş merkezleri ile kültür ve sanat merkezleri ve de bazı meslek okulları ile, yüksek okulların bu fabrikalara yakın bir yerleşim planında bütün ülkeye dağıtılmalarına dikkat edilmiştir. Sanayi planları ile ülkede üretim seferberliği ilan edilirken, Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi bazı kültür ve eğitim kuruluşlarının da fabrikalar ile birlikte yeni yapılandırılan yurt düzeyinde yer almalarına dikkat edilmiştir. Böylece hem ekonomik hem de sosyal ve kültürel alanlarda birlikte yeni yapılanmalar, devletin kuruluş aşamasında beş yıllık sanayileşme planları aracılığı birlikte toplu bir yeniden oluşum çizgisine uyum sağlanarak, yeniden yapılanma gereksinmelerinin tamamının gerçekleştirilmesine dikkat edilmiştir. Bu açıdan konuya bakıldığında, cumhuriyetin ilk dönemi olan kuruluş aşamasının hem devletin hem toplumun hem de yaşam biçiminin değiştirildiği bir noktaya geldiği görülmüştür. Kısaca çağdaşlaşma ya da modernleşme denilen değişen dünyanın yeni özelliklerine dikkat edilen ve yenileşme atılımlarının bütünüyle bu doğrultuda gerçekleştirildiği genç Türkiye Cumhuriyeti'nde, bu tür değişim ve dönüşüm atılımlarının daha önceden planlanarak devreye sokuldukları söylenebilir. Türklere çağ değiştiren büyük bir dönüşümün başarılı olmasının sırrı da planlı ekonomi olmuştur.

                Cumhuriyet devletinin kuruluşu ile birlikte ilk yılları sırtlanarak devrimi gerçekleştiren ve aynı zamanda kurucu iradenin devletin kuruluşunu tamamlamasından sonra, Türkiye yirminci yüzyılın ortalarında dünyanın ortalarında yalnız kalan bir ülke görünümü kazanıyordu. Doğu da sosyalist sistem ile batıda kapitalist sistem karşı karşıya gelirken, bunların tam ortasında kurulan Türk devleti kendi modelini seçmek ve kendi yolunu inşa etmek üzere planlı olarak hareket etmek zorunda kalıyordu. Devletin kuruluşu yirminci yüzyılın ilk yarısında tamamlandıktan sonra, aradan geçen yarım yüzyıllık zaman dilimi çerçevesinde değişen dünyanın yeniden ele alınarak değerlendirilmesinin yapılması gerekiyordu. Özellikle yüzyılın tam yarısındaki dönem, dönüşüm açısından fazlasıyla önem kazanınca Türkiye’de bu doğrultuda bir yeni hareket olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin gene daha önce yapılmış olan ulus devlet planlarına uygun bir biçimde dünyadaki değişimi dikkate alarak, devlet adına yeni bir yapılanmaya doğru adım atılması konusu siyasal gündeme gelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılanma birinci dünya savaşı sonrası dünya dengelerini yansıttığı için aradan yarım yüzyıla yakın bir sürenin geçmesi üzerine dünya dengeleri değişmiş, bir tarafta batı dünyasında Avrupa Birliği gibi bir yeni devletler birliği kurulurken, diğer tarafta Asya kıtasının büyük bir kısmını işgal eden Sovyetler Birliği zayıflayarak çöküşe doğru giderken, dünyanın ortasındaki Türk devletinin batı dünyasındaki birleşme ile doğu bölgesindeki çöküş ve dağılma ile karşı karşıya kalınması nedeniyle, Türk devletinin merkezi gücünün artırılması gerekiyordu. Yirminci yüzyılın tam ortalarına gelindiği aşamada doğu ve batı dengelerinin değişmesi yüzünden, Türk devletinin değişen koşullar dikkate alınarak yeni bir düzenlemeye gereksinmesi vardı. Bir anlamda yarım kalmış Kemalist devrimin tamamlanması ve bu doğrultuda devlet ile toplumun gereksinme duyulan yerler ve konularda takviye edilmesi gerekiyordu. İşte bu zorunluluk Türk Silahlı Kuvvetlerinin askeri bir müdahaleye yönelmesinin önünü açıyordu. Dünya savaşı yıllarında yarım kalan ulusal anayasa yapılanması, sonraki yıllarda yirminci yüzyılın ikinci dönemine geçilirken yepyeni bir çağdaş anayasa yapılanması ile tamamlanmak isteniyordu.

                Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci anayasası devletin yarım kalan yapılanmasını tamamlama çizgisinde başarılı bir çıkışın simgesi haline geliyordu. Yeni anayasa hak ve özgürlükler alanında insan hakları çağına uygun düşen bir yapılanmaya yönelerek birçok alanda eksik kalan hak ve özgürlükleri gündeme getirerek bunlara anayasal güvence veriyordu. Yeni anayasa topluma modern çağın hakları ile özgürlüklerini getirirken aynı zamanda Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Senatosu, Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu gibi yeni anayasal kurumlar getirerek, batı ülkelerinde var olan anayasal dengelerin yeniden kurulmasının önünü açmıştır. Bu doğrultuda yirminci yüzyılın ikinci yarısına doğru devlet yeniden düzenlenirken, yeni devlet kurumlarının arasına Devlet Planlama Teşkilatı adı altında merkezi bir planlama örgütü getirilerek, yirmi birinci yüzyıla doğru ülkenin dış güçler aracılığı ile içerden ya da dışardan itiş kakış operasyonuna alet olması önlenmeye çalışılmıştır. Amerika ve Rusya merkezli iki kutuplu dünya sürecinde, Türkiye hem NATO ülkesi olarak batı güvenlik şemsiyesi altına  sokulmuş hem de Atatürk ilkelerinin Sovyet devriminden gelen devrimcilik, halkçılık ve devletçilik ilkeleri doğrultusunda yeni anayasa düzenlenerek uluslararası emperyalist devletlerin müdahalelerinin önlenebileceği yeni bir anayasal denge oluşturulmuştur .Yeni anayasa ile getirilen devlet düzeni planlı bir devlet modeline dönüştürülürken hem planlı ekonomi hem de planlı bir siyaset yapılanmasına doğru adım atılmıştır. Serbestlik ana esasına dayanılarak batı blokunun aşırı özgürlükçü bir yapıya doğru kayması gerçeği karşısında planlama kavramı daha da önem kazanmış ve Sovyet modeline paralel bir planlama anlayışı ve uygulaması yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’ye getirilmiştir. Düzenli olarak hazırlanan beş yıllık planlarla Türk ekonomisi kontrol altında tutulurken aynı zamanda Türk devletinin geleceğe yönelen siyasal yapılanması da gene beş yıllık kalkınma planları aracılığı ile denetlenmeye çalışılmıştır. Anayasal çerçevede Türk devletinin ve toplumunun içinde bulunduğu sorunları ve durumu ülkenin tüm çıkarları doğrultusunda, Devlet Planlama Teşkilatı askeri dönemi geride bırakarak yarım yüzyılı aşkın bir süre zarfında bir kamu kurumu olarak devletin çatısı altında yer alarak Türkiye’nin her yönden planlı ve programlı olabilmesi hedefinde etkili olmuştur.

     Ne var ki, bu kadar başarılı olmuş bir kamu kurumu ve bir devlet örgütlenmesi olarak Türk devletinin birçok gereksinmesini sağlayan Devlet Planlama Teşkilatı, küresel emperyalizm döneminde küreselci merkezlerin baskı ve müdahaleleri sonucunda bir gece ansızın kapatılmıştır. Aynı tür bir işlem ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin en büyük kamu kurumlarından birisi olarak Köy İşleri genel müdürlüğü bir gece yarısı operasyonu ile kapatılırken, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü gibi devletin kendini yenileme örgütü doğrultusundaki bir kamu kurumu da bir gece ansızın torba yasalarla birbiri ardı sıra tasfiye işlemleri yapılırken ortadan kaldırılmıştır. Yirminci yüzyılın birikimi ile yitirilen devletin önemli kamu kurumlarının yerini alacak bir biçimde yeni kamu kurumları ya da merkezlerinin kurulması gerekirken, giderek  orta çağ dönemindeki şehir devletleri gibi ya da alt kimlikçi eyalet ve federasyon tipi yapılanmalar, bölücü ve devlet ile milleti ortadan kaldıran tasfiye girişimleri küresel merkezlerin yönetimi altında devreye sokularak küresel emperyalizmin 200 ulus devletten, 2000 eyalet devletine dönüşmesi programı ısrarlı bir biçimde dışarıdan zorlanarak eyleme dönüştürülürken ve ulus devletlerin tasfiyesiyle birlikte  orta çağ düzeni bin sene önceki şehir devletleri aracılığı ile dünya değiştirilirken var olan devletler, yok olan uluslar ve geçmişten kalan kamu düzenleri ortadan kaldırılmaktadır. Var olan ulus devletlerin, ulusal yapılar ile kamu düzenlerinin varlığını koruyacak ya da geleceğin dünyasında güçlenerek var olabileceklerini sağlayacak düzenlemeleri yapacak büyük kamu kurumlarına, bugün her zamanki dönemlerden daha fazla gereksinme bulunmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı ve Türkiye ve Orta Doğu Amme Teşkilatı gibi büyük kamu kurumları bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti kamu düzeninin ayakta kalmasını sağlamışlardır. Bugün gelinen noktada bu büyük kamu kurumlarının kapatılmasıyla, çok önemli bir kamu yönetimi boşluğu emperyalist müdahaleler aracılığı ile ortaya çıkarılmıştır. Böylesine önemli kamu kurumlarının kurulmasını sağlayan Devlet Planlama Teşkilatının kapatılması ise, bu tür bir tasfiyenin üzerine bir şeyler ekilmesi olmuştur.

                Son ara rejim döneminde değiştirilen Türkiye Cumhuriyeti anayasası doğu blokunun yıkılması ve dünya hegemonyasının Atlantik merkezinin tekeline kalması yüzünden, yirminci yüzyılın koşulları içinde iki kutuplu dünya dengeleri ortadan kaldırılmış ve bu doğrultuda Atlantik merkezinin dayatması aracılığı ile anayasa ve yasalar gece yarısında torba yasalar üzerinden mutlak değişime doğru zorlanmaktadır. Yirminci yüzyılın birikimi ile  çağdaş bir ulus devlete sahip olma şansını elde eden Türk ulusunun küreselleşme sürecinde tekelci şirketler aracılığı ile devletsizliğe doğru zorlanması, ya da  bu amaçlı politikalara hedef olması karşısında Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini kurmuş olan Atatürk ve arkadaşlarının kurucu iradesinin Türk ulusuna armağan olarak bıraktığı siyasal yapılanma ve kamu düzeni esas alınarak yeni bir milli mücadeleye, var olan gücü ve kazanılmış haklara dayanarak Türk ulusu ve devleti yönelmek zorundadır. Merkezi planlama örgütü kapatılarak tasfiye edilen Türk devletinin yönetiminin zaman içerisinde planlama örgütünün eksikliğini fazlasıyla çekeceği bugün gelinen anayasasızlık sürecinde iyice görülmektedir. Torba yasalarla değiştirilen ve tasfiye edilen kamu kurumlarının giderek sayısının artmasında küresel emperyalizmin dış müdahalelerinin fazlasıyla olumsuz rolleri bulunmaktadır. Orta çağlarda görülen uygulamalarda geri kalmış devlet düzenleri öne geçtiği için, birbiriyle çelişen birçok karar ve uygulamaların karışık biçimlerde öne çıkarılarak, kamu düzenlerinin karışıklık üzerinden kaos durumlarına doğru iteklendikleri göze çarpmaktadır. Emperyalist rüzgarların sürüklediği kaymalar giderek geride kalırken, bugünlerde küresel emperyalizmin tekelci şirketleri var olan ulus devletler düzenini ortadan kaldırabilmenin arayışları içindedirler. Emperyalizm kendi çıkarları doğrultusunda bütün dünyayı kaos ortamları yaratarak çökertmeye çaba gösterirken, bütün dünya halklarının ve devletlerinin kazanılmış haklarını görmezden gelmektedir. Hak ve özgürlükler insan hakları adına yıllarca, ulusal toplumları ve devletleri parçalama silahı olarak kullanırken, insanın yerini robotlar almıştır. Artık robot hakları insan haklarının yerini alırken, ulus devletlerin yerini de şehir devletleri alacak böylece bütün dünya ülkeleri geçmişten gelen haklarının tamamını korumak üzere yeni bir var olma savaşına sürükleneceklerdir.

                 Türkiye yeni dönemde var olma kavgasını kazanabilmek üzere yeni bir ulusal mücadele savaşına hazır olmak zorundadır. Böylesine büyük mücadeleler yapılırken kazanabilmek için kesinlikle planlı ve programlı bir çizgide hareket etmek zorunluluğu vardır. Devletler geçen zaman içinde zayıflamamak için kendilerini yenilemek zorundadırlar. Her devlet geçip giden zaman süreci içinde kendi durumunu ve konumunu iyi bilmek ve buna göre hareket ederek kazanılmış hakları ile birlikte devletin temelini oluşturan kamu düzenlerini de geliştirerek korumakla yükümlüdürler. Ancak böyle bir tavır devletlerin ve toplumların dışarıdan gelen her türlü tehdit ve tehlikelere karşı durdurma ve korunma işlevlerinin yerine getirilmesini sağlayabilecektir. Her devletin sahip olduğu jeopolitik konumun devletler ve milletler tarafından iyi bilinmesi ve bu doğrultuda hareket edilerek en üst düzeyde korunmaların sağlanması ile sonuç alınabilecektir. Böylesine tehditler ile dolu bulunan bugünkü dünya düzeninde en üst düzeyde korumaların ancak bilimsel yollardan elde edilebileceği şimdiye kadar yapılan deneylerle belli olmuştur. Ülke ve devlet savunmalarında güvenlik ile ilgili her yola başvurulurken böylesine durumların önceden resminin çekilmesi gerekmekte ve böylesine bir hazırlık sonrasında hazırlanacak plan ve programlar devreye sokularak sonuç alınmasına giden yolların incelenmesi yapılmaktadır. Bir devletin ve ona bağlı kurumların güvenliği her türlü bilgi ve materyal ile elde edilmeye çalışılırken bilimin yol göstericiliği ve bilgi birikiminin iyi kullanıldığı plan ve program devlet ve toplumun hayatı açısından en üst düzeyde bilgi kullanımını ve buna göre plan ve programların devreye sokulmasını gündeme getirmektedir. Bu durum sivil sektörlerde olduğu gibi askeri ya da güvenlikle ilgili sivil alanlarda da bu duruma paralel gelişmeler göstermektedir.

                Plan ve planlama çalışmaları kişisel düzeylerde olduğu gibi belirli gruplar aracılığı ile de toplumsal ya da grupsal yönler gösterebilir. Ayrıca toplumsal alandaki güvenlik ve düzen oluşturma girişimlerinde kamu kurumları ya da özel kuruluşlar ile şirketler de devreye girerek düzen, güvenlik ve diğer gereksinmeler çerçevesinde plan gereksinmelerini karşılamaya yönelebilirler. Bu nedenle, her türlü alanda bir şeyler yapmak isteyen kişiler ya da toplum kesimlerinin harekete geçerek bu tür gereksinmelerin elde edilmesi amacıyla plan ya da planlama çalışmalarını da kendi girişimlerinin tamamlayıcısı olarak öne çıkarabilirler. Doğru bir iş ya da eyleme geçme aşamasında yapılan çalışmaların doğru bir çizgide olduğunun belirlenebilmesi için gene plan ve planlama çalışmalarını iyi bilen ve bu alanda geçmişte önemli çalışmalar yapan deneyim sahibi tecrübeli plancılara gereksinme duyulabilir. Bireysel çalışmaların tam ve doğru bir biçimde yürütülebilmesi için kişilerin en üst düzeyde uzmanlık eğitimi almaları zorunludur. İyi bir plan yapılabilmesi için uzmanlaşan personelin işleri yürütmesi sağlanmalıdır. Kişiler için yapılan eğitim ve uzmanlık çalışmalarına, daha sonraki aşamalarda bu işler ile uğraşan kurum ve kuruluşlarda özel ders programlarıyla uzmanlık sağlanarak devam edilebilir. Ama bütün bu işlerin en üst düzeyde kurumlaşabilmesi için, her devletin ya da toplumun kendi kurumsal yapılarını tamamlamaları zorunlu görünmektedir. Bu çerçevede Türkiye’de açılmış olan Devlet Planlama Teşkilatının planlama işinin en üst düzeydeki uzmanlar aracılığı ile yapımı sürekli bir biçimde kontrol edilerek, her türlü plancılık işinde bilimselliğin gelecekteki koşullara uygun bir biçimde yapılması gereklidir. Bütün bu gerekli durumların dikkatle izlenebilmesi ve bu doğrultuda ülkenin ciddi bir plan düzenine kavuşturulması açısından her türlü durumu dikkate alacak bir biçimde planlama kurumlarına ya da büyük kuruluşların örgüt şeması içinde yer alabilecek planlama birimlerine yer vermek gerekmektedir. Devletler, ülkeler ya da toplulukların gereksinme duydukları doğru planlama çalışmalarının karşılanabilmesi için hem devletlerin bir planlama örgütünü öncelikli biçimde kurmalarında bir zorunluluk olduğu açıkça görülmektedir. Bu nedenle her yerde planlama işlerinin bilimsel yönlerden tamamlanabilmesi çalışmaları yapılırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin Devlet Planlama Teşkilatının kapatılması çok yanlış olmuştur. Türk devletinin önümüzdeki dönemde Atlantik emperyalistlerinin sömürgesi durumuna düşmesini önlemek için, her türlü resmi çalışmanın doğru bir planlama ile tamamlanması gerekmektedir. Bu nedenle, büyük bir hatadan geri dönülerek Devlet Planlama Teşkilatının acilen yeniden açılması gerekmektedir. Türk kamuoyuna saygı ile duyurulur.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

               

15 Ocak 2024 Pazartesi

HEMŞEHRİ DERNEKLERİYLE ULUSAL KURTULUŞA DOĞRU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA   KALESİ

HEMŞEHRİ DERNEKLERİYLE ULUSAL KURTULUŞA DOĞRU

                Dünya çok hızlı bir dönüşüme doğru yönlendirilirken ,önce geçmişten gelen eski yapıların tasfiyesi girişimlerinin gündeme geldiği ve daha sonraki aşamada bunların yıkılmasıyla beraber açılan alanların yeni yapılanmalara doğru yönlendirildikleri görülmektedir. Son elli yılda bütün dünya ülkelerindeki kentlerin elli ile yüz katlı binalar arasında değişen çok katlı gökdelenler üzerinden yeni yerleşim alanları olarak belirlendikleri ortaya çıkarken, kırsal alanlardan kentsel arazilere doğru yeni bir varoş hareketliliğinin öne çıktığı anlaşılmaktadır. Bütün belediye yönetimleri şehirlerin ortasında böylesine bir çıkmaz ile karşı karşıya kaldıkları için ne yapacaklarını bilememekte, bir yandan geçmişten gelen kent içi kamusal alan yapılanmalarını korumaya çalışırlarken, diğer yönden de yenilik sürecinin dışında kalmak istemeyen değişimden yana yerel yönetimler aracılığı ile de küresel alandaki yenileşme sürecinin içinde yer almaya çalışarak ve sürekli bir çizgide ileri geri hareket ederek ciddi bir sarsılma ve sarsıntı aşamasına doğru sürüklenmişlerdir. Geçmişe dönük bir tarihsel bakışla konuya yöneldiğiniz zaman insan uygarlığının ilkel dönemlerden bugünlere gelen siyasal ve sosyal birikimlerin etkisi altında kalınmakta ama diğer yandan gelişen birbirini izleyen yenilikçi girişimlerin yansımalarıyla da gecekonduların yerini elli katlı gökdelenler çizgisinde yüksek binalar almaktadır. Bir yandan eski binalar yıkılırken, diğer yandan da gökyüzüne uzanarak atmosferi delmeye çalışan elli ya da yüz katlı yeni iş merkezleri ya da yerleşim merkezleri birbiri ardı sıra bütün dünya şehirlerinde yapılmaya çalışılırken de bu yeni yapılanmaların toplum içinde, devletin çatısı altında ve de her yönü ile insan uygarlığının tam ortalarında yer aldıkları göze çarpmaktadır. Böylesine bir süreç geçen yüzyılın ikinci en büyük siyasal yapılanması olan Sovyetler Birliğinin dağıldığı gün başlamış ve bugüne kadar devam etmiştir. Günümüzde gelinen yeni aşamada böylesine bir sürecin daha da hızlandığı görülmektedir.

                Yeni dünya düzeni eskisini hızla yıkarak ilerlerken yeni oluşumların zaman içerisinde daha da belirginlik kazanmasına yol açmaktadır. Bütün dünya ve insanlık böylesine çift yönlü bir değişim olgusu ile karşı karşıya kalınca, insanlar bir yanda yıkılmakta olan eski dünya düzeninin altında kalmamaya çalışmakta, diğer yandan da var olan güçleri ile yola devam ederek yarının dünyasında onurlu bir yer kazanabilmenin arayışı içine girmektedirler. İşte bu iki yönlü yaşam sürecinde herkes kendi yolunu bulmaya çalışırken, geçmişten bugüne gelmiş olan toplumlar ve uluslar, devletler ve diğer oluşumlar birbirleriyle hızlı bir rekabet yarışına girerek, eskisinden daha güçlü bir konuma gelmek ya da eskisine oranla daha güçlü bir yapılanma içinde olabilmenin çabaları içinde yeni bir yer ve yerleşim yapılanması için uğraşmaktadırlar. Bugünün dünyasında yarın bir gelecek olmaktan çıkmış ve bugün haline gelerek yarışı ve rekabeti daha da hızlandırmıştır. Böylesine büyük bir değişimin bütün dünyayı sarsması ile devletler ve uluslar fazlasıyla etkilenmekte ve bu yüzden geçmişin kazanımları giderek zarar görürken, geçmişten bugünlere uzanan varlıkların ve birikimlerin de önümüzdeki dönemler de benzeri doğrultuda değişim ve dönüşüme zorlanacakları, artık iyice belli olmuştur. Bu çerçevede devletler ve milletler kendilerini korumaya öncelik verirken, iş sahibi ya da belirli örgüt ve organizmaların başında bulunan yönetici kesimlerin var olan yapılanmaları sürdürebilirlik noktasında şimdiden dökülmeye başladıkları ve toplum içinde etkinliğini koruyan belirli güç merkezleri ile  beraberce büyük örgüt, organizasyon, meslek kuruluşları, sendikalar, dernekler ve vakıfların ya da parti örgütlenmelerinin gelmekte olan değişim rüzgarlarına karşı çıkamadıkları ve de direnerek kendilerini koruyamadıkları açıkça görülmektedir. Dünyadaki değişim rüzgarlarının giderek küresel şirketler ile holdingleşen bazı cemaatlerin etkisi altına girdikleri görülmektedir.

                Yeni gelinen aşamada küresel şirketler ve onlarla beraber hareket eden geleneksel cemaatlerin ortak davranmalarıyla, demokrasi ile yönetilmekte olan çağdaş ülkelerde siyasetin el değiştirdiği görülmektedir. Şimdiye kadar siyasetin göbeğinde yer alan siyasal partiler dinin siyasal amaçlı kullanılmasıyla birlikte geçmişten gelen toplumsal güçlerini ellerinden kaçırmışlar ve bunların yerini toplumsal tabanı olan geleneksel cemaatler ile serbest piyasa üzerinden giderek küreselleşmiş olan eski tekelci büyük şirketler, yeni küresel holdingler görünümünde dünya ekonomik düzenine el koymuşlardır. Bütün insanlığın ekonomik kaynakları yeni uluslararası yapılanmalar üzerinden bir avuç aşırı zengin ailenin hegemonyasına terk edilmiştir. İki bin yıllık yakın tarih döneminde insanlar dünyanın her köşesine, var olan beş kıta üzerinden dağılarak erişirken, çağdaş dünyanın son iki bin yıllık gelişimleri ve bunlara bağlı olarak gerçekleşen yapıların bütünüyle devre dışı bırakılmaya çalışıldığı, bugünün dünyasındaki dışarıdan zorla baskı ile yaptırılan değişikliklerin sonuçları olarak gündeme getirildikleri bugünün dünyasının gösterdiği yenilikler olarak algılanmaktadır. Bu çerçevede, elinden gücü kaçırmış olan siyasal partiler yerlerini yeni güç sahibi cemaat holdinglerine bırakırken, tarikat disiplini sayesinde cemaat tabanlarının öne çıkmasıyla, yeni siyasal fikir ve düşünceler halk kitlelerine siyasal partiler üzerinden değil ama geleneksel cemaatler üzerinden yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Partiler böylesine bir süreç sonucunda güç kaybederken, eskiden siyasal partileri yönlendiren tekelci şirketler, kendi çıkarlarının ana hedef haline getirildiği siyasal arenada siyasetin ana merkezleri haline gelerek, partilerden boşalan toplumsal tabanların, din üzerinden siyasal hedeflere yönlendirildiği bir yeni ortaçağ düzenine doğru harekete geçirilerek, bugünkü yeni ve yakın çağlar dönemlerinin sonunda ortaya çıktıkları görülmektedir. Dinler ve cemaatler üzerinden geliştirilen yeni dünya düzeni yapılanmasında küresel şirketler ile ulusal devletler karşı karşıya getirildikleri için, geçen dönemden gelen tekelci şirketler küreselleşerek öne çıkmakta ve şirketlerin holdingleşmesiyle birlikte de alt kimlikli holding gruplarının şirket patronlarının çıkarları doğrultusunda devlet bürokrasisinin önde gelen yöneticileri haline gelmektedirler. Daha önceleri ideoloji ve siyasal programlar ile yönetilen partilerin yerini, yeni dönemde mezhep ve tarikat şeyhlerinin talimatlarıyla yönetilen cemaatçi çizgideki örgütlü yapılanmalar almıştır.

                Siyasal partilerin önünün tarikatlar ve cemaatler aracılığı ile kesilmesi üzerine partiler ile birlikte meslek kuruluşları, demokratik kitle örgütleri, büyük dernekler ve vakıflar sahip oldukları eski konumlarından uzaklaştırılarak ortaçağ benzeri bir dini bir yapılanmaya doğru yönlendirildikleri yeni aşamada, çağdaş dünyanın insan hakları teorileri doğrultusunda demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasal partiler ve onların dışındaki paralel gelişmeler ile toplumsal gereksinmelerin gösterdiği çizgilerde  çalışmalar yapması gereken sivil toplum kuruluşları gibi takdim edilmeye başlanmışlardır. Son zamanlarda Türkiye’de meslek kuruluşları ile birlikte demokratik kitle örgütleri  giderek güçlerini ellerinden kaçırdıkları noktada, bunlar ortadan kalkmakta olan sivil toplum kuruluşlarına benzer bir biçimde yeni bir tanımlanma ile kimlikleştirmeye doğru yönlendirilirken, devlet bakanlıklarının belirli mezhep ya da cemaatler ile imzalanmakta olan protokollere göre resmi eğitim ve kültür çalışmaları yapılacağı  kürsülerden dile getirilerek, yeni ortaçağ sürecinin küresel şirketler tarafından yeni ortakları olan mezhepçi tarikatlara doğru yönlendirileceği, resmi otoriteye temsil eden siyasal iktidarın bakanları ve yüksek bürokratları tarafından dile getirilmiştir. Daha önceleri meclis başkanlığı yapmış bir eski hukukçunun benzeri gelişmeleri kürsüden açıkça söylemesiyle başlayan bu tür tartışmaların yeni dönemde devam ettirilerek, açıktan bir hesaplaşmaya yönlendirileceği son dönemlerdeki gelişmeler üzerinden anlaşılmaktadır. Siyasetin yasaklandığı ve demokratik kitle örgütlerinin sınırlandırıldığı bir siyasal süreç içinde, orta çağ örgütleri ile yeni ve yakın çağ örgütlerinin birbiri ile karıştırıldığı görülmektedir. Partiler ile birlikte sivil toplum kuruluşlarının bulunmadığı eski orta çağ döneminde var olan şehir devletlerinin, bir papaz ve de bir de derebeyinin görev almasıyla yönetildiği küçük devlet modeli olarak belirlenirken, yeni dönemde eski şehir devletlerinin zorla gündeme getirilmeleri rastlantı değildir. Bunlar orta çağ dönemine geri dönüşün açık göstergeleridir.

                Yeni dönemde siyasal partiler ve sivil toplum kuruluşlarının siyasal alanda geride bırakıldığı yeni bir aşamaya doğru politik gelişmeler ilerlemektedir. Yeni bir döneme girerken var olan sosyal  yapıların partilerin ve de sivil toplum kuruluşlarının yerlerini her alanda toplumun içinden çıkmış olan dernekler, örgütler, vakıflar, kooperatifler ile ekonomik birlikler gibi diğer tüzel kişiler, içinde bulundukları devletlerin, toplumların ve de kişilerin var olan kazanılmış haklarını savunmak durumundadırlar. Bunun için bütün tüzel kişilerin hukuksal temeli olan oraya çıkışlarını ülkedeki yönetim ve muhalefet dengeleri açısından düşünerek, çağdaş uygar devletlere benzer bir biçimde yeni bir siyasal düzene konulmalıdır. Emperyalizme karşı çıkarak, direnerek ve bir bağımsızlık savaşı vererek dünya siyaset sahnesine çıkmış olan Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti bugünün koşullarında sahip olduğu konumunu, geçmişten gelen hak ve ödevlerini iyi bilmek ve bu doğrultuda kurucu iradeden gelen ulus devlet modelini iyi savunmak  ve bu doğrultuda eski Kuvayı Milliye’den gelen ulusal güç düzenini koruyarak ve de her türlü saldırı ve savaş girişimlerine  karşı çıkarak kazanılmış hakların korunmasını çağdaş hukuk düzenlerinde olduğu gibi, savunarak yoluna devam etmek zorundadır. Çağımızın devlet modeli olarak ulus devletlerin kendi varlıklarına saldıran emperyalist güçlerin ekonomik ve siyasal saldırılarına karşı siyasal partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının yetersiz kaldığı aşamalarda, ulusal toplumun gerektiği gibi temsil edilebilmesi için diğer alanlardaki ulusal toplum örgütlerinin hızla devreye sokulmaları gerekmektedir. Bu açıdan ulusal kurtuluş savaşı sırasında Türk ulusunun göstermiş olduğu ulusal örgütlenme oluşumu benzeri bir çizgide, kurtuluş savaşının devamı biçiminde bir yeni milli duruş ve savunma mekanizmasının ulusal çizgideki milli kuruluşlar tarafından örgütlenmeleri gerekmektedir. İmparatorluğun çöküşü üzerine bir ulus devlet kurmak üzere yola çıkan Türk ulusunun ilk Kuvayı Milliye adımlarını atan, ülkedeki Hemşeri derneklerinin ortaya çıkışları bugün her zamanki durumdan daha fazla önem kazanmaktadır. Bir il ya da ilçede yaşamakta olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bugünkü emperyalist saldırıya karşı tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi karşı çıkarak ve birleşerek tepki göstermeleri zorunludur Bu açıdan Hemşeri derneklerinin Türk toplumunun siyaset ötesinde kalan kısmı ile birlikte ortak hareket ederek küresel şirketlerin saldırılarına karşı ulus devletin egemenliğini savunmaları gerekmektedir.

                Hemşeri dernekleri ulusal kurtuluş savaşının kazanılmasını sağlayan Müdafa-i Hukuk   ya da Müdafa-i Milliye örgütlenmesinin kurtuluş savaşı sırasında çekirdek örgütleri olmuştur. Bugün de 81 Vilayetin temsilcilerinin kurmuş oldukları il, ilçe ve vilayet dernekleriyle birlikte Hemşeri dernekleri yeniden önem kazandıkları için, tıpkı ulusal kurtuluş döneminde olduğu gibi bir ulusal var oluş hareketini örgütlemeleri gerekmektedir. Bugün dış baskılar ile önü kesilen partiler ve sivil toplum kuruluşlarının yetersiz kalmasına neden olan tüm sorunların çözülebilmesi için, Müdafa-i Hukuk çizgisinde oluşacak bir Hemşeri devletleri örgütlenmesiyle sonuç alınabilecektir. Aynı şehirlerde oturan ve yaşamını sürdüren Hemşeri dernekleri üyeleri birer Türk vatandaşı olarak öne çıkmalarıyla birlikte, siyasal alanda eksik kalan direnme, tepki gösterme ve de ulusal çıkarların korunması çizgisindeki Hemşeri derneklerinin bir araya gelerek, bugün Avrupa Birliği desteği ile şehir devletleri aracılığı ile bölünmek istenen Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin varlığını ve sonsuza kadar geleceğini savunmak durumundadırlar. Partiler ve sivil toplum kuruluşlarının bu çizgide her türlü emperyalist saldırıya karşı çıkmaları, cumhuriyetin sonsuza kadar yaşatılabilmesi için zorunludur. Türkiye’deki siyasal partilerin Büyük Orta Doğu, Büyük Yakın Doğu, Büyük Avrupa ya da Büyük İsrail gibi merkezi bölge kontrolü için geliştirilen emperyal ve Siyonist politikalara karşı çıkmayarak pasif davranmaları yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti neredeyse yarı sömürge bir devlet konumuna sürüklenmiştir. Türk devletinin yüz yıl önce de batıdan gelerek Türkiye’yi işgal etmeye yönelen emperyalizmin ordularına karşı çıkarak ve savaşarak, tüm yabancı orduları Akdeniz’e dökmesi gibi benzeri bir büyük ulusal refleksin Türk devleti ve milletinin, Hemşeri derneklerinin öncülüğünde ve milli kuruluşlar ile bağımsız kurumların desteğinde ortaya konacak ikinci bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak devreye sokulması gerekmektedir.

                Sovyetler Birliğinin çöküşü, İki kutuplu dünya düzeninin yıkılması, Avrupa devletlerinin tıpkı ABD gibi bir büyük kıtasal birlik oluşturamaması eski sosyalist ülkelerin yeni dönemde batının emperyalist devletlerinin sömürgesi durumuna düşmesi ve yeni dönemde Rusya, Çin, Hindistan ve de Brezilya gibi çok büyük ve kalabalık ülkelerin öne çıkmaları sayesinde, eski dünya dengelerinin ortadan kalkması ile birlikte yeni bir dünya düzeni aranmaya başlanmış ama aradan çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi geçmesine rağmen yeni bir dünya düzeni kurulması çizgisinde hiçbir olumlu adım atılamamıştır. Yeni dönemin yeni kuruluşları kurulamayınca, yeni büyük devletlerin dünya sahnesinde hızlı hareket ederek küresel bir kaos ortamı yaratılmasına yol açmalarıyla dünya geçen asırdan gelen uluslararası yapılanmanın sürüp giden yansımalarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Yirminci yüzyıla girerken eski dünya düzeni çökmüş ama yerine yeni bir dünya düzeni kurulamamıştır. Geçmişin uzantıları ile geleceğin sinyalleri aynı dönemde birlikte ortaya çıktıkları için yirminci ve yirmi birinci yüzyılların yansımalarıyla uğraşırken, eski dünya düzeni bozulmuş ama yerine yeni bir dünya düzeni kurulamamıştır. ABD ve AB gibi büyük siyasal birliklerin yanı sıra Rusya Federasyonu, Şangay Örgütü ve beş büyük devletin batı emperyalizmine karşı yeni dünya dengesi amaçlı olarak oluşturduğu bir üst yapılanma olarak BRİCS örgütü uluslararası alanda yuvarlak dünya platformu üzerinde gelecek için yeni arayışlara girmiştir. Var olan ulus devletler düzeni içinde geçmişten bu yana birbirleri ile rekabet ederek yarışan beş kıta üzerindeki ulus devletler, geçmişten gelen bağlantılarını ve yıkılmış olan eski dünya düzeninin kazandırdıklarını korumaya çalışırken, uluslararası alandaki ortaya çıkan yeni alternatiflerden yararlanmaya çalışarak, kendi çevrelerinde oluşmaya başlayan yeni bölgeselleşme  oluşumlarına katılarak ya da yeni küresel oluşumların içinde yer alarak ve bunlara karşı ilgisiz kalmayarak, çok yönlü ekonomik ve siyasal birlikteliklere katılarak ve bunların içinde yer alarak daha güçlü ve zengin devletler düzeyine gelebilmenin arayışı ve çabalarına girişmişlerdir. İşte bu noktada eski düzene yeni ilişkilerin katılmasıyla dünya ülkeleri farklı bölge ve kesimlerle bir araya gelerek büyük devletlerin emperyalist planlarının bozulmasına yol açmışlardır. Büyük devletler ve bölgesel birlikler eski hegemonyalarını sürdürmeye çalışırken orta ve küçük boy devletler kendi çıkarları doğrultusunda beş kıta üzerindeki ilişkilerini artırarak daha zengin ve güçlü olabilmenin mücadelesini verirken diğer devletler üzerinde baskı ve sömürü düzenlerini sürdürmeye doğru yeni saldırılarda bulundukları görülmeye başlanmıştır. Ulus devletlerin çatısı altında çalışmalar yapan siyasal partiler ve demokratik kuruluşların zaman içinde büyük devletlerin baskısı altında kalarak eşit olmayan ve sömürgeci konumda geliştirilen ekonomik ve siyasal ilişkilere girerek ülke halkına ve devletlerine zarar vermişlerdir  

                Siyaset alanında uzun süre görev yapan partiler ve demokratik kuruluşların büyük devletlerin emperyalist hegemonyalarının etkisiyle hareket ettikleri eskisine oranla daha da arttığı için, ülke halkları var olan demokratik kuruluşlar ve partiler aracılığı ile eşitlikçi ilişkiler geliştiremez bir duruma sürüklenmişlerdir. Ekonomik ilişkilerin yeniden dengelenebilmesi ve siyasal alanda daha adil ve dengeli bir düzen oluşturmak üzere, farklı ülkelerle daha dengeli siyasal ve ekonomik ilişkilerin geliştirilebilmesi için zemin aranmaya başlanmıştır. Yıllarca siyasal alanda etkinlik sağlayan kişilerin ya da demokratik kuruluşlar ile siyasal partilerin halk kitlelerinin gereksinmelerini karşılayacak düzeyde devreye girmemeleri nedeniyle, ortadan kaldırılamayan yeni yapılanma gereksinmelerinin karşılanmasını sağlayacak yolda, her ülkede var olan yerel derneklerin alternatif toplum kuruluşları olarak gündeme geldikleri görülmektedir. Bütün ülkelerde her konuda ya da her alanda dernekler, vakıflar ve diğer tüzel kişiler halk insiyatifi ile kurulabilmektedir. Meslek kuruluşları, demokratik kuruluşlar ve siyasal partiler halk kitlelerinin gereksinmeleri doğrultusunda devreye girerek gereken adımları atmamaları aşamasında, toplumun bütününü temsil eden Hemşeri derneklerinin devreye girerek ülkedeki bütün kuruluşlar, kurumlar ve  merkezleri temsil etme misyonunu üstlenerek ülke ve devlet adına devreye girmeleri, tıpkı Kuvva-ı Milliye günlerinde olduğu gibi devletin varlığının  korunması için bir vatandaş örgütlenmesi olarak Hemşeriler devreye gireceklerdir.

                Hemşerilik uygulamasını anlayabilmek için bu kavramının iyice anlaşılması ve bu doğrultuda örgütlü bir yapılanmaya gidebilmek için bir değerlendirme yapılmasının gerekli olduğu görülmektedir. Başka kimselerle ya da çevre içinde yaşayan diğer insanlarla aynı köy, kasaba ya da kentten olanlara hemşeri adı verilmektedir. İnsanlar arasında aynı coğrafi yer ve bölgeden gelenlere de hemşeri adı verilmektedir. Ülke içinde her ilden ya da ilçeden gelenlerle köylerden ve kırsal yaşam merkezlerinden gelenlere de hemşeri adı verilmektedir. Özelde aynı kentten gelenler ya da bir vilayetin sınırları içinde doğan ya da yaşayan insanlar arasındaki ilişkilere de hemşerilik olgusu içinde bakmak mümkündür. Türkiye’de 81 vilayet olduğu için kent merkezli vilayet derneklerine hemşeri örgütü gözü ile bakılabilir. Gene Türkiye haritasına bakıldığı zaman bin civarında ilçe merkezinin bulunduğunu ve alt düzeyde hemşerilik ilişkilerinde ilçelerin esas merkez olarak da ele alındığı gibi durumlar da söz konusu olabilmektedir. Daha alt düzeyde semt, köy ya da kırsal alanlar gibi yer merkezleri de geniş kapsamlı bir bakış çerçevesinde hemşerilik konumunun bir başka açıdan değerlendirilmesi olarak görülebilmektedir. Hemşerilik ilişkileri kişisel düzeyde olduğu gibi aile akrabalık ya da komşuluk çizgileri açısından da ele alınarak incelenebilmektedir. Dünya haritası üzerinde her il ya da ilçenin harita üzerinde yerleri bilimsel kriterler aracılığı ile bilimsel olarak belirlenebildiğine göre, hemşeri konumundaki yer merkezleri ile yörede kurulmuş olan dernek ve vakıflar gibi tüzel kişilikli örgütler için de hemşeri sıfatı kullanılarak, devlet ve toplum içindeki çeşitli tasnifler ya da incelemeler açısından değerlendirmeler yapılabilir. Türkiye açısından konu ele alındığı zaman 81 il ve bini aşkın ilçe merkezi Türkiye haritası üzerinde iç içe geçtiği için üst ve alt kimlikli hemşerilikler harita üzerinde bir bütünlük göstermektedir. Bir toplumu oluşturan insan unsuru bütünüyle bir bütünlük içinde ele alındığı zaman alt ve üst kimlikli hemşerilik ayırımının ülkedeki var olan devlet sistemi içinde biçimlenebildiği görülmektedir. Merkezi devlet yapılanmalarında il ve ilçeler başkente daha sıkı bağlar aracılığı ile kurulurken yerelleşmeye öncelik veren sistemlerde ise il ve ilçeler arasındaki ilişkiler daha mesafeli olduğu için alt ve üst kimlikler üzerinden hemşerilik ilişkisi daha serbest bir biçimde düzenlenebilmektedir.

                Uluslararası konjonktürde dünya yeni bir döneme girmektedir. Batı bloku dağıldığı için Avrupa ile Amerika arasında ciddi bir rekabet ve çekişme dönemi yaşanmaktadır. Yeni dönemde batılı emperyalistler arasında çekişme kavgaya dönüşürken, yerkürenin merkezi coğrafyasında Atlantik ve Avrupa emperyalizmlerinin ciddi bir savaşa doğru sürüklendikleri görülmektedir. Avrupa emperyalizmi Osmanlı sonrası merkezi alanı paylaşma kavgasını sürdürürken, Atlantik emperyalizmini temsil eden ABD ve onun patronu görünen Siyonist lobinin Büyük İsrail projesi doğrultusunda orta dünya alanına her yönden saldırıya geçerek merkezi alanın nüfusunu eritmeye çalıştığını, bütün dünya izlemeye devam etmektedir. Osmanlı devletini yıkarak dünyanın zenginliklerine ve enerji kaynaklarına el koymasını bilen batı emperyalizmi, yeni dönemde ortaya çıkan doğu emperyalizminin saldırıları ile boğuşurken diğer yandan da gene batı emperyalizmi ile İsrail Siyonizminin ortak saldırıları sonucunda ulusal kurtuluş savaşı mücadelesinin Türk ulusuna kazandırmış olduğu tam bağımsız çağdaş cumhuriyet devletine Türkler ve Türk devletini yönetenler sahip çıkmak zorundadırlar. Tarihten ve haritadan silinmek tehlikesi ile karşı karşıya bırakılan Türk ulusu ve Türk devleti şimdiye kadar sürdürdüğü mücadele ile ayakta kalmasını bilmiş ve bu direniş ile de cumhuriyetin IOO. Yılına gelmiştir. Tarih öncesi dönemlerde dünya tarihinde yer alan Proto -Türkler on bin yıllık geçmişleri ile dünyanın tam ortasında ve merkezi bölgelerinde var olmaya ve yaşamaya devam etmişler ve gelecekte de bu yaşam çizgisini sürdürmeye kararlı olduklarını açıkça sekiz milyarlık dünya nüfusuna göstermektedirler. Önümüzdeki dönemde Türkler hem Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin mirasçısı olarak dünyanın merkezindeki güç olarak dünya tarihinin biçimlenmesinde ya da siyasal çizgilerin geleceğe dönük olarak belirlenmesinde, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milleti geleceğin öncülüğünü sürdüreceklerdir. Türk devleti ve milleti adına gerçekleştirilecek bu siyasal misyonu dış güçlerin etkisi ile emperyalizm engellerse, o zaman Hemşeri dernekleri öncülüğünde gerçekleştirilecektir.

Geçen yüzyıldan bu yana tüm milletlerin var olma ve kendini koruma mekanizması olarak çalıştırılan ulus devletler gerçeği bugünün gerçekleri doğrultusunda yeniden önem kazanmaktadır. Küresel şirketleri bir araya getirerek var olan tarikat şirketlerini de kontrol altına alarak dünyayı kendi bahçeleri gibi yönetmeye kalkışan zenginler ve para babaları dünyanın nüfusunu azaltmak üzere savaşları ve salgın hastalıkları dünya ülkelerine bir salgın halinde yaygınlaştırırken aslında bütün insanlığa bir ölüm cezası verebilmenin arayışı içine girmiş görünmektedirler. Sosyalist sistemin yıkılmasıyla insanlar arasında eşitlik sağlama mücadelesinin sonuçsuz kalması yüzünden bütün insanlık ciddi bir işsizlik ve açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Batı kapitalizminin kontrolü altındaki dünya zenginler ve fakirler arasında bir yeni uçuruma doğru sürüklenirken, zengin ülkeler daha zengin yoksul ülkeler de daha yoksul bir duruma sürüklenmektedirler. Türkiye gibi orta boy büyüklükteki ülkeler ise bu haksız ve adil olmayan uygulamaya karşı çıkarlarken yıkılmış olan sosyalist blokun dünya insanlığına armağan etmiş olduğu eşitlik ilkesine yeniden önem vererek, dünya düzeni yenilenirken özgürlük ile eşitliğin bir arada dengelenmesine öncelik vermek zorundadırlar. Eşitliğin olmadığı ve bu nedenle hak ve özgürlüklerin sınırlanarak dengelenmediği durumlarda özgürlüklerin nasıl istismar edildiği görülmektedir. Hak sahipleri özgürlüklerin sınırsız kullanıldığı durumlarda eşitlik dengesinin korunamadığı ve güçlülerin hak ve özgürlükleri normal insanlardan daha fazla kullandıkları aşamalarda ise, toplum içindeki maddi koşullarda yaşanan gelir dağılımı uçurumlarının ulusların ve toplumların birlik ve bütünlüklerini sarstığı açıkça görülmektedir. Sarsıntıların devam ettiği ve bir çözüme kavuşturulmadığı bunalım dönemlerinde ise giderek artan ekonomik uçurumların devletleri nasıl batırdığını ve halk kitlelerinin bu gibi durumlarda nasıl bir ulusal çöküş ve yok olma senaryolarına alet olduğunu gösteren olumsuz örnekler dünya tarihinde açıkça görülmektedir. Ülkeyi yönetmek üzere yola çıkmış olan partilerin ve bunları mesleki alandaki birikimleriyle izleyerek denetlemek zorunda olan meslek ve kamu kuruluşları, bu görevlerini yeterli bir biçimde yerine getirmek zorundadırlar.

                Ülkeyi yöneten partiler ve onları izleyerek denetlemek görevinde olan meslek ve kamu kuruluşlarının anayasa ve yasaların onlara verdiği görevler doğrultusunda izleme denetleme ve yönlendirme görevlerini yerine getirerek misyonlarını tamamlamak zorundadırlar. İnsanlığın önümüzdeki dönemde çok büyük sorunlarla karşılaşmaması için devlet yapılarının anayasa ve yasalarda ortaya konulmuş olan temel kurallara uygun hareket edilmesi öncelikli bir görev olarak bütün devlet ve kamu kurumlarını beklemektedir. Meclislerin yetkileri ellerinden alınırsa yönetimler bu gibi durumlarda çözüm üretemez konuma gelirlerse işte bu gibi olumsuz durumlarda devletlerin diğer mekanizmalarının devreye girdiği gibi, devletin nüfusunu temsil eden ulus adına hareket eden milli merkezlerin de harekete geçerek, devlet organları arasında karşılıklı uyum ve örgütsel bütünlük içinde çalışmaları sağlanarak devletin ve kamu düzenlerinin dengeli bir biçimde yollarına devam etmeleri gerekmektedir. Eğer bu tür alternatif mekanizmalar ortaya çıkarılıp kullanılamıyorsa o zaman yasalarda var olan ve temel norm olarak kullanılan milli egemenlik ilkesinden alınan yetkilerle ve diğer yasalardaki kurallara tam anlamıyla uyum sağlanarak devlet mekanizmasının çalışması önem kazanmaktadır. Var olan devlet modellerinin özünde var olan milli egemenlik ilkesi partiler, hukuk mahkemeleri ve demokratik kuruluşlar aracılığı ile gerçekleştirilemez ise, o zaman milli egemenlik ilkesi demokratik bir süreç içinde yol göstermeye devam ederek halk kitlelerinin demokratik rejimin ana kaynağı olduğunu kamuoyuna yansıtmak durumundadır. Demokratik bir rejimin çıkış kaynağı olarak milli egemenlik ilkesi yol göstermeye devam edecektir. Halk kitlelerinin doğrudan demokratik rejime yön göstermesi ile başka parlamento ve siyasal iktidar organlarının gereken çizgide hareket etmeleri gerekmektedir. Halkın örgütlü bir biçimde rejime sahip çıkması noktasında, bütün dernekler ve tüzel kişilikli örgütlerin sahip oldukları genel yetkiyi Misakı Milli sınırları içinde çalışmalarını yürüten 81 adet Hemşeri dernekleri öncelikli olarak kullanacaklardır. Hemşeri derneklerinin üyeleri aynı zamanda Türk milletinin bir parçası da olarak ülke rejiminin güvenliği için de mücadele edecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

2 Ocak 2024 Salı

YERELLEŞME VE ÜNİTER DEVLET - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA  KALESİ

                                                                                                                                                          

YERELLEŞME VE ÜNİTER DEVLET   

                               Türkiye Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılın içine doğru ilerlerken, bütün dünyada yeni bir çizgide yerelleşme rüzgarları estirilmektedir. Küresel emperyalizmin bütün dünya kıtalarına egemen olmaya çalıştığı ve bu doğrultuda geçen yüzyıldan gelen hegemonya rüzgarları estirilirken diğer yandan da bu durumun tamamen tersi bir doğrultuda yerelleşme ve bölgeselleşme gibi yeni siyasal yapılanma çabaları ve girişimleri birbirini izler bir biçimde siyaset sahnesinin gündemine gelmektedir. Tam bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti küresel saldırganlığın var olan ulus devleti kemirerek yok etmesi girişimleri yaşanırken, ülkemiz yeni bir yerel yönetimler genel seçimi dönemecini aşmak durumu ile karşı karşıya gelmiştir. Küresel emperyalizm her yönden geliştirdiği saldırı mekanizmaları üzerinden yeni bir dünya düzenini oluşturmaya çalışırken, diğer yandan da yeryüzü kıtalarında yaşamakta olan on bine yakın etnik, dinsel ve de kültürel alt kimlikli grupların ortaya çıkışları ile yakından ilgilenmektedir. Bu doğrultuda küçük alt grupların dünya haritası üzerindeki yerleşimleri her yönü ile incelenerek, eskisinden farklı yapıda yeni bir düzene doğru üzerinde yaşadığımız dünya gezegeni yönlendirilmektedir. İşte böylesine bir yeni yaklaşım yeni dünya düzeni için ortaya çıkarılmaya çalışılırken, yavaş yavaş ortaya çıkan yeni rüzgarların sonucunda dünya kıtalarının genel görünümü terk edilerek, var olan haritalar üzerindeki yerler, bölgeler ve benzeri diğer yerleşim merkezleri oluşturulmak istenen çok farklı bir  yapılanma için, eski ulus devletlerin çatısı altından çıkartılarak var olan devlet sayısının iki yüzlü rakamlardan, iki binli rakamlara doğru ulaştırılması gibi bir arayışın, giderek yeryüzü sahnesinde gündeme oturarak siyasal oluşumların ve süreçlerin belirleyicisi olduğu görülmektedir. Büyük devletlerin yeni küresel saldırılarına tamamen ters bir yönde öne çıkan yerelleşme ve bölgeselleşme oluşumlarıyla devletlerin büyüklükleri ortadan kalkarken, orta boy ya da giderek zayıflayan büyük devletlerin zayıflamaları sayesinde yeni yerel ya da bölgesel yapılanmalar daha küçük devletleşme oluşumlarının önünü açmaktadır.

                Yerelleşme kavramı insanlık tarihi boyunca her dönemde farklı içerikler ya da yapılanmaların yansıması ya da yönelişi olarak öne çıkarken ve dünya imparatorluklar çağını yaşarken bu devlet modelinin ortadan kalkmaya başlamasıyla ulus devletlere geçerken, yerellik ya da bölgesellik faktörleri beraberce gündeme gelmişler ama daha sonraki aşamada da nüfus artışları üzerinden her devlet kendi nüfusuna sahip olurken, aradan geçen üç yüz yıllık zaman dilimi içinde imparatorluklar sonrasında kurulan bölgesel yapılanmalarda ulus devletler ortaya çıkarak, yirminci yüzyıl dünyasını iki yüzü aşkın devlet oluşumu üzerine kurmuştur. İmparatorluklar geçen yüzyılın başlarında ulus devletlere dönüşerek parçalanırken, yirmi birinci yüzyılın başlarında da bu kez ulus devletlerin  yerel yönetimlere dönüşerek, ya şehir devletleri ya da eyalet devletlerine dönüşmeleri gibi bir değişim  rüzgarı bugünün dünya düzenini zorlarken, yerelleşme ve bölgeselleşme akımları dünyanın her bölgesinde ortaya çıkarak, ulus devletlerin tıpkı yüz yıl önce imparatorlukların dağılmasında olduğu gibi, bölücülük ve çöküş senaryolarının gerçeklik kazanmalarına yardımcı olma aşamasına gelmiştir. Bugünün dünyasında küresel hegemonya ilişkileri giderek güçlenirken ulus devletlerin ortadan kalkmasına yardımcı olacak bir biçimde yerelleşme ve bölgeselleşme oluşumlarının da birbiri ardı sıra öne geçerek geçerlilik kazandıkları anlaşılmaktadır. Yirminci yüzyıl ulus devletler düzeni içinde geçip giderken, geçen yüzyıldan gelen bölücü ve küçültücü bazı siyasal oluşumların, devletleri şehir ya da eyalet parçacıklarına bölerek, her bölgede şehir ve eyalet devletlerinin bir araya geleceği bölgesel birlik ya da federasyon gibi yeni oluşumların devreye girdikleri göze çarpmaktadır. Bu doğrultuda geliştirilen yerindelik ilkesi üzerinden yerelleşme ya da bölgeselleşme oluşumları devreye girerken, var olan ulus devletlerin tıpkı imparatorluklar gibi dağılma sürecine doğru sürüklendiği görülmektedir.

                Yerelleşme kavramı bugünün dünyasında Avrupa Birliği’nin oluşumu sırasında kesinlik kazanarak öne çıkmıştır. Küreselleşme ve yerelleşme süreçleri ikiz kardeşler olarak gelişmeler gösterirken yeni dünya düzeninde ulus devletlerin yıpranmasına ve zamanla da ortadan kalkmasına giden gelişmeler birbiri ardı sıra öne çıkınca, geçmiş dönemlerden gelen siyasal yapılanmaların hızlı bir dönüşüme doğru sürüklendikleri bir ara dönem ortaya çıkmıştır. Küresel emperyalizm ulus aşırı sistemlerin yükselmesi için çalışırken, bir yandan da ulus altı daha düşük toplum yapıları içinde de gerek şehir devletleri gerekse eyalet yapılanmaları üzerinden var olan devletlerin ülkelerinin parçalı bir yapılanmaya doğru iteklendikleri görülmüştür. İmparatorluk devletlerinin sahip oldukları büyüklüklerden yararlanarak hegemonya alanlarını daha geniş alanlarda geçerli kılmak istemeleri ile ulus devletleri koruyan bir mekanizma bir süre için yeterli olabilmiş ama zaman içindeki zorlayıcı  baskılar nedeniyle yerelde var olan  ve birbirinden çok farklı etnik ve kültürel özellikler aracılığı ile, toplumsal yapılarda karışıklıklara neden olan yerel alan özellikleri zamanla ulusal yapıların özelliklerini yıpratması nedeniyle sosyal karışıklıklara ya da kaotik ortamların tırmanmasına destek sağladığı için, siyasal açıdan yerelci yaklaşımların ya da yapılanmaların, ulus devlet düzenlerini ve bunların var olan  üniter yapılarını yakından ilgilendirmektedir. Ulus devletlerin üniter yapıları ile yerelci yapılanmaların alt kimlikçi ve farklı özeliklere sahip olan konumları siyasal düzenlerin istikrarlı bir biçimde devam ettirilmeleri açısından sakıncalar yaratmaktadır. Ulus ötesi büyük sistemlerin geçerli olan kültürel standartlarının kullanılarak üniter sistemlerin korunmaya çalışılması, girişimlerin çatışma ya da çekişmelere yol açmaması açısından yararlı olmaktadır. Küresel emperyalizm ulusal kimliklere ve devlet modellerine savaş açtığı için, yerelci yapılar ile özelliklerden yararlanılarak şehir devletleri ya da eyaletler üzerinden küçük bölge devletçiklerinin oluşumları zamanla gündeme gelmektedir. Emperyal devletler kimlik hareketlerini tetikleyerek, normal seyri içinde ulus devletleri yıkıma sürüklemektedir.

                Yerelci hareketler ve oluşumlar zaman içinde belirginlik kazanırken kültürel ve özgül kimlikler küreselci saldırıların sonucu olarak öne çıkartılırken, ulus devletlerin üniter yapılarının tehlike altına girdiği bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Küresel saldırılar devletleri zor durumlara düşürürken küreselleşme açısından devletler kaybeden durumuna düşmektedir. Yerel ve küresel gerçeklikler giderek bir diyalektik ilişki sürecine doğru yuvalanıp giderken, karşılıklı etkileşimler yeni durumlar ve özellikler yaratarak zaman ve mekân içinde esneyen toplumsal bağlantıların yaygınlık kazanması ile biçimlenerek, siyasal ya da sosyal anlamda etkiler yaratabilmektedir. Yerel olaylar ve gelişmeler aynı zaman ya da mekân durumlarından uzaklaştıklarında ortaya çıkan yeni durumlara göre farklı önemler kazanmaktadırlar. Gerçekleşen yerel olaylar ulus devletlerin üniter siyasal düzenleri açısından her zaman olumsuz etkiler yaratabilmiştir. Yerelleşme olgusu çerçevesinde aynı yerde bulunan ya da yaşamakta olan insanların benzer özellikler gösterdikleri bir doğrultuda  küçük çevre birlikleri oluşabilmekte, ya da bireylerin seçme ve karar verme özelliklerinin öne çıkmasıyla birlikte teknolojinin de destekleri ile, birlikte kendi bilişim ve bilgi sistemlerini kurma şansına sahip oldukları görülmektedir. Böylece yerel kültürler canlanarak geleneksel, dinsel ve siyasal değerlere dönüşürken, hatta çok küçük alanda etkinlik sağlayan marjinal kültürler bile yeniden dirilme fırsatı bularak, ulusların sosyal düzenini sarsmaktadır. Yerel kültürlerin canlandırılarak etkin olması sayesinde yerel özelliklerin toplumsal örgütlenme üzerinden ulusal özellikleri ve de bunlara bağlı olarak zaman içinde oluşmuş olan alt kimlikçi özelliklerin yaygınlık kazanmalarıyla, yerelleşme olgusu hız kazanarak güçlenmekte ve daha sonraki aşamalarda da yaratılan yerel kültürler üzerinden yerel devletçiklerin ortaya çıkmasına yol açan gelişmeler, siyasal gündemdeki yerini almaktadır. Ulus devletlerin kuruluşu ile geliştirilen ülkesel bütünlüklerin, dış desteklerle öne çıkarılan yerelcilik oluşumları aracılığı ile tehdit altına sokulması, dünya haritaları üzerinde yeni bazı çizgilerin öne çıkartılmasına yardımcı olmuştur. Yerellik ilkesi küresel eğilimlere karşı doğal bir tepki olarak gelişirken, aynı zamanda ulusal kültür değerlerini de yıkarak ve var olan dünya düzenini derinden sarsarak devlet sayısını fazlalaştırmaktadır.

                Avrupa Birliği süreci için her devlet bölge meclislerini oluşturmuş ve bölgecilik akımının öne geçmesiyle her bölge için yerel devletçilik uygulamaları eyaletleşme aracılığı ile devreye girmiştir. Bu durumda yerel topluluk üyelerinin hakları ve talepleri anlamında bazı ilkeler uluslararası ve bölgesel metinlerde yer alarak uygulamaya geçmektedir. Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik şartı 1985 tarihinde kabul edilerek, uygarlığın beşiği olduğu öne sürülen bu kıtada kamu düzeni yerel bölgeler üzerinden yeniden yapılandırılmıştır. Özerklik statüsüne bütün Avrupa vatandaşlarının alınması ve tam anlamıyla halkın katılımı öngörülürken, Avrupa kıtasında yer alan bazı ulus devletler ile birlikte yerel yönetim yapılanması birlikte yürütülmeye çalışılmıştır. Yerel halkların hak ve özgürlüklerinin düzenlenmesi ile ilgili olarak 1992 yılında Maastricht anlaşması ile bu doğrultuda ikinci bir sözleşme üye ülkelerin katılımı ile kabul edilerek uygulama alanına getirilmiştir. Yerel halklar ya da yapılanmalar ile ilgili daha sonra bir üçüncü adım atılarak Avrupa Birliği Kentsel şartı da kabul edilerek, merkezi yönetimlerin yanı sıra bir de yerelleşme olgusu benimsenmiştir. Avrupa bölgesel yönetimleri kurulu bulundukları bölgenin yerel koşullarına tam olarak uyum sağlayacak biçimde örgütlenirken, yerellik olgusu öncelik kazanmaktadır. Bölgelerin yasal düzenlemeleri sırasında merkezi devleti temsil eden başkentler ikinci planda bırakılarak, kentlerdeki hukuk düzenleri vatandaşların hak ve özgürlükleri üzerinden yönlendirilmeye çalışılmıştır. Avrupa kentlerinde yaşayan Avrupa vatandaşlarının her türlü hak ve özgürlükleri öncelikle sağlıklı bir çevre yaratmak açısından, Avrupa hukuk belgeleri ile güvence altına alınmaktadır. Bu amaç doğrultusunda Avrupa vatandaşları her türlü hak ve özgürlükleri güvenli bir biçimde kullanabilmektedir. Yerel yönetimlerde etkin yurttaş katılımları ile demokratik ortamlar yaratılarak güvence altına alınmaktadırlar.

                Avrupa ülkeleri sahip oldukları jeopolitik konumlarına göre hareket ederek kendi hukuk düzenini kurarken, yüksek düzeyde bir siyasal özerklik düzeyi elde edebilmek çizgisinde yoğun girişimlerde bulunmaktadırlar ve bu nedenle var olan temel kamu düzenine uygun bir biçimde merkezi düzeni tamamlayıcı bir biçimde, bazı ülkelerde yerel yönetimlerin merkezi yönetim ile yan yana gelerek ortak çalışmalar yapmaları gerekmektedir. Avrupa’nın önde gelen ulus devletleri olarak Almanya, Fransa, İtalya gibi bu geleneği temsil eden büyük devletlerde merkezi yönetim öncelikli kamu düzenleri bulunmaktadır. Bazı yerel yapılarda valilerin hak ve yetkileri genişletilerek yerel hak ve özgürlükler kısıtlanabilirken, diğer yerel yönetim bölgelerinde bunun tamamen tersi bir çizgide bir yol izlenerek merkezi yönetim ile birlikte valilerin hak ve yetkileri sınırlanabilmektedir. Yasal ve de siyasal çizgideki özerkliklerden birisi öne geçerken diğeri geride kalabilmektedir. Avrupa Birliği bir kıtasal devlete yönelirken otuzdan fazla devleti kendi çatısı altına alarak bir model geliştirmeye çaba gösterirken, ABD ve Kanada gibi Avrupa dışı devletler kendi özel konumlarına uygun bir biçimde merkezi ve yerel otoriteler arasındaki ilişkileri düzenleyerek kendi gerçeklerine uygun düşen bir biçimde kendilerine bir çizgi çizebilmektedirler. Son yıllarda batı ülkelerinde yapılan yönetim reformları sırasında, katılımcıların sahip oldukları hak ve özgürlükler genişletilirken, merkezi yönetimin otoritesi sınırlanarak demokratik açılımlara daha geniş yer vermek gibi bir çağdaş uygulama bilinçli bir biçimde uygulama alanına getirilmektedir. Fransa’da yasal özerklik artırılırken, siyasal özerklik te bunun tersi bir çizgide siyasal özerklik sınırlandırılabilmektedir. Kanada’da yerel özerklik sınırlı kalırken yerel yönetimler yeterince desteklenmemektedir. Bu ülkede belediye örgütlerinin sınırlı kalarak yetirince örgütlenmemesi, yerel hizmetlerin yürütülmesinde olumsuz etkiler yaratmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ise kendisine bağlı elliden fazla yerel yönetim yapılanması olduğu için yerelleşme açısından bir federal devlet olarak büyük bir potansiyeli merkeze bağlı olarak yönetmektedir. Bu büyük ülkede bir genellemeye gitmek mümkün olmamakta ama her eyaletin bölge koşulları, yapılan yönetsel yapılanmalarda öncelikli olarak ele alınmaktadır. Merkezi devletin kaynak aktarma konusunda istenen düzeylerde olmaması gibi durumlarda, yerel yönetimler devreye girerek merkezin eksiklerini tamamlamaya çalışmaktadır. ABD yerel özerklikler açısından düşük hukuk düzeyi göstererek aşırı masraflarla zayıf kalırken, siyasal özerklik açısından orta özelliklerde kalmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kurulduğu için bütünüyle üniter bir yapılanmaya sahiptir. Merkezi devletin sahip olduğu sınırlar açısından bir bütünleşme söz konusu olduğu için üniter devletler çatısı altında yerel yönetimlere daha az yer verilir. Üniter devletler açısından devletin birliği ve bütünlüğü esastır ve bu doğrultudaki bir yaklaşım ile anayasal hukuk düzeni kurularak yola çıkılır. Dünyada bulunan devlet tipleri arasında üniter devlet modeli en fazla görülen ya da karşılaşılan  bir özel model olarak siyasal alanda gündeme gelmektedir. Latin kökenli batı dillerinin hemen hemen hepsinde var olan üniter kavramı tek, tekçi ya da tekil sözcüklerinin anlam karşılığında bütünleşmiş bir siyasal yapıyı ya da devlet modelini temsil etmektedir. Latince kökenden gelen bu kavram, merkezi noktada kurularak, devletin bütün siyasal sınırları içinde bulunan toprakları ya da alanları kapsayan tek merkezli bir siyasal düzeni ifade ederek, merkezdeki bütünleşmiş güç potansiyelini temsil eden tek kutuplu ve siyasal sınırları ile bütünleşmiş devlet yapılanmasını temsil etmektedir. Genel olarak parçalı ya da çoklu devlet modellerine karşı çıkan üniter devlet bütüncül bir yapılanmayı temsil ederek devreye girdiği zaman, ortaya çıkan devlet tipini tek ya da basit devlet olarak görmek mümkündür. Üniter devlet modeli içinde devletin ülke, ulus, egemenlik ve örgüt gibi unsurları ile bir bütünlük yaratılmaya çalışıldığı için devletiyle ve milletiyle kaynaşarak bölünmez bir bütün haline gelen ya da tek bir bütün olarak çeşitli unsurları bir arada tutan siyasal yapılanmanın adı üniter devlet olarak öne çıkmaktadır. Üniter devlet modelinde devletlerin her temel unsurundan birer adet olmalıdır. Bu nedenle temel unsurların birden fazla olması bu devlet modeli içinde söz konusu olamaz. Tek devlet, tek anayasa, tek bayrak, tek ülke, tek ulus, tek dil ve tek hegemonya gibi değişik alanlardaki devlet unsurlarının tek bir siyasal bütünü oluşturmak üzere dile getirildiği, ortak devlet biçimine kamu hukuku alanında üniter devlet adı verilmektedir.

Üniter devlet düzenlerinde devletin tek ve bir bütün olarak hukuk devletiyle düzenlenmiş bölünmez bir bütüncül hukuk düzeni yapılanması söz konusudur. Her devletin üzerinde kurulu olacağı bir toprak parçasına ya da bir alana ülke unsuruna sahip olabilmek açısından tek vatan ilkesi çizgisinde gereksinme vardır. Bir üniter devlet içinde hiçbir unsur tek başına bir anlam ifade etmez ama bunların hepsi kuruluş modelinin içinde oluşturdukları bütünsellik ile yaratılan bir devletin unsurları olarak siyasal güç boşluğunun doldurulması sırasında bütünlüğü tamamlamak açısından birbirleriyle bir araya gelerek bir siyasal sentez oluşumu olarak kurulmakta devleti ortaya çıkaran ya da yaratan bir oluşum operasyonunun parçalarıdır. Tek başına bir anlam ifade etmeyen devletin yaratıcı unsurları bir araya getirilirken, bir bütünün parçaları olarak yeni kurulmakta olan devletlerin temel dayanak noktası olan parçaları öne çıkarırlar. Her devlet kuruluşu sırasında yasama, yürütme ve yargı olarak üç temel güce dayanarak ortaya çıkmaktadır. Bu üç esas hukuk kaynağı olarak öne çıkan yasama, yargı ve yürütme, diğer temel unsurlar gibi üniter devletin çatısı altında tek ve güçlü bir biçimde düzene konulmak durumundadır. Üniter devletin kurulu bulunduğu başkent, merkezi devletin ana noktası olarak var olurken devletin anayasasına göre örgütlendiği örgütlenme merkezi içinde bütün devlet unsurlarının bir araya gelerek birbirlerini tamamladıkları bir büyük siyasal organizasyon olarak, var olan ulus devletlerin dünya siyaset sahnesine çıkmışlardır. Devletlerin siyasal merkezinde örgütlenmeler tamamlanırken her temel unsurun sırasıyla dikkate alınması ve diğer unsurları bir araya getirerek bütün parçaları ile üstün bir güç merkezi olarak kurulmakta olan devlet yapılanmasının, her devletin kuruluşu sırasında bütün unsurları kapsayan bir karma yapılanmanın, unsurların birbirlerini tamamlamasıyla öne çıkartılması gerekmektedir. Bir ülkenin oluşturacağı hukuk devleti çatısı altında kurulacak kamu düzeninin her yönü ile tamamlanması öncelikli olarak gerekmektedir. Kuruluş sonrasında ülkelerin kamu yönetimi yapıları kurulabilmektedir. Bütün devletler sahip oldukları hegemonya gücünü kamu hizmetlerini gördüğü sırada kamu kurumları aracılığı ile örgütleyerek kurabilmektedir. Üniter devletler aynı zamanda ulus devlet niteliği taşıdıkları için ulus devlet yapılanmasının daha güçlü bir biçimde gerçekleştirilmesinde önemli rolleri üstlenebilmektedirler. Dışa doğru bakıldığında ulus devletler ile üniter devletler iç içe bir konumda kendilerini savunabilmektedir.

Her ülkede çeşitli bölgeler bir arada bulunduğu için yer olarak ifade edilen küçük alanlar ile bölge olarak isimlendirilen büyük alanların konumu, ülke içindeki coğrafi ve jeopolitik toprakların durumuna göre belirlenebilmektedir. Daha küçük yerler yerellik ilkesi çerçevesinde ele alınırken, işgal ettiği alan olarak daha geniş yerlerin bölge olarak tanımlandığı durumlar, birbirlerinden farklılık göstermektedirler. Bunların içinde çok kalabalık ve geniş alan sahibi yerler için gelecekte eyalet ya da bölge devleti gibi siyasal yapılanmalar düşünülebilirken, daha küçük ve nüfusu fazla olmayan küçük yerleşim yerleri için de ya şehir devleti ya da semt yönetimi veya bu kırsal alan düzenlemeleri için de köykent, tarım kent biçiminde toprağa bağlı yerel yönetim yapılanmaları öne çıkabilmektedir. Avrupa kıtasındaki orta çağ dönemi ve bunun uzantısı olarak derebeyliklerin uzantısı olarak öne çıkan köykent ya da tarım kent adıyla kırsal alandan kentsel alana doğru yerleşim ve yönetim birimlerinin birbirini izleyerek yaygınlık kazanması, yerellik olgusunun yeni idari birimleri farklı boyutlarda ele almasına giden yollara doğru gelişmeler göstermesini sağlamıştır. Bir Asya devleti olarak Rusya yerel alanlarda Şuralar oluşturarak ideolojik bir imparatorluk olarak Avrasya kıtasının boş bölgelerine doğru yayılırken, gene bir başka Asya devleti olan İsrail iki dünya savaşı sonrasında merkezi topraklarda, Kibutz ve Moşav gibi köykent ya da tarım kent yapılanmalarına yerel düzen yapılanması çizgisinde uzanarak, merkezi coğrafya da ele geçirerek işgal ettiği topraklarda köykent ve tarım kent benzeri yerel yönetim yapılanmalarını öne çıkarıyordu. Merkeze bağlı topraklarda geniş alan örgütlerine gidildiği aşamada merkezi yönetim ile birlikte ülkenin çeşitli bölgelerinde yer alan değişik ya da farklı yerel yönetim modelleri de uygulanmaya çalışılmıştır. Rusya ile birlikte İsrail’in de geniş alan kapsamlı örgütlenmelere yönelmesiyle birlikte, her iki imparatorluk girişiminin eski Osmanlı topraklarına yönelerek bu alandaki kent ve kırsal alan yapılanmalarına öncelik vermişlerdir. Has, Zeamet ve Tımar ismiyle üçe bölünen Osmanlı tarım düzeni çerçevesinde kırsal alanlarda kentsel alanlara paralel bir düzeyde ele alınarak kamu yönetiminde kentsel ve kırsal yerleşim düzenleri dengeli bir biçimde yayılıyordu. Bugünkü köy ve semt düzenlemelerine gelene kadar, Osmanlı devletinde kapitalizm öncesi bir kamu düzeni kurulmaya çalışılmıştır. Fabrikaların olmadığı bir kırsal düzen içinde Osmanlı devleti de toprağa bağlı üretim düzeni kurmuş ve daha sonra da bu tarım merkezlerindeki beyliklerin beslediği askeri birlikler ile hem savaşlara karşı ülkeyi savunmuş hem de kırsal üretim ile ekonomik gereksinmeler karşılanmıştır.

Her devletin ayakta kalmak ve varlığını savunarak sonsuza kadar devam edebilmek açısından toprağa bağlı üretim düzeni Osmanlı devletinin yirminci yüzyıla kadar savaşarak ayakta kalmasını sağlamıştır. Geniş alanlarda dağınık bir biçimde yaşayan halk kitlelerini besleyerek ve onları zaman içinde cephelerde askerlik görevleri veren Osmanlı yönetimi, büyük imparatorluğu ayakta tutabilmek için yurt düzeyinde toprak ve tarım düzeni ile varlığını sağlam temellere oturtmuştur. Uygulamada köy, semt, ilçe, il ya da  kent veya  büyük şehir gibi yerel yaşam düzenlerini araziye uygun yerel yönetimlere çevirerek, devletler sahip oldukları kamu gücünü yaşam düzenlerine dönüştürerek, genel ve merkezi kamu düzeni içinde yerelliğin gerekli kıldığı kamu düzenlemeleri ya da hizmetlerinin yerine getirilmesi doğrultusunda idari düzenlemeler yapabilmektedirler ama ülke ve kent belediye meclislerinin aldığı kararlar çerçevesinde, yaptıkları kamusal alanlar ile ilgili kararlar alarak yasa ya da yasama yerine geçebilecek hukuk yaratma yetkilerine tam olarak sahip kılınmamışlardı. Bir üniter devletin çatısı altında kurulmuş olan yerel yönetimler her zaman için merkezi kamu düzeninin yönetimi altındadırlar, bu nedenle de hiçbir zaman yasama ve yürütme yetkileri bulunmadığı için yerel yönetimler hiçbir biçimde üniter devletin tek yapılı statüsünü ortadan kaldıramaz. Milletin temsilcilerinin meclise girerek yasama çalışmalarına katılarak etkili olmaları, vatandaşların yetkileri dahilindedir. Yerel yönetimler yasa çıkartamaz ama kamu hizmetlerinin yerel uygulamaları ile kararlar alabilir ya da yönetim esasları belirleyebilirler. Yerel yönetimler yasalara uyarak kendi alanlarında hareket edebilirler ama hem yasalara hem de merkezi alanda yer alan devlet birimlerinin aldıkları kararlara da uymak gibi bir zorunluluğa sahiptirler.

Ulus devletlerin anayasalarında var olan üniter devlet yapılanması hem büyük alanlarda bölgecilik hem de daha küçük alanlarda gereksinme olarak gündeme gelen kamu hizmetlerinin karşılanmasını sağlayacak bir biçimde, yerellik ya da yerelcilik uygulamalarını öne çıkarabilmektedir. Yerel yönetim birimleri üniter merkezi devleti parçalayan ya da ona alternatif olacak biçimde bir yönetim gücüne sahip değillerdir. Üniter devleti tamamlayan ve kamu hizmetlerinin yoğunlaşması ve artan gereksinmelerin karşılanması halk kitlelerine ulaşırken, bunların daha üst düzeyde yerine getirilmesi için oluşturulan yönetim birimleri üst düzeydeki makamlara bağlı bir biçimde çalışırlar. Bu gibi birimlerin kurulmasına karar verme yetkisine sahip olan üst düzey birimler, yerel yönetimler üzerinde vesayet makamı olarak denetim görevlerini yerine getirerek, merkezi üniter devletin ana organ olarak varlığının ve tekliğinin korunmasını sağlarlar. Bu duruma benzer bir biçimde ülke unsuru gibi millet unsurunun da oluşturulması sırasında halk kitleleri arasında din, dil, ırk ve de etnik ayırımlar hiçbir zaman yapılmaz. Üniter ulus devletler de devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, eşit bir statü altında hem devletin korumasından yararlanır hem de hak ve özgürlükler alanında diğer insanlarla birlikte kamu hizmetlerinden eşit seviyede yararlanabilir. Ulusal ve üniter devletlerde hiçbir zaman hiçbir grup için özel uygulamalar yapılamaz. Merkezi devletin tekelinde bulunan ulusal egemenlik hakkı her grup için eşit biçimde kullanılır. Üniter devlet sadece yerel ayrımcılıklara dayanan yerel federalizmi değil korporasyonlara dayanan federal yapıyı da reddeder. Yerel olmayan federalizme verilen ayırıcı bir isim isim olarak korporatif federalizmi de üniter devlet reddetmektedir. Tarikatlar, cemaatler ya da etnik gruplar açısından da korporatif federalizm anayasal eşitlik statüsüne uygun olarak her türlü ayrıcalıklı bir uygulamaya karşı çıkmaktadır. Üniter devlette egemenlik gücünü elinde tutan merkezi devlet her türlü ayrıcalığa karşı çıkarak, anayasal eşitlik ilkesini korumaktadır. Tek devlette tek egemenlik hakkı kullanılırken, vatandaşlar arasında ayırım yapılamaz.

Üniter devletler genel olarak merkezi bölgede alt yapılarını sağlamlaştırdıktan sonra, ulusal sınırlar içinde kalan bütün ülke toprakları üzerinde devletin ve milletin güvenliğini korumak üzere çeşitli güvenlik önlemlerini alabilirler. Üniter devletlerde bütün devlet unsurları üniter yapı ile uyumlu bir biçimde uygulanarak devletin içinde birlik ve bütünlük korunabilir. Üniter olmayan bileşik yapılı devletler bazan parçalı yapıda unsurlar ile karşı karşıya geldikleri zaman, devlet içinde çelişkilerin çatışma yarattığı ve bunların zamanla ülke çapında bir devlet krizine giden yolu açtığı görülmektedir. Ulus devletlerdeki üniter sistemlerin devlet içinde uyum ve dengeler sağlayarak var olan siyasal organizasyonun sürekliliğini sağladıkları görülmektedir. Üniter devletler birden fazla anayasa ve hukuk düzenlerinin geçerli olmadığı bir sistem olduğu için, siyasal istikrar ve güvenli bir gelecek için gene üniter devlet sistemlerine geri dönülmesi gerektiği, birçok çağdaş devlette ve onların yönetimi altındaki toplumlarda yaşanan olaylar ile ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kurulduğu için, ulusal kurtuluş savaşının başlangıcından bugüne kadar sürekli olarak bir üniter devlet yapılanması içinde olmuş ve bu coğrafyanın imparatorluk ahalisini gerçekçi bir biçimde ele alarak sonraki dönemlerde merkezi coğrafya da alt kimlik çatışmalarını önlemiştir. Yerellikten başlayarak özerklik görünümünde bugüne kadar bugüne kadar devam edip gelen merkezi devlet yapılanmasına karşı çıkış politikası, zaman zaman olaylar karşısında tırmanarak eskisinden çok daha sert bir tutuma dönüştüğü zaman, bu bölgedeki savaş lobileri büyük devletlerin desteğini alarak her türlü sıcak çatışma ile birlikte savaş senaryolarını tırmandırdıkları anlaşılmaktadır. Avrupa yerel yönetimler şartı yetki idaresi görünümünde yetki paylaşımını gündeme getirdiği için, üniter devletlerin merkeziyetçi konumunu ortadan kaldırmaktadır. Bu doğrultuda hizmette yerellik ve halka yakınlık gibi adımlar atılmaya çalışılmıştır. Böylece ulus devletlerin üniter yapıları ortadan kaldırılırken, yeni dönemde ulus devletler yerine eyalet devletleri modeli geçerli kılınmaya çalışılmaktadır. Bu yüzyılda devlet sayısı 200 den 2000 e doğru artırılırken, yerellik ilkesi üzerinden üniter devletlerin parçalanmaları gündeme getirilmektedir. Bunun sonucunda hem ulus devletler hem de uluslar ortadan kalkacak ve parçalı bir yapılanma içinde alt kimlikler aracılığıyla dünyada iki bin eyalet devleti gündeme gelecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN