24 Şubat 2020 Pazartesi

BAŞKENT İSTANBUL’A TAŞINAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


BAŞKENT İSTANBUL’A TAŞINAMAZ

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa­sı'na göre, devletimizin başkenti An­kara'dır. Anayasamızın 3. maddesi açıkça Ankara'nın başkent olduğunu belirtmektedir. 4. madde ise, ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif bile edileme­yeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bütün birimlerinin, resmi dairelerin ve kamu kurumlarının bağ­lı bulundukları bakanlıklarla beraber, ülkemizin başkenti olan Ankara'da yer alması, anayasa hukukumuzun gereği. Bu değiştirmek, gene ana­yasamıza göre mümkün değildir ve böyle öneri teklif bile edilemez ve Meclis gündemine getirilemez.


Yirminci yüzyılın başlarına kadar bu bölgedeki devletlerin merkezi İstanbul idi. Bizans İmparatorluğu döneminden başlayarak ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde de devam ederek, İstanbul bir bölgesel başkent olarak, yirminci yüzyıla kadar merkez konumunu korumuştur. Birinci Dünya Savaşı sonucunda, İstanbul’daki devlet yıkılınca, devletin sağlam unsurları bu kenti terk ederek Ana­dolu'ya geçmişler ve üç yılı aşkın bir süre ulusal kurtuluş savaşı vererek, yeni devleti Ankara'da kurmuşlardır. Çöken bir imparatorluğun sahipsiz kalan merkez topraklarında yaşayan insanlar bir ulusu kurtuluş savaşı ille tarih sahnesine ulus olarak yeniden çıkarmışlar ve Kuvayı Milliye'nin başkenti Ankara'da yepyeni bir ulus devlet kurmuşlardır.

İstanbul, Bizans döneminden bu yana barındırdığı gayrimüslim unsur­lar ve alt kimlikli yabancı nüfus nede­niyle hiçbir zaman bir Türk kenti gibi davranmamıştır. Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının kozmopolit nüfus yapısına uygun birçok kültürlü yapı içindeki İstanbul, her zaman eski Konstantinopolis gibi bir kozmopolitizmin arayışı içinde olmuştur. Bu yüz­den Anadolu ihtilaline yabancı kalmış ve ulusal kurtuluş savaşı sırasında emperyalist Hristiyan batılı ülkelerin işbirlikçisi gibi hareket etmiştir. Bölge ekonomisinin giderek merkezi haline gelen İstanbul, sahip olduğu Hristiyan ve Yahudi azınlıklar aracılığı ile her zaman batılı güçlerin bölgedeki karakolu gibi davranmıştır.

Ulusal kurtuluş savaşı sırasında mütareke İstanbul’u, tam bir tesli­miyetçi ve işbirlikçi gibi davranmış, Anadolu'daki ulusal kurtuluş hare­ketini küçümsemiş ve çapulculuk ile suçlamıştır. Atatürk'ü bile çapulcu ile bir eden Mütareke İstanbul’u, bir türlü Ankara'nın başkent olmasını içine sindirememiştir. Atatürk bu yüzden yıllarca İstanbul’a gitmemiş ve Yalova'yı kendisine mekan olarak seçmiştir. Atatürk'ü bile küstürecek derecede Türkiye'deki ulusal yapı­lanmaya karşı çıkan İstanbul, batı desteği ile yeniden başkent olabil­menin yollarını aramıştır. Sovyetler Birliği'nin çöküşü üzerine başlayan yeni dönemde, İstanbul küreselleş­me rüzgarlarının desteği ile yeniden yakın doğu bölgesinin başkentliğine soyunmuştur. Parasal güç desteği ve medyanın denetim altına alınması ile Ankara devre dışı bırakılmış ve sürekli olarak İstanbul yeni başkent olarak lanse edilmeye başlanmıştır. ABD'nin Avrasya stratejisi ve Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde yeni bir yer arayan İstanbul, yeniden baş­kent olabilmenin çabası içine girmiştir.


Önce özel bankaların genel müdürlükleri İstanbul’a taşınmıştır. Atatürk'ün ulusal sermaye ve sanayi yaratmak için kurduğu İş Bankası, bu kuruluş gerekçesine aykırı olarak İstanbul’a götürülmüştür. Daha sonra kamu bankaları özelleştirilerek, İstanbul’a taşınmak istenmiş ama uygulama bir çok sorun çıkınca, bu adım atılamamıştır. Şimdi bu süreci tamamlamak istemektedirler. Üçüncü aşama olarak, devletin elinden kopartılarak bağımsız üst kurullara bırakılan kamusal alanların yönetimi üst kurulla beraber İstanbul’a taşın­mak istenmektedir. Başta Telekomü­nikasyon Üst Kurulu olmak üzere bü­tün üst kurullarda İstanbul’a taşınma hazırlıkları başlamıştır. Bu yıl içinde Ankara'dan İstanbul’a taşınma işleri­nin tamamlanacağı söylenmektedir.

Kamu Yönetimi Reformu adı al­tında Ankara'daki devleti yarı yarıya ortadan kaldıran bir adımı gerçekleş­tiremeyenler, Yerel Yönetim Reformu adı altında Ankara'nın yetkilerini, mahalli idarelere devrederek kent merkezli yeni eyaletler yaratabilme­nin çabasına girişmişlerdir. On beş bakanlığın kapatılarak, yetkilerinin kent belediyelerine devredilmek istenmesi, ulusal ve üniter devle­tin tasfiye planının uygulamaya aktarılmak istenmesidir. Şimdi de bakanlık sayısını azaltma numarası ile Ankara'daki kamu yönetimi kü­çültülmek istenmektedir. Bütün bu girişimler, ABD'nin Büyük Orta Doğu ve İsrail’in Büyük Filistin projelerinin gerçekleştirilebilmesi için Türkiye Cumhuriyeti'nin tasfiyesi planlarının uzantılarıdır.

Misakı Milli sınırları içinde bir ulusal ve üniter devlet olarak ortaya çıkmış olan Türkiye Cumhuriyeti, kendi anayasasındaki yapısını dış mihrakların emperyalist planlarına karşı korumak zorundadır. Aksi tak­dirde, Kuvayı Milliye mücadelesi ile elde edilmiş olan bütün kazanılmış hakların kaybı söz konusudur. Türk Ulusu'na sormadan, ulusal bir refe­randum kararı alınmadan ne anaya­samız değişebilir, ne de başkentimiz Ankara'dan İstanbul’a taşınabilir. Ankara'daki milli devlet, İstanbul’daki kozmopolit burjuvazinin emperyal destekli saldırısı karşısında kendisini korumak ve direnmek zorundadır. Ankara, Misakı Milli sınırları içeri­sinde kendisine inanan bütün Türk Ulusu'nu temsilcisi olduğunu bilerek hareket ederse, sorun çözülür, dış destekli İstanbul yapılanmasına kar­şı Kuvayı Milliye'nin başkenti, yirmi­ birinci yüzyılda da ülkemizin merkezi olarak varlığını koruyabilir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
(Yankı Dergisi, Sayı:1034, Temmuz 2005)


15 Şubat 2020 Cumartesi

İsrail ve Kıbrıs - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


İSRAİL VE KIBRIS


Kıbrıs Sorunu ile İsrail Yakından İlgili

İsrail ve Kıbrıs, Türk basınında fazlasıyla yer alan iki ülke olarak, Türkiye'deki tartışmalarda sürekli olarak en başta yer almışlardır. Ne var ki, ayrı ayrı fazlasıyla ele alınan bu iki ülkenin beraberce düşünüldüğüne pek sık rastlanmamıştır. Sanki Kıbrıs ile İsrail birbirinden çok uzak ve farklı konumda iki ülke gibi bir durum yaratılmıştır. Kıbrıs ile ilgili konular incelenirken bu bölgede sanki İsrail yokmuş gibi hareket edilmiş, İsrail ile ilgili durumlar ele alındığında ise, Kıbrıs çok uzaklarda imiş gibi yorumlar yapılmıştır. Köşe yazarları sürekli olarak Kıbrıs’ı incele­yen yazılar yazarlarken, hiç İsrail bağlantısı üzerinde durmamışlar, İs­rail ile ilgili incelemelerde ise, İsrail'in yeri ve konumu açısından Kıbrıs faktörü görmezden gelinmiştir. Haritaya bakıldığı zaman, Kıbrıs ile İsra­il'in aynı bölgede yer aldığı ve birbirine çok yakın bir konumda bulunduk­ları açıkça görülebilmektedir. Her nedense, bu jeopolitik gerçek Türk kamuoyunun gözlerinden kaçırılmış ve İsrail ile Kıbrıs sorunlarının ne ka­dar birbirlerine yakın bir konumda bulunduğu gizlenmek istenmiştir. Türk basınını ekonomik olarak kontrol altında tutan Türkiye'deki İsrail lobisinin, bu doğrultuda kendi çıkarları açısından başarılı bir çalışma gös­terdikleri görülmektedir.

Yahudiler’in Ortadoğu'dan Roma İmparatorluğu tarafından kovulmasından iki bin yıl sonra, yeni bir Yahudi devleti olarak İsrail Ortadoğu'da kurulurken, aradan geçen iki bin yıllık tarihin Ortadoğu'ya getirmiş olduğu siyasal coğrafya ile Siyonist lobiler karşı karşıya kalmışlardır. Aradan geçen uzun süre zarfında bölgedeki nüfus yapısı değişmiş, Roma İmparatorluğu tarihte kalırken, bunun üzerine bölgeden, Bizans ve Osmanlı olmak üzere iki farklı imparatorluk daha geçmiştir. 20. yüzyılın koşul­larında, I. Dünya Savaşı’nın galibi olan İngiliz ve Fransız impara­torlukları, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine, Ortadoğu'nun haritasını yeniden çizmişlerdir. Bir İngiliz subayı ile Fransız subayı Kahire'de bir araya gelerek, cetvel ile dünyanın merkezî bölgesinin haritasını çizmiş­ler ve imparatorluklar sonrası modern çağda bu bölge, iki emperyalist gücün çıkarları doğrultusunda biçimlenmiştir. 20. yüzyılın başlarında dün­yanın egemenleri olan İngiltere ve Fransa'nın çizmiş oldukları günümüz hari­tasını, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan İsrail ile günümüzün süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri kabul etmemektedirler. Dünyayı geleceğe doğru yönlendiren İsrail ve Amerika ittifakı, kendi çıkarlarına göre bir yeni plânı; Büyük Ortadoğu Plânı olarak açıklanmıştır.

İsrail’in Güvenlik Sorunu ve Kıbrıs

Ortadoğu’nun Arap ve Müslüman nüfus çoğunluğu karşısında dünyanın merkezinde bir Yahudi devleti kurulabilmesi, normal koşullarda mümkün değil­dir. Böylesine bir sonuç alabilmek için kesinlikle olağanüstü koşulların yaratılması gerekmektedir. Üç yüz yılı aşkın bir süre Siyo­nist lobiler bu doğrultuda çalışmışlar ve ekonomik-siyasal güçlerine dayanarak yarattıkları olağanüstü koşullarda, Arap ve Müslüman nüfus çoğunluğunun ortasına bir küçük Yahudi devleti oturtabilmişlerdir. Yâni İsrail'i kuran Siyonist hareketin yönetimi, tarihin getirdiği bilgi birikimine sahip olarak, bölge koşullarını çok iyi değerlendirmişlerdir. Bilindiği üzere Filistin'de günümüzde var olan Yahudi devleti, üçüncü kez kurulmuş bir devlettir. İlk kurulan İsrail devleti Mezopotamya güçleri tarafından yıkılmış ve Yahudiler’in Babil sürgünü gündeme gelmiştir. Daha sonraları kurulmuş olan ikinci Yahudi devleti ise, Roma İmparatorluğu tarafından yıkılmış ve bunun sonu­cunda da Yahudiler; Akdeniz ve Avrupa üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmışlardır. Filistin'de kurulmuş olan Yahudi devletine yıkıcı tehdit önce Mezopotamya’dan, sonra da Kıbrıs üzerinden Avrupa'dan gelmiştir. Bu bölgede üçüncü kez devlet kuran Siyonist hareket, Filistin'deki devletin güvenliği için, hem doğudaki Mezopotamya bölgesine hem de Batı’dan gelecek saldırı ya da tehditlere karşı ülkenin batısında yer alan büyük kara parçası Kıbrıs'a dikkat etmek zorunda olduklarını iyi biliyorlardı. Nitekim bu doğrultuda Irak'ta görev yapan Saddam yönetimi kullanılmış ve müdâhale gerekçesi yaratılarak Amerikan ordusunun Mezopotamya'yı İsrail'in bölgesel egemenlik çıkarları doğrultusunda işgal etmesi sağlanmıştır. Böylece Filistin'de üçüncü kez kurulmuş olan Yahudi devleti, Bâbil döneminde olduğu gibi muhtemel bir Mezopotamya gücünün saldırısına karşı güvence altına alınmıştır.
İsrail'in güvenliği sorunu sadece ülkenin doğusunda yer alan Mezopotamya'nın ele geçirilmesi ile sağlanamaz. Aynı zamanda ülkenin batısında yer alan Kıbrıs'ın da kontrol altına alınması gerekmektedir. Ortadoğu bölgesine Avrupa kaynaklı olarak gelen bütün saldırı hareketleri Kıbrıs'ı Doğu Akdeniz'de bir üs olarak kullandığı için, böylesine bir büyük adanın batıdan ya da Avrupa'dan gelecek bir Ortadoğu hareketine karşı kullanılması gerekmektedir. Bu doğrultuda İsrail kendisini, tarihteki ikin­ci Yahudi devletini yıkan Romalılar’ın üs olarak kullandıkları, Kıbrıs adası­nı kesinlikle denetim altında tutmak zorunda görmüştür. Avrupa'dan kalkarak Ku­düs ve civarını ele geçirmek isteyen on bir Haçlı Seferi sırasında da Kıb­rıs bir Doğu Akdeniz üssü olarak kullanılmıştır. Bölgenin günümüzdeki ha­ritasını çizen İngiltere'de 19. yüzyılın sonlarında Filistin'e girerken önce Kıbrıs'ı ele geçirmiş ve daha sonra Kıbrıs üzerinden düzenle­nen askerî hareket ile Ortadoğu topraklarına İngiliz orduları ayak basmış­tır. İngiltere'nin indiği yolu Fransa'da takip etmiş ve Doğu Akdeniz üzerinden Lübnan'a girmiştir.
Siyasal tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından İsrail ve Kıbrıs beraberce ele alınırsa, Kıbrıs adasının İsrail'in karşı kıyısı olduğu görülmektedir. Jeopolitik gerçek bu doğrultuda olmasına rağmen Türk basın ve siyaset çevrelerinin Kıbrıs ile İsrail arasındaki bu bağlantıdan habersizmiş gibi hareket etmeleri, son derece düşündürücüdür. Çünkü bilim kitaplarına göre; her kıyı ülkesinin güvenliği, karşı kıyıda yer alan kara parçasının izlenmesinden geçer. Ada ülkeleri karşı kıyıda kendi çıkarla­rına göre siyasal yapılama yaparlar. İngiltere ve Japonya, birer ada ülkesi olarak, karşı kıyıda büyük ülke olmasını engellemişlerdir. Kore'nin Çin'den kopmasında Japonya etkin bir rol oynamıştır. Aynı şekil­de Hollanda'nın Almanya'dan, Belçika'nın Fransa'dan kopmasında da İngiltere son derece etkili olmuştur. Böylece iki ada ülkesi karşı kıyılarında hiç bir biçimde kendilerinden büyük bir devletin yer almasına izin vermemişler­dir. Kıyı ülkeleri bir anlamda, güçlü ada ülkelerinin etkisi ile, küçük devletler biçiminde ortaya çıkabilmişlerdir. Ada ülkeleri kendi güvenlikle­ri açısından kıyı ülkelerinin oluşumuyla yakından ilgilenirlerken, kıyı ülkeleri de kendi güvenlikleri açısından karşı kıyıda yer alan ada ülkele­ri ile yakından ilgilenmişler ve hatta daha da ileri giderek, bu adaları kendi egemenlikleri altına alarak, sınırları içine katmışlardır. Uluslar­arası hukuk açısından bunu yapamayanlar ise, bu doğrultuda oluşumları kendi ulusal çıkarları için dolaylı yollardan yönlendirmenin çabası içeri­sinde olmuşlardır.
İsrail, Ortadoğu'da en son kurulan ülke olduğu için karşı kıyısın­daki Kıbrıs adası üzerinde uluslararası hukuka göre, doğrudan etkili ola­mamıştır. Bölgenin hukuk düzeni iki dünya savaşı sonrasında ortaya çıktığı için ve bu bölgedeki eski devletlerin devletler hukukundan gelen çeşitli hakları bulunduğundan, Kıbrıs adasının kendine özgü bir hukukî statüsü olmuştur. Kıbrıs'ın eski bir Osmanlı toprağı olması, daha sonra ada üze­rinde İngiliz dominyonu kurulması, 20. yüzyılın ikinci yarısında ada­nın bağımsız devlet olarak ilân edilmesi, adada Türkler ve Rumlar’dan olu­şan iki halk topluluğunun bulunması gibi durumlar; Kıbrıs'ın uluslararası hukuka göre durumunu belirlemiştir. Bu nedenle, Kıbrıs üzerinde Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, Rum nüfusun koruyucusu olan Yunanis­tan devleti ve adanın son egemen gücü olan Britanya İmparatorluğu, uluslar­arası hukuka göre hak sahibi olmuşlardır. II. Dünya Savaşı sonrasının sü­per gücü olan Amerika Birleşik Devletleri bile Kıbrıs adası ile herhangi bir hukukî bağlantı içinde olmadığı için, adaya doğrudan müdahale edeme­miştir. Akdeniz kıyılarında elli senedir dolaşan Amerikan 6. Filosu uluslararası hukuk yüzünden adaya bir türlü girememiş ve Amerika Birleşik Devletleri de Kıbrıs üzerinde doğrudan etkili olamamıştır.

İngiltere'nin koruyuculuğunda I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin’e yerleşen Yahudiler, daha sonra bağımsız devlet kurmak isteyince İngiltere ile ihtilafa düşmüşlerdir. II. Dünya Savaşı sonrasında, savaşın galibi olan Amerika Birleşik Devletleri’ni kullanan Siyonist lobiler, Birleşmiş Milletler kararıyla Filistin toprakları üzerinde İsrail devletinin üçüncü kez kurulmasını sağlamışlardır, İsrail devleti kurulur kurulmaz hemen Ortadoğu bölgesinin her köşesi ile yakından ilgilenmeye başlamış ve bu doğrultuda karşı kıyısı olan Kıbrıs'ı da yakın izlemeye almıştır. Üç tarafı Müslüman kitleler ve Arap ulusunun çeşitli ülkeleri ile dolu olan Yahudi devleti, Kıbrıs adasını dış dünyaya çıkış kapısı olarak gör­müştür. Doğu Akdeniz'de bir uçak gemisi konumunda olan Kıbrıs adası, İsrail'in karşı kıyısı olarak, üç tarafı Müslümanlarla çevrili Filistin bölgesinden Yahudiler’in dış dünyaya çıkış noktası kabul edilmiştir. Bu konumu nedeni ile Kıbrıs, İsrail için her zaman âcil çıkış kapısı olarak görülmüştür. Kıbrıs'ı böyle gören İsrail, ada üzerindeki siyasal geliş­meler ile yakından ilgili olmuş ve kendisinin aleyhine ola­bilecek herhangi bir gelişmeye izin vermemeye çalışmıştır.

Adanın Kaderinde Etkili Olan Üç Yahudi

Kıbrıs ile Filistin bağlantısı her zaman için tarihin çeşitli dönem­lerinde gündeme gelmiş ve bu doğrultuda Yahudiler, Kıbrıs adası üzerinde etkili olmak istemişlerdir. Dünya siyasî tarihinde üç önemli Yahudi asıllı kişinin, Kıbrıs adasının siyasal konumu üzerinde yönlendirici etkisi ol­duğu kabul edilmektedir. Haçlılar’ın, Romalılar’ın ve İngilizler’in Kıbrıs üzerinden Filistin'e girdiklerini gören Yahudi lobilerinin yöneticileri, yeniden İsrail'in kurulmasında ve Ortadoğu'da Yahudi egemenliğinin oluşturulmasında Kıbrıs adasını bölgeye giriş kapısı olarak görmüşler ve bu doğrul­tuda adayı kullanabilmenin yollarını aramışlardır. Orta Çağ’ın sonlarında İspanya’dan kovulan Yahudiler Akdeniz'in batısından doğusuna gemilerle geçerek Osmanlı ülkesine gelmiş ve yerleşmişlerdir. 16. yüzyıl­da Osmanlı ülkesine yerleşen Yahudiler, Tevrat'ta belirtilen kutsal topraklara kavuşmaları aşamasında Kıbrıs’ı bir ara istasyon olarak kullanılmak istemişler ve zengin Yahudiler’in önde gelen temsilcilerinden olan Nassi, Osmanlı padişahını Kıbrıs'ın alınması konusunda ikna etmiştir. Kıbrıs'ta Osmanlı koruması altında bir Yahudi krallığı kurmak isteyen Nassi, bu amacını gerçekleştirmek üzere Osmanlı ordusunun Kıbrıs adasını Venedikliler’den almasını sağlamıştır. Ada Osmanlı yönetimine geçtikten sonra, epeyce bir Yahudi asıllı Osmanlı vatandaşı adaya yerleşmiştir ama imparatorluk yönetimi, Kıbrıs üzerinde bir Yahudi krallığı kurulmasına izin vermemiştir. Yahudiler kutsal toprakların karşısındaki bu adayı kendi ülkelerine çevirmek için çeşitli girişimlerde bulunmaya devam etmişlerdir.
İngiliz ve Fransız İmparatorlukları’nın sömürgecilik düzenini kullanarak aşırı zenginleşen Yahudi lobileri on yedinci yüzyıldan sonra Siyonizm’in etkisi altına girince, bu kez Ortadoğu'ya yeni bir göç dalgası ile yerleşmek istemişlerdir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu “hasta adam” ilân edilmiş ve çöküş süreci gündeme gelmiştir. Osmanlı’nın bu durumundan yararlanmak isteyen Siyonist lobiler, Osmanlı padişahı Abdülhamit'ten imparatorluk toprağı olan Filistin'i bir Yahudi devleti kurmak üzere istemişlerdir. Ne var ki, Abdülhamit bu öneriyi reddedince, ikinci kez padişahın kapısını çalmışlar ve bu kez de bir Yahudi krallığı kurmak üzere Kıbrıs adasını istemişlerdir. Osmanlı sarayı bu ikinci öneriyi de reddedince Yahudiler, İngiltere'yi devreye sokarak İngiliz işga­li altında Kıbrıs'a gelmişler ve Kıbrıs üzerinden Filistin'e geçmişlerdir. Yahudiler’in Kıbrıs üzerinden bölgeye ikinci kez gelmeleri sırasında Britanya İmparatorluğu’nun Yahudi asıllı Başbakanı Benjamin Disraelli'nin çok büyük rolü olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü gören bu Yahudi asıllı İngiliz Başbakan, bölgede dörtlü bir konfederasyonu İngiltere'nin egemenliği altında oluştur­mak isterken, bu plânın bir parçası olarak da Yahudiler’in Filistin'de İsrail'i yeniden kurmalarını plânlıyordu. Osmanlı sonrası Ortadoğu yapılanmasında böylece hem İsrail plânı devreye giriyor hem de İngiliz işgali altındaki Kıbrıs üzerinden Yahudiler’in bölgeye girişleri plânlanıyordu. Kıbrıs üze­rinde İngiliz işgali hem adayı Osmanlı'dan koparıyor hem de ada üzerinden, İngiliz sömürge yönetimi kontrolünde, Yahudiler’in batıdan gelerek müstakbel İsrail'e geçmeleri sağlanıyordu.
Kıbrıs tarihi üzerinde Nassi ve Disraelli'den sonra etkili olan üçüncü Yahudi, Henry Kissinger’dır. Kissinger, 20. yüzyılın ikinci yarısında ada üzerinde etkili oluyor­du. Disraelli plânı ile Osmanlı adayı terk ederken İngiltere Kıbrıs'ı ele geçiriyordu. Kissinger sayesinde ise, Amerika Birleşik Devletleri Kıbrıs’ta Türkiye üzerinden bir egemenlik sağlıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı üzerine, imparatorluğun ana topraklarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs üzerinde taraf olma hakkına sahip değildi. Lozan Antlaş­ması sırasında Mîsak-ı millî sınırları içerisinde Kıbrıs ilân edilmemişti. Çünkü Kıbrıs o zaman bir İngiliz dominyonu idi. Önceliği Mîsak-ı Millî sınır­larına veren Türk devleti, Kıbrıs konusunu sonraya bırakmıştı. İsrail'in kurulmasına kadar da Kıbrıs sorunu bir ulusal sorun olarak Türkiye'de görülmemişti. İsrail'in kurulduğu ay Türkiye'de yayınlanmaya başlayan bir gazete, Türk kamuoyunu İsrail'in çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmış, 1952 yılından sonra "Kıbrıs Türk’tür" kampanyasına girişmişti. Yâni İsrail'in 1948 yılında kurulmasından dört yıl sonra Kıbrıs'ın Türk kamuoyuna bir ulusal sorun olarak taşındığı görülmektedir.
Türkiye'deki Yahudi lobilerinin temsilciliğini yapan bir büyük gazetenin Kıbrıs'ı bir ulusal sorun hâline getirdiği yıl olan 1952'de Avrupa Konseyi kurulmuş ve bugünkü Avrupa Birliği’ne giden ilk adımlar atılmıştır. Günümüzden elli yıl önce ortaya çıkan bu girişimin sonuçlarını önceden iyi hesap eden Yahudi lobileri, birleşen Avrupa'nın bir gün Kıbrıs adasını da sınırları içine alarak, Doğu Akdeniz'de Roma İmparatorluğu gibi egemenlik arayışına gireceğini çok iyi biliyordu. İşte günümüzdeki Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girme sürecini elli yıl önceden gören Siyonist lobi­ler, kendilerinin denetimindeki bir gazete ile Kıbrıs'ın Türkiye'nin ulusal sorunu düzeyine getirilmesinde önemli roller oynamışlar ve Türkiye'yi İngiltere'nin çekil­diği Kıbrıs'a yönlendirerek, ada üzerinde merkezî Avrupa kıtasının hâkimi­yetinin önüne geçmek istenmişlerdir. Kıbrıs mitingleri ile ada Türkiye'ye taşınırken, adada Osmanlı döneminden kalan Türk nüfusa Türkiye'nin sahip çıkması sağlanmış ve adanın Türk nüfusu üzerinden Türkiye, Kıbrıs sorununda taraf olmuştur Böylece ada Hıristiyan Rumlar’a bırakılmamış ve Rumlar üzerinden Hıristiyan Avrupa'nın ada üzerinde egemen olması da Türkiye sayesinde önlenmiştir. İsrail açısından bu sonuç, istediği politikaları ada üzerinden yürütebilmesi için son derece elverişli bir ortam yaratmıştır. Şüphesiz Türkiye’nin kendi stratejik gerekçeleriyle adaya mühadil olması söz konusudur ama İsrail’in de yukarıda söylediğimiz endişelerle hareket ettiği gözden ırak tutulamaz.
İsrail, bir Yahudi devleti olduğu için, Kıbrıs üzerinde hiçbir zaman ne Hıristiyan ne de Müslüman bir devlet istememiştir. Bu nedenle, geleneksel Yahudi politikasına uygun olarak Kıbrıs'da Hıristiyan Rumlarla Müslüman Türkler’in karşı karşıya gelmesi gibi bir durum yaratılmış ve böylesi­ne bir çıkmaz günümüze kadar İsrail'in bölgeye egemen olabilmesi doğrultu­sunda sürdürülmüştür. Adada Müslüman ya da Hıristiyan egemenliğinin tam olarak kurulmaması İsrail'in işine yaramıştır. Adanın kuzey ve güney olarak ikiye bölünmesi, Müslümanlarla Hıristiyanlar’ın sürekli çatışması, adaya müdahale etmek için İsrail'e elverişli bir durum sağlamıştır. Ada üzerinde sürekli bir çözümsüzlük ortamının sürüp gitmesi de, İsrail'in gele­cekte kendi karşı kıyısı olan Kıbrıs'a egemen olabilmesi için uygun bir süreci gündeme getirmiştir. Bu anlamda Rum ve Türk kesimlerinde anlaşmama konusunda ısrar eden kesimler, çözümsüzlük politikasının sürekliliği için yardımcı olmuşlardır denilebilir. Kıbrıs'ta çözümsüzlük giderek tırmanırken, adaya Avrupa Birliği’nin müdahale ederek Kıbrıs'ı Birliğe dahil etmek istemesine de gene İsrail lobileri karşı çıkmışlar. Türk tarafında Avrupa lobileri etkili olduğu aşamada Rusya üzerinden Rum tarafında çözümsüzlüğü devam ettirecek bir tutumun gündeme gelmesini sağlamışlardır. Annan Plânı ile çözüme kavuşturulmak istenen Kıbrıs, Rum tarafının olumsuz tutumu nedeniyle gene çözümsüzlük sürecinde bırakılmış ve Türk tarafı Avrupa Birliği’nin dışında kalmıştır. Bu sonuçun Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti açısından etkileri şüphesiz farklı şekillerde değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir ama İsrail açısından olaya baktığımızda ada üzerindeki İsrail planları bu gelişmeler sonucunda yine bir varlık zemini bulmuştur.
Soğuk savaşın döneminde Sovyetler Birliği, 1958 darbesiyle, Bağdat üzerinden Irak'ta üstünlük sağlayınca, Irak üzerinden Suriye'ye geçmiş ve bu ülkedeki Fransız üstünlüğünü devre dışı bırakmıştır. Sovyet­ler Birliği daha sonra da Suriye üzerinden Kıbrıs'a geçerek, bu ada da Akdeniz bölgesinin en güçlü komünist partisi olan Akel'in kuruluşunu sağ­lamıştır. 20. yüzyılın son çeyreğine doğru Rusya’nın, Akel partisi aracılığı ile bir siyasal darbe yaparak Kıbrıs'ı Akdeniz'in Küba’sı yapma projesine Amerika Birleşik Devletleri karşı çıkmış ve Rum tarafındaki militanları aracılığı ile komünist darbeyi önleyen bir Amerikancı darbeyi gündeme ge­tirmiştir. Kıbrıs üzerinden ABD çıkarlarını güvence altına alan Batıcı Rum darbesi, adada Hıristiyan egemenliğini artıracağı için, o aşamada Türkler’e yönelik fiilî saldırıların oluşturduğu Kıbrıs'a bir Türk müdâhalesi haklı düşüncesi de İsrail lobileri tarafından desteklenmişlerdir. Adaya müdâhale eden harekâtı yönlendiren Türk politikacısının eski hocası, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'in talimatı ile Akdeniz’deki Amerikan 6. Filosu Türk müdâhalesini izlemiştir. Kıbrıs'a Türk müdâhalesi, adada bir komünist rejim projesini önlenirken aynı zamanda Türkler’in asimile edilmesini, Kıbrıs’ın Rumlaşması’nı ve Yunanistan üzerinden Avrupa'nın etkisi altına girmesini de önlemiştir. Böylesine bir sonuç ABD ile beraber İsrail'in da işine gelmiş ve Türkiye'nin adada etkin olması beraberinde Kıbrıs'ın geleceği için her iki ülkenin politika geliştirme şansının da devam etmesine imkân tanımıştır. Ortaya çıkan yeni tabloda Kıbrıs ne Rumlar’a ne Türkler’e yâr olmuştur.

Kıbrıs’a Yahudi Göçü Gündemde

Uluslararası kuruluşlarda son derece etkin olan İsrail lobileri, Kıbrıs sorununda çözümsüzlük sürecinin devam etmesini kolaylaştırıcı bir süreci sürekli olarak gündemde tutmuşlardır. Türk tarafında Avrupa etkili olmaya başladığında; Amerika, Rusya ve İsrail üzerinden zaten çokça tartışılan ve haklı gerekçeleri olan Avrupa karşıtı gi­rişimler desteklenmiş ve böylece bölgede Büyük Ortadoğu Projesi adı al­tında Büyük İsrail Projesi devreye sokulana kadar ada üzerinde Türk, Rum, Hıristiyan, Müslüman, Rus ve Avrupa egemenlikleri önlenmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi adı altında bütün Ortadoğu’ya ve çevresine egemen olmak iste­yen Siyonizm açısından, Kıbrıs üzerinde Yahudi egemenliği olmazsa olmaz bir koşuldur. Gelecekte bütün belgeye egemen olabilmenin yolu karşı kıyıyı kontrol etmekten geçmektedir. Adadaki gelişmelere önce dolaylı olarak müdâhale edilen İsrail’in ikinci aşamada adada doğrudan bir egemenlik arayışına gireceği anla­şılmaktadır. İkiye bölünmüş Kıbrıs'ta her an için çatışma çıkarılabilir ve adanın Rum nüfusunun Yunanistan'a, Türk nüfusunun ise Türkiye'ye göçü özendirilebilir. Ada nüfusunun Kıbrıs'ı boşaltmasına gidecek olan süreç­, adaya yavaş yavaş Yahudi nüfusun yerleşmesini sağlanabilir. Önceleri küçük gruplarla başlatılacak Kıbrıs'a Yahudi göçü süreci daha sonraları daha geniş kitlelerle tırmandırılabilir.

Avrupa Birliği’ne Kıbrıs'ın bir ada ülkesi olarak bütünüyle katılması için hazırlanmış olan Annan Plânı öncesi ve sonrasında Kuzey Kıbrıs'ta çok büyük bir inşaat etkinliği göze çarpmıştır. Özellikle adanın Türk tarafındaki kentler sanki yeniden inşa edilmiş ve Kıbrıs'ın gelecekteki müstakbel yeni sakinleri için Batı standartlarına uygun bir ülke yaratılmıştır. Çeyrek yüzyıl önce Türk ordusunun fethettiği Kuzey Kıbrıs aradan geçen süre içerisinde yeniden inşa edilmiş, kentlerin altyapıları tamamlanmış ve otoyollarla birbirine bağlanarak tam bir Batılı ülke konumunda Kuzey Kıbrıs düzenlenmiştir. Adadaki Türk toprakları üzerinde, parselasyon çalışmaları ile beraber iki yüz bin ev yapmak üzere izin alınmıştır. Referandum öncesi hızlanan arsa ve ev satışları son dönemlerde daha da artmış­tır. Türk yönetimi altında bulunan Kuzey Kıbrıs bölgesindeki yeni yapılan binalar daha çok İngiliz ve Amerikan Yahudiler tarafından satın alınırken, referandum sonrasında Kuzey Kıbrıs'ın Avrupa dışında kalmasıyla beraber İsrail vatandaşı Yahudiler de adada gayrimenkul edinmek ve yerleşmek üzere KKTC'ye gelmeye başlamışlardır. Ambargo nedeniyle durgun olan Kuzey Kıb­rıs ekonomisinde Türkler fakir sayılabilecek bir düzeyde kalırlarken, son zamanlarda artan inşaat işlerinde yabancı firmalar devreye girmişler. Âdeta, İngiltere ve Türkiye üzerinden yeni yapılaşma girişimleri desteklenerek, gelecekte İsrail'in karşı kıyısında Yahudiler için yeni bir yerleşim bölgesi yaratılmaya çalışılmaktadır.
Avrupa Birliği’nin dışında bırakılan Kuzey Kıbrıs'ta önümüzdeki dönem­de birkaç yüz bin Yahudi’nin yerleştirilmesi gündemdedir. Böylece zaman içerisinde Kuzey Kıbrıs'ın Türk nüfusunun Türkiye'ye geri dönmesi sağlanacak, para gücüne sahip olan zengin Yahudiler Kuzey Kıbrıs'a yerleşerek yeni bir Yahudi bölgesini İsrail'in karşı kıyısında yaratacaklardır. Gelecekte adanın tamamına sahip olmayı düşünen İsrail, karşı kıyısında ikinci bir Yahudi devleti kuramaya çalışmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde kendisine bağlı firmalar aracılığı ile yeni yerleşim alanları yaratmakta ve hızlı bir gayrimenkul satışı ile adanın kuzeyinde Yahudi nüfusu artırmaktadır. Kısa zamanda önemli miktarda Yahudi’nin adaya yerleşmesiyle, İsrail'de Kıbrıs üzerinde tıpkı Türkiye ve Yunanistan gibi taraf olabilecek ve böylece adanın Avrupa ya da Hıristiyan egemenliği altına girmesine izin vermeyerek, Doğu Akdeniz bölgesinde İsrail merkezli olarak kurulmuş olan Yahudi hegemonyasını koruyabilecek­tir. İsrailli Yahudiler’in son yıllarda Türkiye'nin Antalya kentine de gayrimenkul almak ve yerleşmek üzere ilgi göstermesi, İsrail merkezli gün­deme getirilen Doğu Akdeniz hegemonya düzeninin; İsrail, Kıbrıs ve Antalya arasında kurulmakta olan bir egemenlik üçgenine dayandırılmak istendiğini de açıkça gözler önüne sermektedir.
Adanın güneyinde yer alan Rum kesiminde ise elli bin civarında Rus asıllı insanla beraber sayıları tam olarak tahmin edilemeyen önemli bir miktarda Yahudi yaşamaktadır. Aslında Kıbrıs'ın her iki kesiminde de Yahudiler ekonomiye egemen durumdadırlar. İsviçre gibi Kıbrıs'ta banka sayısının fazla olmasında ve bu adada kıyı bankacılığının öne geçmesinde Kıbrıs'ta var olan Yahudi ağırlığının rolü bulunmaktadır. Ortadoğu ve Uzak Doğu kaçakçılığında ara istasyon olarak kullanılan Kıbrıs adasında önemli bir ölçüde mafya ile yeraltı ilişkileri kotarılmaktadır. Kayıt dışı para ve sermaye kaçakçılığında Kıbrıs bankaları birer üs olarak kullanılırken, bunların ABD ve İsviçre merkezli olarak çalışan büyük Yahudi bankaları ile de yakın ilişkileri bulunmaktadır. Daha önceleri Lübnan üzerinden yürütülen bu tür ilişkiler, Lübnan'ın, Ortadoğu'yu yeniden yapılandırmak isteyen emperyalist ve Siyonist çevrelerin isteklerine uygun olarak bir terör üssüne çevrilmesinden sonra, Kıbrıs adasına kaymıştır. Böylece Kıbrıs siyasal çekişmelerin odağı olduğu kadar kara para ve yeraltı ilişkilerinin de merkezi konumuna getirilmiştir. Dünya ekonomisini yönlendiren Yahudi lobilerinin Kıbrıs'ın bu yeni konumunu İsrail'in çıkarlarını düşü­nerek hazırladıkları ve Büyük İsrail Projesi doğrultusunda bir Büyük Ortadoğu egemenliğine yönelik olarak geliştirdikleri anlaşılmaktadır.
Kıbrıs'a İsrail ve Yahudi lobilerinin artan ilgisi, Türkiye'deki benzer kesimleri ve lobileri de harekete geçirmiştir. Doğu Akdeniz üzerinden bütün Ortadoğu'yu kapsayacak biçimde oluşturulmaya çalışılan Yahudi hegemonyasında, Türkiye Yahudileri ve Sabetaycıları da etkin olmak istemişler ve bu kesimlerin içinden çıkan bazı temsilciler Kıbrıs sorununun önde gelen izleyicisi, savunucusu ya da uzmanı olarak ortaya çıkmışlardır. Aynı doğrultuda bir eğilimi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yönetiminde de izlemek mümkündür ve adanın kuzey ve güneyinde yer alan Maronitler'i de benzer doğrultu da hareket eden bir grup olarak görmek mümkündür. Maronitler Ortadoğu’nun eski bir halk topluluğu olarak Yahudiler ve İsrail ile çok yakın ilişkiler kurmuşlar ve giderek bölgede artan Yahudi hegemonyasından dolayı ekonomik olarak öne geçmişlerdir. İsrail Ortadoğu'da Büyük İsrail'in kurulması amacı doğrultusunda Kürt Yahudileri’ni kendi doğrultusunda yönlendirdiği gibi Maronitler’i de kendisine yakın tutarak, bölgenin yeniden yapılanmasında Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı Arap ve Müslüman olmayan haklar koalisyonunda Maronitler’e önde gelen bir yer vermiştir. Türkiye'de yaşayan Sebataycılar’ın eski Osmanlı bölgesi olan Ortadoğu ülkelerindeki uzantılarını da İsrail gene Arap ve Müslüman olmayan halklar koalisyonu içerisinde düşünmüş ve onların konumundan Kıbrıs üzerinde de yararlanmaya çalışmıştır. İsrail'i Ortadoğu'da rahatlatacak kozmopolitizm böylece bölgede örgütlenmek istenmiştir. Kıbrıs bu açıdan da İsrail merkezli Ortadoğu içerisinde görülmektedir.

Tahriklere Dikkat


Bölgesel gelişmeler içerisinde İsrail'in Kıbrıs'a giderek artan ilgisi bu devletin kurulmasından tam on yıl sonra 1958 yılı itibarıyla diplomatik olarak öne çıkmıştır. İngilizler adadan çekilirken İsrailliler adaya gir­meye başlamışlardır. Ortadoğu'da İsrail'in yalnız kalmasını önleyebilmek için Kıbrıs'ı da bir başka İsrail konumuna getirmek istemişlerdir. Tek İsrail ile bütün Ortadoğu'ya egemen olamayacaklarını gören Siyonistler hem Kürt Yahudiler aracılığıyla ikinci İsrail'i Kuzey Irak'ta kurma yoluna gitmişler hem de Türkiye'deki Yahudi lobileri ve Maronitler üzerinden üçüncü İsrail'i de Kıbrıs'ta kurabilmenin yollarını aramışlardır. İsrail dünyanın çeşitli ülkelerinde etkinliklerini sürdüren Yahudi lobilerini Kıbrıs'ın bağımsız bir ülke olarak tanınabilmesi için seferber etmiş ve bunların desteği ile ada üzerindeki etkinliğini giderek artırmıştır. Kıbrıs'ın bağımsız devlet olması İsrail tarafından yakından izlenmiş ve İsrail'in bölgedeki etkinliğinin artırılabilmesi için ada; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere gibi ada sorunu üzerinde taraf olan ülkelerden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Kıbrıs bağımsız devlet olunca İsrail ile yakın ilişkiler içinde olmuş, böylece bölgenin Arap ve Müslüman ülkeleri tarafından boykot edilen İsrail karşı kıyısında kendisini tanıyan ve normal ilişkiler içerisinde olan bir partner kazanmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Makarios'un cumhurbaş­kanlığı döneminde bağlantısız bir politika izlemesi de İsrail'in Doğu Akdeniz'de rahatlamasına yardımcı olmuştur. Karşılıklı olarak açılan diploma­tik temsilcilikler, iki ülkenin birbirlerine yaklaşmasına ve daha sonra İsrail'in Kıbrıs üzerindeki etkisinin artmasına yardımcı olmuştur. Giderek artan ticarî ve ekonomik ilişkiler, bölgede yeni dengeleri gündeme getirmiştir. İsrail, Kıbrıs'ın bağımsızlığının ilânından bir yıl sonra resmen açtığı elçilikle Kıbrıs'a girmiş ve o yıldan sonra da bu ada üzerindeki etkisini diplomatik yollardan artırmıştır.
Dünya Yahudi lobilerinin en büyük organizatörü Lord Rothschild, 20. yüzyılın başlarında Filistin'in Yahudiler için çok küçük bir ülke olduğunu belirterek, Kıbrıs ile beraber bazı Arap topraklarının da Filistin’e eklenerek daha geniş bir Yahudi yurdu yaratılması düşüncesini savunmuştur. Bu doğrultuda, İngiliz Hükümeti’nin izni ile 20. yüzyılın ilk yıllarında itibaren zaman zaman Yahudi aileleri Kıbrıs adasına yerleştirilmiştir. İsrail'in Tevratsal sınırları içerisinde yer alan Kıbrıs'ın geleceği, Ortadoğu'daki yeniden yapılanma ile yakından ilgili bulunmaktadır. Kıbrıs, İsrail’e hem bir giriş kapısı hem de çıkış bölgesidir. Kıbrıs'tan zaman içinde Türkler’in kaçırtılması, Hıristiyanlar’ın topraklarının para ile satın alınması yolu ile adanın bütünüyle Yahudileştirilmesi, Siyonizm’in ana hedeflerinden biricidir. Yahudi Kolonileştirme Birliği adını taşıyan uluslararası kuruluş, Kıbrıs nüfusunun hızla Yahudileştirilmesi konusunda ciddî plânlar uygulamaktadır. ABD'deki Yahudi lobileri bu tür uluslararası kuruluşlar aracılığı ile Kıbrıs sorununu yakından izlemişler ve kendi çıkarları doğrultusunda sorunu yönlendirmeye çalışmışlardır.
Kıbrıs'ta uzun süre görev yapan bir Türk diplomat Kıbrıs adasının sonunda ne Türkler’e ne de Rumlar’a kalmayacağını, İsrail'in Büyük İsrail ya da Ortadoğu plânı çerçevesinde adaya sahip olacağını iddia etmiştir. Çok şaşırtıcı bir iddia olarak öne sürülen bu düşünce bölgedeki gelişmeler ile Kıbrıs ve İsrail'in özel durumları dikkate alınınca ve beraberce değerlendirilince pek de yabana atılamayacak bir düşünce olarak görünmektedir. Türkler’in ve Rumlar’ın birbirlerine karşı kışkırtılması ile yeniden sıcak çatışmalara sürüklenecek Kıbrıs'a, Ortadoğu'da askerî birlik bulunduran Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahale edebileceği öne sürülmektedir. ABD'nin bir askerî işgali sonrasında ya da NATO'nun Ortadoğu'ya taşınmasından sonra, NATO üzerinden Kıbrıs’ta oluşturulacak Amerikan etkisinden yararlanılarak, Kıbrıs adasına önemli sayıda Yahudi göçü gündeme getirilebilir. Türk kesimine yerleştirilecek bu yeni nüfus topluluklarıyla adanın demografik yapısı değiştirilecek ve İsrail üzerinden kurulacak ekonomik ilişkiler ile Yahudiler yeni dönemde Kıbrıs'a egemen olacaklardır. Büyük Ortadoğu Projesi adı altında gündeme getirilen Siyonist plânın Kıbrıs adasına düşen kısmı bu doğrultuda sonuçlanırsa, ABD askerinin desteği ve İsrail lobilerinin ekonomik yönlendirmesi sonucunda Kıbrıs Ortadoğu'da yeni bir İsrail olarak ortaya çıkabilecektir. Siyonizm’in Büyük İsrail Projesi çerçevesinde oluşturulacak “Üç İsrail”in üçüncüsü İsrail'in karşı kıyısındaki Kıbrıs adası üzerinde kurulmuş olacaktır. Kürt Yahudileri’ne kurdurulan Kürdistan ile beraber Ortadoğu'da üç tane Yahudi devleti kurulmuş olacak ve böylece merkezî Yahudi devleti Kürdistan ile Doğu’ya karşı, Kıbrıs ile de Batı’ya karşı kendisini koruyabilecek sınır ötesi yeni üsler elde etmiş olacaktır.
İsrail lobilerinin denetimi altında yönlendirilen Türk medyasınca bi­linçli olarak gizlenen İsrail ve Kıbrıs ilişkisi, çeşitli kaynaklara ba­kıldığında tarihin ilk dönemlerinden bu yana sürüp gelmektedir. Giderek bölgede etkisini artıran İsrail'in Kıbrıs'ı gelecekte rahat bırakmayacağı ve kendisinin dışında bir inisiyatifin karşı kıyısında yer alan bu ada üzerinde kurulmasına sıcak bakmayacağı açıktır. İsrail ve Kıbrıs arasında bu kadar hayatî öneme sahip ilişkiler bulunduğuna göre; İngiltere, Yunanistan ve Türkiye, Kıbrıs sorununda son derece dikkatli davranarak durumundadırlar. Amerika Birleşik Devletleri ya da Avrupa Birliği Kıbrıs konusuna eğilirken, ada üzerinde Doğu Akdeniz’de hegemonya kurmakta olan İsrail etkisini hesap etmek zorundadırlar. Adayı gelecekte İsrail'in kontrolüne sürükleyebilecek her türlü komploya ya da provokasyona karşı adada taraf olan kesimlerin daha dikkatli politika sürdürmelerinde, bölge barışı açısından yarar bulunmaktadır. Kıbrıs'ın geleceği dünya konjonktürüne kilitlenmişken, Türkiye'nin bütün bu durumları dikkatle izleyen bir politika takip etmesi gerekmektedir.



Yararlanılan Kaynaklar

1 Zach Levy;  İsrael's entry into Cyprus, 1959-1963, MERİA - Middle Eeast Review of International Affairs, Volume 7, No.3- September, 2003
2 Avrasya Dosyası, İsrail Özel Sayısı, İlkbahar, 1999, Cilt:5, Sayı:1
3 Cevat Eroğlu; İsrail'in Beka Stratejisi ve Kürtler, Sayfa Yayınları, İstanbul, 2003.
4 Hasan Yurtsever; İsrail ve Büyük Ortadoğu Projesi, Düşünce Yayınları, İstanbul, 2004.
5 Yalçın Küçük; Tekeliyet, Cilt:I, İthaki Yayınları, İstanbul, 2003.
6 Ufuk Ötesi; Aylık Dergi, Mayıs, 2004.

Prof. Dr. Anıl ÇECEN



12 Şubat 2020 Çarşamba

82.VİLAYET KIBRIS - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


82.VİLAYET KIBRIS


        Kıbrıs sorunu bütün hızı ile devam etmekte ve her aşamada Türkiye Cumhuriyetinin önüne yeni yeni durumlar çıkmaktadır. Kıbrıs adasındaki tarihten gelen Türk varlığını bir türlü kabul edemeyen ve adanın geleceğine dönük projelerde Türkler olmadan başka başka planlar gündeme getiren batı dünyasının Kıbrıs üzerinden sürdürdüğü Türk karşıtı politikanın faturasını Kıbrıslı Türkler ödemekte ve her geçen gün daha ağır baskılarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Kuzey Kıbrıs’a sıkıştırılmış dört yüz bin Kıbrıslı Türk’ün doğrudan geleceğini ilgilendiren gelişmeler, adanın kuzey komşusu olan Türkiye Cumhuriyetini de bütün Türk dünyası ile beraber çok yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle Kıbrıs sorunun her geçen gün daha da tırmanarak bölgenin geleceğinde yeni gerginlik senaryolarına neden olabileceği şimdiden görülmektedir. Taraflar bu durumu iyi bildikleri için geleceğe dönük olarak yeni hazırlıklar yapmakta ve adanın alacağı biçimi kendi çıkarları doğrultusunda oluşturabilmenin adımlarını atmaktadırlar. Türkiye ve Türk kamuoyu bu durumu yakından izleyerek Kıbrıs sorunu ile Türk tarafının artık kesin bir çözüm modelini ortaya koymak durumundadır.

        Yaşayan canlı bir sorun konumundaki Kıbrıs adasında iki yeni gelişme geçen günlerde birbiri ardı sıra gündeme gelmiştir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde genel seçimler yapılmış ve siyasal iktidar değişmiştir.  Seçimler biter bitmez Avrupa’dan ters bir karar çıkmış ve Türklerin Kuzey Kıbrıs’taki varlıkları yeniden tehlikeli bir ortama sürüklenmiştir. Adadaki Türk varlığını bir türlü kabul etmek istemeyen  batı dünyası, Avrupa üzerinden her türlü karşıt girişimi  Türklere karşı gündeme getirmekte   ve bu yoldan  Kıbrıs’ı Türkler ve Müslümanlardan  temizlemeğe çalışmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini yakından izleyen, bu devlet yapılanmasını ortadan kaldırmak için her yolu deneyen batı dünyası yıllar geçtikçe  daha kararlı bir tutum içinde hareket etmekte  ve bir an önce adadaki Türk varlığına son verebilmek için her yolu denemektedir. Türklerin içine nifak sokmak ve onların birliğini ve bütünlüğünü bozabilmek için,  kendi yandaşları ile Kuzey Kıbrıs Türk toplumu içinde ayrılık yaratmak doğrultusunda, her türlü politik girişimin planlı bir biçimde Avrupa Birliği üzerinden devreye sokulduğu görülmektedir.  Türklerin toparlanmasına fırsat vermeyecek derecede aktif bir saldırı ve karşıt propaganda kampanyaları birbirini izleyecek biçimde Türklere karşı devreye sokulmakta, Türk tarafının kendisini savunmasına ve kendi çıkarları doğrultusunda siyasal girişimlerde bulunmasına hiç bir biçimde fırsat verilmemektedir. Artık Türkiye Cumhuriyeti ve Kıbrıs Türkleri açısından bu duruma bir son vermenin zamanı gelmiştir. Türkler, Kıbrıs’a sürekli kanayan bir yara olarak bakmayı bir yana bırakmalı ve işi kesin bir çözüme bağlayabilmelidirler.
          Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yapılan son genel seçimler birçok açıdan derslerle doludur. Adanın eski ulusalcı hükümetini yıllarca iktidarda tutmuş olan ana muhalefet partisi olumsuz koşullara rağmen büyük çoğunlukla tek başına iktidara gelebilmiştir. Beceriksiz eski iktidar partisinin seçimleri kaybedeceği uzun süre önceden belli olmasına rağmen, normal koşullarda seçimler sonucunda bir koalisyon beklenmekteydi. Ne var ki, her türlü oyalamadan bıkan, yalan ve sahte vaatlerle zaman yitirmekten usanan Kuzey Kıbrıs Türk halkı, ulusalcı partiye büyük çoğunlukla oy vererek bu tecrübeli örgütün Kuzey Kıbrıs’ın çıkarları doğrultusunda güçlü bir tek parti hükümeti kurmasına giden yolu açmıştır. Dünya tarihinde hiç bir ülkede görülmeyen bir çelişkiyi yaşamaya mahkûm edilen Kuzey Kıbrıs’ta, Türklerin ayrı devlet kurmasına karşı çıkan bir siyasetçi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin başına getirilmiştir. Kendi temsil ettiği devlet yapısına karşı olan bir cumhurbaşkanı ve onun partisi ile Avrupa’ya sürüklenen kuzey Kıbrıs, bu ana çelişki yüzünden uzun süredir bocalamaktan kurtulamamış ve bir biri ardı sıra birçok çelişkili duruma, devleti yönetmekte olan devlete karşıt iktidar yüzünden düşürülmüştür. Adanın üçte birini kaplayan toprak parçası üzerinde giderek yarım milyona yaklaşan bir Türk nüfusun hala barındığı bir siyasal yapıda, bir çözümsüzlük sürecinin devam etmesi, ya da buna paralel olarak batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda Türk varlığının tasfiyesinin istenmesi gibi son derece olumsuz durumlar birbiri ardı sıra ada Türklerine yaşatılınca, son seçimlerde halkın tepkisi sert olmuş ve beklenen bir koalisyon yerine Türk tarafının ulusal çıkarlarını koruyacak bir ulusalcı tek parti iktidarının önü açılmıştır.
       Kuzey Kıbrıs genel seçimlerinin sonuçlarından çıkarılacak çok önemli dersler bulunmaktadır. Bir kez artık daha fazla çözümsüzlüğe ya da Türk devletinin tasfiyesine Türk halkının seyirci kalmayacağı görülmektedir. Bu nedenle hem eski iktidar partisi azınlığa düşürülmüş hem de koalisyona giden yolun önü kapatılmıştır. Kurucu cumhurbaşkanının oğlu tarafından kurulan ve hangi çıkarlara hizmet ettiği belli olmayan parti bile, küçük azınlıkta bırakılarak iktidara ortak olmasına izin verilmemiştir. Ortada bir ana gövde olarak devleti kuran parti ve onun yirmi yıllık bir tecrübe birikimi vardır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, devleti kuran parti ve onun deneyimli lideri ile yönetici kadrosunun birikiminden yararlanarak önümüzdeki dönemin zorlu geçitlerinden geçebilecektir. Aradan geçen zaman dilimi içerisinde, Kuzey Kıbrıslılar kendilerini ulusal çıkarları doğrultusunda yönetebilecek yeni lider ve yönetici kadrolar yetiştiremediği için, geçmişken gelen tecrübe birikiminden yararlanarak devleti kuran partinin yönetiminde yollarına devam ederek, kendi bağımsız geleceklerini en kısa zamanda kuracaklardır. Yeni bir dünya düzeni kurulurken, Kıbrıs sorununun eskisi gibi batı emperyalizminin dayatmalarıyla değil ama bölge ve ülke gerçeklerinin ortaya çıkardığı tablonun verilerine dayanılarak gerçekçi çözümlerle barış düzenine kavuşturulabileceği anlaşılmaktadır.
      Kıbrıs’ın yakın geçmişinde bir büyük sahtekârlık Avrupa Birliği üzerinden sahnelenmiş, Türk tarafı Avrupa Birliğine tam üye olma masallarıyla, Avrupa’nın dışında bırakılmıştır. Türk tarafı batının büyük baskılarıyla Annan planına olumlu oy vererek Avrupa’ya giremezken, Rum tarafı bu plana karşı çıkarak Avrupa Birliğine tam üye olmuş ve bu aşamadan sonra da adanın tamamını Avrupa Birliği içinde bir birleşik Kıbrıs devleti adına temsil ediyormuş gibi gerçekçi olmayan sahte bir durum yaratılmıştır. Türkleri ve Kuzey Kıbrıs devletini hepten yok sayan bu tutum Avrupa Birliği içinde egemen olunca, Avrupa Birliği  Kuzey Kıbrıs devleti içinde kendi isteklerini temsil etmek üzere, eski Sovyetler Birliği yanlısı bir partiyi öne çıkararak iktidara gelmesini sağlamış ve böylece Türklerin ulusal çıkarları doğrultusunda Avrupa Birliği ile ilişkilerini ayarlayabileceği gerçekçi  bir Türk  hükümetinin adanın kuzeyinde kurulmasını önlemek istemiştir. Soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliğine yakın duran ve güneydeki komünist parti ile paralel bir biçimde sosyalist dünyanın çizgisinde politika yapan bir eski sol parti, yeni dönemde adında “Türk” sıfatı bulunmasına rağmen, Türklerin ulusal çıkarlarını göz ardı ederek bu kez de Sovyetler Birliği yerine Avrupa Birliği gibi bir uluslararası oluşumun çizgisindeki politikalar ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini yönetmeye kalkışmış ama bu çabalarında başarılı olamamıştır. Bir seçim dönemi iktidarda kalan bu parti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini Avrupa emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bitme noktasına getirmiştir. Son seçimlerde Kıbrıs Türk halkının büyük bir tepki göstererek devleti kuran eski ulusalcı partiyi tek başına iktidara getirmesinin ana nedeni budur. Bu tabloyu göremeyenler Kıbrıs sorununun hangi aşamaya geldiğini anlamaktan uzak kalacaklardır.

       Avrupa Birliği üzerinden büyük paraların aktarılması ve sivil toplum kuruluşlarının Türk toplumunun teslim alınmasında Truva atı gibi kullanılmasıyla geçen seçimlerde iktidara getirilen uluslararasıcı parti döneminde Türk devletinin tasfiyesi ile ilgili olarak her türlü hazırlık ve girişim gündeme getirilmiş ama ada üzerinde Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin varolan büyük etkisi nedeniyle tam olarak sonuç alınamamıştır. Beş yıllık dönem içinde gerçekler sırasıyla ortaya çıkınca, Kuzey Kıbrıs Türk halkı da haklı bir tepki göstererek, Avrupa yalanlarına ve batı emperyalizminin girişimlerine alet olan uluslararasını partiyi iktidardan düşürerek azınlık partisi konumuna indirmiştir. Şimdi artık yirmi yıla yakın bir iktidar deneyimi olan devlet kuran parti tek başına iktidara gelmektedir. Ada tarihinde çok önemli olaylar yaşanmış ve birçok gerçek suyun üstüne çıkmıştır. Devlet kuran partinin bu yeni iktidar döneminde artık gerçekçi ve kalıcı bir çözümün zamanı gelmiştir. Tarihten gelme İngiliz etkisine ek olarak son zamanlarda ada üzerinde artan İsrail ve Amerikan baskılarıyla beraber, güney Kıbrıs’ta çok etkin bir konumda olan Rusya ve Yunanistan’ın da ada ile ilgili girişimleri ve politikalarını da hesap ederek adanın geleceği açısından kalıcı bir çözümü gündeme getirmenin zamanı gelmiştir. Kuzey Kıbrıs’ın yeni ulusalcı iktidarı, adada kurulu bulunan Türk yönetiminin geleceğe dönük olarak varlığını koruyabilmesi için artık Türkiye Cumhuriyetine daha yakın bir politik duruşla hareket etmesi ve ada Türklerinin geleceğini Türkiye Cumhuriyeti ile beraber düşünmesi acilen zorunlu görünmektedir. Adadaki Türk varlığının daha fazla yıpratılmasına ya da tasfiye edilmesine, Avrupa emperyalizmi yüzünden izin verilemez. Amerika ve İsrail’in adanın geleceğinde daha fazla etkili olmak amacıyla Türkiye’yi Avrupa Birliği, Rusya ve Yunanistan’a karşı kullanmalarına da bu aşamadan sonra seyirci kalınamaz. Onların geleceğe dönük politikaları, Kıbrıs adasını sürekli olarak çözümsüzlüğe mahkûm ettiği için, Türk tarafının bu durumuna artık bir dur demesinin zamanı gelmiştir.
         Kıbrıs’ta kalıcı çözüme razı olacak ikinci taraf Güney Kıbrıs yönetimi olacaktır, çünkü Anan planına karşı çıkarak ada sorununun çözümünü Avrupa’da değil ama Kıbrıs’ta aramışlardır. Batıdan gelen dış baskılara güneydeki Rum kesimi karşı çıkabilmiş ama Türk tarafı direnememiştir. Yeni dönemde, Türk tarafı bütün emperyal batılı güçleri ve ülkeleri bir yana bırakarak adada kalıcı çözümü Rum kesimi ile anlaşarak sağlamalıdır. Rumlar emperyal güçlerin bir gün kendilerini de adadan tasfiye edeceklerini iyi bilmektedirler, bu yüzden Annan planının oylanmasından sonra, Türk tarafına Avrupa Birliğinin dışında bir araya gelerek kalıcı bir çözümü iki taraflı olarak geliştirilmesini önermişlerdir. Rumlar çözümsüzlüğün devamı durumunda yeni bir çatışma döneminin batılı emperyal güçler tarafından Türkler ve Rum kesimi arasında çıkartılabileceğini görebilmişlerdir. Ne var ki, batılı emperyalistlerin baskılarına karşı direnemeyen Türk tarafı, Rum kesiminin bu gerçekçi çözüm yaklaşımına olumlu yanıt verememiştir, çünkü eski Sovyetçi bir iktidar Türk tarafının başına getirilerek, Kuzey Kıbrıs Avrupa’nın denetimi altına alınmak istenmiştir. Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm bu aşamada gerçekleştirilemezse, gelecekte yeni bir çatışma ortamı Orta Doğu ülkelerine benzer biçimde adada yeniden gündeme getirilebilecektir.
      Kuzey Kıbrıs seçimlerinin ulusalcı partinin zaferi ile sonuçlanmasına karşı Avrupa Birliği tepkisi, İnsan Hakları mahkemesinin son verdiği Orams kararı gelmiştir. Bu karara göre, güney Kıbrıs’ta yaşamakta olan Rumların kuzeydeki topraklarının iade edilmesinin zorunluluğu yeniden gündeme getirilmekte ve böylece adanın kuzeyinde Türk varlığının tasfiyesine devam edilmek istenmektedir. Avrupa Birliği gibi bir medeniyet projesinin bile Avrupa emperyalizminin hizmetine hukuku sokması karşısında artık Türk tarafının kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kalıcı bir çözüme yönelmesi gerekmektedir. Hukukun siyasete ve emperyalist çıkarlara alet edildiği bu aşamada herkes kendi çıkarına yöneldiğine göre, Türk tarafı da kendi ulusal ve bağımsız geleceğine yönelerek çıkarlarına en uygun bir doğrultuda çözümü gündeme getirecektir. Böylesine bir çözüme Rumlar kadar Türklerin de hakkı vardır ama hiç bir emperyalist gücün ya da devletin böyle bir hakkı yoktur. Adanın Türk ve Rum kesimleri bir araya gelerek Kıbrıs’a sürekli barış getirecek iki taraflı bir çözüm metninde anlaşmaya varabilmelidirler. İki devletli bir çözümde Türklerin bütün kazanılmış hakları güvence altına alınmalı, Türk ve Rum kesimleri arasındaki toprak takası en adil bir biçimde tamamlanarak her türlü toprak talebi devre dışı bırakılmalıdır. Böylesine iki taraflı bir yapılanma sağlanabilirse o zaman ada dışı güçlerin Kıbrıs’a emperyal amaçlar için müdahale etmeleri önlenebilecektir. Eğer böylesine bir kalıcı çözüm iki taraflı olarak gerçekleştirilemezse, o zaman Kuzey Kıbrıs Türkleri için Hatay modeli devreye girecektir. İkinci dünya savaşı öncesinde Hatay halkının bir referandum kararı ile anavatan Türkiye’ye katılması gibi, Kuzey Kıbrıs Türk halkı da bir halkoylaması sonucunda, Türklerin anavatanı olan Türkiye Cumhuriyetine katılma kararı alarak, merkezi Türk devletinin 82. vilayeti olma hakkını kazanacaktır. Türk tarafı açısından Kıbrıs’ın kesin kalıcı çözümü Hatay modeli birleşmedir. Yeni bir Hatay modeli ile Kıbrıs’ın anavatana katılması, Türkiye Cumhuriyetinin vilayet sayısını 82’ye çıkaracaktır. Annan planı gibi saçmalıklarla daha fazla zaman yitirmeden, bölge barışı için  yeni bir Hatay modeli uygulamasıyla Türkiye Cumhuriyetinin 82. vilayeti Kıbrıs’ın kuzeyinde ilan edilmelidir. Böylece Kıbrıs üzerinden Doğu Akdeniz’de sürdürülen hegemonya mücadelesinin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi de önlenebilecektir.
      Not; daha fazla bilgi için KIBRIS ÇIKMAZI kitabımdaki değerlendirmelere bakılabilir.

Prof. DR. Anıl ÇEÇEN

3 Şubat 2020 Pazartesi

AKDENİZ‘DE İTALYA VE TÜRKİYE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


AKDENİZ‘DE  İTALYA VE  TÜRKİYE


                Türkiye ve İtalya hem birbirine çok yakın hem de çok uzak iki ülke olarak dünya haritasındaki konumlarını bugün de sürdürebilme çabası içinde olan iki ayrı devlettir. Dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz kıyısı boyunca uzanıp giden bu iki ülke,  bir anlamda deniz komşusu konumuna sahip bulunmaktadır. İtalya, Avrupa kıtasının en güneyinde yer alan bir ülke olarak aynı zamanda bir çizme görünümünde ve dünyanın  merkezi denizinin  tam   ortalarında, Akdeniz’in  her yanına kadar uzanıp giden bir  jeopolitik konuma  başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı bir biçimde sahiptir. Nüfus ve yüz ölçümü açısından orta büyüklükte bir devlet olan İtalya eski imparatorlukların merkezinde yer alacak bir konumda harita üzerinde yer almaktadır. İtalya jeopolitik yeri gereği hem bir Avrupa hem de bir Akdeniz ülkesi durumundadır. Avrupa kıtasının ortalarından Akdeniz’in ortalarına kadar uzanıp giden jeopolitik yapılanması ile iki ayrı kültür alanı içinde yer alan bu ülke, aynı zamanda dünya tarihinin de tam ortasında yer almıştır. Dünyanın hem merkezi denizinin hem de Avrupa kıtasının ortalarından güneye doğru uzandığı için, İtalyan çizmesini tamamlayan iki büyük ada olarak Sicilya ve Sardinya’da bu ülkenin sınırları içinde yer almaktadır. Bir anlamda Akdeniz’in en güçlü ülkesi görünümündedir.

                Avrupa kıtasının dağlık yapısı, güneye doğru uzanan İtalyan yarım adasının da coğrafi yapısını da belirlemiştir. Uzun bir yarımada konumundaki bu ülkenin kuzeyinden güneyine doğru uzanan bir dağlık koridor, ülkenin orta bölgelerinde yerleşim alanlarını belirlemiştir. Harita üzerinde güneye doğru kayan bu ülkenin kuzeyi ile güneyi arasında ciddi bir iklim ayrılığı bulunmaktadır. Kuzey koridoru dağlık yapısı ile Alp dağlarının devamı bir görünüm sergilerken, ülkenin diğer bölgeleri bütünüyle Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. Bu durum hem yaşam biçimini hem de tarımsal üretim düzenini etkileyerek iki ayrı İtalya olgusunu öne çıkarmaktadır. Nüfus genişliği açısından Avrupa kıtasının üçüncü ülkesi olmasına rağmen, Avrupa ülkeleri arasında yaşanan rekabet durumu nedeniyle, İtalya’nın nüfus büyüklüğü değişken olabilmektedir. Avrupa Birliği sürecinde İtalya’nın para birliğine dahil olması üzerine, ülkede çok ciddi bir ekonomik durgunluk baş göstermiş ve bunun sonucunda ülkenin orta tabakalarında bir çöküş durumu yaşanmıştır. Ekonomik durgunluk giderek bunalıma dönüşürken, yoksul ve işsiz İtalyan’lar dış göçlere yönelerek, Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında kendilerine yerleşecek yeni ülkeler aramaya başlamışlardır. Keşiflerin başladığı on beşinci yüzyıldan sonra başta Arjantin olmak üzere birçok Amerikan ülkesine İtalyanlar düzenli olarak göç etmişler ve bu yüzden de ekonomik koşullarda geçimlerini sağlayamadıkları ana vatanlarından uzaklaşmak durumunda kalmışlardır.
                Harita üzerinde İtalya’ya genel olarak bakıldığında ülkenin başlıca üç parçaya bölündüğü görülmektedir. Bir tarafta dağlık alanlardan meydana gelen Venedik kentinin ortasında yer aldığı zengin kuzey İtalya, öbür tarafta da ise yoksulların yaşadığı Napoli merkezli güney İtalya birbirlerinden ayrı dünyalar gibi bir görünüm sergilemektedirler. Bu iki bölgenin tam ortasında yer alan başkent Roma’nın yer aldığı orta İtalya, merkezi anlamda kuzey ile güneyi birbirine bağlayan bir köprü alan olarak merkezi alanda devletin yapılanmasını sergilemektedir Venedik merkezli kuzey bölgesinde yaşayan zengin İtalyanlar uzun süredir güneydeki yoksul İtalyanları beslemek istemediği için, Kuzey Ligi adı altında yeni bir siyasal  parti kurarak, bugünün koşullarında  ayrı bir bölgeci ve bölücü politikaya  yönelmişlerdir. Küreselleşme döneminin en önemli özelliklerinden birisi olarak gündeme gelen zenginler ile yoksulların ayrı bölgelerde kendi devletlerini kurarak yaşama çabasının açık bir örneği bugünün İtalya’sında yaşanmaktadır. Tarihin her döneminde uluslararası alanda etkin rol oynayan Venedik kenti bugün de, ülkenin kuzeyinde bölücülük yaparak Kuzey ligi adı altında bir küçük bölge devleti arayışı içine girmiştir. Bu yüzden ciddi bir bölünme tehdidi altında varlığını sürdürmeye çalışan İtalya günümüzün siyasal gelişmelerinde eskisi gibi güçlü bir rol oynayan dünya devleti olmaktan çıkarak, Akdeniz düzeyinde bir bölge devleti olarak varlığını sürdürme durumuna sürüklenmiştir. Roma İmparatorluğunun bugünkü mirasçısı olarak ayakta kalmaya çalışmaktadır.
                Zamanında bir kent devleti olarak tarih sahnesine çıkmış olan Roma kenti, daha sonraki aşamada bir ülke devletine dönüşmesi ve daha sonrada zamanla bütün Akdeniz bölgesini sınırları içerisinde kucaklayan bir imparatorluğa dönüşmesiyle birlikte, bugünün İtalya’sında her farklı dönemden gelen siyasal birikimlerin birlikte etkin olduğu bir yeni döneme geçilmiştir. Zamanında Roma orduları bütün Akdeniz kıyısında yer alan ülkeleri fethederken, İtalyan ulus devletinin orduları komşu konumundaki Balkan yarımadasından öteye gidememiştir. Ulus devletin gücü imparatorluklar düzeyine gelemediği için Roma imparatorluğu döneminde gerçekleşen Akdeniz’i bir Roma gölüne çevirebilme başarısını İtalyan ulus devleti sınırlı gücü nedeniyle başaramamıştır. Zamanında bir kent devletinden büyük bir imparatorluk ortaya çıkarabilen Romalılar, daha sonraki çöküş dönemi sonrasında gene eskisi gibi kent devletleri yapılanması içinde yaşamlarını sürdürerek Akdeniz ticareti içindeki yerlerini koruyabilmişlerdir. Roma imparatorluğunun yıkılmasından sonra Venedik, Cenova , Milano, Floransa  ve Napoli gibi kent devletleri tarih sahnesinde yerlerini  alarak, bu yarım ada ülkesinin devamlılığının korunmasında önemli katkılar sağlamışlardır. İmparatorluğun yıkılmasından sonra da kent devletleri üzerinden yarımadanın jeopolitik merkezi konumu devam etmiş ve daha sonraki dönemlerde bölgedeki yeni oluşumların gerçekleşmesinde yönlendirici olmuştur.
                Tarihin her döneminde Avrupa kıtası ile birlikte yer alan Akdeniz’ in çizmesi Avrupa kıtasının yönlenmesinde etkin olduğu gibi, Akdeniz bölgesindeki yeni oluşumların biçimlenmesinde de önde gelen etkilere sahip olmuştur. Özellikle Milat sonrasında ortaya çıkan Hırıstıyanlık dininin batı bölgesinde hızla yaygınlık kazanmasında İtalya ülke olarak merkezi bir konuma sahip olunca, Roma kentinin tam ortasında dünya Hırıstıyanlığı’nın merkezi olarak Vatikan devleti kurulmuş ve bu güne kadar varlığını sürdürerek yeryüzünün yönlendirilmesinde ana dini merkez olarak etkili olmuştur. Roma devletinin son dönemlerinde Vatikan Hırıstıyanlığın devleti olarak öne çıkarak tarihsel sürecin tamamlanmasında önde gelen bir rol oynamıştır. Vatikan bugün de Hırıstıyan uygarlığının merkezi olarak görev yapmakta ve konumu ile de bütün Hırıstıyan dünyasının yönlendirilmesinde önde gelen bir etki yaratmaktadır. Vatikan aracılığı bir din merkezi konumuna sahip olan İtalya, aynı zamanda on beşinci yüzyılda gerçekleştirilen Rönesans akımının da ortaya çıktığı ana merkez olmuştur. Din merkezi olduğu kadar Rönesans oluşumu sürecinde de bilimin ve sanatın merkezi haline getirilen İtalya, bu kez de Avrupa kıtasının bilimsel ve kültürel yönlenmesinde başlıca rolleri oynamıştır. Din ve bilim gibi iki ayrı ve karşıt oluşumların gündeme gelmesinde aynı İtalya bölgesi öncü olabilmiştir. Roma devletinin kurulması süreci içinde Akdeniz’de güç merkezi olarak öne çıkan İtalya, daha sonraki dönemde de yeniden doğuş anlamında Rönesans oluşumunun bütün Avrupa’ya yayılması sırasında da, bilim ve kültürün merkezi olarak tarihte belirleyici bir role sahip olmuştur.

                Roma imparatorluğu döneminde bütün Akdeniz bölgesini kucaklayarak bir iç deniz haline getiren İtalyan gücü zayıflamaya başlayınca, imparatorluk dağılma noktasına gelmiş ve bunun yerini çizme  üzerinde yer alan İtalyan şehirlerinin oluşturduğu kent devletleri almıştır. Roma sonrası dönemde hiçbir kent devleti eskisi gibi bir imparatorluk hegemonyası kuramadığı için Ortaçağ yıllarında çizme yarımadası uzun süren bir parçalanmışlık aşamasına maruz kalmıştır. Roma’nın çöküşü sonrasında bir süre devam eden Bizans imparatorluğu, dağılma noktasına gelince bu sefer kıta Avrupa’sında yeni devletler görünmeye başlamıştır. Kent devletlerinin yanı sıra bölge devleti yapılanması da aynı zaman diliminde İtalyan yarımadasında birlikte yer almıştır. Ülkenin parçalanarak bölünmesi üzerine Fransa, İspanya ve Avusturya gibi Avrupalı krallıkların güneye inerek bu yarımadayı ele geçirmek üzere çatışmaya yöneldikleri görülmüştür. Komşu krallıkların İtalya’yı ele geçirmek üzere yarımadaya saldırıları birbiri ardı sıra devam ederken, yarımada üzerinde yaşayan topluluklar gelecekte yeniden birleşerek emperyal saldırılara karşı bir arada yaşayabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Kuzeyden gelen saldırı ve işgallere karşı bir araya gelmek zamanla İtalyan ulus devletine giden yolu açmıştır. Fransız devrimi ile birlikte Avrupa kıtası ulus devletler çağına girmesiyle birlikte, İtalyan yarımadası üzerinde kurulu bulunan küçük devletçiklerin ortak bir çatı altında birleştirileceği İtalyan ulus devleti oluşumu kendiliğinden gündeme gelmiştir. Fransa’da ulus devleti kuran Jakoben hareketinin destekleri ile İtalya’da yeraltı madenciliği üzerine çalışmalar yapan Karbonari örgütü çizme üzerinde bir ulus devlete giden yolu açmıştır. Bugünkü çağdaş İtalya devleti böylece bir halk örgütlenmesinin sonucunda ulusallaşarak dünya haritasındaki yerini almıştır.
                 Yirminci yüzyılın ilk yarısında gündeme gelen dünya savaşları sırasında İtalyan devleti uluslararası konjonktürün gelmiş olduğu yeni aşamada son derece aktif bir konuma sürüklenmiştir. Birinci dünya savaşında merkezi ve çevre devletlerin çatışması sürecinde İtalya’da çok aktif bir biçimde savaşta yer alarak kendi konumunu korumaya çaba göstermiştir. Savaş sonrasında diğer Avrupa ülkeleri gibi büyük bir ekonomik çıkmaza sürüklenen İtalya’da, sermaye yapılanması kendisini koruyabilmek üzere dünya tarihinin ilk açık faşist hareketinin bu ülkede ortaya çıkmasına giden yolu açmıştır. Yıllarca cephe savaşlarında en ön planda savaşmak zorunda kalan İtalyanlar, savaş sonrası büyük bir ekonomik kriz ile karşılaşınca, bu kez ülkede devleti ve toplumu hizaya getirecek bir faşist hareketin kaçınılmazlığını yaşamışlardır. Bütün faşist hareketler gibi var olabilmek ve geleceği güvence altına alabilmek üzere otoriter bir rejime kayan İtalyan faşizmi, birinci dünya savaşında kaybettiklerini kazanabilmek ve çevre ülkeleri işgal ederek ekonomik çıkmazını aşabilmek amacıyla Akdeniz kıyısındaki komşularına saldırıya geçmiş ve böylece ikinci dünya savaşına giden yol açılmıştır. Daha sonraki aşamada Almanya’nın da savaşa girerek bütün Avrupa kıtasını hedef alması üzerine İtalyan ve Alman devletleri bir araya gelerek bir büyük faşist cephe oluşumu doğrultusunda işbirliği yaparak bütün Avrupa kıtasını ele geçirmeye yönelmişlerdir.
                Hitler Nazizmi ile bir araya gelen Mussolini Faşizmi bütün Avrupa kıtasını savaş meydanına çevirirken, aynı zamanda Akdeniz’i de benzeri bir biçimde savaş saldırganlığının yayılma alanı olarak yapısal bir dönüşüme doğru zorluyordu. Ana hedefi Birinci Dünya savaşı sonrasında kurulamayan İsrail’in kurulması olarak öne çıkan İkinci dünya savaşı sırasında, İtalya dünya çapında başlıca aktör olarak rol oynayan bir yeni konuma geliyordu. Savaş sırasında bölgesinde yayılan İtalya, savaşın kaybedilmesiyle birlikte ordularını yayılma bölgelerinden geri çekmek zorunda kalarak komşularının işgaline son veriyordu. Savaş sonrasında gene eskisi gibi çizme yarımadasına hapsedilen İtalya, artık eskisi gibi Roma imparatorluğu benzeri bir bölgesel genişlemeden vazgeçerek, kendi ulusal sınırları içerisinde varlığını koruyabilmek gibi, bir yeni ulus devlet politikasına doğru kendiliğinden bir yönelme aşamasına geliyordu. İkinci dünya savaşının İtalya açısından yenilgi ile sonuçlanması üzerine İtalyan cumhuriyetinin Akdeniz bölgesindeki bütün emperyal isteklerinden vazgeçmesi gibi yeni bir sınırlayıcı durum öne çıkıyordu. Roma imparatorluğu ve İtalyan kent devletleri dönemlerinde Akdeniz üzerinde her türlü emperyal siyaseti uygulama şansı bulan İtalyanlar, faşizmin yenilgisi üzerine bu gibi eski  isteklerinden vazgeçmek zorunda kalıyorlardı. Bu nedenle yirminci yüzyılın ikinci yarısı İtalya için yarımadaya çekilme gibi bir izolasyon dönemi olarak öne çıkıyordu.
                Avrupa kıtasından ve Akdeniz bölgesinden geri çekilerek sınırları içerisine yönelen İtalya, soğuk savaşın son dönemlerinde  faşist hareketin  yarattığı yıkım ve eziklikler üzerinde yükselen bir komünist hareket ile de karşı karşıya kalmıştır. İtalya’da önde gelen liderlerin yol göstericiliğinde ilerleyen İtalyan komünizmi, hızla demokratik bir çizgide önemli gelişmeler göstererek, kısa zaman içerisinde İtalya’nın en büyük siyasal partisi konumuna gelmişti. İtalyanlar faşizmin baskısından çok çektikleri için, komünistler ve diğer sosyalist hareketler bu Avrupa ülkesinde demokrasinin yerleşmesi ve ülkede her türlü otoriter rejimin dışlanması doğrultusunda inançlı bir biçimde işbirliği ile hareket etmişlerdir. Böylesine bir ortam içerisinde ülkenin en eski partisi olan Hrıstıyan Demokratlar ile İtalyan Komünist partisinin koalisyon kurması gündeme gelmiştir. Tarihsel uzlaşma olarak gündeme gelen Komünistler ile Hrıstıyan demokratların işbirliği yaparak ve koalisyon hükümeti oluşturarak iktidara gelmeleri, bütün Avrupa ülkelerinde hararetle tartışılmış ve batı bloku ülkelerde koministlerin demokratik seçimler aracılığı ile kendi ülkelerinde iktidara gelmelerine karşı çıkılınca, Amerikan emperyalizmi  kendi kontrolü altındaki kızıl tugaylar  örgütüne  Hrıstıyan Demokrat partinin liderini kaçırtarak öldürtmüştür. Böylece iki bloklu dünyada komünistler ile Hrıstıyan demokratların el birliği yaparak seçimler aracılığı ile iktidar olmalarına izin verilmemiştir. Avrupa’nın en çok yoksul nüfusu barındıran bu ülkesinde ezilen halk kitlelerinin sendikaların aracılığı ile oluşturdukları sol partiler aracılığı ile batı tipi demokrasi içinde yer almaları önlenmiştir. İtalya’da yaşanan bu karşı karşıya gelme aşamasından sonra, Avrupa ülkelerinde komünizm ve sosyalizmin gelişmesinin önüne geçilerek, sermayenin küreselleşmesi sürecinde,  demokrasilerin de sol ayağı kesilerek sağ kanada yaslanan tek ayaklı batı tipi demokrasi dünya ülkelerine kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

                İtalyan Komünist partisinin iktidara gelmesi koalisyon ortağı konumundaki siyasi liderin öldürülmesine neden olunca, uygarlığın beşiği olduğu söylenen İtalya’da gerçek anlamda demokrasi ortadan kaldırılmıştır. İkinci dünya savaşı sırasında İtalya’ya bağlı bulunan Sicilya adası üzerinden Avrupa kıtasına giren Amerikan,  bu adada merkez kuran İtalyan Mafyası ile de işbirliği oluşturarak, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi güçlü emperyalist Avrupa ulus devletlerine karşı İtalya’yı kendine çekerek bu ülkenin sahip olduğu merkezi konumu hem Avrupa hem de Akdeniz’i değişik alanlarında kullanmaya çalışmıştır. Bu nedenle ABD ‘nin Avrupa kıtasında yerleştiği ilk ülke İtalya olmuştur. Amerikan ordularının resmen Avrupa kıtasını çıktığı Normandiya kıyılarına giden yolu ABD öncelikle Sicilya üzerinden açmış, Amerikan gizli servisleri İtalyan mafyası ile ortaklık kurarak Avrupa ve Amerika arasındaki ticaret ilişkilerinin devlet kontrolunda yürütülmesi konusunda işbirliğine giden yol açılmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında dünya egemenliği için denizlere açılan Amerikan emperyalizmi, Avrupa emperyalizmini temsil eden İngiltere, Fransa ve Almanya karşısından İtalya’yı kendi yanına çekerek bu yarım ada ülkesini Avrupa kıtasında bir ana ticari ve askeri üs olarak kullanmak isteğini ortaya koymuştur. ABD yüzyılın başlarında İtalya’ya yerleştikten sonra Avrupa kıtasındaki gücünü artırmış ve daha sonraki aşamada da Nato isimli bir askeri örgüt kurarak,  Avrupa kıtasının batısında yer alan bütün ülkeleri bu örgütün çatısı altında kendisine bağlamıştır. İtalyan mafyası ile Akdeniz üzerinden geçen ipek yolunu kontrola önem veren ABD,  aynı zamanda bu ülkenin limanlarından yararlanarak Avrupa ülkeleri ile ticari ilişkilerini geliştirmiştir. Avrupa’nın üç büyüklerine karşı çıkan Amerika dördüncü büyük ülkeyi kendisine doğal partner seçerek bu ülkeye yerleşme yoluna gitmiştir. Bugünün koşullarında ABD ve Nato’nun en büyük ve önemli askeri tesislerinin İtalya toprakları üzerinde kurulmasının sebebi, bu ülkenin Avrupa’nın üç büyükleri gibi benzer bir emperyalist düzene sahip olmamasıdır. ABD bu ülkeye yerleşirken hem Avrupa kıtasında hem de Akdeniz  bölgelerinde daha rahat güvenlik yapılanmaları gerçekleştirebilmiştir. ABD bu ülkeye yerleşerek aynı zamanda Vatikan üzerinden Hrıstıyan dünyasını yönetme şansını elde etmiştir.
                İtalyan devleti hiçbir zaman Roma döneminde olduğu gibi emperyalist bir düzen kuramamıştır. İtalyanlar, Avrupalı rakipleri gibi üç büyüklerin yolundan giderek bazı sömürgeler elde etmek ve buralar üzerinden bir emperyalist bir düzen kurmak istemesine rağmen, bu doğrultuda Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı İmparatorluğunun eyaletlerinden birisi olan  Libya’ya  İtalyanlar asker çıkartmışlardır. Libya’yı karşı kıyı devleti olduğu için öncelikle ele geçiren İtalya, daha sonraki aşamada bu ülkenin topraklarından geçerek Afrika kıtasının içlerine doğru girmeye kalkışmıştır. Libya sonrasında Habeşistan ve Somali ülkelerine de giren İtalyan askerleri Kuzey Afrika bölgesinde Akdeniz’den Hint okyanusuna doğru gelişen bir İtalyan egemenlik alanı yaratmayı hedeflemişlerdir. Ne var ki, iki dünya savaşını da kaybeden bir ülke olarak İtalya daha sonraları Afrika ülkelerinden geri çekilmek zorunda kalmış ve çok heveslendiği sömürge devletleri üzerinden emperyal bir egemenlik düzeni kuramamıştır. İngiltere ve Fransa gibi geçmişten gelen sömürgeci bir geleneği bulunmayan İtalya, ele geçirdiği birkaç devleti tecrübesizliği yüzünden elinde tutamamıştır. Eski dönemlerden gelen bir yayılmacı siyaseti istikrarlı bir biçimde uygulayamadığı için, İtalyan devleti sonraki aşamalarda gene kendi ülkesine dönerek ulus devlet sınırları içinde hareket etmek zorunda kalmıştır. Sicilya adasının yanı sıra kendisine çok yakın bir mesafede yer alan Sardunya gibi büyük bir adayı da kendine bağlama başarısını elde eden İtalya, bugüne gelinceye kadar savaş sonrası elde etmiş olduğu bu konumunu koruyabilmiştir.
                Yirminci yüzyılın ikinci yarısında İkinci dünya savaşının bir sonucu olarak İtalya bir Nato ülkesi olarak hareket etmiştir. Dünya savaşları sonrasında, sosyalist bloka karşı bir kapitalist blok oluşturulurken İtalya batı sistemi içine dahil olmuştur. Bu nedenle, batı sisteminin sürekli baskıları ve yönlendirmeleri yüzünden İtalyanlar kendi demokrasilerini özgürce oluşturamamışlardır. İtalya’da bir komünist partinin serbest seçimler yolu ile iktidara gelmesi gene batı sisteminin baskıları ile önlenirken, İtalya karşı kıyıdaki Afrika ülkeleri ile birlikte sosyalist sistem içinde yer alan doğu ülkeleri ile de ilişkilerini geliştirerek dünyaya açık bir devlet konumu ile hareket etmeye dikkat etmiştir. Orta Doğu’dan gelen ipek yolu Akdeniz üzerinden geçerken İtalya gene öne çıkmakta, merkezi deniz üzerindeki ticaretin içinde etkin bir konuma sahip olabilmektedir. ABD ve Nato ile geliştirilen güvenlik ilişkilerinin yanı sıra ticari hareketlerin de çözüme bağlanmasında, İtalyan devletinin önde gelen katkılarının bulunduğu görülmektedir. İtalya günümüzde geçmişten gelen siyasal birikimi çerçevesinde hareket etmeye öncelik verirken, çevresinde yer alan komşu devletler ile yeni geliştirilen durumların da ister istemez içinde olmaya doğru sürüklenmektedir. İtalyan devleti sahip olduğu jeopolitiğin etkisiyle yönlenirken, Nato ya da Avrupa Birliği gibi uluslararası birlikteliklerin de sağladığı çeşitli ilişkiler ağının da içinde yer alarak hareket edebilmektedir. Bu doğrultuda Türkiye bir Nato üyesi ve Avrupa Birliği adayı olarak İtalya ile değişik durumlarda ya karşı karşıya ya da yan yana gelebilmektedir. Türkiye ve İtalya iki orta boy devlet olarak daha büyük güçlerin yönlendirdiği batı dünyası çerçevesinde hareket etmek zorunda kalınca, Akdeniz’den gelen deniz komşuluğu konumu önem kazanmaktadır. İki ülkenin deniz komşusu olması yüzünden Roma İmparatorluğu Anadolu’ya gelerek bugün Türkiye’nin olan Anadolu topraklarını sınırları içine aldığı gibi, Bizans’ı yıkarak İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet de Roma’yı almak üzere İtalyan yarımadasına Osmanlı ordusunu çıkarmıştır. Tarihsel dönemlerde büyük imparatorlukların sınırları içerisinde bir araya gelen iki ülke bugün de Akdeniz komşuluğunu korumakta ve bu merkezi deniz üzerindeki yeni gelişmelere ister istemez taraf olarak işbirliği yapmak zorunda kalmaktadırlar.
                Orta Doğu üzerinden öne çıkan yeni uluslararası konjonktürün enerji kaynaklarının bulunduğu bölgeler açısından Akdeniz’e kayması üzerine, bir Orta Doğu ve Akdeniz ülkesi olarak Türk devletinin Libya’ya asker çıkarmak zorunda kaldığı  bu aşamada, Osmanlı devletinin son döneminde gündeme gelen İtalyan işgali ve buna karşı Osmanlı ordusunun vatan savunması yapması  akla gelmektedir. Modern Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Atatürk’ün Libya’nın İtalyanlar tarafından işgali üzerine, bu ülkeye gelerek ilk Kuvay-ı Milliye mücadelesinin yapıldığını bugünün gerçekleri içinde yeniden anımsamak gerekmektedir. O dönemde Libya toprakları vatanın bir parçası olduğu için Türkler İtalyan işgaline karşı direnerek savaşmışlardır. Aradan bir asırlık zaman dilimi geçtikten sonra Akdeniz’ kıyılarındaki enerji mücadelesinde Türkiye ve İtalya bu kez birbirine daha yakın iki ülke konumuna gelmektedirler. Akdeniz üzerinden, hem İtalya hem de Türkiye Libya ile komşu olduğu için, Libya üzerindeki çekişmelerde her iki ülkenin zaman zaman bir araya geldikleri görülmüş ve bu doğrultuda yeni bir işbirliği stratejisi  Türkiye ve İtalya açısından öne çıkmıştır. Bölge dışı devletler on bin ya da beş bin kilometrelik mesafelerden gelerek Libya’ya müdahale etmeye kalkışırlarken, Libya’nın deniz komşusu iki ülke olarak, Türkiye ve İtalya’nın bölge güvenliğinin sürdürülmesi açısından işbirliği yapmaları gerekmektedir. Ancak böylesine bir işbirliği bölge devletleri arasında bir güvenlik şemsiyesi oluşturulmasına yardımcı olarak, savaş isteyen büyük devletlerin önünü kesebilecektir. İşin içine Nato’nun karıştırılması,  ABD öncülüğünde İngiltere, Fransa ve İsrail’in çıkarlarına öncelik kazandıracağı için, Türkiye’nin bu aşamada İtalya ile yakınlaşarak Akdeniz kıyısındaki komşu devletleri n çıkarları doğrultusunda bir güvenlik yapılanmasına yönelmesi barışın sağlanması açısından öncelikli ve kaçınılmaz bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.
                Avrupa Birliğinin Akdeniz’deki üyesi olan devletler teker teker iflas ederken, İtalya’da Yunanistan sonrasında iflas etme aşamasına gelmiştir. Euro sistemi içindeki para birliğinden çok zarar gören İtalya her an yeniden ulusal para sistemi olan Liret’e dönmek için hazırlanırken, Akdeniz’in çeşitli bölgelerindeki enerji yatakları üzerinde ekonomik kriz içindeki İtalya’nın da gözü olduğu ortaya çıkmıştır. ABD, İngiltere, Fransa, İsrail ve Almanya gibi batılı emperyalist devletlerin çıkarcı emperyalist saldırıları bölgeye her zaman daha fazla baskı uyguladığı için, batı da oluşturulan Türkiye karşıtı cepheden ayrılan İtalya’yı, Avrupa Birliğinin ikinci plana itmesi yüzünden, Akdeniz ve Libya üzerinde denizden gelen komşuluk haklarını İtalya’nın Türkiye gibi  çağdaş bir  bölge ülkesiyle işbirliği yaparak  kullanmaya yönelmesi, bölge üzerinde tırmandırılan bir doğu-batı karşıtlığını da önleyecektir. Batının önde gelen ülkelerinin Türkiye karşıtı bir çizgide bir araya gelmesi üzerine Türkiye’de Avrupa Birliğinin ikinci plana atarak ekonomik iflasa sürüklediği İtalya, batının dışlanmış ülkesi olarak Türkiye ile işbirliğini rahatlıkla yapabilecektir. Nitekim bu doğrultuda İtalyan başbakanı son zamanlarda Türkiye’yi ziyaret ederek iki dışlanmış ülkenin arasında geliştirilecek işbirliği olanaklarını görüşmüştür. Doğu Akdeniz’de İsrail’in öncülüğünde geliştirilen Arap devletleri dayanışması için yapılan Kahire toplantısına katılmayan İtalya başbakanının Türkiye’yi ziyareti, Akdeniz sürecinde yeni bir sayfanın açılmasını da gündeme getirmiştir. ABD ve İsrail öncülüğündeki Arap devletleri işbirliğine bir Avrupa ülkesi olarak İtalya karşı çıkmıştır, Akdeniz’deki yeni yapılanmada Amerikan emperyalizmi ve Arap devletleri ile işbirliği yerine, Akdeniz kıyısında yer alan komşu devletler arasında oluşturulacak yeni bir dayanışma aracılığı ile bölgede savaşa doğru tırmandırılmak istenen gerginliklerin daha kolay bir biçimde azaltılabileceğini, İtalya son girişimleri ile ortaya koymuştur. İtalya Türkiye ile görüşürken, batıdan gelebilecek her türlü dış müdahalenin bölge devletleri arasında oluşturulacak yeni bir güvenlik dayanışması ile önlenebileceğini kamuoyuna yansıtmıştır. Kıyıdaş ülkeler işbirliğinde Akdeniz komşusu iki ülke olarak Türkiye ve İtalya öncülük misyonu üstlenirlerse savaş senaryolarının önünün kolayca kesilebileceği anlaşılmaktadır.
                Yüz yıl önce Libya’da karşı karşıya gelmiş olan İtalya ile Türkiye’nin bugün ortak çıkarlar doğrultusunda bir araya gelmeleri değişen dünya koşulları nedeniyle gündeme gelmiştir. Dün vatan topraklarının korunması için Atatürk’ün öncülüğünde Türk askerleri Libya’da bir direniş savaşı verirken, bu gün batının önde gelen emperyalist güçlerine karşı Akdeniz üzerinden komşuları olan Libya’nın korunması ve savunması için işbirliğine gitmeleri gereği ortaya çıkmıştır. Yüz yıl önce Türkiye’nin savunması Libya’dan başladığı gibi bugün de benzeri bir durum ortaya çıkmış ve Türkiye bölge ve kendi güvenliği için gene eskisi gibi Libya’ya asker göndermek zorunda bırakılmıştır. Akdeniz üzerinde yeni ortaya çıkan enerji kaynakları doğrultusunda emperyal ülkeler ortak bir saldırıya geçerken, barış için bölge devletleri arasında bir komşuluk dayanışmasının acilen oluşturulması gerekmektedir. Jeopolitik gerçeklerin dün karşı karşıya olan iki ülkeyi bugün yan yana getirmesi üzerinde durulması gereken yeni bir durum yaratmıştır. İngiltere’nin ayrılmasıyla dağılma sürecine giren Avrupa Birliği artık gevşek bir birlik görünümü kazandığı için, iflas eden güneydeki üyelerinin ekonomik anlamda geleceği için bir şeyler yapamaz hale düşmüştür. Fransa ve Yunanistan gibi iki güney Avrupa ülkesinin ekonomik çıkmazdan kurtulmak için küresel sermaye kuruluşlarına başvurması gibi bir durum, Avrupa Birliğinin üyesi olan ülkelerin gelecekleri açısından çözüm üretemediklerini ortaya koymaktadır. Berlin konferansında bir araya gelen Avrupa devletlerinin önünde Avrupa Birliğinin Libya için de çözüm üretememesi  İtalya’yı Avrupa Birliği dışında çözüm aramaya yönlendirmiştir. Bunun üzerine İtalya Akdeniz kıyısındaki komşuları ile görüşmeye başlarken, doğru bir çizgide Türkiye’ye öncelik veren bir yaklaşım içine girmiştir.
                Türkiye ve İtalya bir araya geldiği zaman Akdeniz bölgesinde her türlü savaş girişimlerinin önlenmesi  ve bölge barışının korunabilmesi için de Libya’nın toprak bütünlüğünün korunması  gerektiği konularında  ilke kararına varmışlardır. Savaş lobilerine bölge devletlerinin alet olmaması ve Libya’da bir iç savaşın önlenerek barış sürecinin devamlılığının sağlanması gibi konularda, Türkiye ve İtalya bölge devletleri olarak ağırlıklarını koymak doğrultusunda olduklarını birbirlerine aktarmışlardır.  Türkiye Cumhuriyetinin son dönemde yeni bir açılımı gündeme getirerek deniz ülkeleri üzerinden Libya ile komşuluk statüsünü ortaya koymasından sonra, benzer bir statüye İtalya’nın da sahip olması nedeniyle, iki büyük ülkenin komşuluk haklarını kullanarak batıdan dayatılan emperyal çözümlere karşı, bölgeden kaynaklanacak bir komşuluk insiyatifine dayanan yeni çözüm önerilerinin öne geçebileceği  görülmüştür. Türkiye ve İtalya’nın ortak hareketleriyle gündeme getirilecek bir kıyıdaş ya da komşu ülkeler ittifakı, dünyanın merkezi bölgelerinde tırmanmakta olan Avrupa Birliği ile Arap ülkeleri arasında bir doğu-batı savaşı senaryolarına da son verecektir. Batı dünyasının içinden gelen Hrıstıyan İtalya ile Orta Doğu bölgesinde öne çıkan bir Müslüman Türkiye işbirliği, dünya egemenliği için bir üçüncü dünya savaşı çıkartmak isteyen emperyalist ve Siyonist merkezlerin plan ve projelerini de bozacaktır. Türkiye Cumhuriyeti bugünkü Libya yönetimi ile bir araya gelerek ve ülkenin birliğinin korunması doğrultusunda bölge barışının öncelikle sağlanması konusunda anlaşmaya varmışlardır. İlk adım olarak Libya ile imzalanan mutabakat metni benzeri bir ikinci mutabakat antlaşmasının, bu kez İtalya ile imzalanması acilen barışın bölgeye getirilmesi açısından zorunlu görünmektedir. İtalya karşı kıyısında yer alan Libya devletinin ülkesinde çıkacak bir iç savaşın yaratacağı tehditler doğrultusunda, Türkiye ile ortak hareket ederek üç deniz komşusu ülke olarak Akdeniz’in ortasında bir araya gelerek yeni bir barış antlaşmasına gitmeleri dünya barışı açısından gereklidir. Yıllardır Orta Doğu ülkelerinde batılı emperyalist devletlerin terör örgütleri ile işbirliği yaparak geliştirdikleri vekalet savaşlarının bu kez Irak ve Suriye sonrasında Libya’da ortaya çıkmasını, Türkiye ve İtalya elbirliği ile önlemelidirler.

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN