ANKARA KALESİ
İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ: PARİS-LONDRA ve ANKARA-İSTANBUL
Bu yazının başlığında yer alan başlığı taşıyan iki ayrı kitap yayınlanmıştır. Bunlardan birincisi bir Avrupa ülkesinde diğeri de Türkiye’de yayınlanarak okur kitlelerine ulaştırılmıştır. İlk basılan kitap Londra ve Paris üzerinden Avrupa devletlerinin ne durumda olduğunu incelerken, ikincisi de Türkiye’nin başkenti Ankara ile Türkiye’nin en büyük kenti olarak da İstanbul’u birlikte ele alarak incelemektedir. Bu iki kitabın başlıklarının “İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ “olması dünyanın en büyük kentleri arasında karşılaştırma yapma olanağını gündeme getirdiği gibi, aynı zamanda da hem Avrupa kıtasının hem de bir Türk ülkesi olarak Türkiye’nin önde gelen büyük merkezlerinin beraberce ele alınarak içinde bulunulan sürecin önümüzdeki dönemde hangi yönlere doğru yol alacağı üzerinde düşünme şansını öne çıkarmaktadır. Aslında her büyük devlette bir başkent ile birlikte bir de ticaret merkezi olarak büyüyerek ve ekonomik dev haline gelerek, metropolitan ölçülerde büyüyen büyük kentlerin bulunduğunu, dünya haritasını incelerken görmek gerekmektedir. Dünyanın önde gelen büyük devletlerine bakıldığı zaman, ABD’de Washington ile New York, Rusya’da Moskova ile Petersburg, Çin’de Pekin ile Şangay, Hindistan’da Yeni Delhi ile Bombay, Fransa’da Paris ile Marsilya, Almanya’da Berlin ile Hamburg bu duruma göre gelişerek, bugünkü benzer yapılanmanın önde gelen merkezleri olarak dikkati çekmektedir. Dünyanın önde gelen büyük ülkelerinde siyasal başkentin yanı sıra, ekonomik merkez olarak büyüyen ekonomik kentlerin de ticaret alanında başkentlere benzeyen bir hegemonik konuma ulaşabildikleri görülmektedir.
Bazen
dünyanın belirli bölgelerinde öne geçen ve büyüyerek başkentleri geride bırakan
bazı dev şehirlerde öne çıkabilmektedirler. Bir devletin çatısı altında ilan
edilen siyasal başkentlere paralel olarak ekonomik başkentler doğal olarak
görülmektedir. Tarihin son dönemlerinde gelişmeler gösteren yayılmacılık ve
emperyalizm olguları, uluslararası alanda devletlerin ve kentlerin konumlarını
belirlerken ülkelerin içinde siyasal ve ekonomik başkentlerin çekişmeli
durumlara doğru sürüklendikleri görülmekte ve bu durum ülke işlerinin görülmesi
sırasında, devlet yönetimi açısından bazı handikaplara yol açabilmektedir. Bir
ülke içindeki kentler arasında yarış ve rekabet oluşumları normal olarak
görülürken, başka ülkelerin sınırları içinde dünya sahnesine çıkan büyük
kentlerin rekabet ve çekişme süreçleri içerisinde gelişmelerini tamamlamaya
çalıştıkları göze çarpmaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman, ülkeler ve
devletlerin farklı zamanlarda öne çıktıkları ya da birbirini izleyen dönemlerde
harita üzerindeki yerlerini sağlamlaştırarak, bölgesel oluşum süreçleri
içerisinde önde gelen merkezler olarak kendilerine yeni pozisyonlar
kazanabilmektedirler. Bazen ortaya çıkan doğal afetlerin kamu düzenlerinin
bozulmalarına neden olabildikleri anlaşıldığından, bütün devletler kendilerini
koruyabilecek önlemleri acilen alabilmenin yollarını aramaktadırlar. Yer yüzü
haritası içinde yer alan bütün ülkeler hem birbirleriyle hem de kendi sınırları
içinde barındırdıkları kentleriyle birlikte varlıklarını koruyabilmenin ya da
geleceğe doğru adım atabilmenin girişimleri içinde belirleyici olmaya
çalışmaktadırlar. Devletler kendi geleceklerini güvenceye alabilme
doğrultusunda bu tür girişimlere kalkıştıkları zaman zaman gündeme
gelebilmektedir. Ülkelerin kaderlerini belirleyen siyasal oluşumlar öncelikle
başkentlerin ortasında yer alan meydanlarda ortaya çıktığı gibi, yenilik
rüzgarlarının yarattığı gelişmeler de toplumsal alanda önemli sayılabilecek
değişikliklere açılan kapıları halk kitlelerine göstermektedir. Bu doğrultuda
şehirlerin gündemine gelen değişiklikler toplumları yeni yapılanmalara doğru
sürüklerken, ortaya hareketlilikler üzerinden değişime doğru yönlendirilen
çağdaş kentler gerçeği ile, insanlık karşı karşıya kalmaktadır. Devletler her
aşamada güvenliklerini sağlamaya çalışırken beraberinde kentlerin de geleceğini
belirlemektedirler.
Bir ülkede
siyasal düzen kurma konusunda var olan iki
büyük şehrin hikayesi açısından konuya bakıldığı zaman uluslararası alandaki devletler ve kentler
arasındaki rekabet ile birlikte şehirler
arasındaki çekişmelerin de öne çıkarak ülke ve bölge meseleleri içindeki etkinlerini korumaya çalıştıkları üzerinde durulması gereken bir sorun
olarak öne çıkarken, bu konu bugün için
uluslararası ağırlıkların artmasıyla birlikte daha da üst düzeyde bir çekişme
konusu olarak bir uluslararası mesele
olarak ,günümüzün devletlerini ve
kentlerini uğraştırmaktadır. Modern çağlar birbiri ardı sıra gündeme gelerek
yüzyıllar geçip gittikçe, yılların birikimi sonucunda büyüyen devletlerde merkezi
konuma sahip olan büyük kentler başkent olma statüsünü kazanırken, zamanla
artan ticaretin sonucunda da sahillerdeki büyük kentler kendiliğinden ekonomik
merkezler olarak öne çıkarak, evrensel düzeydeki gelişmelerin içinde anahtar
roller oynamaya başlamışlardır. İnsanlığın gelişim süreci içinde bilimsel ve
teknolojik alanlardaki patlamalar, üniversiteleri evren kentleri konumuna
getirmiş ve bilim yuvalarının yenileşen teknoloji ile birlikte öne geçerek
insanlığın geleceği için yön gösteren rehberlik misyonunu öne çıkarmıştır.
Bilimsel devrimler kadar siyasal devrimler de insanlık tarihi içinde önde gelen
bir yere sahip oldukları için Amerikan, Fransız ve Sovyet devrimleri modern
dünyanın oluşumuna giden yol çizgisinde günlük yaşamda ve uluslararası alanda
öncü roller oynamıştır. Bugünkü dünya düzeninin oluşumunda batı tipi bir
yapılanma sürecinde, Fransa Avrupa kıtasının merkez ülkesi olarak bu kıtanın
gelişiminde her yönü ile etkili olmuştur. Bu çerçevede bu ülkenin başkenti
konumunu elde eden Paris, Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken bir ada
ülkesi olarak İngiltere dünyanın en küçük kıtasının dışında kalarak okyanuslar
üzerinden denizlere açılmak zorunda kalmıştır. Fransa bir kara ülkesi olarak
Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken, İngiltere de ana karanın dışında
kalan bir deniz ülkesi olarak okyanuslara açılmış ve beş kıtayı hedef alarak
küresel bir dünya imparatorluğu kurabilmenin arayışı içinde olmuştur. Manş
denizinin iki karşı kıyı ülkesi olarak İngiltere ve Fransa, bir yönü ile
Avrupalaşma diğer yönü ile de dünyalaşma ya da evrenselleşme süreçlerinin
lokomotifleri olarak öncülük yapmışlardır.
Dünyanın
ilk anayasası olarak kabul edilen Magna Charta ile iktidarların tüm
yetkilerinin sınırlandığı bir demokratik rejime yönelen İngiltere ile, bilimsel
ve teknik gelişmelerin yarattığı birikimin önce toplumsal sonra da siyasal
devrime yönelttiği Fransa açısından, modern çağlara giriş aşamasında meydana
gelen farklı çizgiler, bu iki ülkenin başkentlerindeki gelişmeler sonucunda
insanlık tarihi dönemecinde iki şehir olarak Paris ile Londra’yı karşı karşıya
getirmiştir. İngiltere yazılı olmayan bir anayasa ile siyasal gelişmeleri
kontrol altında tutmaya çalışırken, hak ve özgürlükleri dengeleyebilmek için
krala geniş yetkiler tanımış ve böylece demokratik çizgideki yeni gelişmelerin
ülke içinde bir siyasal patlamaya ya da devrime yönelmesine karşı çıkarak,
Fransız devrimi gibi yeni bir siyasal oluşuma izin vermemiştir. İngiltere
geçmişten gelen devletin yapısını temsil eden krallık rejimini takviye ederek
güçlendirirken, kara Avrupasının tam merkezinde yer alan Fransız devleti ülke
içindeki yenilikleri kontrol edemeyince krallık rejimini koruyamamış, ekmek
bulamayanlara pasta teklifi getiren krallık rejimi toplumsal tabanını
kaybederek çökme aşamasına gelince, başkentin ortasında yer alan Bastil hapishaneleri
işgal edilerek, siyasal mahkumlar serbest bırakılmıştır. Devrimin ilk adımları
hapishaneleri boşaltırken Paris bütün Avrupa kıtasına öncülük yaparak devletin
yapısını krallıktan cumhuriyete doğru dönüştürüyordu. İngiltere’nin sahil şehri
olan Londra aynı zamanda başkent haline dönüşürken, bir kara ülkesi olan
Fransa’da deniz kenarında olmayan Paris, Avrupa demokrasisinin merkezi olarak
Fransa cumhuriyetinin başkenti konumunu güçlendiriyordu. Böylece ortaçağdan
çıkış ve modern çağlara geçiş aşamasında Londra üzerinden İngiltere dünya
liderliğine doğru yönelirken, Fransa’nın başkenti olarak da Paris Avrupa
kıtasının liderliğine doğru adım atıyordu. Charles Dickens, iki şehrin
hikayesini anlattığı kitabında Fransa’da mahkûm olan bir doktorun başına
gelenleri anlatırken İngiltere’de Fransız otoriterizmine karşı İngiliz
özgürlükçülüğünün anlatımını yapmaya çalışmaktadır. Devrime doğru ilerleyen
Paris yanarken, Londra’da krallıkla dengelenen demokrasi içinde sakin ve
huzurlu bir ortam anlatılmaktadır.
Bugünkü
çağdaş dünyayı yaratan Fransız devriminin sancıları Paris’i yakarken, ülkede
her şeyin alt üst olduğu bir çöküş sonrasında cumhuriyet rejiminin merkezi
oluşumu dikkate alınarak, sonraki kuşaklara bir devrimin nasıl meydana geldiği
Paris kentinde yaşananlar üzerinden dile getirilmektedir. Paris Avrupa’da
tutuşan alevlerin altında yanarken, dünyaya açılmış olan İngiltere daha sakin
ve huzurlu bir ortamda geleceğin evrensel düzenini oluşturabilmenin çabaları
içinde köklü bir dönüşüme doğru yöneliyordu. Çağdaş dünyayı yaratan Fransız
devrimi başkent Paris’de meydana gelirken bir ihtilal ortamının nasıl doğduğu
ve geleceğin yeni siyasal düzeninin nasıl ortaya çıktığı “iki şehrin hikayesi “isimli
kitapta bugünün yeni kuşaklarına ders verircesine anlatılmaktadır. Fransız
devrimini uzaktan seyreden ve bazı müdahaleler ile yönlendiren İngiltere,
siyasal mücadeleleri kontrol ederken bir deniz ve ada ülkesi olmaktan gelen
özelliklerini sonuna kadar kullanarak, Fransa’daki gibi büyük toplumsal
patlamalara ya da kraliyet hanedanının katliamlarla sona erdirilmesi gibi köklü
değişikliklere uzak kalmayı başarmıştır. Açlık, sefalet ve sosyal çöküntülerin
yol açtığı felaketler aşamasında Fransız devrimi önlenememiş ve hanedan
yönetimine dayanan krallık rejimi yerini tüm
halk kitlelerinin ortaklaşa katılacağı bir cumhuriyet rejimine bırakmak zorunda
kalmıştır. Çağdaş dünya yavaş yavaş ortaya çıkarken bir kara ülkesi olarak
Fransa Avrupa kıtasının, İngiltere ise denizler üzerinden dünya kıtalarının
merkezi haline gelirken, Paris ve Londra gibi iki büyük kent dünya yönetiminin
karşıt merkezleri olarak belirginlik kazanmışlardır. Bu yüzden Paris, bilim,
kültür ve ulus devlet olarak siyaset merkezi kimliği ile önem kazanırken,
Londra deniz aşırı ülkelerin ve sömürgelerin yeni merkezi olarak ortaya çıkmış
ve ekonomi ile ticaret üzerinden bir imparatorluk yapılanması ile beş kıtaya
yayılarak yepyeni bir dünya gücü yaratmıştır Fransa ve İngiltere gibi büyük
Avrupa devletlerinin yeni dünya düzeninde farklı çizgilerde gelişmeler
göstermesi yüzünden, Fransa Paris ile İngiltere Londra ile simgelenmiştir. Bu
iki büyük devletin çekişmeleri ve yeni dönemlerdeki uygulamaları birbirinden
çok farklı çizgileri siyasal alana kazandırdığı için uzun süren savaşlara bu
iki ülke sürüklenmişler ama, bugünkü modern uygarlık barış arayışları ile bu
tür savaşları önlemiştir.
Bugün
dünya haritası incelendiği zaman iki yüz den fazla devletin bu harita üzerinde
yer aldığı göze çarpmaktadır. Bazı büyük devletlerde başkentler ile sahil
kentleri arasında hegemonya çekişmeleri gündeme gelebildiği için ülkeler arası
durumlarda zamanla bazı değişiklikler gündeme gelebilmektedir. Bazen ülkeler
başkentlerini değiştirerek sahil kentleri üzerinde denetim sağlamaya
çalışmaktadırlar. Bazı durumlarda ise çok büyüyen sahil kentlerinin, yeni
ekonomik merkez olarak aynı zamanda siyasal gelişmelere de merkez olmaya
yönelmeleri yüzünden ülkedeki başkentlerin durumu tehlikeli siyasal saldırılara
hedef olabilmektedir. Bazan devletler arası ilişkilerin değişmesi ya da barış
ortamını bozabilecek savaşların ağırlıklı bir biçimde siyasal gelişmelere etki
yapması nedeniyle, ülkeler başkentlerini değiştirmek zorunda kalarak ulusal
sınırlar içerisinde yeni yerleşim yerlerini belirli bir aşamadan sonra başşehir
olarak ilan edebilmektedirler. Daha çok ülkelerdeki iç karışıklıklar ya da
bölgede var olan emperyal güçlerin saldırılara geçerek meydana getirdikleri
değişimler, ülkelerdeki devlet yapılarını sarsabilmekte ya da emperyalist
devletlerin gündeme getirdiği bölgesel planlar doğrultusunda bölge
devletlerinde karşılaşılan değişimler, başkentler ile deniz kenarı sahil kentlerini ülke sınırları
içerisinde karşı karşıya getirerek, geçmişten gelen kamu düzenlerini
parçaladıkları ya da yok ederek var olan devlet düzenlerini tarihe mal
ettikleri göze çarpmaktadır. Her devletin kendi anayasal yapılanmasına uygun
düşen bir çizgide sahip olduğu kamu düzenleri bu gibi durumlarda büyük
tehlikeler ile hatta yok olma durumları ile karşılaştığı için her devlet
geçmişten gelen devlet düzenlerini sonuna kadar korur ve kazanılmış haklarının
elinden alınmasına da karşı çıkarak ömrünü uzatmaya çaba gösterir. Bütün ulus
devletler ulusların var olma mücadeleleriyle kuruldukları için her devlet
ulusal bir tabana dayanır ve başkentler devletlerin olduğu kadar milletlerin de
merkezi konumundadır. Deniz kenarındaki büyük sahil kentlerinde ise uluslar
değil, sahillerden deniz ticareti yapan ticaret burjuvazisi egemen olduğu için,
çok uluslu burjuvazi ya da karma topluluklar hegemonyasında, başkentlere karşı
oluşumlar öne geçebilmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti dünya haritasında yer alan orta büyüklükte bir devlet olarak
başkent Ankara ile diğer seksen vilayet arasında ülke koşullarına oturan bir
jeopolitik oluşum ile geleceğe dönük bir yapılanmayı anayasal bir düzen içinde
hukuk devletine dönüştürmeyi başarmıştır. Her devlet yapılanmasında ortaya
çıkan kamusal alan sorunu hem kentler hem de devletler açısından önem
taşımaktadır. Devletler gibi kentlerin de kamusal olan olarak kabul edilmesiyle
birlikte, ulus devletlerin içinde yer alan kentler de yerel yönetimler olarak
aynı zamanda yerel devlet konumunda kabul edildikleri için kentlerin varlığı ve
yapılanmaları siyasal bir karakter taşımaktadır. Devletlerin içinde ve başkent
konumundaki merkez şehirlerde devletlerin temel kamusal örgütleri kurulduğu
için devletler ile birlikte kentler de kamusal alanın bir parçası sayılarak
doğal olarak bunların içinde yer almaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında
devletlerin kamusal örgütlenmeleri belirli bir bütünlük içinde başkentlerin
yerel kamu hizmetlerinin yapıldığı
merkezi ve ortalık alanlarda gerçekleştirilmektedir .Kentlerin eski çağlarda
yerel devlet tipleri olarak öne çıkmaları ile başlayan kamusal alan
tartışmaları sonraki dönemlerde daha
geniş sınırlar içinde ele alınmaya başlandığında, bölge ve ulus devlet
modelleri ile birlikte ele alınarak tartışılmış ve geleceğe dönük oluşumlarda
bu açılar çizgisinde belirli bir kimlik
üzerinden tanımları yapılmaya çalışılmıştır. Devletlerin üzerinde yer
aldığı ülkeler ve yerel çizgide buralarda öne çıkan yapılanmaların kamusal
alandaki kimliklerinin ortaya çıkarak belirginlik kazanmaları açısından, kamusal
alan tartışmaları yaygınlık kazanarak önem kazanmıştır. Yerellik olgusu
mekanların siyasallık kazanması aşamasında, değerlendirmelere yardımcı olmakta
ve yerel devletler olarak il ve ilçe belediyeleri tartışma konusu olarak eskisi
gibi yeniden gündeme gelmektedir. Bu çerçevede yapılmakta olan
değerlendirmelerde her devlet ya da yönetim üzerinde bulunduğu toprakların
özelliklerine göre anlam ve görünüm kazanmaktadır. Böyle bir aşamada bölgesel,
yerel ve ulusal kimliklerdeki yönetim biçimleri kendi özellikleri doğrultusunda
yeni kamusallıklarını yaratarak, diğer devlet ve siyasal yapılanmalardan
ayrılan bir çizgide geleceğe dönük bir biçimde varlıklarını geliştirmeye
çalışmaktadırlar.
Ulusallık
özelliğinin belirleyici olduğu, ulus devletler ve yapılanmalar zaman içinde öne
çıkarken, bu yapıya uygun düşen ya da kuruluş sırasında başlangıç noktası
olarak hizmet gören merkezi yerdeki ulus devlet yapılanması devlet ile bütünleşen
bir çizgide önem kazanırken, var olan ulus devletin geleceğe yönelik bir
çizgide yoluna devam edebilmesi için devlet yapılanması ile birlikte, başkent
olma özelliğinin devam etmesi gerekmektedir. Bir devletin kuruluşu sırasında
dayanak noktası ya da ortaya çıkış yeri olarak kullanılma durumundaki merkezi
konumdaki başkentlerin, devletlerle birlikte birleşerek tek bir devlet hükmü
şahsiyeti oluşumunun çatısı altında buluşmaları ve bir araya gelerek
yaratacakları ortak bir bütünleşme oluşumu çerçevesinde, devlet ya da ulusun
karşısına çıkabilecek her türlü çıkmazın aşılmasının birçok açıdan önemi
bulunmaktadır. Kentler ile birlikte yerel devlet oluşumu ya da yapılanmaları, kamusal
alana ulusal düzeyde yeniden katkı sağlayarak eskisinden daha farklı oluşumlara
yardımcı olmaktadırlar. Ne var ki, kentlerin yerel yönetimler ya da devletler
olarak devreye sokulmalarıyla birlikte, ulusal ya da bölgesel devletlerin
yerleşik yapılanmaları kökünden sarsarak eskisinden çok daha farklı bir
görünümün ortaya çıkmasına yardımcı olundukları anlaşılmaktadır. Devletler ile kentler arasındaki ilişkiler ya
da bağlantılar bu düzeylerde ele alınırken, devletlerin merkezi devletin
kamusal alanı olan başkentler ile aralarındaki gelişmelerin dikkate alınarak
incelenmesi gerekmektedir. Bu noktada eski başkentlerin kendilerinden beklenen
katkıları sağlaması önemli bir gösterge olmaktadır. Var olan ulus devlet ya da
bölge devleti başkentleri ile kaynaştığı ve sarsılmaz bir bütünlük içinde
geleceğe dönük bir yolda, emin adımlarla ilerlediği sürece, hiç kimse ya da
siyasal güç devlet ile başkentler arasındaki siyasal bütünleşmenin kopmaz
bağlarını hiçbir biçimde koparması mümkün değildir. Bu gibi durumlarda ve
uluslararası konjonktürün belirleyici olduğu gelişmelerde devletlerin
başkentleri ile bağları koparılabilmekte ve ortaya çıkan yeni konjonktürün
dayatmaları doğrultusunda ya sahil kentlerinden birisi ya da yeni ortaya çıkan
gelişmelerin eksenine oturan başka bir kent yeni bir başkent olarak öne
çıkabilmektedir.
Bugün
gelinen aşamada bir yanda geçen yüzyıldan gelen ulusal kurtuluş savaşının
merkezi olarak Ankara’nın başkent olma statüsünün devam ettiği Ankara varken,
bir de Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın yeniden gündeme gelmesi
çizgisinde uluslararası konjonktürün yansımaları doğrultusunda, İstanbul’un
yeni başkent olarak dayatıldığı ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu
döneminde bütün orta dünya İstanbul gibi bir bölgesel başkente bağlı durumda
iken, imparatorluk sonrası dönemde bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde kurulan
ulus devletin jeopolitik konumu da ülkenin tam ortalarında Ankara’yı ulus
devletin merkezi başkenti konumu durumuna getirmiştir. Ne var ki, cumhuriyetin yüzüncü
yılına girerken, yüzyıllık bir dönem sonrasında yeni dünya düzeni arayışları
çizgisinde ulus devlete yönelik tehditler ve dış müdahaleler gündeme
getirilirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal başkentinin Ankara’dan İstanbul’a
doğru taşındığı anlaşılmaktadır. Önce özel bankalar, daha sonra resmi bankalar
ve üçüncü aşamada ise ekonomik kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmasıyla
birlikte, ulus devletin başkentinin Kuvayı Milliye’nin merkezinden alınarak, eski
imparatorluk döneminin geçmişteki merkezi olan İstanbul’a taşınmak istendiği
görülmektedir. Osmanlı devletinin çöküşünden sonra Ankara’nın başkent olması
sürecinde batılı ülkeler nasıl direndiyse bugün gelinen noktada benzeri bir
biçimde batının emperyal devletlerinin ortaya koydukları emperyal projelerde Ankara’yı
başkent olarak görmedikleri aksine yeniden İstanbul’u başkent konumuna getiren
uydurma haritalar aracılığı ile ulus devlet başkentini ortadan kaldırarak ,
emperyalistlerin projelerine uygun olarak geçmişten gelen Roma ve Bizans
imparatorluklarının merkezi konumundaki bu her tarafı açık bir kenti, bölgesel
devletin başkentine dönüştürme eğiliminde oldukları anlaşılmaktadır. Bölgesel
imparatorluktan ulus devlete geçerken değiştirilen başkentin şimdi yeniden
bölgesel devlete geçerken tekrar değiştirilmeye çalışılması ancak emperyalist
plan ve müdahaleler ile açıklanabilir. İki kutuplu dünyayı çökerten batı
emperyalizminin dünya çapında bir yeni düzene yönelirken, tüm bölgelerle
birlikte merkezi coğrafyadaki düzeni de bozmaya çalışırken, diğer ulus
devletler ile birlikte Türklerin anavatanı olan Anadolu topraklarından ve bu
yarımadanın ortasındaki ulusal başkentten Türkleri uzaklaştırmaya
çalışmaktadırlar.
Kuvayı
Milliye’nin merkezi olan Ankara kenti daha sonraki aşamada ulusal başkent
olarak ilan edilirken Misakı Milli sınırları içindeki ulusal vatanın bölünmez
bütünlüğü esas alınmıştır. Bu açıdan Edirne’den Ardahan’a kadar Kuvayı
Milliye’nin kolları uzanmış ve Balkanlar ile Kafkaslar arasındaki Anadolu
yarımadası Türklerin ana vatanı olurken, ülkenin tam ortasında yer alan Ankara
kenti de Türk devletinin ulusal başkenti olma aşamasına gelmiştir. İmparatorluğun
çökertilmesi yüzünden bir ulus devlet tarih sahnesine çıkarken, şimdi de bir
ulus devlet tarihin derinliklerine gömülmek istenmektedir. Küresel düzende
emperyalistlerin yeni planları dayatmaları yüzünden, ulus devlet Türkiye
Cumhuriyeti dağılmaya doğru iteklenirken Türklerin elinden alınan ulusal
başkent Ankara’nın yerine eski Bizans ve Roma imparatorluklarının merkezi olan
İstanbul yeniden canlandırılarak, ulus devlet yerine alt kimliklerin eyaletler
halinde örgütlenmesiyle ortaya çıkarılacak bir bölgesel federasyon, merkezi
coğrafyanın tam ortalarında kurulmak istenmektedir. Bu topraklarda ise
Türklerin ulus devleti bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulduğu için
Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bölgeye saldıran
emperyalistler ve Siyonistler, bölgenin merkezi devleti olarak Türkiye
Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalıştıkları için, Türkiye’yi haritadan silmek,
başkentini dağıtmak ve emperyalistlerin alt kimlikçi politikalarıyla yeni Sevr planına uygun bir biçimde bölücü
federasyonlaşmanın önünü açmak üzere, Türk devleti ile Türk ulusuna karşı toplu bir saldırıya geçmenin hazırlıklarını
tamamlayarak, bu doğrultuda eyleme geçme aşamasına gelmişlerdir. ABD’nin
Balkanlara çok miktarda asker getirmesi, Ege adalarına asker çıkartmaları, Kıbrıs
adasındaki silah ambargosunun kaldırılması emperyalist saldırı planlarının
başlangıç girişimleri olarak bugünün koşullarında uygulama aşamasına
getirilmiştir. Ankara’yı hedef alan siyasal saldırıların yeni dönemde askeri
saldırılar ile sürdürülerek Türk ulus devleti yerine çok uluslu bir federasyon
dayatması gündeme getirilmektedir.
Emperyalizm
ile bölgedeki ulus devletler karşı karşıya getirilirken, gelecekte muhtemel bir
üçüncü dünya savaşı da batılı emperyalistler ve Siyonistlerin iş birliği ile bölge
ülkeleri üzerinden çıkartılmaya çalışılmaktadır. Ankara ile İstanbul’u
beraberce ele alarak inceleyen bazı bilim adamları her iki kentin özelliklerini
karşılaştırırken Ankara’yı devletin,
ordunun ve Türk ulusunun merkezi olarak
tanımlarlarken, Roma ve Bizans imparatorlukları döneminden gelme farklı
dinlerin ve alt kimlikli grupların bu kentte bir arada yaşadıklarını ve bu
yüzden İstanbul’un bir metropolitan kent olarak kozmopolit bir toplumsal
yapılanmaya sahip olduğundan, Türklerin ulus devletlerinin ötesinde bir çoklu
kimliğe sahip bulunduğunu ve bu açıdan
yeni dönemde bir bölge devletine doğru gidilirken İstanbul’daki ulus devlet
temsilcileri olarak bulunan Türkleri dışlayan bir yeni yönelişin yabancı
göçmenler aracılığı ile geliştirildiği görülmektedir. Normal koşullarda
İstanbul ele alındığı zaman ülkedeki bütün sermayenin bu sahil kentinde bir
araya getirildiği, adında Türk ismi bulunan bazı derneklerin varlığına rağmen,
İstanbul’da toplanan büyük sermayenin büyük çoğunluğunun yabancı ve gayrimüslim
toplum kesimlerinin ellerinde bulunduğu ve Türk kimliği taşımayan ve
Türkiye’nin ulus devlet yapılanmasına karşı çıkan gayrimüslim yabancıların çıkarları
doğrultusunda bu lobilerin harekete geçerek, eski Roma ve Bizans
imparatorluklarının merkezi olan bu kentteki yabancı sermayenin, siyaseti finanse ederek ve medyanın patronluğunu
yürüterek Atatürk cumhuriyetini tarih sahnesinden silmek için her yola
başvurdukları açıkça görülmektedir. İstanbul kenti bu gibi nedenler yüzünden
Türkiye ve Ankara karşıtı hareketlerin ve siyasal gelişmelerin merkezi konumuna
gelmiştir. Ankara devlet, millet ve ordu imajları ile Türk ulus devletinin
bugüne kadar merkezliğini yapmıştır ama, bu küresel yeni bir dünya düzeni için
seferber olan yabancı sermaye tekelci şirketleri aracılığı ile ulus devletleri
yıkarken, İstanbul Türkiye karşıtı bir ekonomik yapılanma üzerinden sermaye ve
medya ile yıkıcı bir siyaset ve emperyalist güçler ortaklığında, dış güçler ile
aynı çizgide saldırganlığın merkezi haline gelmiştir. İşte bu gelinen yeni
aşamada artık Ankara ile İstanbul kentleri yeni bir çatışmanın tam merkezi
konumuna gelmiştir. Kanal İstanbul projesi ile İstanbul tıpkı Hong-Kong gibi
deniz aşırı bir ada devleti haline getirilerek, ulusal hukuk denetiminden
uzaklaştırılmaktadır.
Yeni dönemde siyasal gelişmeler
birbiri ardı sıra devreye girerken, Ankara tıpkı Moskova gibi bir doğu başkenti
konumuna doğru iteklenmiştir. Rusya dış
dünya ile bağlantısını Petersburg gibi bir sahil kenti üzerinden yürütürken, Türkiye’de
Ankara gibi bir Avrasya başkenti oluşumunun tam göbeğinde kalmış ve bu durumu
aşabilmek için de Ankara İstanbul üzerinden batı dünyası ile ilişkilerini
sürdürmeye çaba göstermiştir. Ne var ki, Ankara dış dünyaya açılmak için
mücadele ederken, batı dünyasının emperyalistleri ve Siyonistleri Türkiye’ye
giriş kapısı olarak İstanbul’u kullanmaktan çekinmemişlerdir. İstanbul’un
ulusal kimliğin ötesindeki kozmopolit nüfus yapılanması Türkiye’nin batı ile
ilişkilerini bozmuş ve emperyal projelerin bu eski Bizans merkezi üzerinden
yürütülmesinin önünü açmıştır. Avrupa ve Asya merkezli yeni yapılanmalar
gündeme gelirken, Türkiye ile birlikte İstanbul’da çok hareketli bir geçiş
dönemi yaşamıştır. Kentsel dönüşüm ile eski İstanbul yıkılırken, gökdelen
binaların kentin her yerine yapılmasıyla birlikte, İstanbul’da batılı
başkentlerde olduğu gibi yeni bir metropolitan yapılanmanın önü açılmıştır. İstanbul
küreselleşme döneminde öne geçerken, Türk devletinin başkenti olarak Ankara
geride kalmış, ABD başkanı Bush Türkiye’ye geldiği zaman merkezi coğrafyanın
Osmanlı döneminde olduğu gibi İstanbul’dan yönetilmesi gerektiğini Türkiye
başbakanına açıkça söylemiştir. ABD Avrasya döneminde doğu politikalarını
İstanbul üzerinden yönlendirmeye çalışırken, Ankara ile değil İstanbul ile
çalışmaya öncelik vermiş ve Büyük Orta Doğu yapılanması içinde İstanbul’u tıpkı
Napolyon’un söylediği gibi Avrasya üzerinden dünyanın başkenti yapılması için
çalışmıştır. İsrail devleti Büyük İsrail projesi doğrultusunda Kudüs’ü dünyanın
başkenti yapmaya çalışırken, ABD ve İngiltere ikilisi Anglo-Sakson güçleri
olarak yeni Roma ve Bizans yapılanması doğrultusunda İstanbul’u bölge merkezi
yapmak için harekete geçmişlerdir. Böylece uluslararası konjonktür İstanbul’un
arkasına geçince, Türk ulus devletinin başkenti olan Ankara’ya karşı bir
küreselleşme rüzgârı estirilerek İstanbul’a Ankara’daki kamu kurumları taşınma
yoluna gidilmiştir.
Küresel
güçler eski dünya düzenine son vermişler ama yeni bir dünya düzeni
kuramamışlardır. Bugün gelinen noktada yeni bir dünya düzeni yapılanması için
küresel tekelci şirketler ulus devlet düşmanlığı yaparak iki yüz ulus devletten
iki bin eyalet devleti çıkartabilmenin arayışları içindedirler. Sorun ulus
devletlerin yıkılmasıyla çözülemeyecek, iki yüz civarındaki ulusal yapıların
yenilenmesiyle beş kıtada var olan beş bin civarında etnik grup harekete
geçerek kendi devletlerini kurabilmenin çabası içine girebileceklerdir. O zaman
küreselcilerin geliştirdiği iki bin eyalet devleti projesi de yetersiz kalacak
ve beş bin eyaletin dini, etnik ve kültürel alt kimliklerin kendi devletlerini
gündeme getirmeleriyle birlikte dünya devletleri fazlasıyla bölünerek küçük
küçük parçalar halinde gündeme geleceklerdir. Osmanlı sonrasında merkezi
coğrafya için planlar ve projeler hazırlayan İngiltere’nin İstanbul merkezli
çalışmaları yüzünden Osmanlı sonrasında bu bölgede gündeme getirilmiş olan ulus
devletlerin de devre dışı bırakılarak eyalet ve şehir devletleri üzerinden yeni
bir merkezi coğrafya oluşumu geçmişten gelen Sevr planı doğrultusunda öne
çıkartılmaya çalışılmaktadır. İstanbul hem bir küresel kent olarak uluslararası
yapılanmalarda öne geçerken, Ankara eski ulus devletin merkezi olarak devre
dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Ulus devletin ve ulusal toplumun bütünüyle tasfiyesi
düşünülürken, alt kimlikli gruplar ile eyaletler ve şehir devletleri
hazırlıkları öne geçmektedir. Bu çerçevede tarihsel olarak gündeme gelmiş olan
Ankara-İstanbul arasındaki geçmişten gelen rekabet ve çekişme süreci yeni
dönemde küreselleşme ve ulus devlet karşıtlığına dönüşmüştür. Yeni dönemde, İstanbul’cular
küreselci olurlarken, Ankara’cılar da ulusalcı olmak durumunda kalmışlardır. Kuvay-ı
Milliye hareketinin merkezi olan Ankara kenti yeni dönemde, ulusalcı hareketin
de öncüsü ve merkezi olmak durumundadır.
Ankara
-İstanbul çekişmesi içinde yer alan İstanbul’cu aydınların bur tartışmayı kazanmak için, çekişmeyi iki
şehir arasında olmaktan çıkartarak Ankara-Türkiye arasında bir kamplaşmaya
doğru yönlendirmişlerdir. Onlara göre Atatürk Türkiyesi geride kalmış ve bu
yüzden de Ankara gerici bir kent olarak, geçmişin uzantısı olarak yeni dönemde
tutuculuğun merkezi haline gelmiştir. Tutum ve tavırlarına ilerici bir görünüm
kazandırmak için İstanbul’daki gelişmeleri inceleyenler, Türkiyeci bir yaklaşım
görünümünde ulus devlet ve Ankara karşıtlığını sürdürmeye çalışmışlardır.
Ankara’nın ulusal başkent olmasına itiraz edenler, Kuvayı Milliye hareketinin
uzantısı olarak yeni bir ulusalcı hareketin doğmasını önlemek isteyenler, İstanbul
üzerinden Ankara karşıtlığına devam etmişlerdir. Atatürk cumhuriyetini savunan
Birinci cumhuriyetçilere saldıran ikinci cumhuriyetçiler, İstanbul medyası
üzerinden örgütlenerek, alt kimlikçi federasyonculuğu savunan ikinci
cumhuriyetçiliği Atatürk cumhuriyetinin yerine geçirmek istemişlerdir.
Ankara-İstanbul çekişmesi son yıllarda Birinci ve İkinci cumhuriyetçi akımların
da başlıca tartışma konularından birisi haline gelmiştir. Ankara sadece Atatürk
cumhuriyeti zamanında değil Hitit, Galatya, Frigya ve Roma dönemlerinde de
Anadolu yarımadasının tam ortasında başkent olma şansına sahip olmuş bir eski
başkenttir. Bu nedenle Ankara’nın bugünkü başkent olma statüsüne son vermek
isteyen Türkiye ve Ankara karşıtlarının, yeniden tarih kitaplarına yönelerek
dünya tarihi içinde Anadolu yarımadası ile birlikte Ankara kentinin tarihi
dönemler içindeki yerini ve konumunu iyi anlamak durumundadırlar. Türk devleti
emperyalist oyunlara karşı çıkacak kadar güce her zaman sahip olmuş ve ulusal
kurtuluş savaşını tüm cephelerde kazanarak bağımsız çağdaş bir cumhuriyet
kurabilmenin onurunu yaşamıştır İstanbul’un emperyalistler tarafından işgal
edilmesine karşılık, Ankara Misakı Milli sınırlarına kucak açarak ve tüm
Anadolu halkı ile bütünleşerek içine girilen yeni kurtuluş savaşını da
kazanacaktır. O zaman iki şehrin hikayesi savaş ile değil ama barış ile
sonuçlanacaktır. Bu aşamada Türkiye’nin bütünlüğünün korunabilmesi için, Ankara
hem ulusal başkent hem de bölgesel merkez olarak hareket ederek
emperyalistlerle mücadele etmek zorundadır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder