ANKARA KALESİ
SAVAŞ İLE BARIŞ ARASINDA
Rusya’nın en büyük yazarlarından birisi olan Dostoyevski, bugünlerde savaş ve barış süreçleri açısından son derece güncelleşen yeni bir konuma sahip olarak dünya kamuoyunda gündeme gelmektedir. Bir yanda yirminci yüzyılın bilimsel, kültürel ve sosyal birikimleri daha ileri bir uygarlık yaratabilmek için kullanılmaya çalışılırken, diğer yandan da insanlığın uzaya açılması aşamasının gündeme gelerek insanlığın dikkatinin hiç bilinmeyen gezegenlere doğru yönlendirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Tarih boyunca savaşlar ve barış girişimleri arasında sıkışıp kalmış insanlığın, bugün gene eskisi gibi tehlikeli bir dönemecin içine doğru sürüklenmeye doğru zorlandığı açıkça göze çarpmaktadır. Yaşam boyu savaşlar ve barış girişimleri arasında gidip gelen insanlık günümüzde devreye girmekte olan yepyeni koşulların yansımaları doğrultusunda farklı bir geleceğe doğru gelişmeye başlamıştır. İnsanlar yüzyıllarca bir yandan savaşlardan kurtulmaya ve çatışmaları önlemeye çalışırken, diğer yandan da dünya gezegeni üzerinde barışa giden yolu öne çıkararak, sürekli kalıcı ve geleceğe dönük kurumlaşmış yeni bir kalıcı yaşam düzeni peşinde koşmaya başlamıştır. Böylesine büyük bir mücadelenin tarih öncesi dönemlerden başlayarak bugünlere kadar gelmesi ve geleceğin dünyasında insanlık için daha gelişmiş ve güvenli bir kamu düzeni gerçekleştirmesi beklenmektedir. Yeryüzünün değişik kıtalarında yaşamlarını sürdürmekte olan insan toplumlarının sahip oldukları bilgi birikimi ve jeopolitik konumlarının gerekli kıldığı doğrultuda, birbirlerinden çok farklı geleceğin uygarlıklarına yönelmeleri artık kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Gelinen yeni aşamada artık koşulların belirginleşmesiyle birlikte inkâr edilemeyecek ya da karşı durulamayacak durumlar var olan koşulların dayatması olarak insanların yol haritalarını belirleyici olmaktadır.
Savaş
çatışma ve kavga demektir, barış ise bu durumun tamamen aksi yönde tarafların
bir araya gelerek antlaşmaları anlamına gelmektedir. Toplumlar ya da grupların
sahip oldukları yaşam süreci içinde karşı karşıya gelmeleriyle çekişme ya da
çatışmalar ön plana gelebilir ya da bunların önlenmesi doğrultusunda gösterilen
çabaların sonucu olarak karşılıklı tarafların uzlaşma ya da antlaşma yapmaya
doğru hareket etmeleri söz konusu olabilir. Yeni bir düzeninin ortaya
çıkmasıyla birlikte eskisinden farklı bir yaşam düzeni, görüşmeler sonucunda
uzlaşma sağlanan ilke ve kurallar üzerinden bir barış düzeni düzen zaman içinde
oluşturularak, barış girişimlerinin getirdiği yeni koşullar üzerinden gündeme
getirilebilmektedir. Birbiriyle karşıt çizgide var olan savaş ve barış
oluşumlarının birisinin öne geçmesi ya da birbirlerini yok edecek bir düzeyde
öne geçmeleriyle birlikte, bu iki kardeş ve düşman kavramlardan birisi öne
geçerek kendi yaşam düzenini ortaya çıkarabilmektedir. İnsanlık tarihine geri
dönüp bakıldığı zaman, birçok bilim ve siyaset adamlarıyla birlikte
filozofların da savaşlara karşı çıkan ve bu doğrultuda görüşleriyle yeryüzü
kıtalarında her yönü ile geçerli olabilecek çizgide, kalıcı barışçıl düzenler
oluşturulabilmektedir. Orta çağ sonrasında beş yüz yıllık zaman dilimi içinde
insanoğlu geleceğin barış düzenini yakalamaya çalışırken, aslında Orta çağın
dağınık düzensizliği içinde kaybolup giden barış ortamını, yani aslında gerekli
olan bir kayıp barış düzenini oluşturmaya çaba göstermiştir. Özellikle dünya
barışının en büyük karşıtı olan Rusya Federasyonu’nun eskisi gibi emperyalist
çizgide harekete geçmesiyle birlikte, dünya yeniden kalıcı barış oluşturma
girişimlerine sahne olmuştur. Yeni dünya düzeninde büyük devletler bulundukları
bölgelerin ana merkezi gücü olmaya çalışırken, komşularını tehdit ederek
bölgesel yeniden yayılma arayışları içine doğru girebilmektedirler. Ruslar
sınır komşularını her zaman işgal ettikleri gibi aynı zamanda bölgede var olan
diğer küçük devletleri de sınırları içine katmak üzere harekete geçtiklerinde
emperyalist bir yığılma gibi, bölge barışını tehdit eden saldırılara
kalkışabilmektedirler. Her türlü işgal ya da yayılma aynı zamanda komşu ülkeler
için bir saldırı anlamına geldiği için, bütün dünya devletleri tarih biliminin
bu tür kurallarına dikkat ederek
uluslararası politikalarını uygulamaya koymak durumundadırlar.
Her
barış hareketi savaşları ortadan kaldırdığı gibi her savaş girişimi de barış
düzenlerini geride bırakmaktadır. Bu iki kavram arasındaki karşıtlık, çekişme
ve birbirini yok etme yarışı bir anlamda insanlık tarihinin inişli ve çıkışlı
geçmişini açıkça gözler önüne sermektedir. Birbiri ardı sıra gündeme gelen
savaşlar ya da barış girişimleri belirli bir düzene oturtulamadığı zaman savaşma
aşamasına gelmiş olan ve çarpışmak üzere karşı karşıya çıkmış olan tarafların, son
bir çabaya girişerek istemedikleri sonuç için uzlaşma ortamlarını ortadan
kaldırabildiklerini tarihin birçok dönemecinde görmek mümkündür. Yeryüzü
topluluklarına bakıldığı zaman çok zayıf ya da çok güçlü toplulukların
birbirlerinden ayrı bir düzen içinde yaşadıkları açıklık kazanmaktadır.
Savaşların ortaya çıkışı kesinlik kazandığı zaman insan toplumlarının
birbirleriyle çatışma ortamına sürüklendikleri durumlar, birbiri ardı sıra
gündeme gelerek siyasal gündemi belirleyebilmektedir. Bu gibi özelliklerin
birbirini tetiklediği çatışmalarda büyük ve güçlü devletler ya da toplumlar
şanslı bir konuma gelerek, savaşları bitirecek derecede etkili bir barış
antlaşmasından kendi çıkarlarını güvence altına alacak bir çizgide sonuçlar
elde etmeye çalışmaktadırlar. Uzun süren savaşların karşılıklı tarafları
fazlasıyla yorgun düşürmesi gibi durumların ortaya çıktığı aşamalarda ise, yorulan
tarafların ateş kesilmesi için tutum takındıkları tavırlar öne çıkabilmektedir.
Nüfusu kalabalık toplumlar ile, devletleri maddi açıdan çok güçlü konumda olan
ülkelerin rekabet yarışı içinde kolaylıkla öne çıkarak, savaşların kazanılması
yolunda emin adımlarla yollarına devam ettikleri görülebilmektedir. Büyük
imparatorlukların kurulma sürecinde ya da devletlerarası çekişmelerde en güçlü
ve kalabalık ülkelerin adaylıklarını öne sürerek güçlü bir tavır ortaya
koymalarıyla birlikte, var olan savaşlar hiç savaşmadan kazanılmaktadır. Her
devletin kendi ülkesi içinde ve kendi sınırlarına yakın olan topraklarda genel güvenliği
açısından önlemler almaya başladığı aşamada, devletler ülke savunma çizgisinden
öte bir komşu alan üzerinde direniş göstererek, devletin ülkesi ve milletiyle
birlikte topyekûn bir savunmaya yönelmesi gibi bir karşı çıkış ortaya
koyabilmektedir. Her türlü saldırı ve tehlikeye karşı koruyucu ve önleyici
önlem alması gereken devletler, ancak bu biçimdeki hareketler ile kendisini
güvence altına alabilmektedir.
Milattan
önceki dönemlerden başlayarak bugüne kadar süren siyasal tarih içerisinde tüm
devletler gibi Türk devletleri de hedef olmuş ve uzun süren mücadeleler
verilerek bağımsızlık statülerini elde etmişlerdir. Asya-Avrupa ve Afrika gibi
üç kıtanın tam ortasında yer almış olan Türkiye Cumhuriyeti, merkezi alanlarda
devlet olma hakkını elde edene kadar savaşlar devam etmiş ve bu sürecin her
dönemde ortaya çıkardığı devlet modelleri aracılığı ile dünyanın orta
bölgelerindeki Türk devletleri belirli bir süreklilik içinde mücadeleler
vererek merkezi bir otorite olma hakkını sonunda kazanmıştır. Orta Asya’dan
yola çıkan Türk kavimleri at üstünde yürüyüşlerine devam ederek, Asya kıtasının
her bölgesinde bir Türk devleti kurabilmiş ve belirli dönemlerde hem Avrupa’da
hem de Afrika kıtasında devletler oluşturarak dünya tarihinin biçimlenmesinde
öncü güçler olarak, her zaman için bir siyasal güç merkezi olma şansını elde
etmişlerdir. Hun imparatorluğu döneminde Atlantik okyanusundan Büyük Okyanus’a
kadar üç kıtayı bütünleştiren bir büyük hegemonya alanında dünyanın en büyük
siyasal gücü konumuna erişen Türk devletleri, bugün de devam etmekte ve her üç
kıta üzerinde değişen dünya koşulları doğrultusunda yeni devlet yapılanmaları
sayesinde Türkler varlıklarını siyasal bir bağımsızlık düzeni içinde geleceğe
dönük olarak sürdürmektedirler. Dünyanın geçmişinde her dönemin devlet
yapılanmaları içinde Türk boylarının ya da kavimlerinin öncü rolleri devam
etmiştir. Her türlü saldırı ve tehditlerin karşısına çıkan Türkler devletleşme
sürecinde etkin olurken, dünya haritası üzerinde her dönemin koşullarına uygun
olarak kurulmuş olan Türk devletlerinin yeni ortaya çıkan siyasal güç
merkezlerinin hedefi haline getirildikleri ve bu nedenle de Türk egemenliğini
ortadan kaldırma doğrultusunda saldırı savaşları aracılığı ile sonuç elde
etmeye çalışmışlardır. Tarihin her döneminde ortaya çıkan siyasal yönelişler çizgisinde
tarih açısından belirleyici oluşumlar,
belirli bir sıra ve devamlılık tamamlanması
ile yaşanan olayların birbiri ardı sıra tarih içindeki yerinin kesinlik
kazanmasına yardımcı olmuştur. Her dönemin tarihsel aktörü olan Türkler genel
hareketlilikleri aracılığı ile dünya tarihinin önde gelen belirleyicisi
olmuşlardır.
Tarihsel
sürecin devam ettiği bugünkü dönemde gene merkezi Türk egemenliği teorisinin günümüzdeki
geçerliliğini, var olan Türk devletleri geçmişten gelen geleneksel çizgide devam
ettirmektedir. Bu yüzden de başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere bütün Türk
devletleri her türlü emperyalist saldırıların hedefi konumuna gelmektedirler. Dünyanın
merkezi alanı olan Orta Doğu bölgesinde son aylarda başlatılmış olan Siyonist
hegemonya arayışı, Atlantik emperyalizminin çabaları ile bölgesel bir din
savaşını gündeme getirecek düzeyde, bir üçüncü dünya savaşına hazırlık gibi
görünmektedir. Üç bin yıl önce bugünkü Filistin toprakları üzerinde kurulmuş
olan bir din devletinin günümüz koşullarında yeniden dünyanın merkezini bir
dinsel yapılanmaya dönüştürecek biçimde gündeme gelen saldırı ve işgal
hareketleri, bugünkü dünyayı fazlasıyla uğraştırmaktadır. Üç aylık bir savaş
süreci sonrasında yüz bin kişilik insanın kaybedilmesine giden yolu açmıştır. Böylesine
bir saldırı aracılığı ile Siyonist bir dünya devleti kurma gibi yeni siyasal düzen oluşturma
çabaları da açıkça merkezi coğrafya bölgesinde geçmişten gelen barış düzenini
yıkarak, belirli merkezlerin hedef olarak çıkartılması için çok yoğun çaba
gösterdiği küresel bir kaos düzeni yapılanmasını, dünya siyasal gündeminin bir
numaralı senaryosu olarak, yeni dünya düzeninin Siyonist çizgide kurulabilmesi açısından
siyasal gündemin önünü açmaya doğru bir siyasal yönelişin gündeme gelmesini
sağlamıştır. Atlantik bölgesinden gelerek ve on bin kilometre öteden
Türkiye’nin merkezinde yer aldığı orta dünya bölgesine girerek yapılan askeri
kuşatma hareketi, her yönü ile üç kıtanın ortasında yer alan Türkiye
Cumhuriyeti ve komşularını açıkça üçüncü dünya savaşı çıkartılması ile tehdit
etmektedir .Bu tür bir toplu saldırının merkezi alana yönelik ortaya
çıkartılmasıyla da, Türk devletinin Akdeniz kıyılarında başlatılmış olan yoğun
askeri saldırı, Türkiye ve komşularını yok ederek, harita üzerinden bu arazide var
olan devletleri ve onların bugünkü nüfusu konumundaki halk kitlelerini denize
doğru süpürme hedefine sahip oldukları göze çarpmaktadır. Son zamanlarda Orta
Doğu’da başlatılmış olan Siyonist saldırı savaşının asıl hedefinin, Osmanlı
hinterlandının merkezi ülkesi Türkiye Cumhuriyeti olduğu ve bu doğrultuda
Atlantikçilerin harekete geçerek bir büyük bölge hegemonyası aradıkları açıktır.
Üç bin
yıllık tarihsel derinliklerden gelen Orta Doğu coğrafyası günümüzde Siyonizm
hedefine doğru kilitlenirken, aynı zamanda böylesine büyük bir hegemonya
girişiminin bir devlet gücü ile örgütlenmesi çizgisinde var olan eski
devletlerin ve sınırların ortadan kaldırılması amacıyla başlatılmış olan savaş
senaryoları, emperyalist devletler aracılığı ile birbiri ardı sıra devreye
sokulmuştur. Bütün merkezi coğrafya devletlerinin kurulması planlanan Orta Doğu
birleşik devletleri başlığı altında geniş bölgeli bir federasyon yapılanmasına
doğru genel bir gidiş örgütlenmeye çalışılmaktadır. Birinci Balkan savaşı
aracılığı ile Osmanlı imparatorluğu dağılırken ve yirmi civarında devlet ortaya
çıkmıştır. Aradan geçen yüz yıllık zaman dilimi sonrasında ise, ikinci bir
Balkan savaşı çıkartarak aynı bölücü ve dağıtıcı müdahaleler ile Balkanizasyon
süreci bu kez Anadolu yarımadası üzerinden uygulamaya geçirilmeye
çalışılmıştır. Bugünkü Türkiye
toprakları yedi coğrafi bölgeye ayrılarak merkezi federasyon kurulurken Türklerin bir var oluş savaşı vererek kurmuş
oldukları tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini ortadan kaldırmaya
yönelen bir Sevr haritasını, merkezi coğrafya barış programı olarak Türk
topluluklarına ve komşu devletlerin halklarına kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Böylesine büyük bir emperyal hedef doğrultusunda harekete geçildiği zaman bölgeye
yönelik yeni bir düzen arayışı içindeki emperyalistlerin, öncelikle ikinci
Balkanizasyon projesini coğrafi bölgeler üzerinden harita üzerinde
konumlandırmaya çalıştıkları görülmektedir. Balkan yarımadasını paramparça eden
Balkanizasyon projesinin Orta Doğu birleşik devletleri adı altında uygulanmaya
çalışılması, Kuzey Irak ve Suriye bölgelerindeki sınır boyu gelişen terör
girişimlerinin arkasında yer alan bir makro çökertme operasyonu ve Anadolu Balkanizasyon
senaryosu olarak Sevr planını öne çıkartarak, ulaşılmak istenen ana hedefin ne
olduğunu açıkça göstermektedir. Yüz yıllardır dünyaya egemen olmak üzere terör
ve kaos planlarını uygulama alanına aktaran emperyalizmin, bu kez yüz yıl önce başaramadığı
bölücülük planını, yeni dönemde Anadolu’yu Balkanlaştırma planı çerçevesinde
uygulama alanına getirmeye çalıştığı görülmektedir.
Bombaların
ana hedefinde Türkiye’nin bulunduğu bir savaş süreci içinde harekete geçerken, Türk
devleti uluslararası hukuka uygun olarak savaş saldırılarının önüne geçebilecek
önlemleri bir an önce ele almalıdır. Aynı zamanda komşu devletler ile bir araya
gelerek küresel ya da bölgesel kaos yaratabilecek, terör ya da benzeri
toplumsal karışıklık ortaya çıkarabilecek, yeni toplumsal çekişme ya da
çatışmalara izin vermeyecek bir kararlı tutum, küresel kaos ve dünya savaşları
girişimlerine karşı çıkılacak bölgesel ya da küresel düzeyde etkin olabilecek
girişimler aracılığı ile de sonuç alınmaya çalışılması, zorunlu önlemler olarak
devreye girmektedir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen iki büyük
dünya savaşı tarihin penceresinden yirmi birinci yüzyılın yönelimlerine
kaynaklık yaparken insanlığın geleceği açısından bir üçüncü dünya savaşı ile
karşı karşıya gelinmektedir. Böylesine bir süreçte eğer üçüncü büyük savaşın
önlenmesi gerçekleştirilemez ise, o zaman bütün dünya ve insanlık olgularının
tehlikelere sürükleneceği bir kıyamet senaryosuna ya da Armegeddon isimli
kutsal kitaplar macerasına, savaş girişimleri üzerinden sürüklenmek kaçınılmaz
bir biçimde öne çıkacaktır. Bugünün koşullarında Anglo-sakson kökenli ülkelerin
oluşturulması için desteklenen hukuk dışı bir siyasal yapılanma olarak var olan
Siyonist devlet, bugün kendisini kurmuş olan Anglo-sakson yapılanmanın yönetim
alanı dışına sürüklenerek, İngilizlerin çok yönlü siyasete yönelmeleri
sonrasında sürekli olarak İngilizlerin iki yüzlü siyasetleriyle çatışmıştır. Dünyanın
en acımasız emperyalist devleti olan İngiltere, yeni dönemde Siyonizme karşı
sürekli olarak iki yüzlü bir diploması sürdürmeye çaba göstermiş ama Siyonist
lobilerin Amerikan devletini kuşatması sonrasında eskisi gibi siyasal lobicilik
çalışmalarından sonuç alınamaması gibi bir olumsuz durumun içine sürüklenilince,
o zaman İsrail ve İngiltere çekişmeleri hızla tırmanarak bütün dünyayı yeni bir
büyük savaş sürecine doğru yönlendirmiştir. Yirminci yüzyıldan bu yana kurulmuş
olan Anglo-sakson düzenini kabul etmeyen Siyonizm rüzgarları, bütün dünya
ülkeleriyle ile birlikte Türk devletinin de içine sürüklendiği Armageddon
sürecini üçüncü dünya savaşına doğru yönlendirerek sürüklemiştir.
Türkiye
bugün çok ciddi bir biçimde üçüncü dünya savaşına doğru sürüklenen ülkelerin
başında gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti günümüz koşullarında dünya ülkeleriyle
iyi ilişkilerini yürütebildiği zaman, dünya barışına yardımcı olarak katkı
sağlamaktadır. Normal koşullarda bütün dünya ülkeleriyle iyi ilişkiler içine
girmek yeryüzünün barış içinde bir düzenin içine girmesini sağlar Ülkeler
arasındaki ekonomi, ticaret ve kültür ağırlıklı olarak geliştirilen sosyal
ilişkiler doğrultusunda devletler arası
yakınlaşma, ortak çalışma programları ile birlikte her türlü küresel sorunların çözüme
kavuşturulması çizgisinde dünya haritalarında yer alan bütün devletlerin
karşılıklı ilişkilere girmesi, dünya barışının tesisi ve sürdürülmesi
açılarından yararlı sonuçlar yaratmaktadır. Her devlet bu tür ilişkileri ve gerekli olan çalışmaları artırarak
güçlendirmek üzere gerekli olan önlemleri karara bağlarken ve dünya barışına
destek sağlarken, bu tür ilişkilerden uzak kalan ve dış dünyaya karşı daha
mesafeli duran ülkelerin ise yakın ilişkileri yeterince geliştiremedikleri
görülmekte ve bu gibi devletlerin negatif çizgide sürdürülen dış politikaları
zaman zaman komşu ülkeler arasında sorun
çıkartarak silahlı çatışma ve çekişme girişimlerini gündeme getirirken, aynı
zamanda bu gibi ihtilaflı durumlar ülkeleri karşı karşıya getirirken, çatışmalar
üzerinden savaşlara giden yolları da tahrik ederek, tarihte çok örneği görülen
büyük savaşları gündeme getiren savaş yollarının öne çıkarılarak savaşlardan
çekinen ya da kaçınmaya çalışan ülkelerin dış baskılarla savaş süreçlerine
doğru yönlendirildiğini görmek mümkündür. Dünya devletleri haritalarına
bakıldığı zaman devletlerin hiçbir biçimde eşit ya da birbirine benzerlik
durumlarının olmadığı açıkça göze çarpmaktadır, Barış koşullarında ülkeler,
uluslararası ilişkileri toplum ve
devletlerin yararına düzenlemeye
çalışırken barış içindeki dayanışma, yanlış çizgilerde hatalar yapan
devletlerin de dikkatlerinin çekilerek, iyi ilişkiler içerisinde kalıcı barış
ortamına onların da barış ortamına kazanılmaları gibi dikkat edilmesi gereken
meseleleri de barış ortamı içinde çözüme
yönlendirmek üzere, devletler ve
milletler çeşitli yaklaşımların alternatif dış politikalar olarak siyasal gündeme taşınması gibi sorumlulukları
da devletler ve toplumlar
dikkate alarak uluslararası ilişkileri bir bütünlük içinde yönlendirmelidirler.
Bugünün
dünyasında Türkiye Cumhuriyeti hem bir barış ortamının hem de bir savaş
sürecinin tam ortasında yer alan bir yeni jeopolitik konum ile karşı karşıya
gelmiştir. Türkiye’nin üzerinde kurulu bulunduğu eski Osmanlı toprakları üç
kıtanın ortasında yer alan bir merkezi konumu ile öne çıkarken, insanlığın
kıtaların üzerinde dünya coğrafyasına yayılmasıyla başlayan göçler, yerleşim
hareketleri ve savaşlar dünya tarihinin belirlenmesinde önde gelen olaylar
olmuştur. Bu tür olayları fazlasıyla yaşayan İngiltere, Türkiye topraklarını
felaketler coğrafyası olarak ilan ederken, Avrupa kıtasının ikinci büyük
emperyalist gücü olan Fransa’da benzeri biçimde Türkiye’nin topraklarına
karanlıklar coğrafyası adını vermişlerdir. Türkiye’nin jeopolitik konumu
nedeniyle dile getirilen bu durum, tarihin ilk dönemlerinden bu yana gündemde
yer alan bir bilimsel tespit ile açıklanabilecektir. Küreselleşme döneminin
sona ermesi ile başlayan yeni dönemde ortaya çıkan neo-emperyalizm, harita
üzerinde var olan büyük devletlerin uluslararası alandaki ağırlıklarını
tanıyarak hareket ettiği aşamada ,artık eskisi gibi iki ya da tek kutuplu bir
dünya değil ama çok kutuplu dünyanın ortaya çıkmasıyla birlikte büyük
devletlere tanınan kutup olma hakkının devreye girerek desteklenmesiyle ve bu durumun ortaya çıkmasıyla birlikte çok
kutuplu dünyanın oluşumu sürecinde, bütün dünya devletleriyle Türkiye’de devlet olarak böylesine bir
rekabet düzeni içindeki yeni yerini almak ve gereğini yapmak durumundadır. Uluslararasındaki son durum çok
kutupluluk çizgisinde gelişmeler gösterirken ve yer küre üzerinde yeni
politikaların hazırlanması gerekirken, bu alanlarda yeterli hazırlıkların
yapılmadığı dile getirilmiştir. Dünya ülkeleri bu durumlarda üzerlerine düşen
sorumluluklar çerçevesinde hareket ederek ve yeni dünya düzeninin kesin bir
kamu düzenine dönüşebilmesi için gerekli olan alt yapının gündeme getirilerek
bir an önce tamamlanması gibi bir cevabının da bulunmasının gerekli olduğunun
ve anlaşılmasının da araştırmalar açısından ağırlıklı bir görüntü vermesi ile
birlikte dünya devletleri arasındaki zor durumların dikkate alınarak hareket
edilmesi gerektiği, devletler ya da gezegenler arasındaki gidiş geliş ya da
insani görüşmelerin daha önceden bilimsel tespitler aracılığı elde edilerek
yapılacak çalışmaların düzenlenmesi
gerekmektedir.
Giderek ısınan bir siyasal konjonktür içinde Orta Doğu’da öne çıkmış olan silahlı çatışmalar ve savaş girişimleri deneyleri ele alındığı zaman, üç aydır devam etmekte olan savaş sırasında içinde bulunduğumuz bölgenin gerçekleri çizgisinde hareket edilmesi gerekmektedir. İnsanlık bir dönemden yeni döneme doğru geçiş yaşarken, insanlar yeryüzünde her açıdan ele alınan konumlarıyla katkı sağlamaktadırlar. Egemen güçler yeni bir dünya hegemonyası elde edebilmek için savaşları zaruri görerek bunlar üzerinden eski düzenlerin yıkıldıklarını ve bu gibi oluşumlar açısından savaşların eski düzenleri yıkarak yarar sağladıkları resmi görüşler içinde anlatılmaktadır. Dünya kıtaları üzerinde yerel, ya da kısmi alanlarda oldukları gibi insanlar her türlü saldırı ya da savunma girişimlerine de hazır olmak zorunda bırakılmaktadırlar. Terör örgütleri kamu düzenlerini bozarken var olan ülkelerin iç düzenleri ortadan kaldırılma gibi bir aşamaya doğru yönlendirilebilmektedirler. İç ve dış düzenler arasında uyum sarsılırsa, o zaman savaşlara giden yollar yeniden açılabileceği için böylesine düzen bozucu gelişmelere karşı dikkatli önlemler alınarak bozulmuş olan eski düzenlerin yerine yeni düzenlerin getirilmesi, kamu yararı açısından önem taşımaktadır. Büyük, küçük ve orta boy devletler arasındaki gelişmeler ya da ilişkiler dikkatli bir biçimde izlenerek bunları yeniden daha düzenli bir aşamaya getirilmeleri, istikrarlı ülkelerde olumlu sonuç verebilir ya da yeni bir düzenin kurulabilmesi açılarından yarar sağlayabilirler. Bugünkü dünyada, bütün bombaların gönderildiği hedefler arasında silah atışlı merkezler kullanıldığı için, bombaların ana hedeflerinde Türkiye devleti ve milleti ülkesiyle birlikte kesinlikle vardır. Büyük devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde bölücü senaryolar denemeye kalktığı aşamada yeni savaşlar gündeme geldiği için, bir devletin ya da uluslararası örgütlerin çatıları altında örgütlü bir durum yaratılarak bunlara karşı direnilebilir ya da bu tür bir saldırıya karşı da bir başka silahlı savunma yapılanmasına geçilebilir. Türkiye bugünün koşulları altında savaş ve barış ortamları arasında gidip gelen bir merkezi ülkedir. Savaş ihtimalinin ortadan kalkabilmesi için güçlü bir barış senaryosunun kalıcı bir biçimde, Türk ve dünya kamuoyuna empoze edilmesi gerekmektedir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder