9 Ekim 2022 Pazar

İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ: PARİS-LONDRA ve ANKARA-İSTANBUL - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

     İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ: PARİS-LONDRA ve ANKARA-İSTANBUL 

                   Bu yazının başlığında yer alan başlığı taşıyan iki ayrı kitap yayınlanmıştır. Bunlardan birincisi bir Avrupa ülkesinde diğeri de Türkiye’de yayınlanarak okur kitlelerine ulaştırılmıştır. İlk basılan kitap Londra ve Paris üzerinden Avrupa devletlerinin ne durumda olduğunu incelerken, ikincisi de Türkiye’nin başkenti Ankara ile Türkiye’nin en büyük kenti olarak da İstanbul’u birlikte ele alarak incelemektedir. Bu iki kitabın başlıklarının “İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ “olması dünyanın en büyük kentleri arasında karşılaştırma yapma olanağını gündeme getirdiği gibi, aynı zamanda da hem Avrupa kıtasının hem de bir Türk ülkesi olarak Türkiye’nin önde gelen büyük merkezlerinin beraberce ele alınarak içinde bulunulan sürecin önümüzdeki dönemde hangi yönlere doğru yol alacağı üzerinde düşünme şansını öne çıkarmaktadır. Aslında her büyük devlette bir başkent ile birlikte bir de ticaret merkezi olarak büyüyerek ve ekonomik dev haline gelerek, metropolitan ölçülerde büyüyen büyük kentlerin bulunduğunu, dünya haritasını incelerken görmek gerekmektedir. Dünyanın önde gelen büyük devletlerine bakıldığı zaman, ABD’de Washington ile New York, Rusya’da Moskova ile Petersburg, Çin’de Pekin ile Şangay, Hindistan’da Yeni Delhi ile Bombay, Fransa’da Paris ile Marsilya, Almanya’da Berlin ile Hamburg bu duruma göre gelişerek, bugünkü benzer yapılanmanın önde gelen merkezleri olarak dikkati çekmektedir. Dünyanın önde gelen büyük ülkelerinde siyasal başkentin yanı sıra, ekonomik merkez olarak büyüyen ekonomik kentlerin de ticaret alanında başkentlere benzeyen bir hegemonik konuma ulaşabildikleri görülmektedir.

                Bazen dünyanın belirli bölgelerinde öne geçen ve büyüyerek başkentleri geride bırakan bazı dev şehirlerde öne çıkabilmektedirler. Bir devletin çatısı altında ilan edilen siyasal başkentlere paralel olarak ekonomik başkentler doğal olarak görülmektedir. Tarihin son dönemlerinde gelişmeler gösteren yayılmacılık ve emperyalizm olguları, uluslararası alanda devletlerin ve kentlerin konumlarını belirlerken ülkelerin içinde siyasal ve ekonomik başkentlerin çekişmeli durumlara doğru sürüklendikleri görülmekte ve bu durum ülke işlerinin görülmesi sırasında, devlet yönetimi açısından bazı handikaplara yol açabilmektedir. Bir ülke içindeki kentler arasında yarış ve rekabet oluşumları normal olarak görülürken, başka ülkelerin sınırları içinde dünya sahnesine çıkan büyük kentlerin rekabet ve çekişme süreçleri içerisinde gelişmelerini tamamlamaya çalıştıkları göze çarpmaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman, ülkeler ve devletlerin farklı zamanlarda öne çıktıkları ya da birbirini izleyen dönemlerde harita üzerindeki yerlerini sağlamlaştırarak, bölgesel oluşum süreçleri içerisinde önde gelen merkezler olarak kendilerine yeni pozisyonlar kazanabilmektedirler. Bazen ortaya çıkan doğal afetlerin kamu düzenlerinin bozulmalarına neden olabildikleri anlaşıldığından, bütün devletler kendilerini koruyabilecek önlemleri acilen alabilmenin yollarını aramaktadırlar. Yer yüzü haritası içinde yer alan bütün ülkeler hem birbirleriyle hem de kendi sınırları içinde barındırdıkları kentleriyle birlikte varlıklarını koruyabilmenin ya da geleceğe doğru adım atabilmenin girişimleri içinde belirleyici olmaya çalışmaktadırlar. Devletler kendi geleceklerini güvenceye alabilme doğrultusunda bu tür girişimlere kalkıştıkları zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Ülkelerin kaderlerini belirleyen siyasal oluşumlar öncelikle başkentlerin ortasında yer alan meydanlarda ortaya çıktığı gibi, yenilik rüzgarlarının yarattığı gelişmeler de toplumsal alanda önemli sayılabilecek değişikliklere açılan kapıları halk kitlelerine göstermektedir. Bu doğrultuda şehirlerin gündemine gelen değişiklikler toplumları yeni yapılanmalara doğru sürüklerken, ortaya hareketlilikler üzerinden değişime doğru yönlendirilen çağdaş kentler gerçeği ile, insanlık karşı karşıya kalmaktadır. Devletler her aşamada güvenliklerini sağlamaya çalışırken beraberinde kentlerin de geleceğini belirlemektedirler.

                Bir ülkede siyasal düzen kurma konusunda  var olan iki büyük şehrin hikayesi açısından konuya bakıldığı zaman  uluslararası alandaki devletler ve kentler arasındaki rekabet ile birlikte şehirler arasındaki çekişmelerin de öne çıkarak ülke ve bölge meseleleri içindeki etkinlerini korumaya çalıştıkları üzerinde durulması gereken bir sorun olarak  öne çıkarken, bu konu bugün için uluslararası ağırlıkların artmasıyla birlikte daha da üst düzeyde bir çekişme konusu olarak  bir uluslararası mesele olarak ,günümüzün  devletlerini ve kentlerini uğraştırmaktadır. Modern çağlar birbiri ardı sıra gündeme gelerek yüzyıllar geçip gittikçe, yılların birikimi sonucunda büyüyen devletlerde merkezi konuma sahip olan büyük kentler başkent olma statüsünü kazanırken, zamanla artan ticaretin sonucunda da sahillerdeki büyük kentler kendiliğinden ekonomik merkezler olarak öne çıkarak, evrensel düzeydeki gelişmelerin içinde anahtar roller oynamaya başlamışlardır. İnsanlığın gelişim süreci içinde bilimsel ve teknolojik alanlardaki patlamalar, üniversiteleri evren kentleri konumuna getirmiş ve bilim yuvalarının yenileşen teknoloji ile birlikte öne geçerek insanlığın geleceği için yön gösteren rehberlik misyonunu öne çıkarmıştır. Bilimsel devrimler kadar siyasal devrimler de insanlık tarihi içinde önde gelen bir yere sahip oldukları için Amerikan, Fransız ve Sovyet devrimleri modern dünyanın oluşumuna giden yol çizgisinde günlük yaşamda ve uluslararası alanda öncü roller oynamıştır. Bugünkü dünya düzeninin oluşumunda batı tipi bir yapılanma sürecinde, Fransa Avrupa kıtasının merkez ülkesi olarak bu kıtanın gelişiminde her yönü ile etkili olmuştur. Bu çerçevede bu ülkenin başkenti konumunu elde eden Paris, Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken bir ada ülkesi olarak İngiltere dünyanın en küçük kıtasının dışında kalarak okyanuslar üzerinden denizlere açılmak zorunda kalmıştır. Fransa bir kara ülkesi olarak Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken, İngiltere de ana karanın dışında kalan bir deniz ülkesi olarak okyanuslara açılmış ve beş kıtayı hedef alarak küresel bir dünya imparatorluğu kurabilmenin arayışı içinde olmuştur. Manş denizinin iki karşı kıyı ülkesi olarak İngiltere ve Fransa, bir yönü ile Avrupalaşma diğer yönü ile de dünyalaşma ya da evrenselleşme süreçlerinin lokomotifleri olarak öncülük yapmışlardır.

                Dünyanın ilk anayasası olarak kabul edilen Magna Charta ile iktidarların tüm yetkilerinin sınırlandığı bir demokratik rejime yönelen İngiltere ile, bilimsel ve teknik gelişmelerin yarattığı birikimin önce toplumsal sonra da siyasal devrime yönelttiği Fransa açısından, modern çağlara giriş aşamasında meydana gelen farklı çizgiler, bu iki ülkenin başkentlerindeki gelişmeler sonucunda insanlık tarihi dönemecinde iki şehir olarak Paris ile Londra’yı karşı karşıya getirmiştir. İngiltere yazılı olmayan bir anayasa ile siyasal gelişmeleri kontrol altında tutmaya çalışırken, hak ve özgürlükleri dengeleyebilmek için krala geniş yetkiler tanımış ve böylece demokratik çizgideki yeni gelişmelerin ülke içinde bir siyasal patlamaya ya da devrime yönelmesine karşı çıkarak, Fransız devrimi gibi yeni bir siyasal oluşuma izin vermemiştir. İngiltere geçmişten gelen devletin yapısını temsil eden krallık rejimini takviye ederek güçlendirirken, kara Avrupasının tam merkezinde yer alan Fransız devleti ülke içindeki yenilikleri kontrol edemeyince krallık rejimini koruyamamış, ekmek bulamayanlara pasta teklifi getiren krallık rejimi toplumsal tabanını kaybederek çökme aşamasına gelince, başkentin ortasında yer alan Bastil hapishaneleri işgal edilerek, siyasal mahkumlar serbest bırakılmıştır. Devrimin ilk adımları hapishaneleri boşaltırken Paris bütün Avrupa kıtasına öncülük yaparak devletin yapısını krallıktan cumhuriyete doğru dönüştürüyordu. İngiltere’nin sahil şehri olan Londra aynı zamanda başkent haline dönüşürken, bir kara ülkesi olan Fransa’da deniz kenarında olmayan Paris, Avrupa demokrasisinin merkezi olarak Fransa cumhuriyetinin başkenti konumunu güçlendiriyordu. Böylece ortaçağdan çıkış ve modern çağlara geçiş aşamasında Londra üzerinden İngiltere dünya liderliğine doğru yönelirken, Fransa’nın başkenti olarak da Paris Avrupa kıtasının liderliğine doğru adım atıyordu. Charles Dickens, iki şehrin hikayesini anlattığı kitabında Fransa’da mahkûm olan bir doktorun başına gelenleri anlatırken İngiltere’de Fransız otoriterizmine karşı İngiliz özgürlükçülüğünün anlatımını yapmaya çalışmaktadır. Devrime doğru ilerleyen Paris yanarken, Londra’da krallıkla dengelenen demokrasi içinde sakin ve huzurlu bir ortam anlatılmaktadır.

                Bugünkü çağdaş dünyayı yaratan Fransız devriminin sancıları Paris’i yakarken, ülkede her şeyin alt üst olduğu bir çöküş sonrasında cumhuriyet rejiminin merkezi oluşumu dikkate alınarak, sonraki kuşaklara bir devrimin nasıl meydana geldiği Paris kentinde yaşananlar üzerinden dile getirilmektedir. Paris Avrupa’da tutuşan alevlerin altında yanarken, dünyaya açılmış olan İngiltere daha sakin ve huzurlu bir ortamda geleceğin evrensel düzenini oluşturabilmenin çabaları içinde köklü bir dönüşüme doğru yöneliyordu. Çağdaş dünyayı yaratan Fransız devrimi başkent Paris’de meydana gelirken bir ihtilal ortamının nasıl doğduğu ve geleceğin yeni siyasal düzeninin nasıl ortaya çıktığı “iki şehrin hikayesi “isimli kitapta bugünün yeni kuşaklarına ders verircesine anlatılmaktadır. Fransız devrimini uzaktan seyreden ve bazı müdahaleler ile yönlendiren İngiltere, siyasal mücadeleleri kontrol ederken bir deniz ve ada ülkesi olmaktan gelen özelliklerini sonuna kadar kullanarak, Fransa’daki gibi büyük toplumsal patlamalara ya da kraliyet hanedanının katliamlarla sona erdirilmesi gibi köklü değişikliklere uzak kalmayı başarmıştır. Açlık, sefalet ve sosyal çöküntülerin yol açtığı felaketler aşamasında Fransız devrimi önlenememiş ve hanedan yönetimine dayanan krallık rejimi yerini tüm halk kitlelerinin ortaklaşa katılacağı bir cumhuriyet rejimine bırakmak zorunda kalmıştır. Çağdaş dünya yavaş yavaş ortaya çıkarken bir kara ülkesi olarak Fransa Avrupa kıtasının, İngiltere ise denizler üzerinden dünya kıtalarının merkezi haline gelirken, Paris ve Londra gibi iki büyük kent dünya yönetiminin karşıt merkezleri olarak belirginlik kazanmışlardır. Bu yüzden Paris, bilim, kültür ve ulus devlet olarak siyaset merkezi kimliği ile önem kazanırken, Londra deniz aşırı ülkelerin ve sömürgelerin yeni merkezi olarak ortaya çıkmış ve ekonomi ile ticaret üzerinden bir imparatorluk yapılanması ile beş kıtaya yayılarak yepyeni bir dünya gücü yaratmıştır Fransa ve İngiltere gibi büyük Avrupa devletlerinin yeni dünya düzeninde farklı çizgilerde gelişmeler göstermesi yüzünden, Fransa Paris ile İngiltere Londra ile simgelenmiştir. Bu iki büyük devletin çekişmeleri ve yeni dönemlerdeki uygulamaları birbirinden çok farklı çizgileri siyasal alana kazandırdığı için uzun süren savaşlara bu iki ülke sürüklenmişler ama, bugünkü modern uygarlık barış arayışları ile bu tür savaşları önlemiştir.

                Bugün dünya haritası incelendiği zaman iki yüz den fazla devletin bu harita üzerinde yer aldığı göze çarpmaktadır. Bazı büyük devletlerde başkentler ile sahil kentleri arasında hegemonya çekişmeleri gündeme gelebildiği için ülkeler arası durumlarda zamanla bazı değişiklikler gündeme gelebilmektedir. Bazen ülkeler başkentlerini değiştirerek sahil kentleri üzerinde denetim sağlamaya çalışmaktadırlar. Bazı durumlarda ise çok büyüyen sahil kentlerinin, yeni ekonomik merkez olarak aynı zamanda siyasal gelişmelere de merkez olmaya yönelmeleri yüzünden ülkedeki başkentlerin durumu tehlikeli siyasal saldırılara hedef olabilmektedir. Bazan devletler arası ilişkilerin değişmesi ya da barış ortamını bozabilecek savaşların ağırlıklı bir biçimde siyasal gelişmelere etki yapması nedeniyle, ülkeler başkentlerini değiştirmek zorunda kalarak ulusal sınırlar içerisinde yeni yerleşim yerlerini belirli bir aşamadan sonra başşehir olarak ilan edebilmektedirler. Daha çok ülkelerdeki iç karışıklıklar ya da bölgede var olan emperyal güçlerin saldırılara geçerek meydana getirdikleri değişimler, ülkelerdeki devlet yapılarını sarsabilmekte ya da emperyalist devletlerin gündeme getirdiği bölgesel planlar doğrultusunda bölge devletlerinde karşılaşılan değişimler, başkentler ile  deniz kenarı sahil kentlerini ülke sınırları içerisinde karşı karşıya getirerek, geçmişten gelen kamu düzenlerini parçaladıkları ya da yok ederek var olan devlet düzenlerini tarihe mal ettikleri göze çarpmaktadır. Her devletin kendi anayasal yapılanmasına uygun düşen bir çizgide sahip olduğu kamu düzenleri bu gibi durumlarda büyük tehlikeler ile hatta yok olma durumları ile karşılaştığı için her devlet geçmişten gelen devlet düzenlerini sonuna kadar korur ve kazanılmış haklarının elinden alınmasına da karşı çıkarak ömrünü uzatmaya çaba gösterir. Bütün ulus devletler ulusların var olma mücadeleleriyle kuruldukları için her devlet ulusal bir tabana dayanır ve başkentler devletlerin olduğu kadar milletlerin de merkezi konumundadır. Deniz kenarındaki büyük sahil kentlerinde ise uluslar değil, sahillerden deniz ticareti yapan ticaret burjuvazisi egemen olduğu için, çok uluslu burjuvazi ya da karma topluluklar hegemonyasında, başkentlere karşı oluşumlar öne geçebilmektedir.

                Türkiye Cumhuriyeti dünya haritasında yer alan orta büyüklükte bir devlet olarak başkent Ankara ile diğer seksen vilayet arasında ülke koşullarına oturan bir jeopolitik oluşum ile geleceğe dönük bir yapılanmayı anayasal bir düzen içinde hukuk devletine dönüştürmeyi başarmıştır. Her devlet yapılanmasında ortaya çıkan kamusal alan sorunu hem kentler hem de devletler açısından önem taşımaktadır. Devletler gibi kentlerin de kamusal olan olarak kabul edilmesiyle birlikte, ulus devletlerin içinde yer alan kentler de yerel yönetimler olarak aynı zamanda yerel devlet konumunda kabul edildikleri için kentlerin varlığı ve yapılanmaları siyasal bir karakter taşımaktadır. Devletlerin içinde ve başkent konumundaki merkez şehirlerde devletlerin temel kamusal örgütleri kurulduğu için devletler ile birlikte kentler de kamusal alanın bir parçası sayılarak doğal olarak bunların içinde yer almaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında devletlerin kamusal örgütlenmeleri belirli bir bütünlük içinde başkentlerin yerel  kamu hizmetlerinin yapıldığı merkezi ve ortalık alanlarda gerçekleştirilmektedir .Kentlerin eski çağlarda yerel devlet tipleri olarak öne çıkmaları ile başlayan kamusal alan tartışmaları  sonraki dönemlerde daha geniş sınırlar içinde ele alınmaya başlandığında, bölge ve ulus devlet modelleri ile birlikte ele alınarak tartışılmış ve geleceğe dönük oluşumlarda bu açılar çizgisinde belirli bir kimlik  üzerinden tanımları yapılmaya çalışılmıştır. Devletlerin üzerinde yer aldığı ülkeler ve yerel çizgide buralarda öne çıkan yapılanmaların kamusal alandaki kimliklerinin ortaya çıkarak belirginlik kazanmaları açısından, kamusal alan tartışmaları yaygınlık kazanarak önem kazanmıştır. Yerellik olgusu mekanların siyasallık kazanması aşamasında, değerlendirmelere yardımcı olmakta ve yerel devletler olarak il ve ilçe belediyeleri tartışma konusu olarak eskisi gibi yeniden gündeme gelmektedir. Bu çerçevede yapılmakta olan değerlendirmelerde her devlet ya da yönetim üzerinde bulunduğu toprakların özelliklerine göre anlam ve görünüm kazanmaktadır. Böyle bir aşamada bölgesel, yerel ve ulusal kimliklerdeki yönetim biçimleri kendi özellikleri doğrultusunda yeni kamusallıklarını yaratarak, diğer devlet ve siyasal yapılanmalardan ayrılan bir çizgide geleceğe dönük bir biçimde varlıklarını geliştirmeye çalışmaktadırlar.

                Ulusallık özelliğinin belirleyici olduğu, ulus devletler ve yapılanmalar zaman içinde öne çıkarken, bu yapıya uygun düşen ya da kuruluş sırasında başlangıç noktası olarak hizmet gören merkezi yerdeki ulus devlet yapılanması devlet ile bütünleşen bir çizgide önem kazanırken, var olan ulus devletin geleceğe yönelik bir çizgide yoluna devam edebilmesi için devlet yapılanması ile birlikte, başkent olma özelliğinin devam etmesi gerekmektedir. Bir devletin kuruluşu sırasında dayanak noktası ya da ortaya çıkış yeri olarak kullanılma durumundaki merkezi konumdaki başkentlerin, devletlerle birlikte birleşerek tek bir devlet hükmü şahsiyeti oluşumunun çatısı altında buluşmaları ve bir araya gelerek yaratacakları ortak bir bütünleşme oluşumu çerçevesinde, devlet ya da ulusun karşısına çıkabilecek her türlü çıkmazın aşılmasının birçok açıdan önemi bulunmaktadır. Kentler ile birlikte yerel devlet oluşumu ya da yapılanmaları, kamusal alana ulusal düzeyde yeniden katkı sağlayarak eskisinden daha farklı oluşumlara yardımcı olmaktadırlar. Ne var ki, kentlerin yerel yönetimler ya da devletler olarak devreye sokulmalarıyla birlikte, ulusal ya da bölgesel devletlerin yerleşik yapılanmaları kökünden sarsarak eskisinden çok daha farklı bir görünümün ortaya çıkmasına yardımcı olundukları anlaşılmaktadır.  Devletler ile kentler arasındaki ilişkiler ya da bağlantılar bu düzeylerde ele alınırken, devletlerin merkezi devletin kamusal alanı olan başkentler ile aralarındaki gelişmelerin dikkate alınarak incelenmesi gerekmektedir. Bu noktada eski başkentlerin kendilerinden beklenen katkıları sağlaması önemli bir gösterge olmaktadır. Var olan ulus devlet ya da bölge devleti başkentleri ile kaynaştığı ve sarsılmaz bir bütünlük içinde geleceğe dönük bir yolda, emin adımlarla ilerlediği sürece, hiç kimse ya da siyasal güç devlet ile başkentler arasındaki siyasal bütünleşmenin kopmaz bağlarını hiçbir biçimde koparması mümkün değildir. Bu gibi durumlarda ve uluslararası konjonktürün belirleyici olduğu gelişmelerde devletlerin başkentleri ile bağları koparılabilmekte ve ortaya çıkan yeni konjonktürün dayatmaları doğrultusunda ya sahil kentlerinden birisi ya da yeni ortaya çıkan gelişmelerin eksenine oturan başka bir kent yeni bir başkent olarak öne çıkabilmektedir.

                Bugün gelinen aşamada bir yanda geçen yüzyıldan gelen ulusal kurtuluş savaşının merkezi olarak Ankara’nın başkent olma statüsünün devam ettiği Ankara varken, bir de Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın yeniden gündeme gelmesi çizgisinde uluslararası konjonktürün yansımaları doğrultusunda, İstanbul’un yeni başkent olarak dayatıldığı ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bütün orta dünya İstanbul gibi bir bölgesel başkente bağlı durumda iken, imparatorluk sonrası dönemde bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde kurulan ulus devletin jeopolitik konumu da ülkenin tam ortalarında Ankara’yı ulus devletin merkezi başkenti konumu durumuna getirmiştir. Ne var ki, cumhuriyetin yüzüncü yılına girerken, yüzyıllık bir dönem sonrasında yeni dünya düzeni arayışları çizgisinde ulus devlete yönelik tehditler ve dış müdahaleler gündeme getirilirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal başkentinin Ankara’dan İstanbul’a doğru taşındığı anlaşılmaktadır. Önce özel bankalar, daha sonra resmi bankalar ve üçüncü aşamada ise ekonomik kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmasıyla birlikte, ulus devletin başkentinin Kuvayı Milliye’nin merkezinden alınarak, eski imparatorluk döneminin geçmişteki merkezi olan İstanbul’a taşınmak istendiği görülmektedir. Osmanlı devletinin çöküşünden sonra Ankara’nın başkent olması sürecinde batılı ülkeler nasıl direndiyse bugün gelinen noktada benzeri bir biçimde batının emperyal devletlerinin ortaya koydukları emperyal projelerde Ankara’yı başkent olarak görmedikleri aksine yeniden İstanbul’u başkent konumuna getiren uydurma haritalar aracılığı ile ulus devlet başkentini ortadan kaldırarak , emperyalistlerin projelerine uygun olarak geçmişten gelen Roma ve Bizans imparatorluklarının merkezi konumundaki bu her tarafı açık bir kenti, bölgesel devletin başkentine dönüştürme eğiliminde oldukları anlaşılmaktadır. Bölgesel imparatorluktan ulus devlete geçerken değiştirilen başkentin şimdi yeniden bölgesel devlete geçerken tekrar değiştirilmeye çalışılması ancak emperyalist plan ve müdahaleler ile açıklanabilir. İki kutuplu dünyayı çökerten batı emperyalizminin dünya çapında bir yeni düzene yönelirken, tüm bölgelerle birlikte merkezi coğrafyadaki düzeni de bozmaya çalışırken, diğer ulus devletler ile birlikte Türklerin anavatanı olan Anadolu topraklarından ve bu yarımadanın ortasındaki ulusal başkentten Türkleri uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.

                Kuvayı Milliye’nin merkezi olan Ankara kenti daha sonraki aşamada ulusal başkent olarak ilan edilirken Misakı Milli sınırları içindeki ulusal vatanın bölünmez bütünlüğü esas alınmıştır. Bu açıdan Edirne’den Ardahan’a kadar Kuvayı Milliye’nin kolları uzanmış ve Balkanlar ile Kafkaslar arasındaki Anadolu yarımadası Türklerin ana vatanı olurken, ülkenin tam ortasında yer alan Ankara kenti de Türk devletinin ulusal başkenti olma aşamasına gelmiştir. İmparatorluğun çökertilmesi yüzünden bir ulus devlet tarih sahnesine çıkarken, şimdi de bir ulus devlet tarihin derinliklerine gömülmek istenmektedir. Küresel düzende emperyalistlerin yeni planları dayatmaları yüzünden, ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti dağılmaya doğru iteklenirken Türklerin elinden alınan ulusal başkent Ankara’nın yerine eski Bizans ve Roma imparatorluklarının merkezi olan İstanbul yeniden canlandırılarak, ulus devlet yerine alt kimliklerin eyaletler halinde örgütlenmesiyle ortaya çıkarılacak bir bölgesel federasyon, merkezi coğrafyanın tam ortalarında kurulmak istenmektedir. Bu topraklarda ise Türklerin ulus devleti bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulduğu için Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bölgeye saldıran emperyalistler ve Siyonistler, bölgenin merkezi devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalıştıkları için, Türkiye’yi haritadan silmek, başkentini dağıtmak ve emperyalistlerin  alt kimlikçi politikalarıyla  yeni Sevr planına uygun bir biçimde bölücü federasyonlaşmanın önünü açmak üzere, Türk devleti ile Türk ulusuna karşı  toplu bir saldırıya geçmenin hazırlıklarını tamamlayarak, bu doğrultuda eyleme geçme aşamasına gelmişlerdir. ABD’nin Balkanlara çok miktarda asker getirmesi, Ege adalarına asker çıkartmaları, Kıbrıs adasındaki silah ambargosunun kaldırılması emperyalist saldırı planlarının başlangıç girişimleri olarak bugünün koşullarında uygulama aşamasına getirilmiştir. Ankara’yı hedef alan siyasal saldırıların yeni dönemde askeri saldırılar ile sürdürülerek Türk ulus devleti yerine çok uluslu bir federasyon dayatması gündeme getirilmektedir.

                Emperyalizm ile bölgedeki ulus devletler karşı karşıya getirilirken, gelecekte muhtemel bir üçüncü dünya savaşı da batılı emperyalistler ve Siyonistlerin iş birliği ile bölge ülkeleri üzerinden çıkartılmaya çalışılmaktadır. Ankara ile İstanbul’u beraberce ele alarak inceleyen bazı bilim adamları her iki kentin özelliklerini karşılaştırırken  Ankara’yı devletin, ordunun ve Türk ulusunun  merkezi olarak tanımlarlarken, Roma ve Bizans imparatorlukları döneminden gelme farklı dinlerin ve alt kimlikli grupların bu kentte bir arada yaşadıklarını ve bu yüzden İstanbul’un bir metropolitan kent olarak kozmopolit bir toplumsal yapılanmaya sahip olduğundan, Türklerin ulus devletlerinin ötesinde bir çoklu kimliğe sahip bulunduğunu ve  bu açıdan yeni dönemde bir bölge devletine doğru gidilirken İstanbul’daki ulus devlet temsilcileri olarak bulunan Türkleri dışlayan bir yeni yönelişin yabancı göçmenler aracılığı ile geliştirildiği görülmektedir. Normal koşullarda İstanbul ele alındığı zaman ülkedeki bütün sermayenin bu sahil kentinde bir araya getirildiği, adında Türk ismi bulunan bazı derneklerin varlığına rağmen, İstanbul’da toplanan büyük sermayenin büyük çoğunluğunun yabancı ve gayrimüslim toplum kesimlerinin ellerinde bulunduğu ve Türk kimliği taşımayan ve Türkiye’nin ulus devlet yapılanmasına karşı çıkan gayrimüslim yabancıların çıkarları doğrultusunda bu lobilerin harekete geçerek, eski Roma ve Bizans imparatorluklarının merkezi olan bu kentteki yabancı sermayenin, siyaseti finanse ederek ve medyanın patronluğunu yürüterek Atatürk cumhuriyetini tarih sahnesinden silmek için her yola başvurdukları açıkça görülmektedir. İstanbul kenti bu gibi nedenler yüzünden Türkiye ve Ankara karşıtı hareketlerin ve siyasal gelişmelerin merkezi konumuna gelmiştir. Ankara devlet, millet ve ordu imajları ile Türk ulus devletinin bugüne kadar merkezliğini yapmıştır ama, bu küresel yeni bir dünya düzeni için seferber olan yabancı sermaye tekelci şirketleri aracılığı ile ulus devletleri yıkarken, İstanbul Türkiye karşıtı bir ekonomik yapılanma üzerinden sermaye ve medya ile yıkıcı bir siyaset ve emperyalist güçler ortaklığında, dış güçler ile aynı çizgide saldırganlığın merkezi haline gelmiştir. İşte bu gelinen yeni aşamada artık Ankara ile İstanbul kentleri yeni bir çatışmanın tam merkezi konumuna gelmiştir. Kanal İstanbul projesi ile İstanbul tıpkı Hong-Kong gibi deniz aşırı bir ada devleti haline getirilerek, ulusal hukuk denetiminden uzaklaştırılmaktadır.

                Yeni dönemde siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra devreye girerken, Ankara tıpkı Moskova gibi bir doğu başkenti konumuna doğru iteklenmiştir.  Rusya dış dünya ile bağlantısını Petersburg gibi bir sahil kenti üzerinden yürütürken, Türkiye’de Ankara gibi bir Avrasya başkenti oluşumunun tam göbeğinde kalmış ve bu durumu aşabilmek için de Ankara İstanbul üzerinden batı dünyası ile ilişkilerini sürdürmeye çaba göstermiştir. Ne var ki, Ankara dış dünyaya açılmak için mücadele ederken, batı dünyasının emperyalistleri ve Siyonistleri Türkiye’ye giriş kapısı olarak İstanbul’u kullanmaktan çekinmemişlerdir. İstanbul’un ulusal kimliğin ötesindeki kozmopolit nüfus yapılanması Türkiye’nin batı ile ilişkilerini bozmuş ve emperyal projelerin bu eski Bizans merkezi üzerinden yürütülmesinin önünü açmıştır. Avrupa ve Asya merkezli yeni yapılanmalar gündeme gelirken, Türkiye ile birlikte İstanbul’da çok hareketli bir geçiş dönemi yaşamıştır. Kentsel dönüşüm ile eski İstanbul yıkılırken, gökdelen binaların kentin her yerine yapılmasıyla birlikte, İstanbul’da batılı başkentlerde olduğu gibi yeni bir metropolitan yapılanmanın önü açılmıştır. İstanbul küreselleşme döneminde öne geçerken, Türk devletinin başkenti olarak Ankara geride kalmış, ABD başkanı Bush Türkiye’ye geldiği zaman merkezi coğrafyanın Osmanlı döneminde olduğu gibi İstanbul’dan yönetilmesi gerektiğini Türkiye başbakanına açıkça söylemiştir. ABD Avrasya döneminde doğu politikalarını İstanbul üzerinden yönlendirmeye çalışırken, Ankara ile değil İstanbul ile çalışmaya öncelik vermiş ve Büyük Orta Doğu yapılanması içinde İstanbul’u tıpkı Napolyon’un söylediği gibi Avrasya üzerinden dünyanın başkenti yapılması için çalışmıştır. İsrail devleti Büyük İsrail projesi doğrultusunda Kudüs’ü dünyanın başkenti yapmaya çalışırken, ABD ve İngiltere ikilisi Anglo-Sakson güçleri olarak yeni Roma ve Bizans yapılanması doğrultusunda İstanbul’u bölge merkezi yapmak için harekete geçmişlerdir. Böylece uluslararası konjonktür İstanbul’un arkasına geçince, Türk ulus devletinin başkenti olan Ankara’ya karşı bir küreselleşme rüzgârı estirilerek İstanbul’a Ankara’daki kamu kurumları taşınma yoluna gidilmiştir.

                Küresel güçler eski dünya düzenine son vermişler ama yeni bir dünya düzeni kuramamışlardır. Bugün gelinen noktada yeni bir dünya düzeni yapılanması için küresel tekelci şirketler ulus devlet düşmanlığı yaparak iki yüz ulus devletten iki bin eyalet devleti çıkartabilmenin arayışları içindedirler. Sorun ulus devletlerin yıkılmasıyla çözülemeyecek, iki yüz civarındaki ulusal yapıların yenilenmesiyle beş kıtada var olan beş bin civarında etnik grup harekete geçerek kendi devletlerini kurabilmenin çabası içine girebileceklerdir. O zaman küreselcilerin geliştirdiği iki bin eyalet devleti projesi de yetersiz kalacak ve beş bin eyaletin dini, etnik ve kültürel alt kimliklerin kendi devletlerini gündeme getirmeleriyle birlikte dünya devletleri fazlasıyla bölünerek küçük küçük parçalar halinde gündeme geleceklerdir. Osmanlı sonrasında merkezi coğrafya için planlar ve projeler hazırlayan İngiltere’nin İstanbul merkezli çalışmaları yüzünden Osmanlı sonrasında bu bölgede gündeme getirilmiş olan ulus devletlerin de devre dışı bırakılarak eyalet ve şehir devletleri üzerinden yeni bir merkezi coğrafya oluşumu geçmişten gelen Sevr planı doğrultusunda öne çıkartılmaya çalışılmaktadır. İstanbul hem bir küresel kent olarak uluslararası yapılanmalarda öne geçerken, Ankara eski ulus devletin merkezi olarak devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Ulus devletin ve ulusal toplumun bütünüyle tasfiyesi düşünülürken, alt kimlikli gruplar ile eyaletler ve şehir devletleri hazırlıkları öne geçmektedir. Bu çerçevede tarihsel olarak gündeme gelmiş olan Ankara-İstanbul arasındaki geçmişten gelen rekabet ve çekişme süreci yeni dönemde küreselleşme ve ulus devlet karşıtlığına dönüşmüştür. Yeni dönemde, İstanbul’cular küreselci olurlarken, Ankara’cılar da ulusalcı olmak durumunda kalmışlardır. Kuvay-ı Milliye hareketinin merkezi olan Ankara kenti yeni dönemde, ulusalcı hareketin de öncüsü ve merkezi olmak durumundadır.

                Ankara -İstanbul çekişmesi içinde yer alan İstanbul’cu aydınların   bur tartışmayı kazanmak için, çekişmeyi iki şehir arasında olmaktan çıkartarak Ankara-Türkiye arasında bir kamplaşmaya doğru yönlendirmişlerdir. Onlara göre Atatürk Türkiyesi geride kalmış ve bu yüzden de Ankara gerici bir kent olarak, geçmişin uzantısı olarak yeni dönemde tutuculuğun merkezi haline gelmiştir. Tutum ve tavırlarına ilerici bir görünüm kazandırmak için İstanbul’daki gelişmeleri inceleyenler, Türkiyeci bir yaklaşım görünümünde ulus devlet ve Ankara karşıtlığını sürdürmeye çalışmışlardır. Ankara’nın ulusal başkent olmasına itiraz edenler, Kuvayı Milliye hareketinin uzantısı olarak yeni bir ulusalcı hareketin doğmasını önlemek isteyenler, İstanbul üzerinden Ankara karşıtlığına devam etmişlerdir. Atatürk cumhuriyetini savunan Birinci cumhuriyetçilere saldıran ikinci cumhuriyetçiler, İstanbul medyası üzerinden örgütlenerek, alt kimlikçi federasyonculuğu savunan ikinci cumhuriyetçiliği Atatürk cumhuriyetinin yerine geçirmek istemişlerdir. Ankara-İstanbul çekişmesi son yıllarda Birinci ve İkinci cumhuriyetçi akımların da başlıca tartışma konularından birisi haline gelmiştir. Ankara sadece Atatürk cumhuriyeti zamanında değil Hitit, Galatya, Frigya ve Roma dönemlerinde de Anadolu yarımadasının tam ortasında başkent olma şansına sahip olmuş bir eski başkenttir. Bu nedenle Ankara’nın bugünkü başkent olma statüsüne son vermek isteyen Türkiye ve Ankara karşıtlarının, yeniden tarih kitaplarına yönelerek dünya tarihi içinde Anadolu yarımadası ile birlikte Ankara kentinin tarihi dönemler içindeki yerini ve konumunu iyi anlamak durumundadırlar. Türk devleti emperyalist oyunlara karşı çıkacak kadar güce her zaman sahip olmuş ve ulusal kurtuluş savaşını tüm cephelerde kazanarak bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurabilmenin onurunu yaşamıştır İstanbul’un emperyalistler tarafından işgal edilmesine karşılık, Ankara Misakı Milli sınırlarına kucak açarak ve tüm Anadolu halkı ile bütünleşerek içine girilen yeni kurtuluş savaşını da kazanacaktır. O zaman iki şehrin hikayesi savaş ile değil ama barış ile sonuçlanacaktır. Bu aşamada Türkiye’nin bütünlüğünün korunabilmesi için, Ankara hem ulusal başkent hem de bölgesel merkez olarak hareket ederek emperyalistlerle mücadele etmek zorundadır.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder