21 Mart 2022 Pazartesi

AFRİKA‘DA TERÖR OYUNLARI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

AFRİKA‘DA TERÖR OYUNLARI

                Habeşistan dünyanın en eski ülkelerinden birisi olduğu gibi, Türklerin de Osmanlı döneminden kalma coğrafi bilgilere sahip olduğu en eski Afrika ülkelerinden birisidir. Ne var ki, bugünün dünyasında Habeşistan’ın adının değiştiğini ve bu ülkenin isminin artık Etiyopya olarak söylendiği görülmektedir. Osmanlı döneminin Habeşistan eyaletinin, bugünün bağımsız ve güçlü devleti olarak öne çıkan Etiyopya olduğunu bilmek, geçmişten bugüne uzanan Afrika kıtasına doğru açılımın ilk adımı olmaktadır. Bir milyon iki yüz bin kilometre karelik büyük bir toprak alanına sahip olan Etiyopya, aynı zamanda yüz elli milyona yaklaşan nüfus yapısı ile tıpkı Türkiye’ye benzeyen büyükçe bir orta boy devlet olarak, doğu Afrika’nın önde gelen en büyük devletlerinden birisidir.  Resmi dili Amharca olan bu devletin başkenti de renkli çiçek anlamını taşıyan Addis Ababa kentidir. Tarihin en eski devleti olarak ilk çağlardan bu yana gelen Etiyopya devletinin toprakları, ilk çağlarda ilkel insan topluluklarının yaşadığı bölgelerden birisi olduğu için, tarihteki ilk insanın çıktığı ülke olarak da tarih kitapları bu ülkeye yer vermektedirler. Ülkenin kuzeyinde yer alan Amhara bölgesi, ilk insanların yaşadıkları yer olarak daha sonraki dönemlerde Etiyopya’da yaşanan olaylarda etkili olmuştur. Ülkenin ortalarında yer alan dağlık bölgelere yerleşerek Etiyopya nüfusunun ülke bütününe yayılması, zaman içinde Amharalıların ülkenin değişik bölgelerine yerleşmeleri ile mümkün olmuş ve böylece Etiyopya Afrika kıtasının ilk oluşan devleti olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Tarih kitaplarına bakıldığı zaman Afrika kıtası ile Etiyopya ülkesinin bir bütünlük arz ettiği görülmekte ve bu doğrultuda Afrika kıtasını her alanda Etiyopya devleti, bölgesel platformlarda en eski ve siyasal birikimli ülkesi olarak temsil etmektedir. Uluslararası platformlarda önde gelen Afrika ülkesi olarak, Etiyopya kendi kıtasını en önde temsil eden bir devlettir.

                Afrika kıtasının tek sömürge olmayan ülkesi olarak Etiyopya, ikinci dünya savaşı sırasında altı yıllık bir İtalyan işgali dışında her zaman için bağımsız ve özgür bir ülke olarak ayakta kalmıştır. Kara ırkın temsilcisi olan ülkelerden birisi olarak Etiyopya Afrika ile özdeşleşen bir devlet yapılanmasıdır. Doğal olarak üç büyük bölgeye ayrılan Etiyopya’da birinci bölge kuzey kesimindeki Amharaların yaşadıkları topraklardır. Ülkenin kuzeyinde Hristiyanlık, güneyinde Müslümanlık tek tanrılı dinler olarak yaygın egemenlik kazanırlarken birçok bölgede ya da toplulukta yerel ölçülerde yaygınlık kazanmış olan ilkel dinlerin uzantıları görülebilmektedir. Afrika’nın en verimli topraklarının sınırları içinde kaldığı Etiyopya doğal konumu gereği bir tarım ülkesidir. Geniş toprakları ve sınırları içinde kalan bölgelerde dünyanın her türlü bitkisi yetiştirilirken, ülke bu yönü ile her zaman için bir gıda deposu olarak insanlığın yararlanması için açık bir yapılanma içindedir. Geleneksel tarzda üretim yapan Etiyopya, son yıllarda gelişen teknolojinin üretim alanına aktarılmasıyla birlikte, çağdaş dünyanın en önde gelen gıda üreticisi olan ülkeler arasında yer almasını bilmişlerdir. Amharalıların sonradan gelen başka halklarla karışması sonucunda bugünkü Etiyopya halkı ortaya çıkmıştır. Eritreliler, Tigreliler ve Amharalılar ile birlikte olunca ülkede çalışma hayatı ve üretim normal koşullarda gelişmekte ama bu gruplar arasına birileri girerek, bunları birbirlerine karşı kışkırtırsa o zaman iç savaşlar ve sıcak çatışmalar öne geçtiği için üretim düzenleri de bozulmaktadır. Bu yüzden Etiyopya devleti ayakta kalabilmek ve yaşamını sürdürebilmek için kendi toplumu içindeki farklı etnik grupların çatışmalarını önlemek ve bu doğrultuda ülkedeki çalışma hayatına ülkede var olan bütün etnik topluluklardan eşit katılımlar sağlayarak, iç barış ortamında tarımsal üretimin en üst düzeyde olmasına karşılık küçük endüstri üretimi sınırlı kalmaktadır. Buna karşılık hayvancılık tarım alanının bir parçası olarak Etiyopya’da her yönü ile geliştirilmektedir.

                Tarih açısından Afrika’nın hem en eski hem de en birikimli ülkesi Etiyopya’dır. Kara derili insanların dünya sahnesine çıkması ile birlikte, Afrika kıtası ile birlikte kıtanın en eski ülkesi olarak Etiyopya gündeme gelmekte ve yöndeki gelişmelerle, Afrika kıtasının içinde yetişen zencilere uluslararası alana açılma hakkı verildiği aşamada, Etiyopya güçlü bir devlet olarak dünya sahnesinde öne çıkabilmektedir. Zenci kimliği ile Afrika kıtası dünyaya açıldıkça diğer kıtalardaki ülkeler ve topluluklar arasında çok yönlü ilişkiler geliştirilebilmektedir. Sekizinci yüzyıldan itibaren devlet düzenine geçen Etiyopya, Saba ve Aksum krallıkları ile tarih öncesi dönemdeki gelişmelerini tamamlayarak, gelecek yüzyıllara doğru sahip olduğu ilkel birikimin ötesinde hazırlık geçirmiştir. Milat’tan sonra üç yüzlü yıllardan başlayarak Etiyopya bölgesinde, Afrika boynuzunu merkeze alan devletler ve imparatorluklar kurulmuştur. Hristiyanlığın yayılma döneminde Etiyopya din üzerinden Mısır merkezli kurulan devletlere bağlanmıştır. Afrika kıtasının dışa açılması ve dünya ülkeleriyle ticaret yaparak bölge ürünlerinin pazarlanması gibi etkinlikler, gene Afrika boynuzu bölgesi üzerinden yürütüldüğü için Etiyopya bölgesi tarihin her döneminde Afrika’nın merkezi konuma sahip ülkesi olmuştur. Zaman içerisinde Sana merkezli Yahudi yapılanmaları da gündeme gelerek bölgenin gelişimi sürecinde zaman zaman etkin olmuşlardır. Bugünkü Mısır ve Arabistan bölgelerinde yeni yerleşim alanları ile birlikte bölgesel devlet düzenlerine yönelme, bir süre sonra Etiyopya ülkesini merkezi yapıdan uzaklaştırarak, daha kuzeydeki Mısır ve Arabistan bölgelerine doğru bağlantılar içerisine girmesine elverişli ortam yaratmıştır. Etiyopya toprakları üzerinde kurulmuş olan Aksum krallığı bir süre sonra Kızıldeniz de ticaret yapan dinsiz toplulukların saldırıları sonrasında, yıkılmak durumunda kalıyordu. Binli yıllarda bölgede kurulan yeni devletler zamanla genişleyerek kuzey Afrika hegemonyalarını birbiri ardı sıra kuruyorlardı. Bu gibi devletlerin genişlemeleri üzerine kıtanın doğusundan batısına doğru bir genişleme görülüyor ve yerel kabileler bu dönemden sonra bölgesel devletlerin çatısı altında korunma arayışıyla yeni yapılanmalarda öne çıkıyorlardı. Tek tanrılı dinler yayıldıkça, Hrıstıyanlık ve Müslümanlık arasındaki çelişkiler de keskinleşiyor ve kabileler dinler üzerinden çekişme ya da savaş ortamına doğru sürükleniyorlardı.

                On beşinci yüzyıl sonrasında Endülüs’ün yıkılması üzerine ve Akdeniz kıyılarında yeni yerleşim düzenlerinin öne çıkmasıyla birlikte, Etiyopyalılar dünyaya açılan Portekizlilerin işgal girişimleriyle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Dine dayalı uygarlık düzeni Portekizlilerin bölgeye gelmeleriyle yıkılmıştır. Bu aşamadan sonra Osmanlı imparatorluğu kuzey Afrika’ya girdikten sonra Portekizlileri kılıçtan geçirerek yok ettiler ve daha sonra da bu bölgeyi Arabistan eyaleti üzerinden kendi merkezleri olan İstanbul’a bağlayarak bölgenin yeni egemenleri oldular. Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi iki büyük dinin Afrika kıtasının kuzeyini ele geçirmek üzere harekete geçmeleriyle, uzun süreli ve çok kanlı savaşlar birbiri ardı sıra yaşanmıştır. Portekiz istilası üzerine bu bölgeye Vatikan’a bağlı Katolik papazlar gelmişler ve kısa zamanda Roma Hristiyanlığının temsilcileri olan bu din adamı kadroları kıtanın kuzey bölgesinde Hristiyanlığı yaymak için çok uğraşmışlar ama Osmanlı devletinin müdahalesi ile bunların önü kesilince, Müslümanlık Afrika’nın kuzey bölgelerinde Etiyopya üzerinden yaygınlık kazanmıştır. Osmanlı devleti merkezi bir imparatorluk düzenine sahip olduğu için Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Kırım’dan Habeşistan’a kadar merkezi alanın dört bir yanında, egemenliğini sürdürmek üzere sürekli akınlar ve fetihler düzenleyerek dünyanın tam ortalarında sözlerini geçerli kılmaya çaba sarf ediyorlardı. Roma dönemi sonrasında Portekizlileri bölgeye gönderen Hristiyan batı dünyası, Müslüman Osmanlıların önünü kesmek için her türlü manevrayı yaparak, kuzey Afrika bölgesinde tek tanrılı dinler için çatışmaları sürekli kılıyorlardı. On beşinci yüzyıldan itibaren Etiyopya bölgesine girmiş olan Osmanlılar, yirminci yüzyıl başlarında Birinci Dünya savaşı sürecine kadar siyasal ve ekonomik hegemonyalarını sürdürmüşlerdir. Savaş sırasında önce Almanlar daha sonra da İtalyanlar askeri birlikleri ile bölgeye gelerek kendi sömürgelerini batı Avrupalı emperyalistlere karşı kurmak istemişler ama savaşı kazanan İngiltere ve Fransa ittifakı böyle bir yeni hegemonyaya izin vermeyerek İtalyan ve Alman egemenliğinin önünü kesmişlerdir.

                Bugünkü Çağdaş Etiyopya devletinin oluşumu, Osmanlı devletinin bölgeden çekilmesi ve Birinci dünya savaşının galipleri olarak İngiltere ile Fransa’nın öne geçmesiyle birlikte biçimlenmiştir. Süveyş kanalının açılmasıyla birlikte bölgeye İngilizler ve Fransızlar gelerek yerleşmişlerdir. Böylece Afrika boynuzu Orta Doğuluların elinden çıkarak Atlantikçilerin eline geçmiştir. İngilizler bölgeye geldikten sonra kuzey Afrika’nın yönetimini Mısır üzerinden oluşturduğu yeni yönetim merkezine bağlayarak, Osmanlı devletinin orta dünyadaki konumunu ele geçiriyordu. Süveyş kanalının yapımı sonrasında Kızıldeniz’in doğu ve batı arasındaki ticaret yapılanmasının merkezi durumuna gelmesi üzerine, Avrupa ülkeleri bu bölgeye yerleşerek yeni bir hegemonya arayışı içine giriyorlardı. Boynuz bölgesindeki sıcak gelişmeler Etiyopya aracılığı yayılma alanı bulurken, zaman zaman da Tigre bölgesinde yaşayan kabilelerin yöneticileri bölgesel devlet oluşumları içinde yer alabiliyorlar ve bu doğrultuda bölgesel yönetim sorumluluğunu Etiyopya’lılar ile de paylaşma şansını elde ediyorlardı. Birinci dünya savaşı sırasında İngilizler bölgeye gelerek Aden körfezine kadar olan alanı kendilerine bağlamalarıyla, kuzey Afrika’da İngiliz hegemonyası düzeni kuruluyordu. On dokuzuncu yüzyılın son yıllarında Afrika boynuzu merkezli ticaret alanı Osmanlıların elinden çıkıyor ve İngilizlerin mutlak anlamda kontrolleri altına giriyordu. Bölgeye daha sonra gelen İtalyanlar bölgede kendilerine yer ararken, Eritre bölgesini işgal ederek burada kendilerine yeni bir sömürge oluşturuyorlardı. Asmara kentine kadar yayılan İtalyanlar bu bölgede protektora adı altında savaş ve işgal girişimlerine karşı bir koruma düzeni oluşturuyorlardı. İngilizler ve Fransızlar bu aşamada bir ortak yönetim arayışına girerek, Orta Doğu hegemonyaları çizgisinde bir de Kuzey Afrika’ya düzen vermeye çalışıyorlardı. Birinci dünya savaşı sürecinde Libya’ya asker çıkartan ve İtalyanlara karşı çıkan İngiliz ve Fransız orduları bu bölgede üç büyük gücün hegemonya savaşına girişmelerine kapı açıyorlardı. Bu süreçte Etiyopya bu üç büyük güce karşı kendini korumak çizgisinde, Osmanlılar ile birlikte Alman askerlerine güven besliyorlar ve onların desteği ile bir işgal hareketine karşı gerekli olan önlemleri alıyorlardı. Avrupalı devletlerin kuzey Afrika’da çekişmelerinin bölgeyi parçalamaması için Etiyopya yönetimi o aşamada savaşan ülkelerin temsilcilerinden oluşan bir ortak konsey kurarak, bölgede barışı korumaya çalışmış ve bölgedeki sıcak savaş olaylarının bu tür bir yapılanma ile önlenmesine çaba göstermiştir.

                İkinci dünya savaşı öncesinde Etiyopya kralı olarak ilan edilen Haile Selasiye isimli yönetici devletin başına geçerek eylemsel diktatörlük oluşturmuş ve İtalyan taleplerine karşılık Milletler Cemiyetinin üyesi olarak, uluslararası güçleri Afrika boynuzunda barışı sağlamaları için sürekli olarak çaba göstermiştir. Dış yardım gelmeyince bunun üzerine kral Haile Selasiye kendisini diktatör  yapan  yeni bir anayasayı ilan ederek ,ülkede mutlak bir barış düzeni kurmayı denemiştir. Ne var ki, o dönemde İtalya’da iktidara geçen Benito Mussolini, önce Arnavutluğu ve daha sonra da Etiyopya’yı işgal ederek, Akdeniz üzerinden bir kuzey Afrika hegemonyası kurabilmek için harekete geçiyordu. Bu aşamada İngiltere ve Fransa Milletler Cemiyeti çatısı altında Etiyopya için bir İtalyan Vesayeti kararı almaya çalışırken Mussolini daha hızlı hareket ederek ikinci dünya savaşının başlangıcında Eritre üzerinden Etyopya ülkesini işgale yönelince, Etiyopya kralı İngiltere’ye kaçarak onların koruması altına girdi. İtalyan birliklerinin bu ülkeyi işgal etmeleri sonrasında ise, İtalyanlar, Somali, Eritre ve Etyopya üçlüsünden meydana getirdikleri Doğu Afrika İtalyası ile dünya savaşı koşullarında yeni bir küresel denge oluşturarak, büyük ülkeler arasındaki yarışı daha da yükseltmek hedefinde Etiyopya’yı yeni bir döneme doğru zorladılar. İkinci dünya savaşının bitişi ile birlikte Etiyopya İngiliz ve Fransızların ortak ordusu aracılığı ile İtalyan işgalinden kurtuluyordu. Bu aşamada Eritre yalnız kalmamak için bir referandum düzenlemesi ile Etiyopya imparatorluğunun bir parçası konumuna geliyordu. Bu olaydan sonra İngilizler işgal ettikleri Ogaden bölgesini Etiyopya yönetimine terk ettiler ve daha sonra da Somali bölgesinin bağımsız devlet olmasını gerçekleştirdiler. Bu noktada Somali ile Etiyopya arasında sınır ihtilafları ortaya çıkınca gene batının emperyal devletlerinin devreye girerek bölge ülkeleri üzerinde hegemonyalarını sürdürmek istedikleri görülüyordu. Somali daha sonra bağımsız devlet statüsüne kavuşunca bölgedeki ihtilaflar bir süre için askıya alınıyordu.

                İkinci dünya savaşı sonrasında bölge yeniden düzenlenirken ülke 12 ayrı eyalete bölünüyordu .80 etnik grubun açık düzen içinde yaşadıkları bölgelerde, eyaletlerin yerel otonomi peşinde koşmaları yüzünden ülkede silah dağıtımı yasaklanıyor ve böylece etnik grupların isyan ya da ayaklanma gibi sonu hüsran ile bitebilecek, yanlış maceralara kalkışmaları önlenmek isteniyordu. Eyaletlerin bir araya gelmesinden oluşan Etiyopya devleti, federal bir krallık statüsü altında hiyerarşik bir hukuk düzeni kurarak Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında, bir ortak yaşam düzeni oluşturabilmenin çabası içine giriyordu. Devletin başında bulunan kral mutlak anlamda devlet başkanı statüsüne sahip olduğu için otoriter sistem çatısı altında 12 eyaletin uyum içinde var olabilmelerini sağlayacak, yeni bir sistemin oluşması sağlanıyordu. Savaş sonrası yıllarda ülkenin başkenti Addis Ababa kentinde Afrika Birliği adı altında bir kara kıta örgütlenmesi gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Etiyopya’nın başkentinin aynı zamanda tüm Afrika ülkelerini birleştirerek bir kıtasal devlet yapılanmasının önünü açacak, bu yeni örgütün merkezi konumuna gelmesi ile, Afrika’nın en eski devletinin aynı zamanda kıtanın da merkezi konumuna geldiği görülüyordu. Haile Selasiye isimli kralın uyguladığı çok aktif bir dış politika ile tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri ile yakın ilişkilere girmesiyle, Etiyopya’nın devlet olarak prestiji hem Afrika’da hem de dünya ülkeleri arasında yükseliyordu. Bir anlamda kara Afrika kıtasının doğal temsilcisi olarak dünya çapında bir sempati kazanan Etiyopya, aynı zamanda doğu ve batı bloklarına karşı bir araya gelerek örgütlenen üçüncü dünya hareketinin önde gelen kurucusu oluyordu. İkinci dünya savaşı sonrasında gündeme gelen bağımsızlık hareketlerinin canlanması ve sayısının artmasında, batı emperyalizmine karşı her zaman direnmiş olan Etiyopya’nın önde gelen bir katkısı olmuştur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına girerken, krala karşı bir darbe yapılmaya çalışıldı ama iç karışıklıklar çıkınca kısa bir süre içinde eski düzen yeniden kuruluyordu.

                Yirmi birinci yüzyıla doğru Etiyopya devleti yoluna devam ederken, Etiyopya kralı batı ülkelerindeki liberal programlardan esinlenerek devletin yapılanmasında daha çok demokratikleşme sağlayacak bir açılımı gündeme getirdi. Böylesine bir açılım sayesinde, ülkedeki bağımsızlık isteyen eyalet ayaklanmalarının da önünü kesmeyi düşünüyordu. Halk kitleleri bu dönemde ülkedeki açlık sorununu ortadan kaldıracak bir tarım reformu peşinde koşarlarken, kral ülkede demokratik parlamenter rejimi kurabilecek bazı liberalleşme adımlarının atılmasını tercih ediyordu. Bu tür demokratikleşme girişimlerinin istenen sonucu alamamasına yol açabilecek derecede iç isyanların eyaletler düzeyinde yeniden gelişmeye başladıkları görülmektedir. Ogaden bölgesinde silahlı çatışmalar birbirini izlerken, öbür tarafta İsrail’in Kızıldeniz de etkinliğini artırmak üzere Eritre halk kurtuluş ordusu kurularak önce sahil boyu gelişen terör hareketlerinin ülkede can güvenliğini ortadan kaldırdığı ve daha sonra da Eritre bölgesindeki isyanın o topraklarda yeni bir siyasal düzene doğru yönelerek, Eritre’yi yeniden bağımsız devlet olarak dünya sahnesine çıkarttığı görülüyordu. Din alanında Etiyopya’nın kuzey ve güney bölgeleri olarak iki kampa ayrılması yüzünden ülkenin bölünmesine yol açacak bir biçimde kopukluk yaşanıyordu. Etiyopya uçaklarının kaçırılarak bombalanmaları, ülkedeki siyasal gerginliği tırmandırırken, o dönemin sosyalist blok temsilcilerinin olaylara karışarak müdahale ettikleri göze çarpıyordu. Yirminci yüzyılın son çeyreğine girilirken ülkeyi çok ciddi bir açlık ve bunun sonucu olarak isyan koşullarına sürükleyen bir kargaşa ortamı gündeme geliyordu. Bu koşullarda öğrenciler, işçiler ve memurlar genel greve giderken, yoksul köylüler de toprak sahiplerine karşı ayaklanarak harekete geçiyorlardı. Bu kadar karışıklığın bir arada ortaya çıkması üzerine, gündeme gelen siyasal krizi gerekçe göstererek kara kuvvetleri ayaklanma yoluna gidiyordu. Askeri hareket koşullarında sosyalist aydınlar ve politikacılar öne geçerek, batı emperyalizmine karşı her zaman direnen bu ülkede bir antiemperyalist sosyalist düzenin kurulmasına giden yolu açıyorlardı. Askeri bir ihtilal yolu ile işbaşına gelen ülke ordusu önde gelen siyasetçilerin yargılanarak asıldığı bir gelişmeyi silahlı kuvvetlerin desteği ile gerçekleştiriyordu. Böylece ilk kez resmen bir sosyalist yönetim Afrika’nın en eski devletinin başına geçiyordu.

                Sovyetler Birliği’nin destekleri ile iktidara el koyan askeri konseyin önde gelen yöneticisi olarak Haile Mengüstü isimli yüzbaşı sosyalist cuntanın başı olarak devlet başkanlığına getiriliyordu. Aynı zamanda Küba’daki Castro rejiminin desteklerinden yararlanan Etiyopya’nın askeri cuntası, dış yardımların desteği ile toparlanarak ve harekete geçerek Eritre, Ogaden ve Tigre gibi eyaletleri yeniden Addis Ababa kentindeki devlet merkezine bağlamıştır. Askeri yönetim zaman içinde iktidardaki yerini sağlamlaştırdıkça   özyönetim, millileştirme, devletleştirme ve kamu yararına devlet hizmetlerinin yeniden ülkenin çıkarları doğrultusunda örgütlenebilmesi için devrimci adımlar atmıştır. 27 Ağustos 1977 tarihinde sosyalist yönetim resmen işbaşı yaparak, devleti yeniden yapılandırmak üzere yola çıkıyordu. Mengüstü yönetiminde otoriter bir Marksist sistem kuruluyordu. Yeni yönetim halkın açlığını önleyecek bir tarım reformu ile birlikte, ülke nüfusunun daha kolay ve örgütlü bir yaşama kavuşacağı yeni bir yerleşim düzeni, ülkenin kuzey eyaletlerinde devletin yardımı ve öncülüğünde gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Yoksul halk kitlelerinin kuzeydeki verimli topraklara taşınması üzerine nüfus dengeleri bozulunca, Ortaçağ döneminde bu ülkeye gelerek yerleşmiş olan ve Falaşa adıyla anılan kara derili Yahudiler İsrail’e taşınmışlardır. İsrail böyle bir organizasyon amacıyla Rusya ile birlikte hareket ederek, Etiyopya’nın sosyalist yönetimini her zaman için desteklemiştir. Siyah derili zenci Yahudiler ile nüfusunu artırmaya çalışan Yahudi devleti, sosyalist Etiyopya devletinin en yakın destekçisi olarak, Afrika kıtasında yeni kurulmuş olan bir devletin üzerinden hegemonya arayışını sürdürmüştür. İsrail Orta Doğu bölgesinde yayılırken, Kuzey Afrika bölgesinden de yararlanarak Orta Doğu hegemonyasını genişletmiştir. Afrika’nın boynuz bölgesinin merkezi bir konuma sahip olması ve Orta Doğu’nun güneyini temsil etmesi üzerine gelişmeler değerlendirildiği zaman, kuzey Afrika’nın aynı zamanda güney Orta Doğu olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıdan kuzey Afrika’ya egemen olanların Orta Doğu’da da hegemonya sahibi olabileceklerini siyasal gelişmeler göstermektedir. İsrail’in konumu bu açıdan en açık örneği ortaya koymaktadır. Orta Doğunun ortasından yola çıkan İsrail’in, Afrika’nın kuzeyinde hegemonya araması bu jeopolitik bütünleşmeyi açıkça kanıtlamaktadır.

                 Marksist askeri dönemde ülkede bir sosyalist işçi partisinin kurulması, siyasal iktidarın kurumlaşmasının ilk adımı olmuştur. İktidara gelen askerler hızlı hareket ederek ve hemen bir yeni anayasa hazırlayarak, Etiyopya devletini Sovyet tipi bir demokratik halk cumhuriyeti modeline dönüştürmüşlerdir. Yeni anayasa ile birlikte askeri konsey kaldırılarak, ülkede demokratik halk cumhuriyeti rejimi ilan edilmiştir. Konsey başkanı Mengüstü yeni kurulan parlamento aracılığı ile  devlet başkanlığına seçiliyordu. Eritre, Tigre, Asep, Ogaden ve Dire Dava bölgeleri ayrı bir statü ile özerk bölgeler olarak ilan ediliyordu. 80 etnik topluluğun yaşadığı 12 eyaleti bir arada tutabilmenin karşılığı olarak, sosyalist yönetim beş ayrı bölgede de yerel yönetimleri öne çıkarıyordu. Sosyalist yönetim siyasal ve toplumsal yapıyı dönüştüren yeni adımları atarken, Küba sosyalist devletinin yardım için gönderdiği Küba askeri birlikleri ile ideolojik dış destekler de alınıyordu. Yirmi birinci yüzyıla on yıl kala Sovyetler Birliği dağılırken dış desteğini yitiren Etiyopya’da da sosyalist sistemden uzaklaşarak çok partili demokrasiye geçiliyor ve farklı çizgilerde batı tipi siyasal partiler de resmen kuruluyordu. Özel sektör, liberal siyaset ve parti içi muhalefete de izin veren yenilikler, neo-liberal çizgide gelişen küreselleşme akımının etkileri ile Etiyopya’yı sosyalist düzenden çekip çıkaran yapısal dönüşümler devlet desteği ile gerçekleştiriliyordu. Liberalizmin öne geçmesi ve Marksist rejimin devre dışı kalması yüzünden, ülkedeki sosyalist ekonomiden karma ekonomiye geçilerek özel sektörün de önü açılıyordu. Bu değişikliklerin yapıldığı yıllar içinde çok partili sisteme geçilerek bu doğrultuda serbest seçimler yapılıyor ve halk kitlelerinin desteği ile başka partilerin iktidara gelmesinin yolu açılıyordu. Ne var ki, ülkede demokrasiye geçilmesi ve özerk bölgelerin yeni anayasa ile ilanıyla ülkede yumuşama sağlaması beklenirken, bu beklentinin tamamen tersi bir çizgide yeni kurulan Etyopya halk cephesinin ülkenin kuzeyini denetim altına alarak, başkent Addis Ababa’ya doğru yönelmesi ile birlikte ülkede yeni bir gerginlik tırmanırken askeri yönetime geçiliyordu.

                Bugün gelinen noktada sosyalist sistemin ile soğuk savaş döneminin geride kaldığı ve yerine küreselleşme akımının kapitalist sistem üzerinden uluslararası alanda etkin olduğu, yeni bir yapıya doğru açıkça dünyayı dönüştürmektedir. Bağımsız bir Afrika ülkesi olarak tam bu aşamada Etiyopya’nın sosyalist sistemden kapitalist bir sisteme doğru evrildiği görülmektedir. Bu dönüşüm küresel kapitalist sistemin küreselleşme akımı doğrultusunda bütün dünya ülkelerine empoze edilen neo-liberal çizgideki küresel plan ve programlar aracılığı ile gerçekleştirilirken, dünya başka yerlere doğru kaymış ve ortaya küresel düzenin kurulmasından sonraki yapılanmanın, bugünün koşullarında hazırlanması gibi yeni bir durum çıkmıştır. Dünya tarihinde her dönem kendisinden sonra gündeme gelen yeni dönemlerin hazırlayıcısı olmaktadır. İlk çağlardan orta çağa, orta çağdan yeni ve yakın çağlara geçiş birbirini izlemiş ve bu doğal gelişim süreci içinde her çağ kendisinden sonra gündeme gelen yeni çağları içinden çıkartan, ya olumlu yönleriyle düzenleri ve kurumları geleceğe taşıyan ya da olumsuz gelişmelere karşı tepki olarak karşıt değerleri öne çıkaran yeni oluşumların, bir bütünlük içinde geleceğe doğru yöneldiği bir süreç kendiliğinden işleyerek insanlığı yönlendirmektedir. Bu açıdan günümüzde yaşanan olayların yarın tamamen tersi ile ya da bütünüyle aynısının tekrarı ile veya ikisinin arasındaki etki ve tepki yansımaları doğrultusunda oluşacak olan yeni sentezler ile insanlığın karşılaşmasının mümkün olabileceği görülebilmektedir. Bu doğrultuda bütün dünya ile birlikte Etiyopya ülkesine bakıldığı zaman günümüzde yaşanmakta olan olayların geçmişten gelen ve de geleceğe uzanan boyutları görülebilmektedir. Savaş ve barış dönemleri birbirini izlerken, kendi aralarında tepkisel gelişmelere de aracı olabilmektedirler. Bazen savaşlar barış ortamını gündeme getirirken, bazen da bu durumun tamamen tersi bir çizgide barış ortamları yeni savaşların gündeme gelmesine yol açabilmektedir. Bu çerçevede bugün halen var olan savaşların ve çatışmaların, geçmişten gelen uzantıları iyi değerlendirilebilirse o zaman gerçek boyutları görülebilmektedir.

                Günümüzde yaşanan savaşlar ve sıcak çatışmaların bir bütünlük içerisinde ele alınarak incelenmesiyle ve ihtilafların ortaya çıktığı ortam ve durum ile birlikte daha sonraki dönemlerde içinden geçilen aşamaların topluca değerlendirilmesiyle ihtilaflar ya da çatışmaların altında ya da arkasında yatan gerçek nedenler ve koşulların belirlenebildiği görülebilmektedir. Bu çizgide devletler, ülkeler ve de anlaşmazlıklar konu olarak incelenirse, o zaman bilimsel metotlar aracılığı ile gerçekçi değerlendirme yapmak mümkün olabilecektir. Bu çerçevede Etiyopya devleti ya da bu devletin içinde gelişen bir iç savaş ya da benzeri bir ihtilaf inceleme konusu olarak ele alındığı zaman, doğru bir sonuca gidebilmek için konu ya da sorunun tüm cepheleri önce tek tek ele alınacak ve de sonraki aşamada da belirli bir bütünsellik içinde bilgiler toplu bir değerlendirmeden geçirilecektir. Etiyopya neresidir, bugün ne durumdadır, nasıl bir geçmişten gelmektedir, bugün hangi koşullar altındadır, bu ülke ya da bölgede yaşanan sıcak çatışmalar ile iç savaş yansımalarının geçmişten gelen nedenleri nedir, bugün bunlar nasıl bir görünüm altında ya da nasıl bir konjonktürün etki ve baskıları ile karşı karşıyadır. Tüm bu soruları dikkatle ele alacak ve birbirini etkileyen faktörler çizgisinde genel değerlendirmesini yapacak bir yaklaşımın uygulanacağı bir girişim, konu olarak seçilen ülke ile o ülkede yaşayan insan topluluklarını doğrudan birinci derecede etkileyecektir. Sorunun ele alınarak incelenmesi sırasında uygun bir zamanlama ile hem  ortamın hem de durumun açıkça yol göstermesi sağlanabilecektir. Koşullar ülkeden ülkeye, sorunlar ise toplumdan topluma değişiklik ve başkalaşma ile karşı karşıya kalmaları yüzünden, insanlar bu tür çalışmaları yaparken zorlanabilir ya da yanılma durumuna sürüklenebilirler. Böylesine bir çıkmaz ile karşılaşıldığı anda yapılması gereken ilk iş böylesine olumsuz bir durumu yaratan sorunların ve de olumsuz koşulların ortadan kaldırılması olacaktır. Çözüm yolunun önünü kapatan olumsuz engellerin önceden belirlenerek ortadan kaldırılması, çözüme doğru daha yakın bir yaklaşımı devreye sokacaktır. Konu ile ilgili çözüm üretme konumundaki kişilerin bu gibi durumlarda, daha etkili bir biçimde devrede olmasında olumlu sonuç elde edebilmek açısından yarar bulunmaktadır. Bilimsel sonuç elde edebilmek için bilimsel çizgideki yöntemlerin iyi kullanılması son derece önemlidir.

                İkinci dünya savaşı sonrasında dünya yeniden düzenlenirken, Orta Doğu bölgesinde İsrail adıyla bir Yahudi devleti iki milyarlık Müslüman coğrafyasının tam ortasında kuruluyordu. Birinci dünya savaşını kazanan İngiltere, Fransa ile işbirliği yaparak merkezi coğrafyayı kendi çıkarları doğrultusunda düzenlerken, ikinci dünya savaşı sonrasında da bu büyük savaşı kazanan Amerika Birleşik Devletleri ise Orta Doğu bölgesini kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemeye yöneldiği aşamada, İngiltere ve Fransa ikilisinin ötesine giderek bu coğrafyanın tam ortasında Müslüman komşuların karşısına İsrail devletini kurarak giriyordu. Böylece Orta Doğu bölgesindeki siyasal hegemonya, İngiltere ve Fransa ikilisinin elindeki birliktelikten çıkarak ABD ve İsrail ikilisinin eline geçiyordu. Osmanlı sonrasında bölgede ulus devletler dönemine geçilirken, Etiyopya gibi eski ulus devletlerin konumunun daha da önem kazanmasıyla yeni dönemin temelleri atılıyordu. Dünyanın süper gücü ABD yerkürenin her bölgesinde çıkarları doğrultusunda adımlar atarken, Amerikan rejimi içinde çok önemli bir yere sahip olan Yahudi ve Evanjelik lobilerinin isteklerine de ağırlık vererek, Orta Doğu’nun geleceği için hazırlanmış olan Büyük İsrail projesini devreye sokuyorlardı. Yüz yıl önce hazırlanmış olan bu proje devreye sokulurken, eski merkezi devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun bütün bölgelerinde geçerli olacak bir Büyük İsrail projesi gündeme getiriliyordu. Bu projeye göre Orta Doğu’nun tam ortasında Yahudi devleti kurulacak ve bu bölgede yer alan Kudüs şehri bölgenin merkezi olacaktı. İsrail’in tam ortasında olduğu bir merkezi coğrafya planının uygulanabilmesi için bu bölgenin her tarafında Kudüs merkezli yeni yapılanmaya uygun düşecek Büyük Orta Doğu yapılanması hedefleniyordu. İşte bu noktada Orta Doğu’nun güney kısmı ile Afrika’nın kuzeyinin aynı bölge olduğu öne çıkıyordu. Etiyopya denen bir Afrika ülkesinde Sovyetler Birliğinin dahil olduğu bir sosyalist devlet oluşumu bu çizgide gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Bölgedeki Arap ve zenci devletleriyle birlikte Avrupalı devlet projelerini devre dışı bırakacak her türlü inisiyatifin dışlanması sırasında, Kuzey Afrika’nın merkez ülkesi olarak Etiyopya Demokratik Cumhuriyeti adı altında bir sosyalist yapılanma eski yapıların kalıntılarına karşılık kuruluyordu.

                İsrail’in kuruluşu aşamasında bin yıllık bir devlet olan Etiyopya’da sosyalist rejimin kurulması, bir tesadüf olmanın ötesinde bölgedeki yeni yapılanmanın bir uzantısı olarak öne çıkmaktadır. Soğuk savaş sürecinde Müslüman olmayan bir devletin İslam dünyasının tam ortasında kurulması sırasında sosyalist devrimin uzantısı olan bir benzeri yapılanmanın, Etiyopya gibi bölgenin tam ortasında yer alan bir ülkede gündeme getirilmesi, İsrail’in ya da ABD’nin Büyük Orta Doğu projesine uygun düşen bir yeni adımdır. Bu aşamada bu tür bir yapılanmanın tercih edilmesinin arkasında da Büyük İsrail bölgesinin yeniden yapılandırılmasında ana unsur olan Nil nehrinin konumu öne geçmektedir. Kutsal topraklar olarak adlandırılan Orta Doğu’da hayatın devamı suya bağlı olduğu için ve İsrail bayrağında Nil ve Fırat nehirlerinin simgesi olarak iki mavi hat bulunduğundan, Büyük Orta Doğu projesinin geçerli olduğu merkezi alanda Fırat ve Nil ırmakları vazgeçilmez derecede ana unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Etiyopya Afrika boynuzunun merkezindeki ülke olarak, aynı zamanda Kenya, Uganda, Mısır, Sudan ve Güney Sudan gibi komşu ülkelerle birlikte Nil nehrinin su yataklarının bulunduğu ülkeler arasında yer almaktadır. Bu açıdan Büyük İsrail’in yaşamsal düzeninin kurulmasında Nil nehri ana konu ve sorun olarak ortaya konulduğunda, bu nehrin sularının düzenlenmesi ile ilgili her adım doğrudan doğruya Etiyopya ülkesinin durumunu etkileyecek ve buna göre şekillenen bazı politikalar bölgenin yaşam kaynağı olan Nil nehri üzerinden yeni düzenlemeleri öne çıkaracaktır. Sovyetler Birliği zamanında Etiyopya’da meydana gelen siyasal değişiklikler ve bu çizgide gündeme gelen rejim dönüşümü gibi gelişmeler hiçbir biçimde tabanı olmayan bir sosyalist rejimi, ordunun kullanılması ve darbe yapılması gibi yollardan, Etiyopya gibi merkezi konumdaki Afrika ülkesinde meydana getirmiştir Darbe öncesi ayaklanmalar bunun için kışkırtılmış ve ülkede iç savaş çıkartılarak sosyalist rejimin önü açılmıştır. Sürekli iç karışıklıklar yaşayan Etiyopya, merkezdeki ülke olarak bölgeye yansıyan her farklı konjonktürün etkileri ile, ayrı siyasal senaryolara ve bu çizgide dayatılan siyasal oluşumlara sahne olmaktan bir türlü kurtulamamıştır.

                Afrika kıtasından çıkarak Akdeniz kıyılarında denize dökülen Nil nehri, Afrika kıtasının olduğu kadar Orta Doğu bölgesinin de yaşam ırmağı olmuştur. Dünyaya egemen olmayı hedefleyen Siyonizm kutsal toprakları ABD emperyalizmi sayesinde ele geçirirken, bu bölgenin yaşam olanaklarını kontrol altına alabilmek için terör olgusunu hem Fırat nehrinin doğduğu Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile, hem de Nil nehrinin kollarının çıktığı Kuzey Etiyopya bölgelerinde teşvik etmiş ve emperyalizmin gücü oranında da desteklemiştir. Nil nehrinin kaynaklarını besleyen yeraltı sularının bulunduğu Afrika ülkelerinin bu kutsal ırmağın yatakları üzerinde bir şeyler yapmaması için emperyalizm bu bölge ülkelerini her yoldan karıştırmış ve gerekirse Etiyopya gibi bölge ülkelerinde anarşi ve terör eylemlerini destekleyerek iç savaşlara giden yolları açıktan desteklemişlerdir. Yarım yüzyıl terör olayları ile mücadele ederek bugünlere gelen  bir Asya devleti olan  ve aynı zamanda bir  kuzey Orta Doğu ülkesi olarak bu tür olaylara ve siyasal gelişmelere sahne olduğu gibi, ayrıca bir Afrika devleti olmasına rağmen aynı zamanda bir güney Orta Doğu devleti olarak kutsal topraklar bölgesinde yer alan ülke konumu ile, Nil nehri havzasını yaşamsal önemde görerek bu doğrultuda kutsal toprakları koruyacak siyasal önlemler peşinde koşarken, Etiyopya devleti kuzey bölgesindeki Eritre ve Cibuti bölgelerinin ülkeden koptuğu gibi bugün aynı bölgenin içinde yer alan bir kuzey bölgesi olarak TİGRE isimli yerde yaşayan halk kitlelerinin eline de emperyalist güçler silah dağıtarak, açıkça bölgede  iç savaş kışkırtıcılığına soyunmuşlardır. Sovyetler Birliği’nin çöküşü üzerine bölgede başlatılan terör olgusu Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde bir Kürt devletini gündeme getirirken, aynı şekilde Etiyopya ülkesinin kuzey kısmında Eritre ve Cibuti’ye yakın olan TİGRE eyaletinin de bağımsız bir devlete dönüşebilmesi için benzeri bir terör hareketi, TİGRE Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ismi ile örgüte dönüşerek bugünlere gelmiştir. Etiyopya’nın en eski eyaletlerinden olan ve bu nedenle zaman zaman bağımsız bir yol izleyen TİGRE eyaletinin içinden çıkan özgürlük savaşçıları görünümündeki THKO, bir terör örgütü olarak son yıllarda sürekli eylemler aracılığı ile Etiyopya halkını sürekli olarak tehdit etmekte ve yüzlerce insanın ölümüne neden olan terörist eylemleri ile de ülkenin hem birliğini hem de güvenliğini açıktan tehdit etmektedir.

                Günümüzde Etiyopya’da devam edip gelen terör hareketleri dış görünüşü itibarıyla THKO nun örgütlediği bir kurtuluş savaşı gibi gösterilmesine rağmen, aslında bugünkü konjonktürün ortaya çıkarmış olduğu Nil nehrinin konumu ile ilgili yaşanan yeni düzenleme sorunudur. Aslında sorun Ekvatora yakın bölgedeki tropikal iklim kuşağının kuraklığa mahkum ettiği Orta Doğu halklarının yaşamsal su kaynağı olan Nil nehrinin eski sahiplerinin elinden alınarak, yeni kurulmuş devlet olan İsrail ve müttefiklerinin  daha çok egemen olacağı yeni bir düzenlemeye giderken, bölgedeki Etiyopya egemenliğinin kırılması ve bunun içinde TİGRE halkının terör eylemlerine doğru kışkırtılarak  bu bölgede tıpkı Eritre ve Cibuti gibi küçük ve uzaktan kumandalı yeni devletçiklerin oluşturulması sırasında, TİGRE halkının da ABD-İsrail ikilisinin silah ve maddi yardımlar yaptığı terörist kuruluş olan THKO’nun önümüzdeki dönemde TİGRE devletine dönüştürülmesine zorlanması söz konusudur. Daha önceki dönemlerde Etiyopya’yı bölerek bulunduğu yerdeki gücünü kırmak isteyen emperyalist güçler bugünkü aşamada da benzeri bir politikayı izleyerek, gene Etiyopya’yı bölecek ve dolayısıyla gücünü kıracak bir emperyalist projeyi THKO gibi bir terör örgütü aracılığı ile sahneye çıkardığı görülmektedir. THKO günlük eylemleri ile halk kitlelerinin arasına girerek ve kendi adamlarını terör eylemlerinde suç makinasına dönüştürerek, normal koşullarda olmayan bir iç savaşı körüklemekte ve bu yoldan da TİGRE adını taşıyacak bir küçük devletçik yaratabilmenin arayışı içindedirler. ABD-İsrail ikilisinin Avrupa, Asya  ve Afrika devletlerini dışlayarak  gündeme getirdikleri merkezi projenin, İsrail’i büyütmek amacıyla bölge devletlerinin küçültülmesi ve bu doğrultuda da terör ve anarşik olayların gizli servisler aracılığı ile yönlendirilerek, ülkeyi bölüp parçalayacak sonuçlar elde etme çabaları yüzünden, TİGRE devleti kurulana kadar Atlantikçi ve Siyonist ittifakı aracılığı ile terör ve iç savaş  zorlamaları üzerinden, Etiyopya devletinin parçalanarak, dıştan güdümlü küçük devletler in yapılanmasına doğru olayların  yönlendirilmesi sürdürülmektedir.

                Nil nehri her zaman için insanlık açısından çok önemli bir doğal su kaynağı olmuştur. Afrika, Orta Doğu ve Akdeniz kıyılarında kurulan devletler ve medeniyet düzenlerinin her zaman için kontrol altında tutmak istedikleri çok büyük bir ırmaktır. Tek devletin sınırları içinden geçemeyecek kadar büyük olan Nil nehri tek tanrılı dinlerin ortaya çıktığı merkezi coğrafya da her zaman için önemli bir misyona sahip olmuştur. Bölgede bu nehri ele geçirmek isteyenler sahip oldukları güç ile hegemonya kurmaya yönelmişler ya da Nil merkezli bölgede yeni devlet kuranlar İsrail gibi bölgede yeni bir yapılanma arayışı içine girmektedirler. Tarihin her döneminde merkezi coğrafya hep hareketli olduğu için Nil nehri konusu önem taşımış ve yeni siyasal oluşumların biçimlenmesinde etkili olmuştur. Nil’in su kaynakları her zaman için kuzey Afrika ve Orta Doğu ikileminin hayatiyeti açısından önde gelen bir rol oynamıştır. Bunu iyi bilen Siyonistler her iki bölgeyi kontrol altına alacak bir Büyük İsrail projesini bu doğrultuda öne çıkarıyorlardı. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Nil havzasını işgal eden İngiltere, burada Osmanlı uzantısı olarak kalmış olan Etiyopya ile siyasal ilişkiler içine girerek ve belirli alanlarda protokoller imzalayarak egemenliğini daha da genişletebilmenin yollarını arıyordu. İngilizler asker ile birlikte işçileri de getirdiği için, bölgedeki Nil nehri havzalarının ele alınarak genişletilmesi sağlandı. Mısır’ı işgal eden İngiltere Etiyopya ile Sudan arasında Nil nehri üzerinden sınır çizerek yeni bir yakınlık oluşturmaya çalıştı ama bu isteğini tam olarak gerçekleştiremedi. Nil nehri üzerine daha sonra bölgeye gelen İtalyanlar ile İngilizler, bir anlaşma imzalayarak bölgede barışı desteklemek istediler ama Birinci dünya savaşının çıkması üzerine bu gibi isteklerin geride kalmalarını önleyemediler. Bu arada İtalya ve İngiltere ortak anlaşmaya dayanarak ve Etiyopya’nın Tana gölü üzerindeki egemenliğini reddederek bölgede yeni bir mesele çıkardılar. İngiltere Mısır’ı tam olarak işgal edince, bölgedeki çıkarlarını Mısır üzerinden denetleyebilme çabası içine girdi. Daha sonraki aşamada da Nil nehrinin kontrolü özel bir anlaşma ile Mısır’a bırakıldı. Sudan ile Mısır yeni bir anlaşma yaparak Beyaz Nil ırmağının kıyılarında Sudan’a baraj kurma hakkı verilerek bu büyük ırmağın bölünmesi sağlandı. Nil ile ilgili tartışmalar devam ettikçe, kıyıdaş olan devletler tartışmalara ve müdahalelere kalkıştılar. Sonunda Nil Havzası Devletler birliği kurularak bölgesel barışın bozulması önlenmeye çalışıldı.

                Mısır büyük bir tarım ekonomisi olarak Nil nehrinden gelen suya fazlasıyla bağımlı durumdadır. Etiyopya halkı ise geniş tarım alanlarını sulayamadığı ve yetersiz bir elektrik düzenini daha iyi duruma getiremediği için, kendi ekonomisini canlandıramayarak yoksulluğun cenderesinden kurtulamamıştır. Mavi Nil üzerinde Rönesans barajının yapılmasıyla ırmak üzerinde buharlaşma ve israflar önlenerek bölgede daha uyumlu bir tarım düzeni oluşturulmuştur. Son zamanlarda ABD’nin araya girmesiyle Mısır, Sudan ve Etiyopya devletleri arasında kalıcı bir barış düzeni kurulmak istenmiş ama suyun kullanımı ile ilgili anlaşmazlık devam ederek, üç büyük ülke arasında siyasal bir krizin çıkmasına yol açmıştır. Su kaynaklarının merkezindeki Etiyopya’nın sudan daha az yararlanması istenmiş ama böylesine bir talep karşılanamamıştır. Barajı Etiyopya yapmış, Mısır karşı çıkmamış ama Sudan kabul etmeye yanaşmamıştır. Baraj sularının kontrolü bölgede gerginlik yaratınca bu durumdan en çok Etiyopya devleti etkilenerek daha zor bir konuma sürüklenmiştir. Etiyopya’yı bu durumda yalnız bırakmayan Birleşik Arap Emirlikleri, bu devleti Türkiye aleyhine kullanmak üzere bazı girişimlerde bulunmuş ama Türkiye ile Etiyopya’nın arasını bozamamıştır. Mısır bölge işleri ile oyalanırken, Etiyopya ise baraj inşaatının dörtte üçünü tamamlayarak bölgedeki durumunu güçlendirmiştir. Etiyopya kendi tarafında bitirdiği baraj inşaatının devamı olarak birikmiş olan suyun toplanmasını da gerçekleştirerek, tarımsal alanda yeni bir üretim patlamasına doğru yönelmiştir. Şimdiye kadar tam olarak gerçekleştirilemeyen çözüm girişimlerinin yetersiz kalması nedeniyle, Nil sularının geleceği tam olarak belirlenememiş ve bu yüzden de gerginlik devam ederken, savaşı çıkartmaya elverişli olabilecek derecede dış tahrikler Etiyopya’da daha da tırmandırılarak, yeni bir bölgesel savaş arayışı hızlandırılmıştır. Bölgedeki büyük devletlerin çekişme içine girmesi savaş tehlikesini artırırken, Afrika Birliği örgütü birliğe üye olan bütün Afrika ülkeleri için barış istemiştir.

                Etiyopya devletinin zaman içinde zayıflık belirtileri göstermesi yüzünden TİGRE eyaleti ile birlikte ülkenin diğer bölgelerinde de merkeze karşı ayaklanmaların gündeme geldiği görülmektedir. Son dönemlerde TİGRE’de bir iç savaş süreci izlenirken, bu kez Etiyopya’nın en büyük grubunun yaşadığı yer olan Oramiya bölgesinde de bağımsızlıkçı bir isyan hareketi de dünya basınına yansıyarak ülkenin bölünmesi sürecine, yeni bir katkı biçiminde kamuoyuna yansımıştır. ABD’de bir zencinin araba altında çiğnenerek öldürülmesi olayı Oramiya bölgesinde haklı tepkilere yol açınca bu zenciye destek vermek isteyen gruplar Oramiya bölgesinde ayrılıkçılığa yönelen bir isyan girişimine de kalkışmışlardır. ABD’deki olay üzerine bütün siyasi liderlerin heykelleri kırılırken, Oramiya halkı da ayaklanarak bütün dünyayı bu tür haksızlıklara karşı çıkmaya davet ediyordu. Son dönemde Oramiya kökenli Abiy Ahmed ülkenin başbakanlığına gelirken, TİGRE kökenli bir general de genel kurmay başkanı olarak ordunun başına geçiyordu. Böylece iç savaşın tarafı olarak bir iç çatışmaya sürüklenen Etiyopya devleti ile TİGRE eyaletinin yeni yönetimleri ile savaşa giden yolun önünün kesilmesi önlenmiştir. Ülkedeki gerginlikler devam ederken Amhara ve TİGREYyönetimleri arasında iç savaş çıkartma kışkırtmalarına gene devam edilmiştir. Ne var ki, yeni başbakan olan Abiy Ahmed isimli Oramiya kökenli siyasetçiye Nobel barış ödülü verilmesi, Etiyopya’daki gerginliğin düşürülmesini sağlayarak ülke halkı içinde savaş ortamının kaldırılmasına yardımcı olmuştur. Yeni başbakanın dışarıdan destek alması Orta Doğu dengelerinde Etiyopya’nın durumunu düzeltirken, ülkenin ilerlememesi için geliştirilen engellerin kaldırılması için gösterdiği çabalarda olumlu sonuçlar almaya başlamıştır. Eritre ve Cibuti ile yeni bir barış antlaşmasına yönelen Abiy Ahmed yönetimi ülke için başlattığı barış girişimlerini ülke çevresinde genişleterek olumlu sonuçlar almıştır. Çin ile birlikte Türkiye’ye de birçok yatırım projesi veren yeni yönetim, ülkedeki barış ortamını koruma çabalarında ısrarlı bir biçimde takipçi olmuştur. Ticari ilişkilerde tek yönlü davranmayarak ve çok kutuplu dünyanın çoğulcu politikalarını kararlı bir biçimde uygulayarak oluşturulan yeni denge siyaseti içinde Etiyopya devleti bugünün koşullarında dışa açılarak kendi yoluna devam edebilmektedir.

                Küreselleşme dönemi sonrasına doğru dünya ilerlerken, Etiyopya devletinin sınırları içindeki kendi eyaleti ile savaşa sürüklenmesi bugün yaşanmakta olan neo-kolonyalizmin gölgesinde gelişen bir savaş olarak ortaya çıkmaktadır. Küresel emperyalizm metotları ile istedikleri yeni dünya düzenini kuramayan batılı emperyalistler, küresel zorlamaların sonucunda bir yerlere gidemeyeceklerini görünce yeniden eskisi gibi sömürgeciliğe doğru yönelerek yeniden neo-kolonyalizmi uygulamaya başlamışlardır .Bu aşamada kendileri gibi sömürgeci olmayan orta boy bağımsız devletleri içeriden bölerek  ve bu doğrultuda eyalet ya da yerel yönetimleri ayaklanmaya sürükleyerek, küresel şirketlere direnme ya da karşı durma gücüne sahip büyük ve orta boy devletler üzerinden bölücülüğe devam etmenin yolu olarak, neo-kolonyalizmi kararlı bir biçimde öne çıkarmaktadırlar. Bu aşamada TİGRE halk kurtuluş ordusunu aracı kullanarak TİGRE bağımsızlık savaşı görünümünde, Etiyopya’nın TİGRE eyaleti Afrika kıtasının en eski devletini parçalamak üzere Addis Ababa yönetimine karşı isyan ederek silahlı bir saldırıya yönlendirilmektidir. Nil havzasında İsrail devletinin kurulmasından sonra ABD,İsrail ve Mısır ittifakı bir batı ittifakı olarak kurulmuş ve son yıllarda da bu üçlü birlik batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda, Etiyopya ile birlikte bölge ülkelerinin  yeniden parçalanmasına doğru olayları yönlendirmişlerdir. TİGRE halk kurtuluş ordusu ABD-İsrail ikilisinin yakın desteği ile saldırı savaşına devam ettikçe Etiyopya toplumu karışmış ve önceden belirlenemeyen terör hareketleri ile binlerce sivil insan neo-kolonyalizmin çıkarları uğruna yok yere öldürülmüşlerdir. Küreselleşme akımının başladığı 1980’li yıllarda ortaya çıkan TİGRE bağımsızlık hareketi uluslararası konjonktürün dayatmaları ile başlamış, ayrıca bugünlere kadar gelerek kesin hedef olarak bu eyaletin bağımsızlığı sağlanana kadar devam edecekmiş gibi görünmektedir. Küçük çatışmaların uzun süre devam etmesi olayları bir iç bölünme savaşı oluşumuna kadar getirmiştir. Neo-kolonyalizmin verdiği destekler de savaşın bölünme ile sonuçlanması için gerekli olan yardımları sağlamaktadır. Federal anayasaya göre etnik eyaletlerden oluşan Etiyopya devletinin parçalanarak yok olmasını emperyalizm istemektedir.

                Dünya devletleri emperyalist hegemonya girişimlerine karşı antiemperyalist bir direnme savaşı vereceklerine, küresel emperyalistler dünya devletlerini ayrılıkçı terör hareketleri ile bölerek, ayrıca büyük ve orta boy devletleri küçülmeye doğru zorlayarak, uluslararası alanda antiemperyalist savaşların orta ve büyük boy devletler üzerinden emperyalist devletlere karşı yaygınlık kazanmaları da böylece önlenmektedir. Tarihte hiçbir zaman sömürgecilik geçmişi bulunmayan ama buna karşılık Avrupalı sömürgecilere karşı antiemperyalist savaş veren Etiyopya yönetimi, ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizminin bölgedeki işbirlikçisi Mısır ile bir araya gelerek örgütlediği TİGRE bağımsızlık savaşı sürekli olarak batı basını tarafından desteklenmekte ve batılı ülkelerin devreye girmesiyle de Afrika ile batı dünyası arasındaki diplomatik temaslarda, batılılar tarafından Etiyopya’yı köşeye sıkıştırmak üzere kullanılmaktadır. Etiyopya’yı terör ve karışıklığa boğan Tigre Halk Kurtuluş Ordusu temsil ettiği eyaleti Addis Ababa yönetiminden koparırken, Etiyopya ülkesinde geride kalan eyaletlere de emsal olarak onların da kendileri gibi bağımsızlık savaşı aracılığı ile özgürlüğe kavuşabilmeleri yönünde olumsuz bir emsal durum yaratmaktadır. Bugün gelinen yeni aşamada geçen yıl Nobel Barış ödülü verilen Abiy Ahmed’in başındaki Etiyopya hükümeti, daha prestijli bir konum kazandığı için artan gücünü öne çıkararak TİGRE savaşını bitirerek ülke içi güvenliği ve kamu düzenini yeniden oluşturabilmenin arayışı içine girmiştir. TİGRE savaşı devam ederken, daha çok ülkenin Amhar ve Afar gibi kuzey eyaletlerinde yansımalar göstermiş ve özellikle Kızıldeniz kıyısındaki güvenlik ortamını ortadan kaldırmıştır. Komşu ülke Mısır’ın ABD-İsrail ortaklığının bölgedeki işbirlikçiliğine soyunması üzerine komşu devletler arasında güven kalmamıştır. Otuz yılı aşkın bir süredir devam eden bu savaş, son bir yıl içinde yeniden hareketlenerek Afrika boynuzunda yoğun bir çatışma ortamı yaratmaktadır. Bu aşamada birkaç yıl önce bölünerek Güney Sudan devletinin ortaya çıkmasına yol açan kuzey Afrika bölgesindeki bu gerginliğin devamı olarak, parçalanmış Sudan devletinin  komşu devlet olan Etiyopya’nın sınırlarından içeriye doğru yüz  kilometre girdiği anlaşılmaktadır.  Üçlü batı ittifakının bölgeye egemen olabilmesi için Etiyopya devletini zayıflatacak her girişimin gündeme getirildiği görülmektedir. Bu noktada Rönesans barajının yapılması sırasında ters düşen Sudan, Etiyopya ile karşı karşıya getirilerek, THKO isimli terör örgütü aracılığı ile birbirlerine karşı kışkırtılmaktadırlar.

                Ülkenin ana ticaret yolu olan Addis Ababa ile Cibuti arasındaki koridorda sürekli olarak THKO aracılığı ile terör olaylarının birbiri ardı sıra yaratılması, ülkede çok ciddi anlamda bir güvenlik sorunu ortaya çıkartmıştır. Etiyopya’yı dünyaya açan kapı olarak Cibuti limanının  önemi büyüktür. Terör örgütü bu durumu iyi bildiği için Etiyopya devletini çökertmek amacıyla başkent ile liman arasındaki koridoru sürekli olarak bombalayarak, ortalığı karıştırmaya çaba göstermiştir. THKO örgütü aracılığı ile örgütlenen terör ortamı bütün bölgeyi saran bir şiddet sarmalı yaratırken, bölgedeki terör hareketinin yayılmasını durdurmak amacıyla Eritre, Cibuti ve Somali gibi komşu ülkeler, işbirlikçi Mısır ve Sudan hükümetlerine karşı Etiyopya’yı destekleyen antiemperyalist grup içinde birleşmişlerdir. Batılı büyük devletler bölgede kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederlerken, Çin ve Rusya gibi doğu ülkeleri son dönemde devreye girerek doğu batı ekseninde yeni kurulmakta olan Çin’in Kuşak Yol Projesinin bu bölgeden barış içinde geçebilmesi için istikrarın sağlanabilmesi doğrultusunda yeni büyük yatırımlar bölgeye yönlendirilmiştir. Ne var ki, Çin’in Kuşak Yol Projesinin geçtiği yerlerde ABD ve batılı müttefikleri bu projeyi devre dışı bırakmak üzere, her türlü istikrarsızlık yaratacak adımlar atarak ve suni olaylar üzerinden terörü yeni İpek Yolu güzergahında yayarak, planlı ve programlı bir mücadeleye kalkıştıkları görülmektedir. Uluslararası alanda yeni bir dünya düzeni kurulurken bu doğrultudaki gelişmelerin Afrika kıtasına da yöneldiği görülmektedir. Çin’in yeni İpek yolu ile anakaralar üzerinden gündeme getirdiği yeni rotada Afrika boynuzu da bir geçiş bölgesi olarak öne çıkmaktadır. ABD, İsrail ve batılı müttefikleri yeni ipek yolunun oluşumunu önleyebilmek için bütün ipek yolu hatlarında terör, karışıklık, kargaşa, isyan, ayaklanma, darbe ve iç savaş senaryolarını devreye sokmaktadırlar. Türkiye’deki PKK örgütlenmesi gibi Etiyopya’daki THKO örgütü de kendi amaçları doğrultusunda terör ve karışıklık olayları yaratarak bu planlardaki yerlerini almaktadırlar.

                Etiyopya hükümeti ülkenin toprak bütünlüğünü korumaya öncelik veren önlemler almıştır. Yeni dönemde küresel şirketler ile ulus devletler karşı karşıya gelmektedir. Küreselleşme yolunda tekelci şirketlerin yürüyebilmeleri için ulus devletlerin bölünmesi, parçalanması, çökmesi ve ortadan kalkması gerekmekte ve bu nedenle alt kimliklere yönelik kışkırtmalar tırmandırılarak, bu kimliklerin içinde yaşadığı eyaletler TİGRE’de olduğu gibi kendi ülkelerini bölerek bağımsızlığa doğru yönelirken bu amaç doğrultusunda terör olaylarını kullanabilmektedirler. Bazı batı ülkelerinden gelen diplomatların Etiyopya’daki ülkeyi bölmek isteyen THKO örgütüne yardımcı olmaları, son zamanlarda fazlasıyla görüldüğü için Etiyopya devleti sürekli olarak kışkırtıcı ajan rolü oynayan batılı diplomatları istenmeyen adam ilan ederek, 24 saat içinde bunları sınır dışına çıkartarak, ülkeden kovulmalarını sağlamıştır. Küresel sermayenin kontrolü altındaki batılı basın organları TİGRE’deki terör olaylarını haklı göstermek üzere, bağımsızlık ve özgürlük gibi kavramların arkasına saklanarak terörün tırmanmasına aracı olmuşlardır. Küresel sermayenin mutlak egemenliği için sürdürülen küreselleşme hareketleri içinde, TİGRE’nin merkez ülkesinden kopmasını sağlayacak bir bölücülük oluşumunu desteklemek de küresel emperyalizmin bir uzantısı olarak Afrika’nın boynuz bölgesinde dışarıdan kışkırtılarak yönlendirilmektedir. Ülkedeki ulusal basın organları ülke çıkarları doğrultusunda yayın yaparken, uluslararası medyanın küresel emperyalizmin çıkarları doğrultusunda teröristlerin terör eylemlerini bağımsızcılık görünümünde destekleyerek, TİGRE halkını isyana ve ayaklanmaya doğru yönlendirmeye çalışmışlardır. Bölgenin en eski üniter devleti olan Etiyopya’nın dış düşmanlarının ülkede işbirlikçi bir iç cephe oluşturarak ülkeyi parçalanmaya doğru kaydırmaya çalıştıkları anlaşılmıştır. İç ve dış tehdidin birleşerek hareket etmesi, Etiyopya halkının dikkatini çekmiş ve bölücülere karşı yürütülen mücadelenin daha da bilinçli bir yönde gelişmesine yardımcı olmuştur. Soğuk savaşın bittiği yıl başlayan TİGRE isyanı ve bunun uzantısı olan terör eylemlerinin gelişmesi çeyrek yüzyılı geride bırakırken, sorun bir iç mesele olmaktan çıkarak, bugünün uluslararası konjonktürünün yönlendirdiği bir bölgesel problem haline gelmiştir. Bu doğrultuda hem Afrika Birliği hem de Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin devreye girerek belirleyici olmaları gerekmektedir.

                Etiyopya kaynaklarına göre TİGRE halk kurtuluş ordusu bağımsızlık savaşının uzun sürmesi nedeniyle, birçok cephede savaşırken örgütsel olarak bir dağınıklık süreci yaşanmıştır. Aynı zamanda eli silahlı terör kadrolarının savaşı ile sonuç almak isteyen iç ve dış çıkar merkezlerinin yardımlarının yeterli olmadığı ve bu yüzden hareketin zaman içinde zayıflamak durumunda kaldığı görülmüştür. Komşu devlet Mısır’ın Etiyopya’yı zayıflatmak üzere bu ülkenin bir iç meselesi olan TİGRE sorununu işine geldiği gibi kaşıdığı görülmektedir. Etiyopya’da terör olayları ile tırmandırılmış iç kargaşa ortamı kısa zamanda çözüme kavuşturulamadığı için olaylar birbirini izleyerek devam etmekte ve kısa dönem içinde olayların komşu ülkelere de sıçrayarak ve bir Etiyopya sorunu olmaktan çıkarak, Doğu Afrika’nın geleceği ile ilgili bir problem haline geldiği görülmektedir. Böylesine bir yayılma ile Etiyopya’nın siyasal bütünlüğü tehlikeye girerken, küresel şirketlere karşı uluslararası örgütlerin devreye girmeleri gerekmektedir. Etiyopya sorunu TİGRE sorunun dışa yansımasıdır. TİGRE deki isyan ve ayaklanma hareketlerinin ayrı bir devlet ortaya çıkaramaması durumunda, Etiyopya en eski devlet olarak yoluna devam edecektir. TİGRE eyaletinin bağımsız bir devlet konumuna gelmesi ile de Afrika’nın en eski devleti ortadan kalkacak, yerine bu devletin on iki eyaletinin dışarıda kalacağı yeni bir dönem gündeme gelecektir. TİGRE sonrasında diğer eyaletler de ayaklanırsa, o zaman terör olgusu tüm ülkeyi saracak ve merkeze karşı terör yoluna giden eyaletler bağımsızlaşırken, komşu ülkelerde bulunan diğer bölgeler ile yakın temaslara girebileceklerdir. Böylece TİGRE’nin kopması demek bütün Doğu Afrika devletlerinin eyaletlere bölünerek ortadan kalkması anlamına gelecektir. Terör TİGRE’yi ayrı devlet olma konumuna getirirken, diğer eyaletlerin de devletleşmesi de bu yeni durumu izleyecektir. Dıştan güdümlü terör olaylarını uzaktan kumandalı bir yöntem ile yönlendiren uluslararası emperyalizm, var olan ulus devletleri parçalarken, aynı zamanda da geleceğin  dünyasında  oluşacak bölgesel federasyonların da önünü açmaktadır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

8 Mart 2022 Salı

UKRAYNA ÜZERİNDEN KIYAMET SENARYOSU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

UKRAYNA ÜZERİNDEN KIYAMET SENARYOSU

                Dünya kendi halinde yuvarlanıp giderken, yeni bir yıla girme noktasında çok ciddi bir savaş senaryosu ile karşı karşıya kalmıştır. Yeryüzünün geleceği ile ilgili tartışmalar uzun yıllardır sürerken daha çok iyimser senaryolar ile hareket ediliyordu. Geçen yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen iki dünya savaşının bir benzerinin üçüncü dünya savaşı olarak gündeme gelmeyeceği düşünülüyordu İki dünya savaşında canı çok yanan insanoğlu bir kez daha aynı sahneleri yaşamak istemediği için ve kısa ömürlü bir hayat süreci içinde yaşam süresini tamamlamaya çalışırken, yeni dünya savaşları ile karşı karşıya gelmemek için her türlü barış yolları denenerek yakın geleceğe doğru adımlar atılıyordu. Son yüzyılın ilk yarısında peş peşe gelen iki cihan savaşı sonrasında geçmişten geleceğe uzanan yaşam sürecinde her alandaki bilimsel çalışmalar ve yaşanan olayların ortaya çıkardığı gerçekler çizgisinde dünya yeni bir düzen arayışı içine girmiş ve zamanla ortaya çıkan gerçekler doğrultusunda küresel anlamda kalıcı bir barış düzeni arayışı sürdürülmüştür. Bu amaçla yoğun çalışmalar ve araştırmalar yapılırken aynı zamanda uluslararası alanda birçok yeni örgütlenme devreye girmiştir. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere hem küresel hem de bölgesel dayanışma örgütleri yapılandırılarak ve insanlığın önünü açan barış çalışmaları devam ettirilerek, bugünün dünyasına geçmişten gelen siyasal birikim aktarılmaya çalışılmıştır. Dünya savaşları sonrasında birçok yerel ya da bölgesel sıcak çatışma olayları gündeme gelmiş ama bu konuda hassas olan ulusal ve uluslararası örgütlerin dikkatli davranmasıyla çatışma olaylarının dünyayı ve insanlığı mahvetmelerine izin verilmemiştir.

                 Yirminci yüzyılın birinci yarısında iki büyük dünya savaşı ile karşılaşan insanlık, daha sonraki aşamalarda bu yüzyılın ikinci yarısını savaşlardan uzak kalarak bir barış düzeni oluşturabilmenin çabası içinde olmuştur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yeryüzünün birçok bölgesinde sıcak çatışmalar olmasına rağmen, iki kutuplu dünya düzeni ve kutuplar arasında oluşturulmuş olan dehşet dengesi gibi oluşumlar ile savaşa giden yollar kesilmiş, önlenemeyen savaşlar ise bölgesellik çizgisinde dış baskılar yolu ile baskı altına alınarak bitirilmeye çalışılmıştır. Özellikle doğu ve batı kutuplarını karşı karşıya getiren Vietnam savaşı, küresel gerginlik vesilesi olmasına rağmen soğuk savaş dengeleri kullanılarak önce baskı altına alınmış ve daha sonra da uluslararası örgütler üzerinden geliştirilen barış atılımları aracılığı ile durdurularak, yirminci yüzyılda üçüncü bir dünya savaşına izin verilmemiştir. Birleşmiş Milletler küresel barış sorunu üzerinde çabalar gösterirken, bu örgüte üye olma şansını elde eden iki yüz den fazla devlet öncelikle batı emperyalizminin sömürgesi olmaktan kurtulmak isteyen yeni devletlerin, oluşumlarını tamamlayabilme doğrultusunda sürdürdükleri kurtuluş savaşları başarıya ulaşınca, bağımsızlıklarını elde ederek dünya çağdaş uluslar ailesine ait olabilme şansını elde ediyorlardı. Yüzyılın ikinci yarısında sömürgelerin kurtuluş savaşları bitme noktasına gelmiş ve dünya uluslar ailesine bütün ulus devletler savaşarak ve kendilerini kabul ettirerek yeni bir yapılanmanın önünü açmışlardır. Asya, Afrika gibi geri kalmış kıtalarda bulunan yeni devletlerin uluslararası arenada diğer devletler ile eşit bir durumda dünya sahnesine çıkması, sömürge savaşlarına son verdiği gibi, evrensel alandaki Birleşmiş Milletler öncülüğündeki kamuoyunun baskılarını örgütleyerek, diğer savaş girişimlerinin de durdurulmasını sağlamıştır. Yirminci yüzyıla cihan savaşları ile giren dünya bu yüzyıldan çıkarken her türlü dünya savaşı girişimlerinin önünü kesmiştir. Büyük savaşların gündeme gelmesiyle birlikte savaşlardan dersini alan dünya ulusları birlikte ve bir arada yaşayabilmenin yollarını araştırırken, savaşlara meydan veren her türlü olumsuz durumu ve koşulların önünü keserek dünyayı barış ortamında tutabilmenin arayışı içinde olmuşlardır.

                Politikanın uzantısı olan olayların ortaya çıkardığı savaşlar aynı zamanda barış ortamlarının da hazırlayıcısı olmuşlardır. Savaşlar barışları getirirken, barışların da savaşları getirdiği tarihte fazlasıyla ortaya çıkan bir durum olmuştur. Bu tür bir bağlantı bazen haklı savaşları haksız barış düzenlerine bazen da haksız savaşları haklı barış düzenlerine eriştirebilmektedir. İnsanlar arasında silahlanma yarışı  bugün en üst düzeylerde sürdürülürken, yeni silah üreten fabrikaların sahibi olan şirketlerin kendi ürünlerini pazarlama amacıyla silah satışlarını artırdığını, dünyanın sıcak çatışma bölgelerinde  yeni kurulan devletlere silah satışlarını artırmak üzere çeşitli savaş senaryoları uydurarak ve bunların uygulamaya aktarılması sırasında kışkırtıcı komplolar düzenleyerek, aslında olmayan savaşlar yarattıkları yıllarca yaşanan dönemlerin yansıtmalarıyla görülmüştür. İnsanlığı savaşlara götüren siyasetler incelendiği zaman, bunların hepsinin arkasında büyük devletlerin ya da siyasal güçlerin hegemonya planlarının olduğu görülmektedir. Bilgi düzeyi yüksek olan toplumlar savaşlar ile barışların iç içe olduğunu görerek savaşlardan uzak kalabilmekte ama geri kalmış ülkelerin cahil yönetimleri bu gerçekliğin farkına varamadıklarından en küçük bir kışkırtma ya da komplo düzenlemeleriyle kendilerini savaş ortamının içinde görebilmektedirler. Özellikle emperyalist büyük devletlerin kendi egemenlikleri amacıyla küçük ve orta boy devletleri her zaman için savaş senaryolarına yönlendirebildikleri göze çarpmaktadır. Bugünkü modern uygarlığın başlangıç çizgisinden bu yana bakıldığı zaman, bilimsel devrimler sonrasında bilime dayalı bilginin siyaset sahnesinde öne çıktığı görülmekte ve bu çizgide belirlenen yeni siyasetler aracılığı ile de yaşanan siyasal gelişmeler ve olayların emperyalist merkezler tarafından yönlendirildikleri anlaşılmaktadır. Son beş yüz yılın gelişmeleri incelendiğinde savaşlar ve de barışların ön koşullarının hegemonyacı güç merkezleri tarafından belirlenerek uygulama alanına aktarıldıkları her yönü ile belirginlik kazanmıştır.

                 Bugünün koşullarında ortaya çıkan Rusya-Ukrayna devletleri arasındaki savaş geçmişten bugüne uzanan birçok gelişmenin sonucudur. Rusya gibi bir dev ülke ile onun uzantısı olan ve komşusu konumunda bir jeopolitik yapılanmanın sonucu olarak ortaya çıkan Ukrayna devleti, bugünün koşullarında karşı karşıya gelmektedirler. Aynı bölgenin ve benzer bir kültürün parçaları olan Rusya ile Ukrayna’nın bir arada olmaları ve barış içinde kendi bölgelerinde yeni bir düzen kurmaları gerekirken, bir savaş ortamına sürüklenmelerinin ne anlama geldiği konusunda düşünmek gerektiği açıkça zorunluluk kazanmaktadır. İki dünya savaşı ve son dönemlerde gündeme gelen yüzlerce savaş girişimi dikkate alındığı zaman, olmaması gereken olumsuz bir durum ile karşılaşıldığı anlaşılmaktadır. Rusya bir emperyalist devlet olarak çevresindeki ülkeler için tehditler oluştururken, Rus askerleri Ukrayna sınırları içine girerek başkent Kiev’e kadar gelmişlerdir. Kiev’e gelene kadar birçok silahlı çatışma sonucunda binlerce insanın öldüğü kamuoyuna yansımaktadır. Savaş’ın ilk günlerinde ABD hegemonyasının askeri örgütü olan Nato’yu eleştiren ve bu örgütün savunmadan daha çok saldırı örgütü yapısına dönüştüğünü öne süren Rusya devlet başkanı, daha sonraki günlerde Ukrayna için yaptığı saldırı planlarının hazırlıklarını kamuoyuna açıklıyordu. Geçmişten gelen iki kutuplu dünya modelinin getirmiş olduğu  merkezi liderlik konumunun arayışı içinde olan Rusya devlet başkanı, halen içinde bulunulan iki kutuplu dünyanın dışında kalan bir konumu kabul etmeyerek öne geçmeye çaba gösterirken, ABD’nin  ve Çin’in ikili süper güç olmaya doğru adım attığı bir aşamada, eski kutup başlığı alışkanlığını sürdüren Rusya’nın yeni iki kutuplu dünya yapılanmasında devre dışı kalmayı kabul etmeyerek ve bu çizgide Ukrayna savaşına yönelerek NATO üzerinden ABD’yi hedef alırken, Ukrayna devletine saldırıya geçmesi ve kendi çevresindeki ülkelerin içinde yer aldığı eski Sovyetler Birliği gibi bir büyük devletler birliği  yapılanmasını, kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir jeopolitik plan olarak devreye soktuğu anlaşılmaktadır. Eski kutup başı olarak ABD birinci konumunu korurken ve karşısına ikinci süper güç olarak Çin devleti çıkarken, geçmişten gelen ikinci kutup başı konumunu koruyamayan Rusya’nın, egemenlik alanını genişletecek bir yeni düzen kurma yolunda Ukrayna savaşının çıkartılması sayesinde, Rusya devleti yeni dönemde kendisinin de bir kutup başı olarak yer alacağı üç kutuplu dünyayı yeniden gündeme getirdiği anlaşılmaktadır.  

                Soğuk savaş sonrasında yarım yüzyıla yakın bir zaman dilimi geçmesine rağmen, daha henüz bir yeni dünya düzeni kurulamamıştır. Eski büyük devletlerin yanı sıra yeni büyük devletlerin de gündeme gelmesiyle çok kutuplu bir yeni dünya düzeni yavaş yavaş ortaya çıkmış ama bu durum bir türlü netleşmediği için eski kutup başı ülkeler kendi konumlarını korumak için yeni bir mücadeleye başlamışlardır. Eski süper güçler sahip olduklarını korumaya çalışırken yeni gündeme gelen büyük güçler de eski süper güçlerin hegemon konumuna gelerek çok kutupluluğu eski kutup başı ülkelere dayatmışlardır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bu büyük imparatorluğun kurucusu ve merkezi gücü olan Rusya Federasyonu büyük bir çöküşe doğru sürüklenmiş ve yirmi birinci yüzyıla toparlanamadan ve dağınık bir biçimde girmiştir. Bu nedenle Rusya her zaman için eski imparatorluk konumuna yeniden sahip olabilmek için batı dünyası ile bir büyük hesaplaşmanın arayışı içinde olmuştur. Rusya kaybettiği hegemonya yarışında tekrar eski konumuna gelebilmek için eline geçen her fırsatı kullanarak önce Kırım’ı işgal etmiş sonra Abazya ve Osetya’nın Gürcistan’dan ayrılmasını sağlamış ve son olarak da yakın komşusu Ukrayna devletinin topraklarını işgal etmeye yönelmiştir. Eskiden Rus toprakları olan Ukrayna bölgesinin Rusya’ya ait olduğunu ileri sürerek ve Ukrayna adlı bir eski devletin olmadığını savunarak, bu ülkeyi doğu sınırlarından başlayarak Atlas okyanusuna ulaşana kadar işgal etmeye başlamış ve bu durumu bir oldu bitti ile de tamamlamaya çalışmıştır. Birinci ve ikinci dünya savaşlarını sona erdiren antlaşmaları unutarak ve soğuk savaş sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzenini görmezden gelerek, eski Rus topraklarını ele geçirmek üzere bir komşu ülke işgalini çağdaş dünyanın kabul etmesinin imkânsız olduğu görmezden gelinerek, Çarlık döneminin hukuk statüsüne ve uçsuz bucaksız sınırlarına yeniden sahip olabilmek tutkusunun gerçekçi bir tutum olmadığını, son zamanlarda yaşanmakta olan siyasal gelişmeler açıkça ortaya koymuştur. Sovyetler Birliği gibi dünyanın en geniş imparatorluğunu koruyamayan ve sonsuz sınırlarına sahip çıkamayan bir Rus devletinin, bugünün koşullarında yeniden böylesine bir büyük yapılanmaya yönelmesinin tam anlamıyla bir hayal olduğunu olaylar açıkça ortaya koymuştur.

                Ukrayna devleti kurulurken dünyanın hegemon gücü olan Britanya İmparatorluğu  dünyanın büyük  gücü olarak davranmış ve cihan savaşı kazanmanın getirdiği siyasal potansiyel ile  haritada yeni bir devlet oluştururken, İngiliz imparatorluğunun  resmi simgesi olarak kullanılan  kavramlarının baş harflerinden oluşturulan (UNİTED KİNGDOM  kelimelerinin baş harfleri olan U ve K harflerinin  bir araya gelmesiyle UK harfleri ile başlayan bir isim olarak UKRAYNA ismi, Rusya ile Atlas okyanusu arasında kalan büyük bölgeden oluşan yeni ülkeye resmen verilmiştir. Savaş sonrası imzalanan antlaşmalarda ve Birleşmiş Milletler dahil bütün uluslararası protokollar da eski Rus topraklarından oluşturulan bu yeni devlet resmen yer alarak kendisini hukuk açısından meşrulaştırmıştır. Bugün Birleşmiş Milletlere üye olan iki yüz den fazla ulus devletin önde gelen en büyüklerinden birisi olarak Ukrayna hem dünya haritasında hem de küresel jeopolitik düzende çok önemli bir yere sahiptir. İşin başında hegemon siyasal güç olarak ön planda olan İngiltere, bugünün dünyasında gene öncü güç olarak yaşanan olayları yönlendirmeye çalışmakta ve kendi alternatif dünya düzenini kurabilmek için Atlantik Okyanusu ile Avrasya bölgesi arasında kendisine bir dünya devleti kurabilecek genişlikte topraklar aramaktadır. Son yıllarda İstanbul kentini ele geçirmeye çalışan İngiltere, bu bölgeye yönelen adımlar atarken bir anlamda bölgenin yeni adı olarak UKRAYNA kavramı benimsenirken UNİTED KİNGDOM kavramı ile yola çıkmasını, Rusya’nın önünü kesmek üzere oluşturulan bir planın öncü adımları olarak görmek mümkündür. Dünya devletini beş yüz yıl önceden kurmaya başlayan İngiltere’nin hem İstanbul’u Kudüs’e karşı dünyanın başkenti yapmaya yönelmesi hem de bugünkü Ukrayna topraklarını gelecekteki dünya devletinin merkezi toprakları olarak gördüğü için Birleşik Krallık isimli dünya devleti oluşumu için kendi devletinin isminin baş harflerini olan U ve K harflerini kullanması, İngiltere’nin Atlantik bölgesinden Avrasya bölgesine yöneldiğinin açık bir göstergesidir. Adalar üzerinde yaşamın giderek gerilemesiyle, İngiltere’nin Londra yerine İstanbul’u merkez yaparak yoluna devam edeceğini göstermektedir. Bu durumda Ukrayna ile birlikte Rusya’da bölünecektir.

                Geçmişte var olmayan bir devlet olarak Ukrayna dünya savaşları sonrasında tarih sahnesine çıkarılırken, ortada bir Ukrayna ulusu da görülmemektedir. Bu yapay ülkenin dayandığı bir ulusal toplum yapılanmasının da bugüne kadar oluşmadığı göze çarpmaktadır. Bugünkü Rusya ile Avrupa Birliği arasında kalan Doğu Avrupa topraklarında Rus orduları yüz yıllarca Türkler ile birlikte at koşturmuşlar, dünya tarihinin son üç yüz yılında İngilizler ile Fransızların kışkırtmaları üzerine sürekli olarak Osmanlı -Rusya ya da Türkiye-Rusya savaşları cereyan etmiştir. Atlantik güçleri denizler üzerinden okyanuslara açılırken, yeryüzünde bulunan beş büyük kıtanın üzerindeki ülkeleri fethetmişler ve yirminci yüzyıla doğru tarih ilerlerken merkezi coğrafyaya doğru bir giriş yaparak İngiltere Kıbrıs’a asker çıkarınca Ruslar da Kafkasya’ya girmiştir. Orta Dünyanın ele geçirilme yarışında merkezi otorite olan Osmanlı devleti çökünce, kuzeyden Rusya güneyden de İngiltere merkezi ele geçirmek üzere Osmanlı topraklarına saldırmışlardır. Osmanlı devletinin son dönemin de Galiçya cephesinde Ruslar ile savaşılması, açıkça merkezi jeopolitiğin bölgeye nasıl yansıdığını göstermektedir. Bugün Ruslar ile Ukrayna savaşının Karadeniz’in kuzeyinde cereyan etmesi, bir kuzey gücü olan Rusya’nın Karadeniz bölgesine egemen olabilmesi için yeni bir Galiçya cephesi olarak görülmektedir. Rusya dünya hegemonyası için güneye doğru sıcak sular ile Atlantik okyanusuna doğru soğuk sularla dolu olan yan bölgeler de genişlemesi gerektiğini çok iyi bildiği için yeni dönemde Suriye savaşına asker göndererek, Suriye ve Güney Kıbrıs’ta askeri üsler kurarak ve Libya savaşına Wagner adını koyduğu profesyonel ordu göndererek ılık sular bölgesinde de etkinliğini artırma yoluna gitmiştir. Merkezdeki Osmanlı devleti çökerken Kuzeyden Rusların güneydeki merkezi topraklara inmesi ve buna tepki olarak da İngiltere’nin Fransa ile dayanışma içinde Osmanlı hinterlandını işgale yönelmesini tarih kitapları yazmaktadır. Bugün İngiltere İsrail’e karşı İstanbul merkezli bir Yakın Doğu Federasyonu peşinde koşarken, onun uzantısı olarak ABD’de Bağdat merkezli bir Büyük Orta Doğu’yu kendi egemenliğinde yeniden kurmaya çalışmaktadır. ABD, Birleşik Krallık ve İsrail merkezli orta dünya projelerinin üçü Atlantik kökenli bir süreç içinde gündeme gelirken Rusya gene eskisi gibi bir kuzey doğu gücü olarak hem Asya hem de Avrasya bölgelerinin sahibi olarak savaşa girmektedir.

                Endülüs’ün çöküşü üzerine Akdeniz üzerinden okyanuslara açılan insanlık beş büyük kıta üzerinde yeniden yerleşime geçerken Asya, Afrika, Amerika, Avrupa ve Avustralya kıtalarına yayılarak dünyayı bölüşmeye çaba göstermişlerdir. Eski dünya Avrupa ve Asya kökenli olduğu için, diğer kıtalara yayılma ve buralarda yerleşerek yeni bir dünya düzeni oluşturma gibi girişimler zaman almış ve on beşinci yüzyıl sonrasında dünya jeopolitiği tam olarak keşfedilirken, Asya ve Avrupa kıtaları üzerinde oluşan büyük devletlerin hegemonyasında yeni bir siyasal düzen dünya haritası üzerinde oluşturulmaya çalışılmıştır. On altıncı yüzyıl ile birlikte hegemonya rekabeti iyice artmış ve büyük devletler kurulu bulundukları bölgelerin çevresindeki ülkeleri kendi kontrolleri altına alarak kendi merkezli büyük imparatorluklara yönelmişlerdir. Avrupa ülkelerinden önce hem Osmanlı hem de Rus devletleri kendi çevrelerinde genişleyerek imparatorluklar oluştururken, daha sonraki aşamalarda denizlere açılan batı Avrupa devletlerinin kurduğu imparatorluklar dönemi gündeme gelmiştir. Birinci dünya savaşı doğu ve batı imparatorlukları arasındaki hesaplaşmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. İkinci dünya savaşı birincinin devamı olarak İsrail’in kurulmasını sağlamıştır. Şimdi gelinen yeni dönemde İngiltere ve Fransa’nın yerlerini ABD ve İsrail almış, Rusya’da gömlek değiştirilmesine yol açan Sovyet devrimi kullanılarak, eski Rus ve Osmanlı hinterlandları üzerinde önemli değişiklikler yaratılarak bugünkü savaşın ortaya çıkmasına doğru yeni yollar oluşturulmuştur. Sovyet devrimi dünya dengelerini değiştirirken Rusya’yı yeniden düzenlemiş Osmanlı devletini yok ederek merkezi alanda batılı devletlerin yayılarak etkinlik sağlamasına neden olmuştur. Dünya devletini oluşturma yolunda İngilizler, Osmanlı sonrasında Türkiye’ye çok iyi bir biçimde yerleşerek hem İstanbul hem de Anadolu üzerindeki güçlerini artırarak ABD ve İsrail’e karşı gücünü geliştirirken, Rusya’nın da önünün kesilmesinde Sovyet devrimi sonrasındaki Doğu Avrupa sosyalist yapılanması çerçevesinde çok ciddi yapısal değişikliklerin önünü açarak, bugünkü durumun ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur.

                Son Ukrayna savaşı merkezi coğrafyada ABD’nin Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail imparatorluğu, İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu, Rusya’nın Büyük Rusya Federasyonu ile birlikte, bir de eski sosyalist yapılanmanın gündeme getirdiği bir Doğu Avrupa Birliği oluşumu kendiliğinden gündeme gelmektedir. Odessa merkezli bir Doğu Avrupa Birliği oluşumu, esas olarak bugün Ukrayna sınırları içinde yer almakta olan Balkan yarımadasının kuzeyine doğru bir gelişmenin sonucu olarak gündeme gelmektedir.  Ukrayna topraklarını esas alan bir Doğu Avrupa bütünleşmesi Rusya ile birlikte Osmanlı devletinin mirasçısı olan Türkiye’nin de önünü kesmektedir. Balkanların kuzeyinde Odessa kenti Doğu Avrupa Birliğinin yeni merkezi olarak gündeme gelirken, Balkan’ların güneyinde de Selanik merkezli bir Balkan Federasyonu projesi öne çıkmaktadır. Bu aşamada Doğu Avrupa alanı hem ABD-İsrail, hem Almanya-Fransa hem de Rus’lar ile Osmanlı uzantısı Türklerin yeni projelerinde öne çıkmaktadır. Doğu Avrupa bölgesindeki Osmanlı devletinden kalan kuzey ülkelerindeki özellikle Musevi asıllı nüfusun bir araya getirilmesi ana konu olarak öne çıkmaktadır. Rusların Ukrayna’ya gelmesinden önce ABD’nin Yunanistan’a binlerce asker ve savaş malzemesi yığdığını şimdiden görmek gerekmektedir. Dünya jeopolitiğinin ana merkezi olan Balkanlar’da geçmişten gelen çeşitli dönemlerin uzantısı olarak bulunan koşullar yüzünden, üçüncü dünya savaşının gene Balkanlar bölgesinde çıkması muhtemel gibi görünmektedir. Dünyanın merkezi Orta Doğu’dur ama Balkanlara egemen olan güç Orta Doğu’yu da yönetmektedir. İki dünya savaşının ortaya koyduğu bu gerçekler bugünün dünyasında da yaşanan gelişmelerle de desteklenmektedir Osmanlı ve Rus imparatorluklarının dağılması sonrasında ortaya çıkan yeni koşullarda bir ideolojik imparatorluk olarak Sovyetler Birliği kurulmuş ama üç çeyrek yüzyıl sonrasında ideolojik imparatorluk çökünce, merkezi coğrafyanın batı bölgelerinde ciddi anlamda siyasal boşluklar ya da yeni bir düzen kurmak isteyen dayatmalar öne çıkmıştır. ABD bu durumları yerinde izlediği için NATO ya da Avrupa Birliği gibi batı kurumlarının harekete geçmesini beklemeden ordusunu ve askerlerini Yunanistan’a getirerek, Avrasya güçlerine karşı bir askeri hat kurmuş ve eski üslere ek olarak on yeni askeri üssü Balkan yarımadasının ortasında Rusya’ya karşı kurmuştur.

                Geleceğin dünyasının yeni bir siyasal düzen ile  oluşturulması aşamasında Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan toplulukların etnik kökenleri, dinsel gruplaşmaları, uluslaşma ve cemaatleşme eğilimleri bir çok araştırma raporları ile ortaya konulurken, her devletin ya da her millet ile dinsel ya da etnik kökenleri üzerinden doğu Avrupa’da batı Avrupa’ya karşılık, tıpkı doğu Roma imparatorluğu gibi yeni bir yapılanmayı, ABD kendi kontrolü altında İngiltere-Fransa-Almanya ve İtalya  gibi büyük batı Avrupa devletlerine karşılık öne çıkardığı görülmektedir. Balkanlar daha önceleri iki dünya savaşına sürüklenirken alt kimlikler üzerinden etnik ve dinsel kökenler mesele olmuş, Vatikan’ın izin vermediği Yahudi devleti oluşumu doğu Avrupa’yı beş yüzyıl yöneten Osmanlı imparatorluğu çatısı altında denenmiş ama İngiltere’nin sürekli olarak kışkırttığı savaşlar yüzünden Milattan sonra yaşanan iki bin yıl içinde Avrupa’nın doğusunda bir Musevi devleti oluşturulamamıştır. Şimdi Kuzey Makedonya isimli Balkan devleti bu hedef çizgisinde yeniden örgütlenirken, Selanik’in başkent olacağı bir yeni Makedonya devleti üzerinden doğu Avrupa’nın güney bölgesinde de yeni devlet modeli arayışları devam ederken, ABD ordusu ve silahları ile gelerek Balkanların tam ortasına yeniden yerleşmiştir. ABD böylesine bir adım ile sağladığı avantajı Doğu Avrupa bölgesinin Amerikan çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi için kullanmaya başladığı aşamada, bir gece ansızın Rusya orduları Ukrayna sınırları içinden geçerek ve ABD’nin Doğu Avrupa’nın güney bölgesi olan Yunanistan’da başlattığı yeni siyasal yapılanma girişimini bu bölgenin kuzeyinde başlatarak, ABD ve Rusya dengesini yeniden oluşturmaya yönelmiştir. Orta Doğu’daki Musevi devleti olarak İsrail zorlanırken, Amerikalı Yahudilerin merkezi bölgeye rahatça gelebileceği bir büyük Makedonya devleti bu nedenle kurulmaya çaba gösterilirken, Ruslar’da batıya doğru yönelerek Ukrayna’nın doğu bölgesini işgal ederek güneydeki ABD manevralarına karşılık, Doğu Avrupa’nın kuzey bölgesinden rakip süper güce karşı yeni bir boy gösterisine kalkışmaktadır.

                Ruslar kuzey yarıkürede Ukrayna üzerinden yeni bir doğu Avrupa yapılanmasını ortaya koymadan çok önce, Amerikalıların Yunanistan’a savaş malzemeleri ve askeri birlikler yığarak yeni bir girişime kalkıştıkları Balkanlar’da uzun süredir Makedonya üzerinden yeni bir yapılanmanın ardında koşmaktadırlar. Sahipleri Musevi asıllı Amerikalılar olan büyük ABD şirketlerinin Makedonya şehirlerine büyük yatırımlar yaparak  bu ülkenin Avrupa’da kurulamayan Yahudi devletinin yerini alacağı  ve Selanik kentinin Balkanların kuzey bölgesindeki İstanbul kentinin Ataşehir’de kurulmakta olan finans merkezi  projesi aracılığı ile fiilen İngilizlerin eline geçmesi  yüzünden, İstanbul’a karşı Selanik kentinin güney Balkanların yeni merkezi olacağı gibi planlar, Türk ve Avrupa kamuoyları önünde fazlasıyla tartışma konusu yapılmaktadır. Türkiye böylesine bir süreçte Kanal İstanbul ve Boğaziçi Üniversitesinin boğazdaki yeni yerleşimi ile ilgili tartışmalara doğru sürüklenirken, güneyden ABD’nin Yunanistan çıkartması ile kuzeyden Rusya’nın Ukrayna işgali ile karşı karşıya kalması bir tesadüf değildir. Zamanlama açısından dünyanın iki büyük gücü olarak ABD ve Rusya dünyanın jeopolitik merkezi olan Balkanlar’da giriştikleri hegemonya yarışını kazanarak yola devam etmek istedikleri anlaşılmaktadır. Rusya için ilk adım Ukrayna’nın işgali ABD içinse Yunanistan’a askeri yığınak yapmak olmuştur. Balkanlar üzerinden yeni doğu Roma’yı kimin kuracağı sorusunun cevabını olaylar belirlerken, Rusya’nın yönlendireceği Odessa merkezli Doğu Avrupa Birliği projesine karşılık ABD’de Selanik merkezli Balkan Federasyonu projesi ile karşıt bir alternatif açılımı gündeme getirmektedir. Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali doğrudan Doğu Avrupa Birliği projesinin sonucu olarak öne çıkarken, ABD Selanik merkezli Büyük Makedonya açılımı ile Rusya’ya karşı Balkan hegemonyası planını ortaya koymuştur. Bugün Balkanlar kuzeyden Rus, güneyden de Amerikan işgali girişimleriyle karşı karşıya kaldığı için, üçüncü kez bir Balkan savaşı öne çıkmaktadır.

                Rusya Federasyonu’nun işgal girişimleri sırasında Rus devlet başkanı sürekli olarak bir nükleer savaş tehdidinden söz etmektedir. Rus derin devletinin yetiştirdiği bir devlet görevlisi olarak PUTİN, dağıtılan Sovyetler Birliği’nin intikamını alma peşinde koşmakta ama büyük Rusya imparatorluğunu kurma konusunda yeterince destek alamayınca, bu kez de nükleer savaş ya da ellerinde bulunan büyük bomba yığınaklarından söz ederek dünya kamuoyunu korkutabilmenin çabası içine girmektedir. PUTİN Rus derin devletinin temsilcisi olarak Sovyetler Birliği’ni Rusların kurmadığını, Bolşevikler adı verilen ABD ve batı ülkelerinden gelen bir kadro tarafından kurulduğunu, dünya barışının korunması açısından iyi bilmek zorundadır. Böylesine karışık bir durumun ortaya çıkmasında Avrupa’da kurulamayan Musevi devletinin Orta Doğu bölgesinde kurulması ve olayların bu hedefe doğru yönlendirilmesinin önemli payı bulunmaktadır. Avrupa’daki savaşın Orta Doğu bölgesine yayılması önlenerek İslam coğrafyasının tam ortasına bir Musevi devleti oturtulmuştur. Osmanlı hinterlandında yer alan bölgelerdeki tüm gelişmeler bu hedef doğrultusunda ele alınarak küçük İsrail devleti kurulabilmiştir. Şimdi iş büyük bir imparatorluğa dönüştürülmek istendiği aşamada, sıra kuzey bölgesindeki Musevilerin ve Yahudilerin birlikte yaşadıkları Ukrayna devletinin topraklarına gelmiştir. İki bin yıllık Avrupa tarihinde Musevilere devlet kuracak ülke aranmaya başlanınca Fransa Madagaskar adasını, İngiltere ise Etiyopya ile birlikte Kenya ve Uganda topraklarını, İspanya ise Arjantin’in kuzey bölgesini  bir Yahudi devleti kurulabilmesi için değişik alternatifler olarak önermişler ama  Budapeşte merkezli Siyonizm galip gelince, bunun üzerine İsviçre üzerinden hazırlıklar tamamlanarak kutsal topraklar olarak ilan edilen Filistin topraklarında yeni bir din devleti Müslümanlık ve Hrıstıyanlık’a karşı bir çizgide kurulmuştur. Birinci dünya savaşı ile imparatorluklar yıkılmış, ikinci dünya savaşı ile İslam dünyasının tam ortasına ayrı bir din devleti kurulmuştur. Şimdi bu küçük devletin büyütülerek bir imparatorluğa dönüştürülmesi hazırlanırken ve Balkanların güneyinde Büyük Makedonya üzerinden bir Musevi devleti Avrupa toprakları üzerinde kurulurken, Sovyetler birliğinin merkezi ülkesi olarak da Rusya Federasyonu, Doğu Avrupa’yı Avrupa Birliği’ni ele geçiren batı Avrupa’nın büyük devletlerinin emperyalist girişimlerinden kurtarmak üzere, Rusya ve ABD işbirliği Avrupa Birliği ile Çin hegemonyasına karşı savaş sahasına çıkmaktadırlar.

                Uzun süren bir soğuk savaş sonrasında dünyada ABD hegemonyasına karşı dengelerin Rusya tarafından kurulabileceği konusunda bir yaygın kanaat oluşmuştur. Bu yüzden Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra karşı dengeler alanında boşluk doğmuş ve dünya tek kutuplu bir yapılanmaya doğru sürüklenirken sürekli olarak karşı güç dengesi aranmıştır. Ne var ki, İngiltere ve İsrail arasında ABD içindeki kavga ve çekişmeler yüzünden tek kutuplu dünya arayışları sonuçsuz kalınca, dünya bu kez yeniden iki kutup arayışına girerken, bu kez Çin, Hindistan, Brezilya, Avustralya ve Avrupa Birliği gibi yeni dev ülkeler rekabet yarışına girince, bu kez çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiş hızlanmıştır. Dünya geçmişten gelen ABD-Rusya dengesini ararken, ABD’nin karşısına bu kez Çin çıkmış ve ikinci bir süper güç olarak yeni dünya düzeni içinde etkili olmaya başlamıştır. Yer kürenin tepesindeki ABD-Rusya dengesinin yerini ABD-Çin dengesi alınca bu kez eski karşıt kutup başı olan Rusya, sosyalist sistemin çöküşünden sonra içine sürüklendiği durgunluk ve gerileme süreçlerine teslim olmamak üzere, tekrar eski kutup başı ülke olarak hareket etmeye karar vererek, eski yoldaşı olan Ukrayna devletini işgal etmeye yönelmiştir. ABD başkanının yeni tehdit olarak Çin Halk Cumhuriyeti’ni işaret ettiği bu aşamada, Rusya eski Sovyetler Birliği gibi davranarak birliğin içinde yıllarca birlikte olduğu Ukrayna Cumhuriyetini kanlı bir saldırı savaşı ile işgal ederek, insanlığın geleceği açısından son derece tehlikeli bir çıkışı gündeme getirmiştir. Savaş sahalarının eski yıldızı olan Rusya’nın yeniden çevresi için bir tehdit oluşturmaya başlaması ile birlikte, bütün dünya ülkelerinde bir üçüncü dünya savaşının çıkıp çıkmayacağı her yönü ile tartışılmaya başlanmıştır. Soğuk savaş dönemi sonrasında dünya ülkeleri yaşanan elektronik devriminin getirileri ile birlikte bir sürekli barış düzeni arayışına giderken, Rusya’nın eski alışkanlığı ile sınır komşusu olan bir ülke olarak Ukrayna’yı işgal ederek, kendisine yeni bir eyalet olarak bağlama girişimine kalkıştığı ortaya çıkmıştır. Büyük İsrail imparatorluğunu oluşturmak için Orta Doğu ülkelerinde sürdürülen savaş senaryoları geride kalınca, bu kez kuzey yarımküre üzerinden yeni bir savaş sürecinin Rusya aracılığı ile öne çıktığı görülmüştür. Bu savaşın bir üçüncü dünya savaşına dönüşüp dönüşmeyeceği diğer devletlerin alacağı tutuma bağlıdır.

                İsrail çok istemesine rağmen Armegeddon adını verdiği üçüncü dünya savaşını Orta Doğu ülkelerinde çıkaramamıştır çünkü dünyanın eski jeopolitik konumu değişmemiştir. Bu nedenle merkezi coğrafyada bir üçüncü dünya savaşı çıkarılamamıştır. İlk iki dünya savaşının çıktığı yer olan Doğu Avrupa ya da Balkanlar bölgesindeki yeni gelişmeler, gene üçüncü dünya savaşının da eskiden   devam edip gelen çizgide tekrar Doğu Avrupa bölgesine kilitlendiğini göstermektedir. Osmanlı ve Sovyet İmparatorluklarının birbiri ardı sıra çökerek dağıldığı bir ortamda, büyük devletler arasındaki çekişmeler yeniden Avrupa kıtasının doğusuna kaymıştır. Balkanlarda var olan siyasal boşluk devam ettiği sürece dünyanın merkezi bölgesi olan Orta Doğu’yu kimin yöneteceğinin belirlenmesi gerekmektedir. Bu da Balkanlar’daki hesaplaşmayı kimin kazanacağının belirlenmesi ile mümkün olacaktır. ABD bunu bildiği için Yunanistan’a askeri yığınak yapmıştır. Rusya bunu bildiği için Ukrayna’yı işgal etmektedir. Avrupa Birliği bunu bildiği için çok yönlü dengelere oynayarak Doğu Avrupa bölgesini kontrolü altında tutmaya çalışmaktadır. Almanya Rusya ile yakınlaşarak, Fransa ise Akdeniz ülkeleri ile bütünleşmek için yeni girişimlerde bulunarak, Balkanları başkasına kaptırmamak çabası içindedir. Bütün büyük güçlerin nükleer silahlara sahip olduğu bir durumda soğuk savaş dönemi sonrasında oluşturulan dehşet dengesi günümüzde sürdürülürken, kutup başı ülkelerin gözü kara savaş senaryolarını gündeme getirmeleri karşısında, saldırgan Rusya Federasyonu başkanı ve dış işleri bakanı her fırsatta nükleer silahların kullanılabileceğini dile getirerek, nükleer bir yapıda üçüncü dünya savaşının önünü açmak üzere kışkırtıcılığa devam etmektedirler. Ukrayna üzerinden bir kıyamet senaryosu hazırlanırken ve nükleer savaş tehditleri ile insanlık bir kıyamet senaryosu ile üçüncü dünya savaşına doğru zorlanırken, geçmişten bugüne gelen çağdaş uygarlık düzenine yazık olacağı anlaşılmaktadır. İnsanlık ya bu saldırgan savaş sürecinin önünü kesecek ya da kıyamet senaryosu ile birlikte yok olacaktır. Bu noktada bütün insanlığın Hiroşima ve Nagazaki katliamlarını yeniden düşünmeleri gerektiği bir aşamaya gelinmiştir. Dikkat dünya son dönemece girmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN