24 Ekim 2022 Pazartesi

POST - KEMALİZM OLMADI AMA POST -EMPERYALİZM OLABİLİR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA  KALESİ

POST -  KEMALİZM   OLMADI

AMA   POST -EMPERYALİZM  OLABİLİR

                                                                                                                                                                   Çeyrek asırlık zorlamalara ve bu doğrultuda emperyalist baskı ve yönlendirmelere rağmen dünya bir türlü post-emperyalizm dönemine geçemedi. Yirminci yüzyılın son dönemi ile birlikte yirmi birinci yüzyılın ilk çeyrek yüzyıllık döneminde iki kutuplu eski dünya düzeni çökmüş ama bir türlü yeni dünya düzeni kurulamamıştır. Batının dünyasının önde gelen devlet merkezlerinde var olan ulus devletleri ortadan kaldırmaya yönelik yeni politikalar geliştirilirken, küresel emperyalizmin önde gelen temsilcileri hep birlikte ortak hareket etmişler ve  bu doğrultuda el ve ağız birliği kurarak istemedikleri ya da ortadan kaldırılmasını istedikleri akımların başlarına post takısı ekleyerek, bunların geçmişte kaldığını gösteren ilaveler aracılığı ile, yeni yüzyılın başlarında bir çok kavramın başına post ekini getirerek ,kendi ütopyaları doğrultusunda yeni bir yapılanmayı öne çıkarmaya çalışmışlardır . Bu tavır yüzünden dünya kamuoyu post-modernizm, post -nasyonalizm ve de post-kemalizm gibi yeni kavramlar ile tanışırken, yeryüzü gerçekliğinin bugünkü durumunu gösteren post-liberalizm, post-kapitalizm ve de post-emperyalizm gibi yeni kavramlar da emperyalizm işbirlikçisi bazı taşeron küreselciler tarafından dile getirilerek, dünya kamuoyunu kafa karışıklığına sürükleyecek bazı yeni girişimlerde zaman içinde gündeme gelmeye başlamıştır. Post eki normal olarak anlamı yenilenmek istenen kavram ya da düşüncelerin başına getirilirken, pre ya da pro ekleri de daha çok geride kalmış ya da öncü olarak kullanılmak istenen bazı kavramların başına getirilerek, uluslararası alandaki bazı yenilikler ya da değişimlerin ifade edilmesine çalışılmıştır. Yirminci yüzyılın eskiyen bazı akımları ya da oluşumları yenilenmek istendiği aşamada, latince kökeni ile yeniyi ifade eden bir neo eki eskiyen bazı kavramları yenilemek üzere devreye sokulmuştur.

                Yeni yüzyılın ilk çeyrek asırlık dönemi sona ererken, post eki ile ifade edilmek istenen  küresel dönüşümün yetersiz kalması noktasında, bu kez tek bir post ekinin yetmezliği karşısında bu kez değiştirilmek ya da kaldırılmak istenen kavramların ya da düşüncelerin başına ikinci bir post ilavesi getirilerek post-post kemalizm ya da post-post sosyalizm gibi çift eklemeli takılar aracılığı ile, egemen çevrelerin işlerine gelen bir çizgide kamuoyu yönlendirmeler, düşünce saptırmaları aracılığı üzerinden dolaylı yollardan  yapılmaya çalışılmaktadır. Ulus devletlere ve ulusal yapılanmalara açıkça karşı çıkan her türlü emperyalizm, her açıdan ulusalcılık ile mücadele ederken ve post- ulusalcı bir düzen arayışı içine girerken, doğal olarak Türkiye’deki ulus devlet ve ulusal toplum yapılanması ile de yakından ilgilenerek, ortaya post-kemalizm diye bir kavram sürmeye çaba göstermektedirler. Tekelci şirketler bütün dünyayı kendi kontrolları altında tutabilmek ve ekonomik piyasalar üzerinden tüm kıtaları yönetmek üzere ulus devlet düşmanlığı yaparak, bir ulus devleti ortadan kaldırmak amacıyla da Türk devletinin ulusal toplum yapısını parçalayacak düzeyde alt kimlikçiliği kaşıyarak ve de bölücülüğü kışkırtarak, bu gibi olumsuz durumları ortadan kaldıran Türk ulus devletini ve Kemalist Cumhuriyeti  tasfiye etme doğrultusunda, önce post-kemalizm kavramını düşünce ortamına getirmişler, böylesine bir kavramın yardımı ile hedeflerine ulaşamayan emperyalist çevreler daha sonraki aşamada yeni bir geçiş dönemini öne çıkarmak doğrultusunda  ikinci bir post eki ile post-post-Kemalizm akımını dile getirerek, yola devam etmek istemişler ama post-Kemalizm kavramı üzerinden Türkiye Cumhuriyetinin Kemalist  rejimini ortadan kaldıramadıkları için, post-post- Kemalizm aşamasına geçilememiştir. Aksine siyasal gelişmelerin birbirini izlemesi üzerine, yok edilmek istenen Kemalist rejiminin, gelişmeler karşısında daha da güçlendiği ve bu yeni yapılanması ile de her türlü siyasal saldırılara karşı çıkarak, kendisini güçlü bir biçimde koruduğu görülmüştür. Post-Kemalistler hedeflerinin tümüyle tersi bir duruma Kemalist rejiminin yıkılmaz karşı çıkışıyla sürüklenmişlerdir.

                Kemalizm bir akım olarak, yirminci yüzyılın başlarında Türklerin var olma savaşı anlamında ulusal kurtuluş mücadelesine kalkışması aşamasında ortaya çıkmış, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşını veren Türkler Atatürk’ün yolundan giderek çağdaş bir cumhuriyet rejimine sahip olmuşlardır. Birinci dünya savaşı sırasında imparatorluklar çökerken ve bunlardan sonra tarih sahnesine ulusal kurtuluş savaşları arasından çıkan bir Türk kurtuluş savaşı damgasını vururken, gündeme gelen Kemalizm düzeni Kemalist devlet yapılanmasıyla sonuçlanırken, Türk ulusu dünyanın tam ortasında yer alan bir merkezi konumuyla dünya sahnesine yeni bir devlet olarak   çıkma şansını elde etmiştir. İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken emperyalizm tüm devlet yapılanmalarını yıkmaya doğru adım atmış ama tam bu aşamada tarih sahnesine Türk ulusu olarak çıkan eski Osmanlı ahalisi, bir var olma savaşına girişerek, emperyalist devletlerin projelerinin öne çıkmasını önlemiştir. Kemalizm böylesine bir sürecin sonucunda Türklerin kazanılmış haklarının ideolojisi olarak devreye girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti   böylesine tarihsel bir oluşum olarak yeni dünya düzeninde ortaya çıkarken, tüm emperyalist plan ve projelere karşı durarak bunların gerçekleştirilmesini önlemiştir. İşte şimdi aradan bir yüzyıl geçtikten sonra emperyalist devletler yüzyıllık parantezi kapatmak üzere Kemalist devlet düzenine saldırmaktadırlar. Yüz yıllık bir dönemi dünya dengeleri açısından normal gören emperyal güçler, yeni bir dünya düzeni kurmak üzere yola çıkarken, merkezi coğrafyanın kilit ülkesi olarak Türk devletini kendileri açısından yok edilmesi gereken başlıca ana hedef olarak gördüklerini de açıkça ortaya koymaktan çekinmemektedirler. Birinci dünya savaşı sonrasında yer küreye yeni bir düzen kurulurken, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti harita üzerinde şekillenmeye başlamış ve aradan geçen yüz yıllık süreç sonunda, Türk devleti bugünkü yapısını ve modelini koruyarak bir asırlık dönemini başarıyla tamamlamıştır.

                Post-Kemalizm kavramı, modern zamanların ürünü olarak ortaya çıkarken, modernizmin bir ürünü olan Kemalizm, emperyal merkezler tarafından hazırlanarak öne çıkarılan post ya da post-post tanımlamalarıyla kullanılmaya başlanmış ve böylece yeni bir ortaçağ özlemi gerçekleştirilirken modern çağlar geride bırakılmaya çalışılmıştır. Modern çağlar orta çağ sonrasında ortaya çıkarken ve emperyalistler modern dünya düzenini ortadan kaldırmaya çalışırken, modernizm öncesinde var olan ortaçağ arayışlarını canlandırarak, hızlı bir biçimde daha eski dönemlere doğru bir yöneliş yeni orta çağ arayışları olarak gündeme getirilmiştir. Dünyanın her bölgesinde modernite öncesinde yerel kültürel ve siyasal değerler ortaçağ uzantısı bir biçimde varlıklarını sürdürürken, modernleşme eğilimleri dünyayı değiştirerek geçmişten gelen dünya düzenini ortadan kaldırmıştır. Osmanlı imparatorluğu böylesine bir dönüşüm süreci içinde ortadan kaldırılmıştır.  Bugün gelinen yeni aşamada ise bu kez dünyaya yeniden egemen olan emperyal güçlerin çıkarları doğrultusunda, bu kez modernizm ortadan kaldırılarak yerine yerel yapılanmaların getirileceği bir orta çağ düzeni modernizm yapılanması kaldırılarak getirilmeye çalışılmaktadır. Yerel kültür ve siyasetin geçerli olduğu eski ortaçağ düzeni geri getirilmek istenirken, bugünkü modern dünya ortadan kaldırılmak istenmekte ve köyler ile kentler üzerinden yeni bir yerelleşme dalgası tırmandırılarak, yeni yüzyılın başlarında gerçekleşmiş olan ulus devletlerin egemenlik düzenlerine son verilmek istenmektedir. Modern devletlerin dönüştürücü karakteriyle öne çıkan modern dünya düzeni modern çağlar ötesinde yeni bir yapılanmaya doğru zorlanırken, kasıtlı olarak yerelleşmeler üzerinden ulus devletlerin ve ulusal toplumların devre dışı bıraktırılması için çaba sarf edilmektedir. Dünya toplumlarını günümüzün çağdaş devletleri haline getiren modernizmin insanlığı güçlendiren ve bilimin verileriyle devrim yapmasına giden yolları açan ilerletici ve geliştirici yönleri görmezden gelinerek, modernizm düşmanlığı önce post-modernizm kavramı ile, daha sonraki aşamalarda ise tam anlamıyla bir saldırganlık görünümü çerçevesinde post-post Kemalizm kavramı üzerinden  devreye sokulmaya çalışılmıştır. Yirmi birinci yüzyıla giriş ile birlikte başlatılan ulus devlet düşmanlığı bu yüzyılın içinde ilerlerken post modernizm akımı ile başlamış ve halen post-post-Kemalizm kavramı ile sürdürülmektedir.

                Merkezi coğrafyanın geleceği için Büyük Orta Doğu, Büyük İsrail ve de Yakın Doğu projelerini yeni yüzyılın başlarında öne çıkartan Atlantikçi ve Siyonist emperyalistler, Türkiye’nin siyasal rejimini sürekli olarak vesayetçilikle suçlamışlar ve Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projelerine geçebilmek için her anlamda orta çağ devlet düzenini gündeme getirecek geriye doğru adımların atılmasına giden yolda çalışmalarını tırmandırarak sürdürmüşlerdir. Çağdaş dünya yapılanmasının gündeme getirdiği ulus devletler modeli orta dünyada varlığını sürdürürken, Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail gibi bölgesel projelerin dayatılmasıyla birlikte yerelleşmeler üzerinden, köyler ve kentler öne çıkartılarak daha küçük siyasal yaşam düzenleri aracılığı ile büyük ulus devlet yapılanmaları devre dışı bırakılmaya çalışılmıştır. Yavaş yavaş öne çıkarılan post-Kemalizm söylemi, vesayetçi düzen suçlamaları ile güçlendirilerek tırmandırılmaya çalışılmıştır. Emperyalizme karşı direniş için kurulmuş olan İttihat ve Terakki örgütü ile başlatılan antiemperyalist direnişin daha sonraki aşamada örgütlenen bir ulusal kurtuluş savaşı olarak Kuvva-yı Milliye karşı çıkışı ile sürdürülmesi, merkezi alanı işgal için gelen batılı emperyalistlerin hegemonya saldırılarını sonuçsuz bırakmıştır. İttihat ve Terakki ile birleşmenin önemini, Kuvayı Milliye hareketi ile de özgürlük ve bağımsızlığın anlamını kavrayan Anadolu halkı, gelişmiş batılı ülkelerde kurulduğu gibi, çağdaş bir ulus devleti Misakı Milli sınırları içerisinde kurarak ve bir yüzyıl boyunca yaşatarak, ülkede modernleşme devrimini tamamlamışlardır. Avrupa kıtasının yanı başında kurulan çağdaş ulus devleti, yanlış kurulmuş bir cumhuriyet biçiminde kötüleyerek tanımazdan gelmeye çaba göstermişlerdir. Avrupa İnsan Hakları mahkemesinden Türkiye’nin yanlış bir cumhuriyet olarak kurulduğunu karara bağlamasını sağlayan emperyalistler, bu doğrultuda Türk devletini geride bırakacak bir düzeyde Post-Kemalizm suçlaması yapmaya devam etmişlerdir. Cumhuriyetin kuruluş dönemini ele alarak saldıran emperyalistler daha sonraki aşamada kurulan ulus devlete karşı düşmanlık ile, modern Türkiye’yi çağdışı bir ortaçağ yapılanmasına Arap devletlerinde olduğu gibi yönlendirmeye çaba göstermişlerdir. Moderleşmenin öncüsü olan batılı ülkelerin kendilerinin dışındaki bir bölgede emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarları için modernleşmenin tam tersi çizgide yeni ortaçağ düzeni oluşturmak için Post-Kemalizm baskısı uygulaması, her açıdan dünya düzenini bozan bir sahneyi orta alanda öne çıkarmıştır.

                Dünyanın tam ortasında, orta çağ sonrasında kurulmuş olan imparatorluğun çöküşü üzerine modernleşme akımları da devreye girerek, Avrupa tipi bir ulus devlet yapılanmasını zaman içinde gerçekleştirmişlerdir.  Çağdaş cumhuriyet devletinin kurucusu Mustafa Kemal’in adı ile anılan devrimler dönemi, Kemalizm adı altında siyasal bir model olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Ulusal kurtuluş sonrasında devrimler dönemi Kemalist Cumhuriyet olarak adlandırılırken, Atatürk sonrası dönemde kurulmuş olan yeni siyasal düzenin tam anlamıyla oturmuş bir siyasal düzenleme aşamasına gelmesi için de yoğun çalışmalar yürütülmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşu sonrasında başlayan Atatürk ve Kemalizm karşıtlığı zaman içinde düşmanlığa dönüşmüş, Sovyetler Birliğinin çöküşü sonrasında da Post Sovyetizm ile birlikte Post-Kemalizm devreye sokularak, sosyalist sistem ile birlikte Kemalist devlet düzeni de tasfiye edilmek istenmiştir. Bu aşamada, Türk devletini son komünist devlet olarak suçlayan cahil kişiler ya da dünya bankasının kontrolündeki bazı politikacılar uzaktan kumandalı manüplasyonlar aracılığı ile Türkiye’de başbakanlık makamına getirilerek, çağdaş ulus devletin dış müdahaleler aracılığı ile çökertilmesine çalışılmıştır. Türkiye aleyhindeki bütün bu girişimler Post-Kemalizm adına Türk ulusuna karşı yürütülürken, Atatürk cumhuriyeti sürekli olarak vesayetçilik ile suçlanarak saldırıların önü açılmaya çalışılıyordu. Atatürk saldırıları Kemalizm düşmanlığına dönüşürken, Kemalist cumhuriyet sonrası için bölgesel emperyal planlar yavaş yavaş devreye giriyordu. En sağdan en sola kadar siyasetin her çizgisindeki siyasal merkezler Osmanlı devleti sonrasında Atatürk’ün kurduğu ulusal merkezi devleti kabul etmezken, bunu yıkmak üzere giderek tırmanan karşıt güçler Post-Kemalist politikaları geliştirerek, uygulama alanında her açıdan etkinlik sağlamaya çalışıyorlardı. Atatürk karşıtları Post-Kemalist bir ittifaka girerken, Türk devleti de bu aşamada toparlanabilmenin çabası içine giriyordu.

                Batı dünyası ile geliştirilen siyasal ilişkiler çerçevesinde Türkiye’de de çağdaş anlamda bir demokrasi düşe kalka kurulurken, batı ülkelerinde gelişmiş olan bütün siyasal akımların yavaş yavaş Türkiye’de de devreye girdiği ve zamanla çok partili bir demokratik cumhuriyet uygulamasına doğru adımların atıldığı anlaşılmıştır. İslam dünyasının ortasında laik bir devlet kurmanın zorlukları ile yeni rejim boğuşurken, Kemalist rejim laiklik konusunda sıkı bir savunma içine girince, ülkede var olan dini tarikatlar ve diğer cemaatler tam anlamıyla özgür olabilmenin mücadelesi içinde Kemalizm ile tam bir hesaplaşma sürecine kalkışmışlardır. Orta çağ döneminde ya da Osmanlı devletinde olduğu gibi her açıdan din alanında özgürlüklerin tanınması esas kabul edilerek, Kemalizm’in oluşturduğu çağdaş cumhuriyet modelinin uygulama alanına getirilmesine, dini topluluklar sonuna kadar direnerek, siyasal anlamda toplu karşı çıkışları gerçekleştirmişlerdir. Böylesine bir çıkış ile başlayan dinci anti-Kemalizm, Post-Kemalizm akımlarının önünü açarak bugünkü anti-Kemalist ittifakın siyasal alanda öne çıkışına giden yolu açmıştır. Kemalizm akımına ve getirdiği kamu düzenine karşı her zaman anti-Kemalizm direnmiştir. Ayrıca Osmanlı devletinin son döneminde Balkan yarımadasındaki Balkanizasyon yapılanmalarının, Anadolu topraklarına taşınması noktasındaki alt kimlikçilik ya da kavimcilik gibi ayrılıkçı girişimlere yönelen bölücülük hareketleri de bazı İslamcı akımlar ile yakınlıklar kurarak anti-Kemalist çizgide birlikteliği sağlamışlardır. Sovyetler Birliği döneminde genç Türk devleti devletçilik akımına yönelirken, batı Avrupa etkisiyle Türkiye’de liberal hareketler gelişince, bu gruplar da devletçilik karşıtlığı üzerinden örgütlenerek liberal partiler ya da örgütler oluşturmuşlardır. Kemalizm karşıtlığında liberaller de bölücüler ve İslamcılar gibi Atatürk karşıtlığında bir araya gelmişlerdir. Küreselleşme döneminde ulus devletin tasfiyesi asıl hedef olarak seçildiğinden, ulus devlet yapılanmasına karşıt bir çizgide Kemalizm karşıtı kimlikçi gruplar bir araya gelmişlerdir. Anti-Kemalist ittifakın gerçekleşmesi sonrasında Türkiye’de Post-Kemalizm’e yöneliş başlamıştır. Atatürk rejiminden kurtulmak isteyenler, bu devletin kurucusunu hedef alarak Post-Kemalizm adıyla belirledikleri Atatürk karşıtlığını, daha rahat koşullarda sürdürmeye başlamışlardır.

                Yeni dönemde iş adamları ile tarikat hocaları ya da alt kimlikli grupların temsilcileri zaman zaman bir araya gelerek Post-Kemalizm doğrultusunda, Türk devletini ve ulusunu Kemalizm’den uzak tutmak üzere yeni planlar ve programlar belirleyerek hareket etmişlerdir. İş adamı dernekleri laikliğin sınırlanmasını isterken, bölücü alt grupların temsilcileri de etnik ve dinsel alt kimlikler için daha geniş özgürlük talep ediyorlar, liberal çizgide politika yapanlar da batının en gelişmiş ülkelerin de olduğu gibi en üst düzeyde hak ve özgürlük isteyerek, Kemalist devletin elini kolunu bağlayacak önerilerde bulunuyorlardı. Emperyalist devletlerin yabancı gizli servisleri bütün ülkelerde devlet ve rejim karşıtı hareketleri yakından izleyerek kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirirken, var olan ulus devletlerin üniter yapıları bozulmakta, yerel alt kimlikçi siyasal yapılar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlarken ülkenin birliği ve bütünlüğü büyük çapta sarsıntılar geçirebilmektedir. Bu gibi inişli çıkışlı düzensiz dönemler var olan devletin kamu düzenini bozarken, devletlerin siyasal rejimlerinin de çöküşüne ya da ortadan kalkmasına neden olabilmektedir. Emperyalist batı ülkelerine yakın bir çizgide yolunu bulmaya çalışan Türk devleti, onların dış müdahaleleri yüzünden birçok siyasal kriz ile karşı karşıya kalabilmektedir. Bu yüzden de zaman zaman gene batı destekli askeri hareket, ya da yönetim istekleri ile birçok cephe de ve konularda yüz yüze gelinmektedir. Bu yüzden Atatürk Cumhuriyeti hem anti-Kemalist saldırılar ile hem de askeri darbe senaryoları ile karşı karşıya kalmaktadır.  Böyle bir durumun günümüz koşullarında da söz konusu olabilmesi nedeniyle, Türkiye tam anlamıyla batı tipi bir demokratik rejime her açıdan sahip olamamıştır. Ayrıca anti-Kemalist dayanışma ve ittifakların ülkenin birliğini tehdit etmesi de dikkate alınarak, Post-Kemalizm girişimlerinin ülkenin bitişi ya da çökertilmesi noktasında son müdahaleleri yerine getirdikleri görülebilmektedir. Post-Kemalizm çizgisinde giden ülkenin önde gelen iş adamı derneklerinin kurdukları Yeni Demokrasi Partisi seçimlerde yüzde bir bile oy alamadığı için, onlar da ikinci cumhuriyetçi olarak neo-liberal politikaları Atatürk’ün devletçilik siyasetine karşıt bir biçimde geliştirme yolunu denemişlerdir.

                Post-Kemalizm akımı Kemalist düzeni ortadan kaldırmak doğrultusundaki politikalar çizgisinde bugünün koşullarında siyasete soyunurken, bu hareketi destekleyenler Türkiye Cumhuriyetinin yüz yıllık geçmişini her yönü ile ele alarak değerlendirmeye kalkışmaktadırlar. Post-Kemalizm değişik alanlarda öne çıkan siyasal kadrolar ile bir akım olarak örgütlenirken, geçmişten gelen Atatürk karşıtlığı ya da Kemalizm’e eleştirel bakış açısı ile devleti kuran siyasal çizgiye karşı bir alternatif arayışı içinde olmuşlardır. Türkiye’nin demokratikleşmesi çizgisinde geçmişten gelen çizgi giderek yetersiz kalmıştır. Eşitlikçi ve özgürlükçü bir bakış açısı ile Kemalizm’in durumunu her koşul altında irdeleyen Post-Kemalizm akımı, ülkede her zaman için batı tipi bir demokrasinin tam anlamıyla gerçekleşebilmesi ihtimaline önem vererek, bunun getireceği veriler doğrultusunda demokratikleşme olgusunun geleceğini tartışmaktadır. Post-Kemalizm’in birbirinden farklı kesimlerin birikimleriyle öne çıkması, ülkede bir eleştiri ortamı yaratarak geleceğin kurgulanması açısından önemli ölçülerde katkılar sağlamıştır. Ne var ki, Atatürk eleştirilerinin ötesine giderek çok katı ve uzlaşmasız bir tavır içerisinde konuya bakıldığı zaman, Türk devletinin demokratikleşmesinde gerekli olan eleştiri düzeyinin ülke gerçekleri doğrultusunda yararlı olabilmesi için her aşamada gözden geçirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği dışında kaldıkça, batı tipi demokratik rejimlerden uzaklaşarak Asya tipi otoriter rejimler çizgisine doğru yeniden yol almaktadır Batı tipi ülkelerde görülen demokratikleşme süreci dışında kalan her ülkede olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de otoriter siyasal rejimlerin bugün kendiliğinden devreye girerek, siyasal dengelerin yeniden oluşturulmasına katkıda bulunduğu söylenebilmektedir. Batı tipi demokrasilerde görülen siyasal kurumların tam anlamıyla devreye girmemesi gibi olumsuz durumlarda, Türkiye devleti kendi varlığı açısından gerekli olacak adımları atarak gerekli olan önlemleri almak zorunda kalmaktadır.

                Yirminci yüzyılın son genel seçimlerine ayrı bir parti olarak giren Yeni Demokrasi Hareketi yüzde bir oy alamayarak Türk halkı ile ters düştüğü aşamada işadamlarıyla bütünleşen kapitalist çevreler kendilerine yeni bir çizgi yaratmak için çabalarken, batıcı liberal aydınların ortaya çıkardığı ve anti-Kemalist ittifakın desteklediği bir Post-Kemalist oluşum, Türkiye’de beklenen dönüşümün gerçekleşmesi umuduyla egemen güçler tarafından desteklenmiş ama bir türlü istenen sonuçlar elde edilememiştir. Küresel sermaye ile son dönemde birleşerek bütünleşme yolunda ilerleyen ulusal sermaye gücünün de batı ülkelerinin desteklemeleri doğrultusunda Post-Kemalist yeni yaklaşımlar geliştirmeye çalıştığı çeşitli aşamalarda gündeme gelmiştir. Yeni demokrasi kavramına sarılarak geliştirilmek istenen küreselci emperyalizm akımı, ulus devletin sınırlamalarından çekindiği için Post-Kemalizm başlığı altında var olan siyasal rejimin değişim ve dönüşümüne giden yolda etkinliklerini devam ettirebilmek çizgisinde hareket ederek, çeşitli alternatifler üzerinde durabilmektedir. Özellikle kapitalist Yeni Demokrasi kavramı altında geliştirilen Post-Kemalist yaklaşımlar, ülkeye yönelen hegemonya düzenini gerçekleştirmek ve bunu gelecekte de devamlı kılmak açısından sağ kanatta otantik  bir anlamda  reformcu olabilecek düzeyde  ve otoriter tek adam yönetimine doğru yönelme yaklaşımı kendiliğinden devreye girmiştir .Kemalist ve anti-Kemalist toplum kesimlerinde böylesine gel-git oluşumları yaşanırken  reformculuk, devrimcilik  ve de yenilik arayışlarının fazlasıyla toplumsal düzeyde yaygınlık kazandığı görülmektedir. Ülke içinde siyasal rejimin ortaya çıkardığı ulusalcı aydınlar ve siyasetçilerin, alt kimlikçilik yaparak Kemalizm akımına uzak durmaları yüzünden, Post-Kemalizm akımının geliştirilmesi gene anti-Kemalist ittifakın ilgi alanı içinde kalmıştır. İslamcı kesimler liberal tezlerden bu aşamada fazlasıyla yararlanırken, bölücü ve etnik kadrolar da gene bu duruma benzer bir biçimde neo-liberal yaklaşımların etkisi altında hareket ederek, Post-Kemalizm’in daha hızlı bir biçimde gerçekleştirilmesine katkı sağlamıştır. İkinci cumhuriyetçilerin modernizm çıkmazından kurtulabilmek için çoğul modernlikler ya da alternatif modernleşme yönelişleri gibi yeni yaklaşımları, Post-Kemalizm gibi geliştirmeye çalıştıkları son dönemde ortaya çıkmıştır. Ülkede ılımlı din anlayışına sahip olan yeni bir iktidarın işbaşına gelmesiyle birlikte, kendilerini demokrat olarak ilan eden eski milli görüşçülerin de yenilikçilik tavrı ile Post-Kemalizm’e yöneldikleri görülmüştür.

                Çoğul modernlikler, dinsel milliyetçilikler ve bu doğrultuda gündeme getirilen özcü medeniyetçilikler, liberal kesimlerin geliştirdiği ikinci cumhuriyetçiliğin dayanak noktaları olarak   öne çıkarken, dinci kesimlerin liberal akımlarla neredeyse bir arada olma aşamasına geldiğini ortaya koymuştur. Liberal düşüncelerin cumhuriyetin kuruluşu ve yönetim modeli üzerine yoğunlaşması üzerine, Türkiye’deki rejim tartışmaları daha da sertleşerek içinden çıkılmaz bir duruma gelmiştir. Bu aşamada var olan Kemalist rejim her yönü ile saldırı ve eleştiri karşısında hedef tahtasına konularak acımasız bir çizgide Türk ulusunun gözünden düşürülmeye çalışılmıştır. İktidara gelen İslamcı partinin ilk on yıllık dönemde ılımlı bir yol izlemesi sonucunda, iktidara bir türlü gelemeyen milliyetçiler ile dinciler arasında milliyetçi toplum kesimleri ile bir dayanışma dönemi gündeme gelmiş ve bu iki çizginin iş birliğine dayanan bir siyasal ittifak oluşturularak son on yıllık dönemde Türkiye Cumhuriyeti devletinin yönetilmesi çizgisinde devreye sokulduğu görülmüştür. Dinci partinin siyasetlerine fazlasıyla karşı çıkan ve zaman zaman ağır muhalefet yapan milliyetçi partinin, muhalefetten uzaklaşarak ılımlı İslam iktidarına yakın durması nedeniyle, ülke içindeki günlük politikalar oluşturulurken ulusalcı çizgiden uzaklaşma eğilimleri öne çıkmıştır. Küreselci emperyalizmin baskıları karşısında Türkiye’yi yönetemez bir duruma sürüklenen ılımlı İslamcı siyaset, milliyetçilerle yeni bir siyasal ittifaka girişerek ulusalcı muhalefetten ve baskılarından kurtulmuştur. Böylece ulusalcılığın baskılarından kurtulan ılımlı İslamcı hareket ulus devletin kurucusu ulusal önder Atatürk’e karşı mesafeli tutumunu daha rahat sürdürürken, batı blokunun baskıları ile dayatılan liberalizme daha yakınlaşırken, Post-Kemalizm eleştirileri giderek artmıştır. Devlet yönetiminde dinin etki ve baskıları arttıkça Atatürk modeli ulus devlet ile Kemalizm uygulamalarından zaman içinde uzaklaşılma çizgisi daha da derinleşmiştir. Post-Kemalistler bu durumda eleştiri ve saldırılarını daha da artırmak çizgisinde, bu kez de Post-Post Kemalizm sloganına sahip çıkarak batı emperyalizminin çıkarları doğrultusundaki siyasal girişimlerini tırmandırmışlardır.

                12 Eylül askeri rejimini gerçekleştiren NATO örgütü, Türkiye’nin Kemalist rejimini daha çok batının etkisi altına sokabilme doğrultusunda, o dönemin askeri cuntası bir yönü ile tamamen sağ tandanslı bir askeri yönetime yöneliyor ve gelecekte Türkiye’nin Avrupa-Asya kıtalarındaki merkezi oluşumlara kaymaması için de ABD-İsrail ikilisinin kontrolu altında Türk-İslam sentezi adıyla anılan bir yarı askeri yöntemi, öncü bir NATO rejimi olarak devreye sokuyordu. Bu rejim on yıllık bir zaman dilimini doldururken bu sefer her gün sabahtan akşama kadar Kemalizm konuşuluyor ve kullanılıyordu ama tartışması kontrol altındaki medya aracılığı ile önleniyordu. Atatürk dönemini yoğun bir eleştiri altında tutan Post-Kemalistler, ABD-İsrail ikilisinin gündeme getirttiği 12 Eylül askeri hareketini eleştirmiyorlar, geçmiş dönemlerde dile getirdikleri hiçbir rejim saldırısını askeri baskı döneminde dile getirmiyorlardı. Atatürk ve tek parti dönemini her fırsatta tenkitten uzak durmayan Atlantikçi-Siyonist ittifakı NATO yönetimi altında eskiden kullandıkları Post-Kemalizm söyleminden hiç bahsetmeyerek, Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi, her türlü Atatürk saldırısı ve eleştirisine açık bir biçimde yola devam ederken, sabahtan akşama kadar Atatürk adı kullanılarak  sürdürülen NATO’cu  hareket zamanında her nedense Post-Kemalizm söylemlerinden uzak durularak , sağcı bir Atatürkçülük icat edilerek, gerçek anlamda  antiemperyalist ve sol içerikli bir siyasal akım olan Kemalizm doğuştan gelen sol çizgisinden uzaklaştırılarak Amerikancı bir Türk-İslam sentezi çizgisine doğru yönlendiriliyordu. Antiemperyalist, halkçı, toplumcu, cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı bir akım olan Kemalizm’in yeni dönemde, sermaye ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda sağcı bir otoriter yönetim modeli olarak gösterilmeye çalışılması Türk devleti ile Türk ulusunu derinden yaralamıştır. Atatürk kurduğu ulus devleti halkçı cumhuriyetçilikle bütünleştirerek bir sol Kemalizm akımını öncü bir çizgide yaratmaya çalışırken, batı emperyalizminin Post-Kemalizm adına oluşturdukları bir siyasal rüzgâr ile antiemperyalizmin Türkiye’deki dayanak noktası olan Kemalist siyasal rejimin tasfiye edilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. 12 Eylül rejiminin sağcı Atatürkçülüğü, Post-Kemalizm tartışması yaratarak ve Kemalist rejimin gerçek temellerini sarsarak tasfiyeye giden yolu açmıştır.

                Batının önde gelen devletlerinde her aydın devam etmesini istediği siyasal akımların başına Neo eki getirerek savunduğu çizgilere yeni bir yapılanma getirirken, karşı çıktıkları, istemedikleri ya da kaldırmaya çalıştıkları akımların başına da Post ekini getirmektedirler. Bugün Türkiye’de Neo-Kemalizm değil ama açıkça Post -Kemalizm konusu tartışılmakta, bu akım ile ikinci cumhuriyetçilerin önünün kesilemediği düzeyde ise, bir Post eki daha getirilerek derinlemesine bir eleştirel bakış açısı öne çıkarılmaya çalışılmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında Orta Doğu bölgesine ABD’nin  ve NATO’nun gelmesiyle  birlikte İsrail’in kurulması yepyeni bir durum yarattığı için geçmişten gelen eleştirel bakış açısıyla Kemalizm’i tartışmak yeterli olmamış, Atlantikçiler ile Siyonistlerin bölgeye gelmeleri sonrasında, var olan devlet düzenleri ortadan kaldırılmaya çalışıldığı için, Amerikancı liberal ikinci cumhuriyetçiler için Post-Kemalizm saldırıları başlatılmış ve bu tutum Atatürk Cumhuriyetinin tasfiyesi işleminde yeterli olmadığı noktada  buna ikinci bir post daha ekleyerek, Post-Post-Kemalizm söylemi ile Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projelerinin önü açılmak istenmektedir. Türkiye’de devlet düşmanlığı ile Atatürk karşıtlığı bir arada ele alındığı zaman, Atlantik emperyalizmi ile Siyonizmin bir araya gelen isteklerinin devlete ve topluma empoze edilmeye başlandığı görülmekte ve bu aşamada Post-Post Kemalizm siyasal emperyalizmin bir uzantısı olarak ağırlık kazanarak öne geçmektedir. Sağ Kemalizm’den Post-Post Kemalizm’e geçiş bir hazırlık aşamasından sonra gündeme getirilmiştir. 12 Eylül rejimi Atatürk çizgisini bozarak ve halka düşman bir çizgide otoriter bir rejime dönüştürerek, Türk ulusunu kurtarıcısına karşı bir çizgiye çekmiştir. ABD-İsrail ikilisinin çıkarları doğrultusunda Türk halkını karşısına alarak, emperyalist projeleri hem ülkeye hem de bölgeye karşı planlı bir biçimde dışarıdan yönlendirilen siyasal girişimler, merkezi coğrafyada hem Türkiye’nin hem de Türk ulusunun tasfiye edilmesine giden yolları açmıştır. Reel politik koşullar açısından Post-Post-Kemalizm Türk halkının ve devletinin bölge ülkelerine ve halklarına karşı “Allaha ısmarladık “demesi ile aynı anlama gelmektedir.

                Yirminci yüzyılın başlarında merkezi coğrafyanın tam ortasında bir Türk devleti cumhuriyet rejimi altında kurulduğu için daha sonraki dönemde gündeme gelen siyasal gelişmeler bölge ülke ve halkları ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusunun da varlığını yakından ilgilendirmektedir. Kemalizm Türk devletinin ve ulusunun tarih sahnesine çıkmasının bağımsızlıkçı ideolojisi olarak gündeme gelirken, bu duruma karşı çıkan güçler batının önde gelen emperyal orduları idi. Bu açıdan Türkiye’nin varlığı ve bağımsızlığı Kemalizm-Emperyalizm çatışmasının sonucudur. Emperyalizmin işbirlikçisi ya da temsilcisi kişi ve kuruluşlar cep ve göbek bağlantıları nedeniyle emperyalizmin şarkılarını dile getirirken, Türk ulusu yeniden Kuvay-ı Milliye mücadelesinin marşları ile karşı koymak zorunda kalacaktır. Emperyalizmin çıkarları çizgisinde hiçbir devlet ya da toplum yok olmayı kabul edemeyeceği için Post-Kemalizm bugüne kadar olmamıştır ve gelecekte de olmayacaktır. Post-Kemalizm gerçekleştirilemediği için Kemalizm halen vardır ve Atatürk’ün çizdiği yönde yoluna devam etmektedir. Post-Kemalizm ile Kemalizm’i ortadan kaldırmak isteyenlerin başarısızlığı yüzünden onların arkasındaki emperyalizm saldırganlığı devam etmektedir. Küreselleşmenin yansımaları sayesinde emperyalizm bugün dünyanın her ülkesinde etkinliğini sürdürmektedir. Ne var ki, ulus devletlerin de bu doğrultuda almış olduğu tedbirler ile uluslararası dayanışmalar ile bölgesel paktların kurularak harekete geçmesi, emperyalizmin işlerini zorlaştırmaktadır. Emperyalizm Post-Post’culuk oynayarak Kemalizm’i yıkamamıştır ama mazlum halkların temsilcisi olarak hareket eden Türk ulusunun vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşı sonucunda elde edilen zafer dünya halklarına sonradan örnek olunca, bugün Birleşmiş Milletler çatısı altında iki yüzden fazla ulus devlet emperyalizme karşı uluslararası alanda karşı çıkarak direnmektedir. Böylesine bir direnişin güçlenerek devam etmesi sayesinde, Post-Kemalizm gerçekleşememiş ve Atatürk’ün ulus devleti bu nedenle yoluna devam etmektedir. Ulus devletlerin varlıklarını ve bağımsızlıklarını korumaları sayesinde, Post-Post emperyalizm dönemine doğru gelişmeler hızlanabilir ve tüm ulusların ve devletlerin baş ağrısı olan emperyalizm, evrensel barış ortamının sağlanmasıyla önlenebilir ve zamanla yok olabilir.

  Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN   

9 Ekim 2022 Pazar

İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ: PARİS-LONDRA ve ANKARA-İSTANBUL - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

     İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ: PARİS-LONDRA ve ANKARA-İSTANBUL 

                   Bu yazının başlığında yer alan başlığı taşıyan iki ayrı kitap yayınlanmıştır. Bunlardan birincisi bir Avrupa ülkesinde diğeri de Türkiye’de yayınlanarak okur kitlelerine ulaştırılmıştır. İlk basılan kitap Londra ve Paris üzerinden Avrupa devletlerinin ne durumda olduğunu incelerken, ikincisi de Türkiye’nin başkenti Ankara ile Türkiye’nin en büyük kenti olarak da İstanbul’u birlikte ele alarak incelemektedir. Bu iki kitabın başlıklarının “İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ “olması dünyanın en büyük kentleri arasında karşılaştırma yapma olanağını gündeme getirdiği gibi, aynı zamanda da hem Avrupa kıtasının hem de bir Türk ülkesi olarak Türkiye’nin önde gelen büyük merkezlerinin beraberce ele alınarak içinde bulunulan sürecin önümüzdeki dönemde hangi yönlere doğru yol alacağı üzerinde düşünme şansını öne çıkarmaktadır. Aslında her büyük devlette bir başkent ile birlikte bir de ticaret merkezi olarak büyüyerek ve ekonomik dev haline gelerek, metropolitan ölçülerde büyüyen büyük kentlerin bulunduğunu, dünya haritasını incelerken görmek gerekmektedir. Dünyanın önde gelen büyük devletlerine bakıldığı zaman, ABD’de Washington ile New York, Rusya’da Moskova ile Petersburg, Çin’de Pekin ile Şangay, Hindistan’da Yeni Delhi ile Bombay, Fransa’da Paris ile Marsilya, Almanya’da Berlin ile Hamburg bu duruma göre gelişerek, bugünkü benzer yapılanmanın önde gelen merkezleri olarak dikkati çekmektedir. Dünyanın önde gelen büyük ülkelerinde siyasal başkentin yanı sıra, ekonomik merkez olarak büyüyen ekonomik kentlerin de ticaret alanında başkentlere benzeyen bir hegemonik konuma ulaşabildikleri görülmektedir.

                Bazen dünyanın belirli bölgelerinde öne geçen ve büyüyerek başkentleri geride bırakan bazı dev şehirlerde öne çıkabilmektedirler. Bir devletin çatısı altında ilan edilen siyasal başkentlere paralel olarak ekonomik başkentler doğal olarak görülmektedir. Tarihin son dönemlerinde gelişmeler gösteren yayılmacılık ve emperyalizm olguları, uluslararası alanda devletlerin ve kentlerin konumlarını belirlerken ülkelerin içinde siyasal ve ekonomik başkentlerin çekişmeli durumlara doğru sürüklendikleri görülmekte ve bu durum ülke işlerinin görülmesi sırasında, devlet yönetimi açısından bazı handikaplara yol açabilmektedir. Bir ülke içindeki kentler arasında yarış ve rekabet oluşumları normal olarak görülürken, başka ülkelerin sınırları içinde dünya sahnesine çıkan büyük kentlerin rekabet ve çekişme süreçleri içerisinde gelişmelerini tamamlamaya çalıştıkları göze çarpmaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman, ülkeler ve devletlerin farklı zamanlarda öne çıktıkları ya da birbirini izleyen dönemlerde harita üzerindeki yerlerini sağlamlaştırarak, bölgesel oluşum süreçleri içerisinde önde gelen merkezler olarak kendilerine yeni pozisyonlar kazanabilmektedirler. Bazen ortaya çıkan doğal afetlerin kamu düzenlerinin bozulmalarına neden olabildikleri anlaşıldığından, bütün devletler kendilerini koruyabilecek önlemleri acilen alabilmenin yollarını aramaktadırlar. Yer yüzü haritası içinde yer alan bütün ülkeler hem birbirleriyle hem de kendi sınırları içinde barındırdıkları kentleriyle birlikte varlıklarını koruyabilmenin ya da geleceğe doğru adım atabilmenin girişimleri içinde belirleyici olmaya çalışmaktadırlar. Devletler kendi geleceklerini güvenceye alabilme doğrultusunda bu tür girişimlere kalkıştıkları zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Ülkelerin kaderlerini belirleyen siyasal oluşumlar öncelikle başkentlerin ortasında yer alan meydanlarda ortaya çıktığı gibi, yenilik rüzgarlarının yarattığı gelişmeler de toplumsal alanda önemli sayılabilecek değişikliklere açılan kapıları halk kitlelerine göstermektedir. Bu doğrultuda şehirlerin gündemine gelen değişiklikler toplumları yeni yapılanmalara doğru sürüklerken, ortaya hareketlilikler üzerinden değişime doğru yönlendirilen çağdaş kentler gerçeği ile, insanlık karşı karşıya kalmaktadır. Devletler her aşamada güvenliklerini sağlamaya çalışırken beraberinde kentlerin de geleceğini belirlemektedirler.

                Bir ülkede siyasal düzen kurma konusunda  var olan iki büyük şehrin hikayesi açısından konuya bakıldığı zaman  uluslararası alandaki devletler ve kentler arasındaki rekabet ile birlikte şehirler arasındaki çekişmelerin de öne çıkarak ülke ve bölge meseleleri içindeki etkinlerini korumaya çalıştıkları üzerinde durulması gereken bir sorun olarak  öne çıkarken, bu konu bugün için uluslararası ağırlıkların artmasıyla birlikte daha da üst düzeyde bir çekişme konusu olarak  bir uluslararası mesele olarak ,günümüzün  devletlerini ve kentlerini uğraştırmaktadır. Modern çağlar birbiri ardı sıra gündeme gelerek yüzyıllar geçip gittikçe, yılların birikimi sonucunda büyüyen devletlerde merkezi konuma sahip olan büyük kentler başkent olma statüsünü kazanırken, zamanla artan ticaretin sonucunda da sahillerdeki büyük kentler kendiliğinden ekonomik merkezler olarak öne çıkarak, evrensel düzeydeki gelişmelerin içinde anahtar roller oynamaya başlamışlardır. İnsanlığın gelişim süreci içinde bilimsel ve teknolojik alanlardaki patlamalar, üniversiteleri evren kentleri konumuna getirmiş ve bilim yuvalarının yenileşen teknoloji ile birlikte öne geçerek insanlığın geleceği için yön gösteren rehberlik misyonunu öne çıkarmıştır. Bilimsel devrimler kadar siyasal devrimler de insanlık tarihi içinde önde gelen bir yere sahip oldukları için Amerikan, Fransız ve Sovyet devrimleri modern dünyanın oluşumuna giden yol çizgisinde günlük yaşamda ve uluslararası alanda öncü roller oynamıştır. Bugünkü dünya düzeninin oluşumunda batı tipi bir yapılanma sürecinde, Fransa Avrupa kıtasının merkez ülkesi olarak bu kıtanın gelişiminde her yönü ile etkili olmuştur. Bu çerçevede bu ülkenin başkenti konumunu elde eden Paris, Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken bir ada ülkesi olarak İngiltere dünyanın en küçük kıtasının dışında kalarak okyanuslar üzerinden denizlere açılmak zorunda kalmıştır. Fransa bir kara ülkesi olarak Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken, İngiltere de ana karanın dışında kalan bir deniz ülkesi olarak okyanuslara açılmış ve beş kıtayı hedef alarak küresel bir dünya imparatorluğu kurabilmenin arayışı içinde olmuştur. Manş denizinin iki karşı kıyı ülkesi olarak İngiltere ve Fransa, bir yönü ile Avrupalaşma diğer yönü ile de dünyalaşma ya da evrenselleşme süreçlerinin lokomotifleri olarak öncülük yapmışlardır.

                Dünyanın ilk anayasası olarak kabul edilen Magna Charta ile iktidarların tüm yetkilerinin sınırlandığı bir demokratik rejime yönelen İngiltere ile, bilimsel ve teknik gelişmelerin yarattığı birikimin önce toplumsal sonra da siyasal devrime yönelttiği Fransa açısından, modern çağlara giriş aşamasında meydana gelen farklı çizgiler, bu iki ülkenin başkentlerindeki gelişmeler sonucunda insanlık tarihi dönemecinde iki şehir olarak Paris ile Londra’yı karşı karşıya getirmiştir. İngiltere yazılı olmayan bir anayasa ile siyasal gelişmeleri kontrol altında tutmaya çalışırken, hak ve özgürlükleri dengeleyebilmek için krala geniş yetkiler tanımış ve böylece demokratik çizgideki yeni gelişmelerin ülke içinde bir siyasal patlamaya ya da devrime yönelmesine karşı çıkarak, Fransız devrimi gibi yeni bir siyasal oluşuma izin vermemiştir. İngiltere geçmişten gelen devletin yapısını temsil eden krallık rejimini takviye ederek güçlendirirken, kara Avrupasının tam merkezinde yer alan Fransız devleti ülke içindeki yenilikleri kontrol edemeyince krallık rejimini koruyamamış, ekmek bulamayanlara pasta teklifi getiren krallık rejimi toplumsal tabanını kaybederek çökme aşamasına gelince, başkentin ortasında yer alan Bastil hapishaneleri işgal edilerek, siyasal mahkumlar serbest bırakılmıştır. Devrimin ilk adımları hapishaneleri boşaltırken Paris bütün Avrupa kıtasına öncülük yaparak devletin yapısını krallıktan cumhuriyete doğru dönüştürüyordu. İngiltere’nin sahil şehri olan Londra aynı zamanda başkent haline dönüşürken, bir kara ülkesi olan Fransa’da deniz kenarında olmayan Paris, Avrupa demokrasisinin merkezi olarak Fransa cumhuriyetinin başkenti konumunu güçlendiriyordu. Böylece ortaçağdan çıkış ve modern çağlara geçiş aşamasında Londra üzerinden İngiltere dünya liderliğine doğru yönelirken, Fransa’nın başkenti olarak da Paris Avrupa kıtasının liderliğine doğru adım atıyordu. Charles Dickens, iki şehrin hikayesini anlattığı kitabında Fransa’da mahkûm olan bir doktorun başına gelenleri anlatırken İngiltere’de Fransız otoriterizmine karşı İngiliz özgürlükçülüğünün anlatımını yapmaya çalışmaktadır. Devrime doğru ilerleyen Paris yanarken, Londra’da krallıkla dengelenen demokrasi içinde sakin ve huzurlu bir ortam anlatılmaktadır.

                Bugünkü çağdaş dünyayı yaratan Fransız devriminin sancıları Paris’i yakarken, ülkede her şeyin alt üst olduğu bir çöküş sonrasında cumhuriyet rejiminin merkezi oluşumu dikkate alınarak, sonraki kuşaklara bir devrimin nasıl meydana geldiği Paris kentinde yaşananlar üzerinden dile getirilmektedir. Paris Avrupa’da tutuşan alevlerin altında yanarken, dünyaya açılmış olan İngiltere daha sakin ve huzurlu bir ortamda geleceğin evrensel düzenini oluşturabilmenin çabaları içinde köklü bir dönüşüme doğru yöneliyordu. Çağdaş dünyayı yaratan Fransız devrimi başkent Paris’de meydana gelirken bir ihtilal ortamının nasıl doğduğu ve geleceğin yeni siyasal düzeninin nasıl ortaya çıktığı “iki şehrin hikayesi “isimli kitapta bugünün yeni kuşaklarına ders verircesine anlatılmaktadır. Fransız devrimini uzaktan seyreden ve bazı müdahaleler ile yönlendiren İngiltere, siyasal mücadeleleri kontrol ederken bir deniz ve ada ülkesi olmaktan gelen özelliklerini sonuna kadar kullanarak, Fransa’daki gibi büyük toplumsal patlamalara ya da kraliyet hanedanının katliamlarla sona erdirilmesi gibi köklü değişikliklere uzak kalmayı başarmıştır. Açlık, sefalet ve sosyal çöküntülerin yol açtığı felaketler aşamasında Fransız devrimi önlenememiş ve hanedan yönetimine dayanan krallık rejimi yerini tüm halk kitlelerinin ortaklaşa katılacağı bir cumhuriyet rejimine bırakmak zorunda kalmıştır. Çağdaş dünya yavaş yavaş ortaya çıkarken bir kara ülkesi olarak Fransa Avrupa kıtasının, İngiltere ise denizler üzerinden dünya kıtalarının merkezi haline gelirken, Paris ve Londra gibi iki büyük kent dünya yönetiminin karşıt merkezleri olarak belirginlik kazanmışlardır. Bu yüzden Paris, bilim, kültür ve ulus devlet olarak siyaset merkezi kimliği ile önem kazanırken, Londra deniz aşırı ülkelerin ve sömürgelerin yeni merkezi olarak ortaya çıkmış ve ekonomi ile ticaret üzerinden bir imparatorluk yapılanması ile beş kıtaya yayılarak yepyeni bir dünya gücü yaratmıştır Fransa ve İngiltere gibi büyük Avrupa devletlerinin yeni dünya düzeninde farklı çizgilerde gelişmeler göstermesi yüzünden, Fransa Paris ile İngiltere Londra ile simgelenmiştir. Bu iki büyük devletin çekişmeleri ve yeni dönemlerdeki uygulamaları birbirinden çok farklı çizgileri siyasal alana kazandırdığı için uzun süren savaşlara bu iki ülke sürüklenmişler ama, bugünkü modern uygarlık barış arayışları ile bu tür savaşları önlemiştir.

                Bugün dünya haritası incelendiği zaman iki yüz den fazla devletin bu harita üzerinde yer aldığı göze çarpmaktadır. Bazı büyük devletlerde başkentler ile sahil kentleri arasında hegemonya çekişmeleri gündeme gelebildiği için ülkeler arası durumlarda zamanla bazı değişiklikler gündeme gelebilmektedir. Bazen ülkeler başkentlerini değiştirerek sahil kentleri üzerinde denetim sağlamaya çalışmaktadırlar. Bazı durumlarda ise çok büyüyen sahil kentlerinin, yeni ekonomik merkez olarak aynı zamanda siyasal gelişmelere de merkez olmaya yönelmeleri yüzünden ülkedeki başkentlerin durumu tehlikeli siyasal saldırılara hedef olabilmektedir. Bazan devletler arası ilişkilerin değişmesi ya da barış ortamını bozabilecek savaşların ağırlıklı bir biçimde siyasal gelişmelere etki yapması nedeniyle, ülkeler başkentlerini değiştirmek zorunda kalarak ulusal sınırlar içerisinde yeni yerleşim yerlerini belirli bir aşamadan sonra başşehir olarak ilan edebilmektedirler. Daha çok ülkelerdeki iç karışıklıklar ya da bölgede var olan emperyal güçlerin saldırılara geçerek meydana getirdikleri değişimler, ülkelerdeki devlet yapılarını sarsabilmekte ya da emperyalist devletlerin gündeme getirdiği bölgesel planlar doğrultusunda bölge devletlerinde karşılaşılan değişimler, başkentler ile  deniz kenarı sahil kentlerini ülke sınırları içerisinde karşı karşıya getirerek, geçmişten gelen kamu düzenlerini parçaladıkları ya da yok ederek var olan devlet düzenlerini tarihe mal ettikleri göze çarpmaktadır. Her devletin kendi anayasal yapılanmasına uygun düşen bir çizgide sahip olduğu kamu düzenleri bu gibi durumlarda büyük tehlikeler ile hatta yok olma durumları ile karşılaştığı için her devlet geçmişten gelen devlet düzenlerini sonuna kadar korur ve kazanılmış haklarının elinden alınmasına da karşı çıkarak ömrünü uzatmaya çaba gösterir. Bütün ulus devletler ulusların var olma mücadeleleriyle kuruldukları için her devlet ulusal bir tabana dayanır ve başkentler devletlerin olduğu kadar milletlerin de merkezi konumundadır. Deniz kenarındaki büyük sahil kentlerinde ise uluslar değil, sahillerden deniz ticareti yapan ticaret burjuvazisi egemen olduğu için, çok uluslu burjuvazi ya da karma topluluklar hegemonyasında, başkentlere karşı oluşumlar öne geçebilmektedir.

                Türkiye Cumhuriyeti dünya haritasında yer alan orta büyüklükte bir devlet olarak başkent Ankara ile diğer seksen vilayet arasında ülke koşullarına oturan bir jeopolitik oluşum ile geleceğe dönük bir yapılanmayı anayasal bir düzen içinde hukuk devletine dönüştürmeyi başarmıştır. Her devlet yapılanmasında ortaya çıkan kamusal alan sorunu hem kentler hem de devletler açısından önem taşımaktadır. Devletler gibi kentlerin de kamusal olan olarak kabul edilmesiyle birlikte, ulus devletlerin içinde yer alan kentler de yerel yönetimler olarak aynı zamanda yerel devlet konumunda kabul edildikleri için kentlerin varlığı ve yapılanmaları siyasal bir karakter taşımaktadır. Devletlerin içinde ve başkent konumundaki merkez şehirlerde devletlerin temel kamusal örgütleri kurulduğu için devletler ile birlikte kentler de kamusal alanın bir parçası sayılarak doğal olarak bunların içinde yer almaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında devletlerin kamusal örgütlenmeleri belirli bir bütünlük içinde başkentlerin yerel  kamu hizmetlerinin yapıldığı merkezi ve ortalık alanlarda gerçekleştirilmektedir .Kentlerin eski çağlarda yerel devlet tipleri olarak öne çıkmaları ile başlayan kamusal alan tartışmaları  sonraki dönemlerde daha geniş sınırlar içinde ele alınmaya başlandığında, bölge ve ulus devlet modelleri ile birlikte ele alınarak tartışılmış ve geleceğe dönük oluşumlarda bu açılar çizgisinde belirli bir kimlik  üzerinden tanımları yapılmaya çalışılmıştır. Devletlerin üzerinde yer aldığı ülkeler ve yerel çizgide buralarda öne çıkan yapılanmaların kamusal alandaki kimliklerinin ortaya çıkarak belirginlik kazanmaları açısından, kamusal alan tartışmaları yaygınlık kazanarak önem kazanmıştır. Yerellik olgusu mekanların siyasallık kazanması aşamasında, değerlendirmelere yardımcı olmakta ve yerel devletler olarak il ve ilçe belediyeleri tartışma konusu olarak eskisi gibi yeniden gündeme gelmektedir. Bu çerçevede yapılmakta olan değerlendirmelerde her devlet ya da yönetim üzerinde bulunduğu toprakların özelliklerine göre anlam ve görünüm kazanmaktadır. Böyle bir aşamada bölgesel, yerel ve ulusal kimliklerdeki yönetim biçimleri kendi özellikleri doğrultusunda yeni kamusallıklarını yaratarak, diğer devlet ve siyasal yapılanmalardan ayrılan bir çizgide geleceğe dönük bir biçimde varlıklarını geliştirmeye çalışmaktadırlar.

                Ulusallık özelliğinin belirleyici olduğu, ulus devletler ve yapılanmalar zaman içinde öne çıkarken, bu yapıya uygun düşen ya da kuruluş sırasında başlangıç noktası olarak hizmet gören merkezi yerdeki ulus devlet yapılanması devlet ile bütünleşen bir çizgide önem kazanırken, var olan ulus devletin geleceğe yönelik bir çizgide yoluna devam edebilmesi için devlet yapılanması ile birlikte, başkent olma özelliğinin devam etmesi gerekmektedir. Bir devletin kuruluşu sırasında dayanak noktası ya da ortaya çıkış yeri olarak kullanılma durumundaki merkezi konumdaki başkentlerin, devletlerle birlikte birleşerek tek bir devlet hükmü şahsiyeti oluşumunun çatısı altında buluşmaları ve bir araya gelerek yaratacakları ortak bir bütünleşme oluşumu çerçevesinde, devlet ya da ulusun karşısına çıkabilecek her türlü çıkmazın aşılmasının birçok açıdan önemi bulunmaktadır. Kentler ile birlikte yerel devlet oluşumu ya da yapılanmaları, kamusal alana ulusal düzeyde yeniden katkı sağlayarak eskisinden daha farklı oluşumlara yardımcı olmaktadırlar. Ne var ki, kentlerin yerel yönetimler ya da devletler olarak devreye sokulmalarıyla birlikte, ulusal ya da bölgesel devletlerin yerleşik yapılanmaları kökünden sarsarak eskisinden çok daha farklı bir görünümün ortaya çıkmasına yardımcı olundukları anlaşılmaktadır.  Devletler ile kentler arasındaki ilişkiler ya da bağlantılar bu düzeylerde ele alınırken, devletlerin merkezi devletin kamusal alanı olan başkentler ile aralarındaki gelişmelerin dikkate alınarak incelenmesi gerekmektedir. Bu noktada eski başkentlerin kendilerinden beklenen katkıları sağlaması önemli bir gösterge olmaktadır. Var olan ulus devlet ya da bölge devleti başkentleri ile kaynaştığı ve sarsılmaz bir bütünlük içinde geleceğe dönük bir yolda, emin adımlarla ilerlediği sürece, hiç kimse ya da siyasal güç devlet ile başkentler arasındaki siyasal bütünleşmenin kopmaz bağlarını hiçbir biçimde koparması mümkün değildir. Bu gibi durumlarda ve uluslararası konjonktürün belirleyici olduğu gelişmelerde devletlerin başkentleri ile bağları koparılabilmekte ve ortaya çıkan yeni konjonktürün dayatmaları doğrultusunda ya sahil kentlerinden birisi ya da yeni ortaya çıkan gelişmelerin eksenine oturan başka bir kent yeni bir başkent olarak öne çıkabilmektedir.

                Bugün gelinen aşamada bir yanda geçen yüzyıldan gelen ulusal kurtuluş savaşının merkezi olarak Ankara’nın başkent olma statüsünün devam ettiği Ankara varken, bir de Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın yeniden gündeme gelmesi çizgisinde uluslararası konjonktürün yansımaları doğrultusunda, İstanbul’un yeni başkent olarak dayatıldığı ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bütün orta dünya İstanbul gibi bir bölgesel başkente bağlı durumda iken, imparatorluk sonrası dönemde bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde kurulan ulus devletin jeopolitik konumu da ülkenin tam ortalarında Ankara’yı ulus devletin merkezi başkenti konumu durumuna getirmiştir. Ne var ki, cumhuriyetin yüzüncü yılına girerken, yüzyıllık bir dönem sonrasında yeni dünya düzeni arayışları çizgisinde ulus devlete yönelik tehditler ve dış müdahaleler gündeme getirilirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal başkentinin Ankara’dan İstanbul’a doğru taşındığı anlaşılmaktadır. Önce özel bankalar, daha sonra resmi bankalar ve üçüncü aşamada ise ekonomik kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmasıyla birlikte, ulus devletin başkentinin Kuvayı Milliye’nin merkezinden alınarak, eski imparatorluk döneminin geçmişteki merkezi olan İstanbul’a taşınmak istendiği görülmektedir. Osmanlı devletinin çöküşünden sonra Ankara’nın başkent olması sürecinde batılı ülkeler nasıl direndiyse bugün gelinen noktada benzeri bir biçimde batının emperyal devletlerinin ortaya koydukları emperyal projelerde Ankara’yı başkent olarak görmedikleri aksine yeniden İstanbul’u başkent konumuna getiren uydurma haritalar aracılığı ile ulus devlet başkentini ortadan kaldırarak , emperyalistlerin projelerine uygun olarak geçmişten gelen Roma ve Bizans imparatorluklarının merkezi konumundaki bu her tarafı açık bir kenti, bölgesel devletin başkentine dönüştürme eğiliminde oldukları anlaşılmaktadır. Bölgesel imparatorluktan ulus devlete geçerken değiştirilen başkentin şimdi yeniden bölgesel devlete geçerken tekrar değiştirilmeye çalışılması ancak emperyalist plan ve müdahaleler ile açıklanabilir. İki kutuplu dünyayı çökerten batı emperyalizminin dünya çapında bir yeni düzene yönelirken, tüm bölgelerle birlikte merkezi coğrafyadaki düzeni de bozmaya çalışırken, diğer ulus devletler ile birlikte Türklerin anavatanı olan Anadolu topraklarından ve bu yarımadanın ortasındaki ulusal başkentten Türkleri uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.

                Kuvayı Milliye’nin merkezi olan Ankara kenti daha sonraki aşamada ulusal başkent olarak ilan edilirken Misakı Milli sınırları içindeki ulusal vatanın bölünmez bütünlüğü esas alınmıştır. Bu açıdan Edirne’den Ardahan’a kadar Kuvayı Milliye’nin kolları uzanmış ve Balkanlar ile Kafkaslar arasındaki Anadolu yarımadası Türklerin ana vatanı olurken, ülkenin tam ortasında yer alan Ankara kenti de Türk devletinin ulusal başkenti olma aşamasına gelmiştir. İmparatorluğun çökertilmesi yüzünden bir ulus devlet tarih sahnesine çıkarken, şimdi de bir ulus devlet tarihin derinliklerine gömülmek istenmektedir. Küresel düzende emperyalistlerin yeni planları dayatmaları yüzünden, ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti dağılmaya doğru iteklenirken Türklerin elinden alınan ulusal başkent Ankara’nın yerine eski Bizans ve Roma imparatorluklarının merkezi olan İstanbul yeniden canlandırılarak, ulus devlet yerine alt kimliklerin eyaletler halinde örgütlenmesiyle ortaya çıkarılacak bir bölgesel federasyon, merkezi coğrafyanın tam ortalarında kurulmak istenmektedir. Bu topraklarda ise Türklerin ulus devleti bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulduğu için Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bölgeye saldıran emperyalistler ve Siyonistler, bölgenin merkezi devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalıştıkları için, Türkiye’yi haritadan silmek, başkentini dağıtmak ve emperyalistlerin  alt kimlikçi politikalarıyla  yeni Sevr planına uygun bir biçimde bölücü federasyonlaşmanın önünü açmak üzere, Türk devleti ile Türk ulusuna karşı  toplu bir saldırıya geçmenin hazırlıklarını tamamlayarak, bu doğrultuda eyleme geçme aşamasına gelmişlerdir. ABD’nin Balkanlara çok miktarda asker getirmesi, Ege adalarına asker çıkartmaları, Kıbrıs adasındaki silah ambargosunun kaldırılması emperyalist saldırı planlarının başlangıç girişimleri olarak bugünün koşullarında uygulama aşamasına getirilmiştir. Ankara’yı hedef alan siyasal saldırıların yeni dönemde askeri saldırılar ile sürdürülerek Türk ulus devleti yerine çok uluslu bir federasyon dayatması gündeme getirilmektedir.

                Emperyalizm ile bölgedeki ulus devletler karşı karşıya getirilirken, gelecekte muhtemel bir üçüncü dünya savaşı da batılı emperyalistler ve Siyonistlerin iş birliği ile bölge ülkeleri üzerinden çıkartılmaya çalışılmaktadır. Ankara ile İstanbul’u beraberce ele alarak inceleyen bazı bilim adamları her iki kentin özelliklerini karşılaştırırken  Ankara’yı devletin, ordunun ve Türk ulusunun  merkezi olarak tanımlarlarken, Roma ve Bizans imparatorlukları döneminden gelme farklı dinlerin ve alt kimlikli grupların bu kentte bir arada yaşadıklarını ve bu yüzden İstanbul’un bir metropolitan kent olarak kozmopolit bir toplumsal yapılanmaya sahip olduğundan, Türklerin ulus devletlerinin ötesinde bir çoklu kimliğe sahip bulunduğunu ve  bu açıdan yeni dönemde bir bölge devletine doğru gidilirken İstanbul’daki ulus devlet temsilcileri olarak bulunan Türkleri dışlayan bir yeni yönelişin yabancı göçmenler aracılığı ile geliştirildiği görülmektedir. Normal koşullarda İstanbul ele alındığı zaman ülkedeki bütün sermayenin bu sahil kentinde bir araya getirildiği, adında Türk ismi bulunan bazı derneklerin varlığına rağmen, İstanbul’da toplanan büyük sermayenin büyük çoğunluğunun yabancı ve gayrimüslim toplum kesimlerinin ellerinde bulunduğu ve Türk kimliği taşımayan ve Türkiye’nin ulus devlet yapılanmasına karşı çıkan gayrimüslim yabancıların çıkarları doğrultusunda bu lobilerin harekete geçerek, eski Roma ve Bizans imparatorluklarının merkezi olan bu kentteki yabancı sermayenin, siyaseti finanse ederek ve medyanın patronluğunu yürüterek Atatürk cumhuriyetini tarih sahnesinden silmek için her yola başvurdukları açıkça görülmektedir. İstanbul kenti bu gibi nedenler yüzünden Türkiye ve Ankara karşıtı hareketlerin ve siyasal gelişmelerin merkezi konumuna gelmiştir. Ankara devlet, millet ve ordu imajları ile Türk ulus devletinin bugüne kadar merkezliğini yapmıştır ama, bu küresel yeni bir dünya düzeni için seferber olan yabancı sermaye tekelci şirketleri aracılığı ile ulus devletleri yıkarken, İstanbul Türkiye karşıtı bir ekonomik yapılanma üzerinden sermaye ve medya ile yıkıcı bir siyaset ve emperyalist güçler ortaklığında, dış güçler ile aynı çizgide saldırganlığın merkezi haline gelmiştir. İşte bu gelinen yeni aşamada artık Ankara ile İstanbul kentleri yeni bir çatışmanın tam merkezi konumuna gelmiştir. Kanal İstanbul projesi ile İstanbul tıpkı Hong-Kong gibi deniz aşırı bir ada devleti haline getirilerek, ulusal hukuk denetiminden uzaklaştırılmaktadır.

                Yeni dönemde siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra devreye girerken, Ankara tıpkı Moskova gibi bir doğu başkenti konumuna doğru iteklenmiştir.  Rusya dış dünya ile bağlantısını Petersburg gibi bir sahil kenti üzerinden yürütürken, Türkiye’de Ankara gibi bir Avrasya başkenti oluşumunun tam göbeğinde kalmış ve bu durumu aşabilmek için de Ankara İstanbul üzerinden batı dünyası ile ilişkilerini sürdürmeye çaba göstermiştir. Ne var ki, Ankara dış dünyaya açılmak için mücadele ederken, batı dünyasının emperyalistleri ve Siyonistleri Türkiye’ye giriş kapısı olarak İstanbul’u kullanmaktan çekinmemişlerdir. İstanbul’un ulusal kimliğin ötesindeki kozmopolit nüfus yapılanması Türkiye’nin batı ile ilişkilerini bozmuş ve emperyal projelerin bu eski Bizans merkezi üzerinden yürütülmesinin önünü açmıştır. Avrupa ve Asya merkezli yeni yapılanmalar gündeme gelirken, Türkiye ile birlikte İstanbul’da çok hareketli bir geçiş dönemi yaşamıştır. Kentsel dönüşüm ile eski İstanbul yıkılırken, gökdelen binaların kentin her yerine yapılmasıyla birlikte, İstanbul’da batılı başkentlerde olduğu gibi yeni bir metropolitan yapılanmanın önü açılmıştır. İstanbul küreselleşme döneminde öne geçerken, Türk devletinin başkenti olarak Ankara geride kalmış, ABD başkanı Bush Türkiye’ye geldiği zaman merkezi coğrafyanın Osmanlı döneminde olduğu gibi İstanbul’dan yönetilmesi gerektiğini Türkiye başbakanına açıkça söylemiştir. ABD Avrasya döneminde doğu politikalarını İstanbul üzerinden yönlendirmeye çalışırken, Ankara ile değil İstanbul ile çalışmaya öncelik vermiş ve Büyük Orta Doğu yapılanması içinde İstanbul’u tıpkı Napolyon’un söylediği gibi Avrasya üzerinden dünyanın başkenti yapılması için çalışmıştır. İsrail devleti Büyük İsrail projesi doğrultusunda Kudüs’ü dünyanın başkenti yapmaya çalışırken, ABD ve İngiltere ikilisi Anglo-Sakson güçleri olarak yeni Roma ve Bizans yapılanması doğrultusunda İstanbul’u bölge merkezi yapmak için harekete geçmişlerdir. Böylece uluslararası konjonktür İstanbul’un arkasına geçince, Türk ulus devletinin başkenti olan Ankara’ya karşı bir küreselleşme rüzgârı estirilerek İstanbul’a Ankara’daki kamu kurumları taşınma yoluna gidilmiştir.

                Küresel güçler eski dünya düzenine son vermişler ama yeni bir dünya düzeni kuramamışlardır. Bugün gelinen noktada yeni bir dünya düzeni yapılanması için küresel tekelci şirketler ulus devlet düşmanlığı yaparak iki yüz ulus devletten iki bin eyalet devleti çıkartabilmenin arayışları içindedirler. Sorun ulus devletlerin yıkılmasıyla çözülemeyecek, iki yüz civarındaki ulusal yapıların yenilenmesiyle beş kıtada var olan beş bin civarında etnik grup harekete geçerek kendi devletlerini kurabilmenin çabası içine girebileceklerdir. O zaman küreselcilerin geliştirdiği iki bin eyalet devleti projesi de yetersiz kalacak ve beş bin eyaletin dini, etnik ve kültürel alt kimliklerin kendi devletlerini gündeme getirmeleriyle birlikte dünya devletleri fazlasıyla bölünerek küçük küçük parçalar halinde gündeme geleceklerdir. Osmanlı sonrasında merkezi coğrafya için planlar ve projeler hazırlayan İngiltere’nin İstanbul merkezli çalışmaları yüzünden Osmanlı sonrasında bu bölgede gündeme getirilmiş olan ulus devletlerin de devre dışı bırakılarak eyalet ve şehir devletleri üzerinden yeni bir merkezi coğrafya oluşumu geçmişten gelen Sevr planı doğrultusunda öne çıkartılmaya çalışılmaktadır. İstanbul hem bir küresel kent olarak uluslararası yapılanmalarda öne geçerken, Ankara eski ulus devletin merkezi olarak devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Ulus devletin ve ulusal toplumun bütünüyle tasfiyesi düşünülürken, alt kimlikli gruplar ile eyaletler ve şehir devletleri hazırlıkları öne geçmektedir. Bu çerçevede tarihsel olarak gündeme gelmiş olan Ankara-İstanbul arasındaki geçmişten gelen rekabet ve çekişme süreci yeni dönemde küreselleşme ve ulus devlet karşıtlığına dönüşmüştür. Yeni dönemde, İstanbul’cular küreselci olurlarken, Ankara’cılar da ulusalcı olmak durumunda kalmışlardır. Kuvay-ı Milliye hareketinin merkezi olan Ankara kenti yeni dönemde, ulusalcı hareketin de öncüsü ve merkezi olmak durumundadır.

                Ankara -İstanbul çekişmesi içinde yer alan İstanbul’cu aydınların   bur tartışmayı kazanmak için, çekişmeyi iki şehir arasında olmaktan çıkartarak Ankara-Türkiye arasında bir kamplaşmaya doğru yönlendirmişlerdir. Onlara göre Atatürk Türkiyesi geride kalmış ve bu yüzden de Ankara gerici bir kent olarak, geçmişin uzantısı olarak yeni dönemde tutuculuğun merkezi haline gelmiştir. Tutum ve tavırlarına ilerici bir görünüm kazandırmak için İstanbul’daki gelişmeleri inceleyenler, Türkiyeci bir yaklaşım görünümünde ulus devlet ve Ankara karşıtlığını sürdürmeye çalışmışlardır. Ankara’nın ulusal başkent olmasına itiraz edenler, Kuvayı Milliye hareketinin uzantısı olarak yeni bir ulusalcı hareketin doğmasını önlemek isteyenler, İstanbul üzerinden Ankara karşıtlığına devam etmişlerdir. Atatürk cumhuriyetini savunan Birinci cumhuriyetçilere saldıran ikinci cumhuriyetçiler, İstanbul medyası üzerinden örgütlenerek, alt kimlikçi federasyonculuğu savunan ikinci cumhuriyetçiliği Atatürk cumhuriyetinin yerine geçirmek istemişlerdir. Ankara-İstanbul çekişmesi son yıllarda Birinci ve İkinci cumhuriyetçi akımların da başlıca tartışma konularından birisi haline gelmiştir. Ankara sadece Atatürk cumhuriyeti zamanında değil Hitit, Galatya, Frigya ve Roma dönemlerinde de Anadolu yarımadasının tam ortasında başkent olma şansına sahip olmuş bir eski başkenttir. Bu nedenle Ankara’nın bugünkü başkent olma statüsüne son vermek isteyen Türkiye ve Ankara karşıtlarının, yeniden tarih kitaplarına yönelerek dünya tarihi içinde Anadolu yarımadası ile birlikte Ankara kentinin tarihi dönemler içindeki yerini ve konumunu iyi anlamak durumundadırlar. Türk devleti emperyalist oyunlara karşı çıkacak kadar güce her zaman sahip olmuş ve ulusal kurtuluş savaşını tüm cephelerde kazanarak bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurabilmenin onurunu yaşamıştır İstanbul’un emperyalistler tarafından işgal edilmesine karşılık, Ankara Misakı Milli sınırlarına kucak açarak ve tüm Anadolu halkı ile bütünleşerek içine girilen yeni kurtuluş savaşını da kazanacaktır. O zaman iki şehrin hikayesi savaş ile değil ama barış ile sonuçlanacaktır. Bu aşamada Türkiye’nin bütünlüğünün korunabilmesi için, Ankara hem ulusal başkent hem de bölgesel merkez olarak hareket ederek emperyalistlerle mücadele etmek zorundadır.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN