27 Mart 2020 Cuma

“YENİ BİR DÜNYA KURULUR TÜRKİYE’DE YERİNİ ALIR” - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

“YENİ BİR DÜNYA KURULUR TÜRKİYE DE YERİNİ ALIR”

Bu makalenin başlığının tırnak içinde yer almasının nedeni, eski bir devlet adamının ağzından çıkmış olan sözler olarak tarihteki yerini almış olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı ve Kuvayı Milliye’nin ikinci adamı olarak göreve gelen bu Türk generali, soğuk savaş döneminin en kritik aşamasında batı emperyalizminin dayatması ile karşılaşınca, ağzından bu sözler dökülmüştür. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına girilirken  ve  ikinci dünya savaşı geride kalırken, batılı ülkeler merkezi alana yeniden gözlerini dikerek, Anadolu’nun yanı başında kardeş bir toprak parçası olarak sürüp giden Kıbrıs adası ile ilgili olarak ortaya çıkan çekişmelerin ,giderek silahlı çatışmalara dönüşmesi noktasında, batı blokunun merkezi olan en büyük batılı  emperyalist devletin başkanı Türkiye’nin önüne çıkarak, batı dünyasının savunma sistemi içinde Türkiye’ye verilen silahların Türk devletinin ulusal çıkarları doğrultusunda  kullanılamayacağını açıkça ifade etmiş ve bunun tersi bir doğrultuda eğer bu  silahlar batı blokunun izni alınmadan kullanılırsa, o zaman  Türkiye’ye karşı yaptırımlar uygulanacağı bir tehdit  uyarısı çizgisinde  bildirmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir Rus işgaline karşı batı sistemine dahil olarak kendini kurtarmaya çalışan Türkiye, bu tür dengelerle kuruluşunu tamamlayarak yirminci yüzyılın ikinci dönemine doğru yol alabilmiştir. Tam bu sırada Orta Doğu’da İsrail’in kurulması üzerine gündeme gelen gelişmelerle, Türkiye Kıbrıs üzerinden tehdit almıştır. İşte bunun önlenmesi için Türkiye’nin ikinci adamı bu sözleri söylemiştir.                                                                                           
                             
              Türkiye Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılın   günlerini   geride bırakırken, bütün insanlık ile birlikte yaşadığımız dünya gezegeninde de çok önemli gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme gelmektedir. Yirminci yüzyılın birikimini yeni yüzyıla taşımak gibi bir misyonu harita üzerinde yer alan devletler üstlenirken, şirketler üzerinden ana sermayenin sahibi konumundaki iş çevreleri dünyanın patronluğuna soyunmaya başlamışlardır. Tarih boyunca var olan insanlığın birikimini, devletler yirmi birinci yüz yılın içlerine doğru taşırlarken, patronların ve küresel sermayeyi kontrol eden iş adamlarının parasal birikimlerini ve maddi güçlerini tekelcilikten küreselciliğe geçmiş olan büyük ekonomik örgütler de yirmi birinci yüzyılın içlerine doğru taşımışlardır. İnsanlığın ilk çağlardan bugünlere kadar uzanan tarihsel geçmişi incelendiği zaman, her dönemde güç merkezlerinin birbirleriyle savaştıkları ortaya çıkmaktadır.  Daha sonraki dönemlerde devletler olarak toplumsal örgütlenmeler ortaya çıktığı zaman bu aşamadan sonra yeryüzü topraklarında egemenlik kurma kavgası devletler arası savaşlar haline dönüşmüştür. Ne var ki, küreselleşme aşamasına gelindikten sonra da bu kez küresel sermayenin temsilcisi olan şirketler ile var olan devletler karşı karşıya gelmiştir. Bu aşamadan sonra da halk kitleleri ile sermaye grupları arasındaki çekişmeler yavaş yavaş devletler üzerinden savaşlara doğru dönüştürülmeye çalışılmıştır.
                 Yirmi birinci yüzyılın başlarında dünya üzerindeki siyasal konjonktürün karşıtlıkları eskisine oranla daha farklı bir çizgide belirlenmesi   üzerine, şirketler ile devletler arasındaki çekişmeler daha da büyüyerek gelişmiş ve eski dönemden kalma dünya düzeninin zamanla sarsılarak farklı çizgilerde değişikliklere doğru gelişmeler yönlendirilmiştir. Böylesine   yeni koşulların ortaya çıktığı farklı bir aşamada, devletler ile şirketler rekabet sürecinde önceliği kendilerinin toparlanmasına ayırmışlar ve bir süre sonra derlenip toparlanarak yeniden ortaya çıkan diğer gruplar ile ya iş birliği ve dayanışma içine girmişler ya da aradaki mesafeleri daha da açarak karşı karşıya gelmişlerdir. Bu tür çekişmelerin sonucunda parçalanan veya büyüyen devletler kadar çeşitli bölgelerde yaşamlarını sürdürmekte olan toplumlar da sarsıntılar geçirmişlerdir. İki büyük dünya savaşı sonrasında iki kutuplu dünya düzeni çökünce, geride kalan süper güç konumundaki büyük devleti ele geçiren küresel sermaye, bütün dünyada yeni bir hegemonya düzeni oluşturma doğrultusunda var olan devletlere karşı bu büyük gücü kullanmaya başlamıştır.  Şirketlerin büyümesi ve devletlerin küçültülmesi ana ilkesi doğrultusunda, geride kalan kapitalist sistemin süper gücü sermaye   egemenliğinin merkezi haline getirilince, tek merkezli bir küreselleşme süreci soğuk savaş dönemi sonrasında ortaya çıkarılarak, serbest piyasa ekonomisi üzerinden geliştirilen kapitalist ve emperyalist politikalar ile ulus devletler teker teker teslim alınmaya çalışılmıştır. Batı sistemine dahil olan bölgelerdeki devletler, alt kimliklerin hortlatılmasına dayanan ileri demokrasi görünümlü bölünme projeleriyle parçalanmaya çalışılırken, batı sisteminin dışında bulunan diğer doğu bölgelerindeki devletler de ise hem etnik çatışmalar hem de bölünme amaçlı sıcak savaşlar kışkırtılarak, bu doğrultuda   bölücülük hedefi taşıyan dış destekli terör aracılığı ile küçültülen devletler, siyaset sahnesine çıkartılmaya çalışılmıştır. Sovyetler Birliği   ve Yugoslavya   Federasyonun parçalanışına benzer planlar, bütün ulus devletlerde bu doğrultuda gerçekleştirilmeye çalışılırken, küreselci emperyalistlerin yol haritalarında Türkiye diye bir ulus devlet karşılarına çıkıyordu. İşte bu noktada her şeyin alt üst olduğu ve eski planların geçersiz kaldığı, savunma ortaklıklarının geçerliliğini yitirdiği yeni bir noktaya geliniyordu. İşte bu noktada emperyalizmin babası Türkiye’nin batıdan aldığı silahları kullanamayacağını tehdit eder bir biçimde söylüyordu. Hiç de nazik olmayan bir sert bir üslupta Türkiye’nin batı silahlarını kullanarak kendi güvenliğini sağlamasına açıkça izin verilmiyordu.
                Kuruluşu itibarıyla batılı emperyalistlerin dünyanın doğu bölgesine açılan yol haritasında önemli bir yere sahip bulunan Türk devleti, uluslararası konjonktürün yardımlarıyla, aslında Birinci Dünya savaşı süreciyle birlikte batının yol haritasındaki ana devletlerden birisi haline geliyordu. Çanakkale savaşı ile batı emperyalizmi dünyanın ortasından geçerek bütün doğu bölgelerini ele geçirmeye yönelirken,           Çanakkale’den Anadolu yarımadasına girmek istemiş ama bunu başaramamıştır. Birinci dünya savaşına giden yolda tökezleyen emperyalizm daha sonraları derlenip toparlanarak yola devam etmek istemiş ama bu sefer de karşısında Sovyetler Birliği gibi yeni bir güç merkezini görmüştür. İşte bu aşamada Kıbrıs adasında yeni bir yapılanma arayışı gündeme gelirken, Türkiye’nin siyasal çıkarları tehlikeye giriyor ve Türk devleti ile batı emperyalizmi Orta Doğu’nun en büyük adası olan Kıbrıs’ta karşı karşıya geliyordu. Devletler ve şirketler arasında çekişmeler tırmanırken, Türkiye yeni kurulan İsrail devletinin gündeme getirdiği Büyük İsrail projesi nedeniyle de baskı altına sürükleniyordu. Siyonizmin merkez ülkesinin kurulmasından sonra güvenlik işlerini de üstlenen okyanus ötesi süper güç, Türkiye’yi batının verdiği silahları kullanamazsın diye tehdit ederken, aslında Atlantik emperyalizmi ile birlikte İsrail siyonizmini de birlikte savunuyordu. Böylesine bir konjonktür içinde Türkiye soğuk savaş dönemindeki kamplaşmanın dışında bırakılarak, Sovyet sosyal emperyalizmine karşı korunmuyor, aksine Türkiye savunmasız bırakılarak karşıt blok olan sosyalist sistemin kucağına atılıyordu. Bu topraklarda Türk egemenliğinin bin yıllık birikimini temsil eden Türk devletinin, doğu ve batı bloklarının tam ortasında kalarak batı blokuna sığınması gibi yaklaşımın doğru olmadığı, güvenlik örgütünün başının tehditleri ile kesinlik kazanıyordu.

                Böylesine bir iki yüzlü tutum ile çifte standartlı bir politika ile istemeden karşı karşıya kalan Türk devletinin kendi çıkarları doğrultusunda durumu yeniden değerlendirmesinin zorunluluğu ortaya çıkıyordu. Bölgesel ittifaklarına ya da güvenlik örgütlerine devletler kendi çıkarlarını korumak ve her türlü tehditlere karşı kendini korumak üzere girmesi, genel olarak kabul edilen bir kural olmasına rağmen,  bir Hrıstıyan devletin aynı dinden gelen  başka bir  Hrıstıyan devleti kollarken, kural dışı olarak güvenlik örgütü üyeliğine alınmış olan  bir Müslüman ülke olarak Türkiye’yi yaptırım ile tehdit etmesi, ancak emperyalizmin çıkarları ile açıklanabilecek çifte standartlı bir tutum olarak değerlendirilebilir. Türk devletinin kuruculuğunu ve ikinci cumhurbaşkanlığını yapmış olan bir devlet büyüğünün aradan yıllar geçmesine rağmen başbakan olarak, kendisini tehdit eden bir güvenlik örgütü başkanına karşı gerekli olan tutumu takınarak, Türkiye’nin böylesine istenmeyen bir durumda gerekeni yapacağının bütün dünyaya açıkça ilanıdır. Batı ittifakı içinde Türkiye’yi sınır karakolu, cephe ülkesi ya da alan bekçisi olarak kullanmayı düşünen batılı emperyalistlerin, Türkiye’nin ihtiyacı olan savunmaya gerek doğduğu zaman sırtlarını dönmesinin bir açıklaması olması gerekmektedir. Hep almaya alışmış olan batılı emperyalist güçler tüm dünya ülkelerini emir eri gibi her bölgede kullanırlarken, çıkarlarının gereği olan her konuyu ya açıktan emir ve talimatlarla ya da dolaylı olarak çeşitli komplolar aracılığı her zaman müdahale edebilmişlerdir. İki büyük savaşın sağladığı üstünlük konumu ile bunu gerçekleştirenler yeni dönemde eski alışkanlıklarını sürdürmek istemişler ama, yirminci yüzyılın ikinci yarısında eski konumlarını yitirdikleri için dünya ülkelerinin haklı tepkileri ile karşılaşmaya başlamışlardır. Türk devletinin başbakanının ağzından çıkan başlıktaki sözler, bu dönemin özelliklerine uygun bir biçimde dile getirilmiş olan bir karşı çıkışın ve emperyalizme karşı   kararlı bir duruşun simgesi olarak tarihe geçmiştir. Bir güvenlik örgütü yetkilisinin üye bir ülkeye yönelen haksız tutumu karşısında, ilgili ülke Türkiye’nin doğal refleksi başbakanın ağzından bu sözler ile açıkça ifade edilmiştir.
                Bugünün zaman diliminden tam yarım yüzyıl önce yaşanmış olan bu olayın ortaya koymuş olduğu gerçekler bugün de devam ettiği için benzeri bir durum günümüzde de gündeme gelmektedir. Bugün de güçlenmiş bir batı emperyalizminin dünya ülkelerine meydan okuduğu bir yeni dönem koşulları oluşmuştur.  Emperyal devletler kapitalist sistem üzerinden geliştirdikleri her türlü ilişkide kendilerini üstün görerek, diğer dünya devletleri ile halk kitlelerine önem ve değer vermeyen bir çizgide hareket etmektedirler. Kendilerini ağabey ya da baba olarak görenler, tıpkı evlatlarını istismar eden aile büyükleri gibi kendilerinden başka dünya devletlerinin gücünü kabul etmedikleri gibi, hak ve çıkarlarını da görmezden gelebilmektedirler. Güç ve baskıya dayanan uluslararası ilişkiler normal boyutlarını her geçen gün yitirirken, sahip oldukları üstün konumu ya da eşitsizlikçi durumu dünya ülkelerine karşı kullanmayı bir alışkanlık haline getirmiş olan büyük devletler, uluslararası alanda bir dünya kardeşliği ya da sıcak dostluk ve dayanışma  ilişkilerini geliştirmeye çaba sarf eden diğer  ülkelere karşı, anlayışsız bir yaklaşım çerçevesinde  davrandıkları  sürece  yeni bir uluslararası  dayanışma paktının oluşturulabilmesi mümkün değildir. Geçen asırda Türkiye’ye silahlarını kullandırmayanların bugünün dünyasında da benzeri bir yaklaşım içinde Türkiye gibi ülkelere yönelen müdahaleler ile geçmişten gelen olumsuz yaklaşımlarına devam ettikleri görülmektedir. Güç ve üstünlük alışkanlıklarını bugün de sürdürmeye çalışan emperyalistlerin böylesine vurdum duymaz çıkış ve davranışlarına karşı, gene Türkiye’den yükselen itiraz gibi yepyeni bir antiemperyalist çıkışa bugün de gerek olduğu görülmektedir.
                Türkiye’yi sömürerek bir yarı sömürge düzeyine getirenler, Türkiye’yi Avrupa Birliği üyeliği ile  oyalayanlar ,küreselleşme görünümünde  Türkiye’yi sömürgeleştirenler, sosyalist bloka karşı sınır karakolu olarak kullananlara, Büyük Orta Doğu projesi doğrultusunda Türkiye’yi  savaşlara sürükleyerek bir  cephe ülkesi konumuna  düşürenlere, Büyük İsrail  Projesi doğrultusunda  Türkiye’yi Hırıstıyan batı  ülkelerine karşı İslam ülkelerinin  taşeronu konumuna getirenlere ve  Atatürk’ün ülkesini her türlü haksızlığa ve adaletsizliğe düşürenlere karşı, Türk ulusunun ayağa kalkarak  gene eskisi gibi  kendisini yok etmek isteyen emperyalizme karşı   çıkması gerekmektedir. Türkiye’nin karşı karşıya bırakıldığı emperyal blokun  haksız müdahalelerine  karşı, ulus devletin  haklarını savunacak bir karşı çıkışa eskisinden çok daha fazla  ihtiyacı bulunmaktadır. Eski dünya düzeninin ortadan kaldırıldığı ve yeni bir düzen arayışları ile merkezi bölgeye gelerek Türkiye ile birlikte komşu ülkeleri de tehdit eden bugünün saldırılarına karşı, yeni bir dünyanın kurulabileceğini söyleyebilecek bir antiemperyalist karşı çıkış, bugünün koşullarında eskisinden daha güçlü bir çizgide dile getirilmek durumundadır. Bir gün Türk ulusunun içinden Atatürk gibi bir cengaverin öne çıkarak, bütün bu haksızlıklara karşı direneceği anın pek de uzak olmadığı ve yakında geleceği, Türk ulusu ile birlikte bölgedeki komşu ülkelerin de beklentisi olarak öne çıkmaktadır. Emperyalizme karşı çıkarak ve direnerek bağımsız devlet kurmuş olan Türk ulusunun, tarihten gelen bu karakterini bugün de koruduğu ve gene antiemperyalist bir doğrultuda çıkışa, gelecekte de var olabilmek için yönelmesinin kaçınılmaz olduğu artık herkesin gördüğü bir durumdur. Batı blokunun çıkarları doğrultusunda İslam dünyasını yeniden düzenlemek ve bu doğrultuda sınır değişikliklerini gündeme getirerek Türkiye ile komşularını değişime zorlayan dış müdahalelere karşın, Türkiye ve komşularının ortak talebi olarak daha farklı bir yeni dünya düzeninin kuruluşunu gündeme getirmek, var olan ulus devletlerin çıkarlarının korunabilmesi açısından zorunlu görünmektedir.
                Hrıstıyanlığın doğuya yönelmesini önlemek isteyenlerin  Türkiye’den bir İslam devleti çıkartma girişimlerine, Yeni Bizans projesi doğrultusunda Hırıstıyan egemenliği doğrultusunda   merkezi coğrafya da  çok uluslu bir federasyon oluşturmak isteyenlere, Müslüman  devletleri Hrıstıyan batıya karşı  kontrol altına almak isteyen Siyonist Büyük İsrail projelerine, Atlantik emperyalizminin çıkarları doğrultusunda  Orta Doğu’da bir Büyük Orta Doğu İmparatorluğu kurmak isteyenlere,  eski Osmanlı hinterlandında  İngiltere merkezli bir Yakın Doğu Konfederasyonu arayanlara  ve Rusya’nın sıcak denizlere inerek bir  Büyük Rus İmparatorluğu kurmayı hedefleyenlere karşı,  Türkiye ve komşularının bir araya gelerek  var olma hakları  doğrultusunda kendilerini yok edecek  bu tür projelere  karşı çıkma haklarını  dile getirerek savunmaları gerekmektedir . Yukarıda sayılarak dile getirilen bütün emperyalist projelerin, Türkiye ve bugünkü komşularını haritadan silerek ortadan kaldırmak istemelerine karşı, bölge ülkelerinde yaşayan halk topluluklarının bir araya gelerek kendilerini savunma doğrultusunda   ortak hareket etmeleri kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmiştir. Osmanlı döneminde olduğu gibi merkezi ülke olarak Türkiye’nin bugün gelinen aşamada öne çıkması ve komşuları ile oluşturulacak bir dayanışma ittifakı doğrultusunda, emperyalizmin planlarına karşı çıkan bir alternatif planı günümüz koşullarında öne çıkarması gerekmektedir. Türkiye’yi dış tehditlere karşı korumayan, aksine batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bölge ülkelerine karşı kullanmaya çalışan her türlü plan ve projeye, Türkiye’nin karşı çıkması ve bu çizgide dünyanın daha farklı bir biçimde kurulması gerektiğini dile getirmesi gerekmektedir. Mazlum ulusların ve doğu devletlerinin var olma haklarını koruyacak, bunlara dikkat ederek daha farklı bir çizgide yeni dünya düzenini alternatif yapıda kuracak bir evrensel insiyatife olan gereksinme, her geçen gün daha da artarken, batının bölgeye getirdiği bütün silahların toplanarak savaş alanı ilan edilen bu bölgeden çıkartılmaları gerekmektedir. Türkiye’ye batı silahlarını kullanamayacağını ihtar eden Atlantik emperyalizmine karşı, Türkiye’nin de kendi ülkesinde ve komşularının topraklarında batı silahlarının emperyal amaçlı olarak kullanamayacağını dile getirecek bir ulusal çizginin, anti emperyalist bir doğrultuda günümüz koşullarında açıkça söylenmesi ve bölge devletleriyle birlikte ortaklaşa savunulması zorunluluk göstermektedir. Türkiye’nin ikinci adamının yarım yüzyıl önce dile getirdiği karşı çıkışın hem haklılığı kesinlik kazanmış hem de bu doğrultuda yeni bir çıkışa merkezi bölge ülkelerinin gereksinmesi bulunduğu anlaşılmıştır. Emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, yeni bir antiemperyal dalgaya öncülük etmesi, sınırları değiştirileceği söylenen yirmi iki İslam ülkesinin de   ortak bir savunmaya yönelmelerini sağlayacaktır.

                 Bölgedeki bütün İslam ülkelerinin sınırlarını toptan değiştirecek, bazılarını ortadan kaldıracak bazılarını ise dıştan destekli terör saldırıları ile parçalayacak girişimler ile doğuya doğru açılmakta olan batı emperyalizminin soğuk savaş sonrasında gündeme getirdiği yeni saldırılar otuz yılı aşkın bir süredir ısrarlı bir biçimde sürdürülerek büyük ve zengin ülkelerin istekleri doğrultusunda yeni bir merkezi coğrafya yaratılmaya çalışılmakta ama bir türlü de sonuç alınamamaktadır. Gelecek için ortada tek bir proje olmadığı için, İngiltere, Fransa, ABD, Almanya, Rusya ve İsrail’in birbirinden çok farklı yeni projelerinin olması yüzünden, saldırgan ülkeler ve güçler bir türlü anlaşamamakta ve işin içine devletlerin farklılığı ile birlikte din ve mezhep ayrılıkları da karıştırılmaktadır. Bu yüzden de bir türlü anlaşma sağlanamamaktadır. Her emperyal güç kendi çıkarları doğrultusunda farklı bir projeyi gündeme getirerek bölge ülkelerine dayattığı için, Orta Doğu’da hiçbir biçimde bir araya gelme ya da bu doğrultuda bir uzlaşmaya varmak mümkün olamamaktadır. Batılı ülkelerin kendi aralarında bir türlü ortak bir projede anlaşamamaları yüzünden, arayışlar devam etmekte ve bunlarda çekişmeler ya da çatışmalar olarak bölge ülkelerine yansımaktadır. Silah fabrikatörlerinin pazar alanı haline dönüştürülen bölge ülkelerinin toparlanarak bir araya gelmelerini önlemek üzere silah şirketleri paravan terör örgütleri kurdurarak, bölgedeki savaşları sonsuza kadar uzatmaya çalışmaktadırlar. Her emperyal devletin kendi çıkarları için kendi projelerinde ısrar etmeleri yüzünden, bölgedeki siyasal gelişmeler tek bir yönde uzlaşmaya doğru gitmemekte, bölge devletlerinin birbirlerinin politikalarını izleyerek, birbirlerine karşıt senaryolara yönelmeleri doğrultusunda karışıklıklar kaos ortamının yaratılmasına doğru gitmektedir. Küresel sermaye bu durumu gördüğü için kendisinin finanse ettiği medya organları aracılığı ile, şimdiden kaos ortamı oluşturulması doğrultusunda, her türlü kışkırtma ve propogandayı bölge kamuoyunda öne çıkarmaya çalışmaktadır.
                Soğuk savaş döneminin koşullarında oluşturulmaya çalışılan emperyal projelere daha sonraki aşamada öne çıkan küreselleşme döneminin koşullarında da devam edildiği için bugün gündeme gelen küreselleşme sonrası dönemde de ısrarlı bir biçimde devam edilmektedir. Bütün dünyaya egemen olacak senaryoların merkezi coğrafyaya yansıyan yanları sürekli olarak gündeme geldikçe, yeni yeni ihtilaf konuları öne çıkmakta ve bu yüzden de bir türlü geleceği oluşturacak yeni bir proje üzerinde taraflar bir türlü anlaşamamaktadırlar. Osmanlı hinterlandında oluşturulacak bölgesel siyasal yapılanmalar doğrultusunda, İngiltere İstanbul’u, İsrail Kudüs’ü, ABD ise Bağdat’ı yeni merkez yapmaya çalışırken her üç şehir karşı karşıya gelmekte, bu yüzden tek bir merkez konusunda bile anlaşamayan Atlantik emperyalistleri, kendi aralarındaki çekişmelere devam etmektedirler. Hal böyle olunca, masa üzerindeki tartışmalar bölge ülkelerine çekişmeler ve çatışmalar olarak yansımakta ve bu yüzden de bir türlü merkezi coğrafyanın geleceğini belirleyecek bir uzlaşmaya   varılamamaktadır. Başkentlerde anlaşmaya varamayanlar, daha sonra sınırların yeniden çizilmesinde hiç anlaşamayarak birbirlerine düşmekte, emperyalist güçlerin yeni yaratmak istediği eyalet ya da şehir devletleri konusunda birbirlerine düşmektedirler. Karadeniz-Akdeniz, Balkanlar ve Kafkaslar dörtgeninde var olan Osmanlı hinterlandında bütün emperyal güçler kendi çıkarları doğrultusunda at koşturmak istemekteler ve bu nedenle de   terör ve savaşlar ile yaratılmak istenen yeni devletçikler her zaman için başlıca tartışma konusu olmaktadır. Osmanlı yönetimi geri çekilirken, Fas, Tunus ve Cezayir gibi kentlerden göstermelik şehir devletleri yaratanlar ile bugünün koşullarında yeni eyalet ve şehir devletleri yaratmak isteyenler bölge devletlerinin harita üzerindeki sınırlarının yeniden çizilmesi konusunda bir türlü anlaşmaya varamamaktadırlar. Anlaşmazlık uzadıkça bu kez işin içinde doğu bölgesinin büyük devletleri de girerek ve bölgedeki çoklu dengeler yapılanmasının genişlemesine katkı sağlayarak tam bir anlaşmazlık ortamı yaratmaktadırlar.
                Büyük güçlerin geleceğe dönük projeleri arasında birlik sağlanamayınca, anlaşmazlıklar devam edip gitmekte ve devletler arasındaki tartışmalar giderek ayrı düşmelere ve farklı yönlere doğru gelişmelere yol açmaktadır. İşte bu aşamada taraflar birbirlerini yok edecek ya da birbirlerinin planlarını önleyecek bir yönde anlaşmazlıkları, bölge topraklarına taşıyarak kendi projeleri doğrultusunda olayları tırmandırmaya çaba göstermektedirler. Bu yüzden de birbirini izleyen büyük savaş senaryolarının üçüncü dünya savaşı senaryolarına kadar uzayıp gittiği görülmektedir. Bir büyük savaşın bütün bölge ülkelerini savaş meydanına dönüştürmesi   ve bu doğrultuda bütün emperyal güçlerin savaş senaryolarının hazırlayıcıları olarak savaş alanında etkin olmaya çalışmaları, nasıl bir kaotik ortam ile karşı karşıya gelindiğini göstermektedir. Kendi çıkarlarından vazgeçmeyen ve dünyanın yönetimini başkalarına bırakmak istemeyen bugünün güçlüleri, egemenlik düzenlerini sürdürmek doğrultusunda sonuna kadar direnerek bir anlaşma ya da uzlaşma arayışı içine girmedikleri için, merkezi bölgedeki savaş hali sürüp gitmektedir. Bu durumu daha büyük savaş senaryolarına dönüştürmek isteyen Siyonist baskılar da bugünün koşullarında sürüp gitmektedir. Bölge üzerinde emperyalistlerin bu tür çekişmeleri karşısında, bölge ülkelerinin bir araya gelerek yeni bir dünya düzeninin nasıl kurulacağını ortaya koymaları gerekmektedir. Türkiye’nin öncülüğünde bir araya gelecek eski Osmanlı ülkelerinin bir bölgesel ittifak kurarak, bölge dışı emperyal güçlerin Emperyalist planlarını devre dışı bırakarak, onlara yeni bir dünya düzeninin nasıl kurulacağını açıkça göstermeleri gerekmektedir. Türkiye’nin hem bölgenin merkezi devleti olarak başı çekmek hem de emperyalist olmayan bir yeni dünya düzeni planının içinde bir bölge devleti olarak yer alması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar ayakta kalmasını sağlayacak bir antiemperyalist planın acilen öne çıkartılması hem bölge hem dünya barışı için zorunluluk göstermektedir.
                “Yeni bir dünya düzeni kurulur ve Türkiye oradaki yerini alır” cümlesi yüz yıl önce bu topraklarda ortaya çıkan antiemperyalist direnişin devamı olarak gündeme gelmiştir. Böylesine bir karşı çıkışı yaratan bağımsızlıkçı hareket, daha sonra bağımsız bir cumhuriyet devleti kurarak geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşmıştır. Bağımsızlığın kazanılmasından yarım yüzyıl sonra Türk başbakanının emperyalist baskılara karşı çıkan yeni bir dünya düzeninin kurulacağını dile getirmesi ve bu yeni oluşumda Türkiye’nin de yerini alacağını belirtmesi, büyük güçlere karşı orta boy bir devlet olarak gündeme gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin, diğer dünya devletleri ile dayanışma içinde ortak hareket edeceğinin dünya kamuoyuna yansıtılması olarak görülmesi gerekmektedir. Eşkıya’nın bu dünyaya hükümdar olamayacağını dile getiren Türk Atasözlerinin yer aldığı bir kültürün temsilcisi olarak Türk devletinin, antiemperyalist çizgide var olabilmesi ve sonsuza kadar yoluna devam edebilmesi Türk bağımsızlığının güvencesi olarak kendiliğinden gündeme gelmektedir. Bu yüzdende her türlü savaş çıkarma senaryosu iflas etmekte ve terör görünümlü ortalığı karıştırma hareketlerinin hemen hemen hepsi dünya halkları tarafından lanetlenmektedir. Ekonomik gelişmelerin hızlanması ile ekonomik alanlarda yeniden yapılanan dünya devleti gibi arayışların öne geçtiği yeni dönemde, devletlerin yetersiz kaldığı noktalarda küresel düzeyde etkin olan tekelci şirketler, piyasalara egemen olarak devlet yıkıcılığına soyunmaktadırlar. Silahlı savaş senaryolarının ya da terör saldırılarından istenen sonuçları elde edemeyen   egemen güçler, bugün görüldüğü gibi küresel bir dünya devleti yaratma yönünde sırası geldiğinde biyolojik savaşlara da kalkışabilmektedirler. İşi bu kadar büyüten egemen güçlere karşı, mazlum uluslar ve ulus devletler bir araya gelerek, emperyalizme karşı daha adil, insancıl, eşitlikçi, dayanışmacı ve demokrat bir dünya düzenini, var olan devletlerin bağımsızlığı ile kazanılmış haklarını dikkate alarak ortaya koymaları, dünyanın geleceğini güvence altına almak için zorunlu görünmektedir.

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

               

               
                                                                               

23 Mart 2020 Pazartesi

ÇANAKKALE ANZAK EYALETİ OLAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


ÇANAKKALE ANZAK EYALETİ OLAMAZ
           
           Çanakkale Vilayeti Türkiye’nin en güzel illerinden birisidir. Son derece önemli bir jeopolitik konuma sahip olmasına rağmen Türk toplumunun günlük yaşamında biraz kenarda kalmış bir bölgedir. Belki de kenarda kalması istendiği için tren ve karayolları kavşakların ötesinde bırakılmış, sanki deniz kenarında dışlanmış gibi bir durumu vardır. Türkiye haritasına bakıldığı zamanda, Çanakkale’nin biraz kenarda kalan bir yere sahip olduğu, bu hali ile de ülkenin günlük yaşamının dışında bırakıldığı görülmektedir. Bu sessiz ve sakin kent, Türkiye genelinde ele alınırsa günlük yaşımın dışında bırakılmasının arkasında başka nedenler bulunup bulunmadığı konusu tartışılabilir. Kenar bir kent olması ve çok önemli bir su yolu olan boğazlar üzerinde konumlanması düşünüldüğünde, güvenlik endişelerinin de Çanakkale üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Tarihte yaşanmış olan Çanakkale savaşlarından, Türk devletinin önemli dersler çıkardığı söylenebilir. Belki de bu nedenle, kentin ana yol kavşaklarının dışında kalması ve demiryolu ulaşım sistemine dahil edilmemesi düşünülmüş olabilir.

         Türkiye Cumhuriyeti’nin kenarda ve köşede kalmış bu en sessiz vilayeti, son yıllarda çok ciddi boyutlarda gösterişli ve gürültülü olaylara sahne olmakta, her sene Mart ayından başlayarak Hazirana kadar üç ay süre ile bir çok turist grupları Çanakkale’ye gelerek günlerce kalmakta, devlet ve özel kuruluşlar aracılığı ile yapılan çeşitli organizasyonlarla Çanakkale Savaşları bir kez daha gündeme getirilmektedir. Bir anlamda her yıl üç ay süren bu düzenlemelerle, kentin tarihte yaşayan boyutu öne çıkarılmakta, sanki Çanakkale bugünün Türkiye’sinin bir kenti değilmiş ama   Efes, Milet ya da Truva gibi bu bölgede eskiden kalmış bir tarihi yerleşim merkeziymiş gibi bambaşka bir durum yaratılmaktadır. İlk bakışta anlaşılamayan bu tür gelişmelerin her yıl düzenli olarak tekrar edilmesi, giderek artan bir boyutta daha geniş programlarla kamuoyu önüne getirilmesi karşısında zihinlerde bazı haklı sorular ve kuşkular gündeme gelmektedir. Neden her yıl binlerce insan yabancı ülkelerden gelerek Çanakkale’de düzenlenen büyük törenlere katılmakta ve bu katılım giderek genişlemektedir? Bu haklı sorunun gerçekçi bir doğrultuda yanıtı verilemediği sürece, neler olup bittiğini kavrayabilmek giderek zorlaşmaktadır. Çanakkale’de, Türk kamuoyunca pek de anlaşılamayan yeni bir durum vardır ve bunun ne anlama geldiği ciddi olarak açıklanmamaktadır.
          Gerçeği öğrenmek için Çanakkale’ye gidildiğinde ve biraz kalınarak incelemeler yapıldığında neler olup bittiği hemen anlaşılabilmektedir. Her yıl düzenli olarak Çanakkale anma toplantılarına katılan yabancıların çoğunluğunun bu kentte toprak almaya başladıkları ve tıpkı İngilizlerin Didim’de, Fransızların Fethiye’de, Almanların Alanya’da yerleşmeye başladıkları gibi, Çanakkale savaşlarında ölen eski Avustralya ve Yeni Zelanda’lı askerlerin torunlarının da dedelerinin yatmakta olduğu bu topraklara yerleşerek, geleceğe dönük yeni bir yerleşim hazırlığı içinde oldukları meydana çıkmaktadır. İngiliz emperyalizminin eski sömürgesi olan Avustralya ve Yeni Zelanda’dan toplanan askerlerin Çanakkale savaşlarına İngiliz ordusunun paralı askerleri olarak katılmaları nedeniyle, epeyce bir Anzak askeri Çanakkale Savaşları sırasında olmuş ve Gelibolu yarımadasındaki mezarlığa gömülmüşlerdir. Her yıl düzenli olarak yapılan anma törenlerine bu askerlerin torunları katıldığı için, organizasyonlar daha da büyümekte ve düzenliliğin kurumsallaştığı bu aşamada bugünün torunları dedelerinin yattığı topraklarda gayrimenkul alarak bu bölgeye kalıcı olarak yerleşmenin yollarını aramaktadırlar. Bu nedenle artık Çanakkale’de yeni bir dönem başlamıştır. Çanakkale böylece bir Türk kenti olmaktan çıkmakta, bu kentte yaşayan Türk vatandaşları, Çanakkale’yi eski sömürge askerlerinin torunları ile paylaşmak durumunda bırakılmaktadırlar. İnsani yönden anlaşılabilecek duygusal tutumların artık geride kaldığı, geleceğe dönük ciddi bir yerleşim ve yeniden yapılanma planları doğrultusunda, Çanakkale’nin dıştan güdümlü ve ulusal olmayan bir yeni yapılanmaya doğru emperyalist bir yaklaşım çerçevesinde zorlandığı görülmektedir. Torunların duygusal yaklaşımlarının emperyal merkezler tarafından kullanıldığı ve bu yabancı kişilerin, dedelerinin bu topraklarda olması gerekçesi ile Çanakkale’ye kalıcı olarak yerleşmeleri hem teşvik edilmekte hem de parasal olarak dış merkezler tarafından desteklenmektedir. Bu artık iyi niyetli torunların dedelerinin yanı başına yerleşmek arzusunun ötesine geçen planlı ve programlı yeni bir emperyal girişime dönüşmüştür.

        Son yıllarda, küresel emperyalizmin zorlamaları ile Türkiye’de yabancılara toprak satışı fazlasıyla hızlanmıştır. Açıklanan resmi rakamlara göre Türkiye Cumhuriyeti topraklarının genel olarak yirmide biri yabancı ülke vatandaşlarına satılmıştır. Böylece, Birinci Dünya Savaşı sonrasında orduları ile işgal ederek alamadıkları dünyanın en değerli topraklarını yabancılar, özel satışlar yolu ile elde edebilmektedirler. Bir anlamda silahla alamadıklarını yabancı paralar üzerinden ele geçirmekteler ve yerleşerek Türkiye’nin ulusal ve üniter devlet yapısını bozarak Yeni Bizans Federasyonu oluşturabilmenin arayışlarına girebilmektedirler. Türk devletinin Lozan Antlaşması ile bütün dünyaca kabul edilmiş olan sınırlarının ve hukuki yapısının, emperyalist planlar doğrultusunda değiştirilmesi için çaba gösterilirken, Yeni Bizans Federasyonunun Anzak eyaleti de Çanakkale vilayeti sınırları içerisinde kurulmaktadır. İngiliz emperyalizminin uzantısı olan Avustralya ve Yeni Zelanda askerleri, Anzak adı altında Mısır’da toplanarak 1915 yılında nasıl Çanakkale’ye saldırıya geçtilerse, yüzyıl sonra şimdi de torunları gene Londra’nın komutasında hareket ederek yeni bir saldırı ile Çanakkale’ye yönelmektedirler. Dedelerinin silahla savaşarak alamadıkları bu değerli toprakları, yüz yıl sonra torunları sterlin üzerinden kolayca ele geçirmektedirler. Yabancılara toprak satışının serbest bırakılması ve hiçbir biçimde devlet tarafından kontrol edilmemesi de yabancıların emperyalist amaçlarla Türk topraklarına yerleşmelerini kolaylaştırmaktadır. Anzakların torunları da İngiltere’nin öncülüğünde bu durumdan yararlanarak, Çanakkale toprakları üzerinde yeni bir Anzak eyaletini, geleceğin Yeni Bizans Federasyonunu oluşturma doğrultusunda Londra’nın sermaye desteği ile kurmaktadırlar. İngilizlerle beraber Fransızların ve Almanların da aynı doğrultuda Türkiye’nin batı sahillerine yerleşmeleri, Anzak eyaletinin bu topraklarda oluşturulması girişimlerini kolaylaştırmakta ve dolaylı bir dış destek sağlamaktadır.
         Çanakkale’nin tam ortasında bulunan aynalı çarşı önemli bir halk türküsüne konu olmuştur. Türk gencinin düşmana karşı çıkışının ve milli mücadele için direnişinin öyküsü, Çanakkale içinde vurulmakla dile getirilmiştir. Üç yüz bin gencini boğazların savunulmasında yitiren bir ulusun, bu kadar kolay topraklarını yabancılara satması ve yeniden Türk gençlerinin Çanakkale içinde bu kez manevi olarak vurulmaları toprak sahibi yabancıların bu kente sahip çıkmalarıyla gündeme gelmektedir. Yüz yıl önce emperyalizmin silahlı birliklerine karşı verilmiş olan bir kurtuluş savaşının bir benzerinin, bu kez dolar ve sterlin üzerinden bu kutsal toprakları ele geçirmek isteyen Atlantik emperyalizminin yavrusu olan Anzaklara karşı verilmesi gerekmektedir. Avustralya ve Yeni Zelanda gibi dünyanın öbür ucundaki ülkelerden gelerek, merkezi coğrafyaya yerleşmek üzere harekete geçen yeni Anzak hareketinin, Çanakkale boğazının kenarlarında geleceğin Anzak yapılanmasını oluşturabilmek üzere her yıl daha planlı ve programlı bir tutum sergilediği görülmektedir. Türkiye’nin Ege ve Akdeniz sahillerinde Avrupa ülkelerinin tarihteki eski Yunan kolonileri gibi yerleşim merkezleri oluşturmaya çalıştığı bu aşamada benzeri bir gelişme Anzaklar aracılığı ile Çanakkale boğazının kenarlarına da taşınmaktadır. Boğazın en güzel yerleri, kentin deniz kenarındaki en değerli yerleşim merkezleri zaman içerisinde yavaş yavaş Anzakların eline geçmekte ve böylece dedelerinin başlayıp da bitiremediği işi torunları para gücü ile tamamlamaya çalışmaktadırlar. İngiltere’nin emperyalist planları ve oyunları doğrultusunda, Çanakkale boğazının iki yakasına yerleşmekte olan Anzakların, geleceğin dünyasında ayrı bir topluluk olarak tarihsel olayın yaşandığı toprakları hareket noktası olarak belirledikleri görülmektedir. Çanakkale Savaşlarının Avustralya ve Yeni Zelanda’da uluslaşmanın başlangıcı olarak kabul edilmesi nedeniyle, ikinci ve üçüncü torun kuşakları kendi kimliklerini dedelerinin öldüğü topraklarda aramaktalar ve İngiliz emperyalizminin dolduruşuna gelerek Çanakkale kıyılarına yerleşmeyi tercih etmektedirler. Onların gelecek planlarının Çanakkale’ye yöneldiği bu aşamada Türklerin bu kent üzerinde etkileri giderek zayıflamaya başlamıştır. Çanakkale de artık son seçimlerin gösterdiği gibi, sahillerdeki yabancı yerleşiminin, sahil kentlerini merkezden uzaklaştırdığı yeni bir aşamaya gelindiğini göstermektedir.

      Türkiye açısından son derece kritik ve stratejik bir bölgede yer alan Çanakkale kentinin giderek Türklükten ve Türkiye’den uzaklaşmasını seyreden Türk kamuoyunun, bu kentin her yıl düzenli olarak yapılan anma gösteri ve düzenlemeleriyle giderek Anzaklaştırıldığını artık görmesi gerekmektedir. Sahillerin yabancıların eline geçmesi furyası içerisinde Çanakkale kenti topraklarının da Anzakların bugünkü torunlarına hediye edilmesinin sağlanmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Anzaklar sadece kente gelerek toprak ya da ev almamakta, bu kente yatırım yaparak, Çanakkale’deki işletmeleri ve fabrikaları da ele geçirebilmenin planlı bir uygulamasını devreye sokmaya çalışmaktadırlar. Toprak alımları topluca yapılmakta, dışarıdan para İngiliz bankaları aracılığı ile gelmekte ve böylece, Türklerle Anzakların karışmasına meydan vermeden il sınırları içerisinde Anzak yerleşim bölgeleri yaratılmaya çalışılmaktadır. Alanya ve Didim’deki gelişmelere paralel biçimde, sahil bölgelerinde yabancı yerleşim bölgeleri Türklerden ayrı olarak düşünülmektedir. Bütün hedeflenen amaç Didim, Fethiye ve Alanya benzeri bir sahil yerleşim yapılanmasını Anzak torunları vasıtasıyla Çanakkale bölgesine taşımaktadır. Böylece, bu boğaz kentinin Türk ve Müslüman yapılanmasına karşı geleceğe dönük bir yabancı ve gayrimüslim yapılanma her yıl genişletilerek sürdürülmek istenmektedir. Bir anlamda bir Türk kenti olan Çanakkale’nin yeniden eski Bizans döneminde olduğu gibi Dardanel’e dönüştürülmesi söz konusudur. Eskiden bu bölgenin Hıristiyan dönemindeki adı şimdilerde bir balık konservesinin marka adı olarak kullanılmaktadır. Bugün için Türkler açısından bir konserve markası olan eski ismin yeniden canlandırılması, Anzak eyaleti oluşumu ile gündeme getirilebilmektedir. Eski bir Yunan kolonisi, bugünün koşullarında İngiliz emperyalizminin girişimleri ve Anzak torunlarının katılımı ile yeni bir plan olarak devreye sokulabilmektedir.
     Yirminci yüzyılın sonlarında, Avustralya kıtasının yirmi birinci yüzyılın Amerika’sı olacağı ve bu doğrultuda Atlas okyanusunun yerini Büyük Okyanus’un alacağı söylenirdi. Ne var ki, gelişmeler bunun tamamen tersi bir doğrultuda gündeme gelmiş, dünya hegemonyasındaki çekişme İsrail yüzünden merkezi coğrafyaya kaymıştır. Bu durumda Avustralya ve Yeni Zelanda dünyanın gerisinde kalmışlardır. Yeni Amerika olma hedefi geride kalınca ve dünya kavgası merkezi coğrafyaya yönelince, bunun üzerine eski dünya devletinin kurucusu İngiltere’de tıpkı Siyonist Yahudiler gibi merkezi coğrafya hegemonyasına kalkışmıştır. İngilizler bu doğrultuda Didim gibi sahil kentlerini ele geçirirken, Türkiye’nin diğer bölgelerine, Kuzey Kıbrıs’a, Karadeniz’de Bulgaristan kıyılarına, Ukrayna’nın sahil şeridine, Tuna Irmağının kenarlarına, İstanbul civarına önem vererek buralara yerleşmeğe başlamışlardır. Böylesine bir merkezi coğrafyada Anglosakson hegemonyası oluşturulurken, Çanakkale kenti ve bölgesi önem kazanmış ve bunun üzerine İngilizler de Anzakların torunlarını örgütleyerek Çanakkale boğazının iki yakasına onlar aracılığı ile yerleşmeğe başlamışlardır. Günümüzün Anzak eyaleti projesi böylesine bir gelişim sürecinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Benzeri bir biçimde, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde geleceğin yeni eyaletleri, gayrimüslim nüfus yoğunluğu artırılarak ve misyonerlik çalışmaları güçlendirilerek yeni Bizansa doğru oluşturulmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin Trakya, Ege, Marmara, Akdeniz ve Güneydoğu ile doğu bölgelerinde benzeri eyaletler oluşturma çabalarının dış desteklerle emperyal planlar doğrultusunda giderek arttığı bu aşamada Türk ulusunun son derece dikkatle davranması ve Türk devletinin de gereken önlemleri alması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkler, dünyanın merkezi coğrafyasında ve en değerli topraklar üzerinde yaşadıklarını her zaman için hatırlayarak hareket etmek ve yeni ortaya çıkan gelişmeleri böylesine bir bilinçle izlemek durumundadırlar. Aksi takdirde dünyanın zenginleri, yeryüzünün en değerli topraklarını yani Türkiye’nin ülkesini ele geçirebilmek için her yolu deneyeceklerdir. Türkler ikinci bir ulusal kurtuluş savaşı vermemek için, Çanakkale boğazının kenarlarında başlamış olan Anzak eyaleti oluşturma planlarının önünü kesmek durumundadırlar. Unutulmamalıdır ki, üç yüz bin Türk askerinin şehit olmasıyla Çanakkale’nin geçilemeyeceği bütün dünyaya gösterilmiştir. Bugünün yöneticileri de Çanakkale’nin geçilemeyeceği gibi, satılamayacağını da artık görmek ve yeni Anzak eyaleti oluşturmak planlarını durdurmak zorundadırlar. Gelibolu şehitliğinde yatan şehitlerimizin anıları önünde saygı ile eğilirken, Çanakkale’nin bir Türk kenti olarak kalması güvence altına alınmalıdır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN



  


12 Mart 2020 Perşembe

DEMOKRASİ GÖRÜNÜMÜNDE CUMHURİYET KARŞITLIĞI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


DEMOKRASİ  GÖRÜNÜMÜNDE CUMHURİYET KARŞITLIĞI

                Küreselleşme süreci içinde demokrasi adı altında, yıllarca açıktan cumhuriyet düşmanlığı  diğer ulus devletler ile birlikte Türkiye’de  gündeme getirilmiştir. Soğuk savaş döneminde batının önde gelen gelişmiş devletlerinde  ekonomik kalkınmanın yüksek olması nedeniyle büyük ticari şirketler oluşurken, küresel şirketler ile ulus devletler karşı karşıya gelmişler ve bu durumda da  ekonomi üzerinden  devletler sıkıştırılmaya başlanmıştır. Yıllarca  batı dünyasının içinden çıkan  uluslararası kuruluşların öncülüğünde bir özelleştirme kampanyası bütün dünya ülkelerinde  öne çıkarken, ulus devletler  özelleştirme saldırılarına uğradığı için kamusal ekonomi düzenleri çökertilmiş ve  devletler kendi  ekonomilerini yönetme hakkını  kullanamamışlardır. Özelleştirmeler yolu ile  ülke ekonomileri devletlerin yönetiminden çıkarılınca, piyasa ekonomisi üzerinden  şirketler devletleri yönlendirmeye başlamışlar ve zaman içerisinde  ülke yönetimi devletlerin elinden çıkarak, şirketlerin yönetim kurullarına geçmiş ve siyasi kadrolar şirketlerin adamları ile oluşturulmuştur. Böylesine bir süreç tüm dünya ülkelerinde yaşanırken  şirketler ile devletlerin karşı karşıya geldiği yeni bir dönem   ortaya çıkmıştır. Şirketlerin piyasa üzerinden hegemonya arayışı içine girmesi yüzünden, devletler ciddi sıkıntılara sürüklenmiş ve ekonomik bunalımlar devlet düzenlerini bozmuştur.

                Normal koşullarda  her devlet yapılanmasının iki boyutlu siyasal örgütlenme ile birlikte dünya sahnesine çıktığı görülmektedir. Bunlardan bir tanesi bürokratik yapılanma ile bağlantılı olarak öne çıkan  cumhuriyet rejimi ile   birlikte  buna paralel bir çizgide  gelişmekte olan toplumların  hak ve özgürlük ortamında var olabilmelerini sağlayan  demokratik yaşam düzenidir. Bu doğrultuda cumhuriyet rejimi daha çok devletlerin yapılanması ile doğrudan ilgili olarak öne çıkarken, demokrasiler de toplumların  sivil bir yaşam biçimine sahip olabildikleri  özgürlükler ortamını temsil etmektedirler. Aslında halk yönetimi anlamında birbirleriyle aynı anlama sahip olan bu iki kavramın yakınlaşması ve bir arada  varlıklarını sürdürmeleri, batı tipi bir demokratik cumhuriyet uygulamalarını öne çıkarmıştır. Her ülkenin farklı  durumlarına, özel koşullarına ve konumuna göre değişen oranlarda demokratik sistemler ve de cumhuriyet rejimleri ortaya çıkabilmektedir. Bazen ülke rejimlerinde demokrasiler öne çıkmakta ve  bununla birlikte  krallık rejimleri görülebilmekte ya da bu durumun tamamen tersi olarak öne çıkan uygulamalarda, demokrasiler ile mutlakıyet rejimleri  birlikte var olurken, hiç bir  biçimde cumhuriyet rejimlerinin varlığı öne çıkamamaktadır. Değişen oranlarda demokrasiler ile cumhuriyetlerin bir arada var olabildiği rejimler görülebildiği gibi, bu durumun tamamen  tersi bir  çizgide  cumhuriyet  ve demokrasilere, değişik ülkelerde ya da dönemlerde  tek başına ayrı ayrı uygulamalarda farklı biçimler çizgisinde  rastlanabilmektedir.
                İdeal olan durumlarda demokrasiler ile cumhuriyetlere birlikte rastlandığı gibi, ülkelerin değişen durumlarına, zamana ve zemine göre de  birbirinden ayrı uygulamalar olarak, bu siyasal rejim tiplerinin öne çıktıkları görülebilmektedir. Bu iki rejimin birlikte  olduğu  yerlerde halk kitlelerinin daha fazla yönetimlerde etkin olabildikleri görülebilmekte, ayrı ayrı ortaya çıktıkları zamanlarda ise  halk kitlelerinin ülke yönetimlerine daha az ve sınırlı bir biçimde katılabildiği  anlaşılmaktadır. Katılımın fazla olması halk yönetimlerinin sınırlarının ve tabanının genişliği için istenirken, sınırlı katılım durumlarında  halk kitlelerinin ülkedeki rejim içinde  çok fazla söz sahibi olamadıkları görülmektedir. Birbirinden farklı biçimlerde gerçekleşen halk katılımlarının sınırlılık durumlarına göre rejimin biçimlenmesinde önde gelen bir ağırlığa sahip olduğu, farklı ülkelerin rejimleri bir araya getirilerek kıyaslama yapıldığı zaman  ortaya çıkmaktadır. Hem cumhuriyet hem de demokrasi batı kökenli kavramlar olduğu için, bu iki kavram bazı benzerliklere sahip oldukları gibi birbirlerinden ayrılan yönleri ile de bir etkileşim içindedirler. Bu doğrultuda iki kavramın birlikte dile getirildiği noktalarda demokratik cumhuriyet ya da cumhuriyetçi demokrasilerden söz edilebilmektedir. Batı kaynaklı siyasal teori ve uygulamalar içinde her iki kavramın hem birlikte varlıkları hem de birbirinden ayrılan bir doğrultuda  uzaklıkları söz konusu olabilmektedir.
                Siyasal yaşam süreci içinde bazen özgürlükler  bazen da otorite rejimleri ortaya çıkabilmekte, bu rejimler birbirlerini etkileyebildikleri gibi  bazen da birbirlerini ortadan kaldırabilmektedirler. Bu gibi aşamalarda demokrasilerin toplumsal tabanı ile cumhuriyetlerin bürokratik yapılanmalarının karşı karşıya gelebildikleri görülmektedir. Özgürlüklere dayanan  demokrasiler zamanla yıpranarak çökme ya da dağılma noktasına gelebildikleri gibi, merkezi güce dayanan otoriter rejimler de bu durumun tamamen tersi bir doğrultuda  daha ileri düzeyde bir güçlenmeyi merkezde oluşturarak  otoriter rejimlerin en katısı olan faşist bir yapılanmaya dönüşebilmektedir. Otoritelerin özgürlükler ile dengelenmesi başarılamazsa o zaman faşizm çıkmazına saplanmak kaçınılmaz bir duruma gelebilir. Benzeri bir biçimde özgürlüklerin de toplumları yöneten  otorite merkezlerinin varlığı ile dengelenmesi zorunlu hale gelmektedir. Otorite ve özgürlükler dengesinin ideal bir biçimde  var olabilmesi için  hem devletin hem de toplumun birbirine eşit ve paralel düzeyde örgütlenmiş olması gerekmektedir. Güçlü devletler ile güçlü toplumlar bir arada olursa ve örgütlü yapılanmaları ile eşit düzeyde etkinlilerini gösterebilirlerse o zaman  birbirlerini olumlu düzeyde etkileyerek, hukuk düzeni içerisinde  haksız ve dengesiz durumların ortaya çıkmasını önlemek üzere birlikte hareket edebilirler. İdeal olan, bu çizgide  demokrasinin dayanmış olduğu toplumsal yapıların güçlü devletler tarafından yönlendirilmesidir. Ne var ki, bu duruma paralel düzeyde  etkin bir biçimde örgütlenmiş olan toplumsal yapıların da, karşı güç merkezi olarak terazinin öbür kefesinde yerini alması gerekmektedir. Bu açıdan konuya bakıldığı zaman, demokrasi ve cumhuriyet kavramları arasındaki  dengenin kurulabilmesi için benzeri bir durumun öncelikle  özgürlükler ve otorite arasında oluşturulması zorunlu görünmektedir.
                Güçlü devletler ve toplumlar arasında ideal bir denge düzeni oluşturulabilmesi için  iyi ve kaliteli eğitim görmüş toplum kesimlerinin aktif vatandaşlık çizgisinde hareket ederek  ülkenin gidişi üzerine seslerini çıkarmaları ya da haklarını arama doğrultusunda  itirazlarını yükselterek  sosyal mücadele yoluna gitmeleri  sayesinde, hukuk devletinin en alt düzeyde gerçekleşebilmesinin yolu açılabilmektedir. Var olan devletlerin hukuk devletine dönüşebilmesi için devletin canavarlaşması tehlikesine karşı, toplumsal mekanizmaların böylesine olumsuz durumları engelleyecek  türde  ve  en üst düzeyde güçlü bir  sosyal yapılanma içinde olmalarında yarar vardır. Büyük  bir yapılanma ile ortaya çıkmış olan devlet  yapılarının  dengelenmesi ya da  denetlenmesi doğrultusunda, sivil toplum insiyatiflerinin  otomatikman devreye girmeleri  hak ve özgürlüklerin  her dönemde güvence altında tutulabilmesinin en doğru yolu olarak öne çıkmaktadır. Toplumsal yapıların demokratik yollardan belirlenen temsilcileri ile  devlet örgütünün bürokratik birimlerini yönlendiren yetkililer arasında kurulabilecek bir işbirliği arayışı, demokrasilerin cumhuriyet rejimleri içinde güvenli bir biçimde yer alabilmelerini  sağladığı gibi, geleceğe dönük olarak gelişmiş bir diyalog ortamının  kurulabilmesi için gerekli olan sağlam zeminin yaratılmasında da olumlu sonuçlar verebilecektir. Toplum içinde var olan her kesimin temsilcilerinin devlet bürokrasinin temsilcileri ile iyi ilişkiler içerisinde  bulunmaları, hem demokrasiler hem de cumhuriyetler açısından olumlu sonuçlar sağlayabilecektir.
                İnsanlık tarihi içinde devlet yapılanmaları belirli süreçler yaşandıktan sonra ortaya çıkmışlardır. İlk çağlardan son çağlara kadar yaşanmış olan dönemlerde  devlet yapılanmaları güçlenmiş ve  toplum içindeki en güçlü yapılar haline gelmiştir. Güçlenen devletler  en üst düzeyde otoriter bir yapıya dönüşürken, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin çiğnenme aşamasına geldiği görülmektedir. Devletlerin hak ve özgürlükleri yutan canavarlar düzeyine gelmemesi için bürokratik baskı ve saldırılara karşı harekete geçebilecek  sosyal insiyatiflerin örgütlü bir konumda olması gerekmektedir. Canavarlaşan devleti durdurabilmek  için aynı düzeyde güçlendirilmiş bir yapılanmaya sahip  etkili toplumların devreye girmeleri gerekmektedir. Örgütsüz toplumlar aynı zamanda güçsüz bir  durumda  oldukları için devletlerin hak ve özgürlükleri ihlal eden saldırılarına karşı  gerekli  önlemleri alamadıkları gibi aynı  zamanda  karşı çıkışları  da yapamamaktadırlar. Pasif bırakılan  geri kalmış toplumlar içinde,  ne demokrasilerden ne de cumhuriyet rejimlerinden söz edebilmek mümkün olamamaktadır. Canavarlaşan devlet giderek  hak ve özgürlükleri çiğneyen adımlar  atabilmekte ama zayıf kalmış toplumlar da bu durumları  seyretmekten başka bir şey yapamamaktadırlar. Demokrasiler halkın tribünde seyirci olduğu yapılar olmadığı gibi cumhuriyetler de  devlet ya da ordunun gücü kullanılarak halk kitlelerinin yönetildiği siyasal yapılanmalar değildir. Bir çok toplumda devlet yapıları siyasal ve ekonomik güce sahip olan merkezlerin  kontrolü altında tutulmaktadır. Geçmişten gelen bir çizgide devleti ele geçiren zengin ve güçlü merkezler devleti kontrol altında tutarak bütün siyasal alanı yönlendirmeye kalkışmaktadırlar. Böylesine olumsuz  bir durum devletleri özel çıkar örgütlerine dönüştürürken, yozlaşmış devletlerin toplumsal yapıları bozmasına da giden yolları açmaktadır.
                Ekonomik güç beraberinde siyasal gücü meydana getirirken, zenginler sınıfının merkezinde yer aldığı bir  sermaye egemenliği rejimine doğru yol alınmaktadır. Göstermelik bir halk yönetimi anlamında gündeme getirilen demokrasilerde halk kitleleri  yeterince güçlenemeyince  zengin toplum kesimlerinin denetimindeki toplumsal mekanizmalar devreye sokularak, devletin gidişine müdahale  olanakları araştırılarak bozulmuş olan  dengelerin yeniden tesisi yoluna gidilebilmektedir. Siyasal güç devleti kontrol edenlerin elinde olduğu sürece  ekonomik merkezler siyaseti n finansını sağlamakta  ve böylece sistemlerin yürürlüğü güvence altına alınabilmektedir. Bu tür gelişmelerin sonucunda bütün dünya küreselleşme adı altında yeni bir akımın etkisi altında kalmıştır. İlk çağlarda dinler küresel bir düzen oluşturmak üzere yola çıkarlarken son çağlarda dinlerin yerini alan  ekonomik yapı küresel bir düzen oluşturmaya yönelmiştir . Geçen yüzyıldan kalan soğuk savaş dönemi bitince, bütün ülkeler dışa açılma adı altında ulusal devletin kontrolundaki  milli ekonomilerini  geride bırakarak dış ilişkiler üzerinden küresel bir ekonomik düzene yönlendirilmişlerdir. Bütün dünya ülkelerine dışa açılma görünümünde küreselleşme olgusu empoze edilmiş ve bu doğrultuda var olan ulus devlet düzenlerinin gücünü kırmak üzere hak ve özgürlükler kullanılmaya başlanmıştır. Özelleştirmeler yolu ile ekonomiler ulus devletlerin elinden alınırken,  devlet yapılarına karşı ekonomik çevreler üzerinden saldırılar artmıştır. Devletlerin gücü kırılırken  piyasa ekonomisi üzerinden  şirketlerin gücü artırılmış ve yeni dönemde dünya şirketler tarafından  yönetilir bir duruma getirilmiştir. Tekelci şirketler küresel örgütlere dönüşürken, büyük sermaye kuruluşlarının patronları  da dünyanın yeni efendileri konumuna gelerek, dünya halklarını yönetir bir konuma gelmişlerdir. Halk egemenliğinin yerini sermaye egemenliği alınca, demokrasilerin yerini de kapitokrasiler almıştır. Devlet yönetimlerin halkın elinden alınarak sermaye egemenliğine dönüştürüldüğü yeni aşamada, bir avuç aşırı zengin oluşturdukları küresel platformlar üzerinden dünyayı yönetmeye başlamışlardır. Halk  kitlelerine cennet oluşturma vaadi  ile  öne çıkan aşırı zenginler  bütün dünyayı cehennem düzensizliğine mahkum ederlerken, tüm insanlığı eskisinden çok daha kötü bir duruma sürüklemişlerdir. Devletler küçülürken şirketler büyümüş, halkın yerini sermaye sahipleri almıştır. Sermaye sahiplerinin egemenliğinde zenginlerin çıkarları ön plana  geçince cumhuriyet rejimleri halkın  yönetimi olmaktan çıkarak otoriter baskı yapılanmalarına dönüşmüştür.

                Özgürlüğü kısıtlamak isteyenler sürekli olarak  halk kitlelerine saldırırken ya da yığınları kontrol altına almaya çalışırlarken, devletleri ele geçirerek kendi çıkarları doğrultusunda bu mekanizmadan  bir baskı unsuru olarak yararlanmak istemişlerdir. Devletlerin  kendi kendilerini  yönetebilmeleri, her türlü dış baskı ve müdahalelere rağmen kendi  toplumlarını da yönlendirme işini başarı ile yürütebileceklerini  göstermiştir. Kötü yöneticilerin  elinde  bir oyuncak durumuna düşürülen kamu kurumlarının görevini yapamaz hale gelerek yozlaşmaları, devlet ve toplum arasındaki dengeleri bozduğu için  devletler üzerinden cumhuriyet rejimleri, toplumlar üzerinden de demokrasiler fazlasıyla zarar görebilmektedir. Kamu kurumlarının yozlaşmaya  sürüklendiği  ülkelerde toplumsal düzenleri korumak ya da geliştirmek mümkün olamamakta ve bu duruma düşmüş olan devletler de ciddi bir gerileme süreci yaşanmaktadır. Küreselleşmenin giderek arttığı son dönemlerde devletlerin gücü kırıldığı için şirketler öne çıkarak ülkenin geleceğe doğru yönlendirilmesinde  sivil toplum kuruluşlarından daha fazla etkili olmaya başlamışlardır. Sivil toplumculuğun geride kaldığı, toplumsal kesimlerin gerektiği gibi  örgütlenerek güçlü bir biçimde kamuoyu önüne çıkamadığı  geri kalmış ülkelerde, şirketler öne geçerek  yönlendirici olmakta ve siyasi partiler ekonomik çıkmazlarını aşamadıkları için yeterince etkili olamamaktadırlar. Bu gibi durumlarda  şirketleri   ve onların partneri olarak hareket eden dinsel cemaatları  yeni sivil toplum  kuruluşları gibi kamuoyuna yansıtmak, demokrasilerin çöküşü gibi cumhuriyetlerin de yozlaşmasını gündeme getirmektedir. Küresel  şirketler tarikatlar ile birlikte sivil toplum kuruluşları görünümünde hareket ederek  devlet düşmanlığı yaparlarken, bir halk yönetimi olmalarına rağmen  cumhuriyet rejimleri  demokrasi görünümlü  eleştirel saldırılar karışışında ciddi yaralar alarak  günümüz koşullarında gerileme  noktasına sürüklenmektedirler.
                Yirminci yüzyılın soğuk savaş döneminde cumhuriyet rejimleri güçlenerek geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşmaya çalışırlarken, demokrasiler de benzeri doğrultuda  gelişmeye ve ileri demokrasi adı altında çağdaş ve şeffaf bir toplum yapısına dönüşmek için uğraşırken, hak ve özgürlüklerin emperyalist çevreler tarafından çok ileri düzeyde öne çıkarılması ile  var olan siyasal dengeler bozulmuştur. Böylesine bir gerileme sonucunda siyasal partiler etkilerini yitirirken, dini cemaatlar, tekelci ve küresel şirketler ile işbirliğine giderek  siyaseti her yönden yönlendirebilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Sivil toplumların zayıflatılması ile şirket ve cemaat ortaklıklarının öne çıkışı siyasal  düzenleri alt üst ederek, politika alanında gelişmekte olan siyasal yaşam düzenlerini  içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Küresel şirketlerin yönlendirdiği dini cemaatlar devletlerin içine girerek örgütlenme noktasına gelince,  artık eskisi gibi bir halk devleti ya da ulus devletten söz edebilmek şansı ortadan kaldırılmıştır. Şirketler ve cemaatlar üzerinden toplumu yönlendirme şansı elde eden aşırı zengin merkezler,  siyaseti ve medyayı finanse ederek devletleri ele geçirmiş ama  bunları yaparken  şirket sahiplerinin kurduğu dernekler ile, dini cemaatların vakıflarını  birer sivil toplum kuruluşu olarak ilan ederek, halk kitlelerinin egemen olduğu normal sivil toplum kuruluşlarının etkisini  kırarak bunların ortadan kaldırılmasına giden yolu açmışlardır. Devleti  satın aldığı kadrolar ve medya  aracılığı ile ele geçiren küresel sermaye merkezleri, medya ve siyasetin finansmanını da dışarıdan gönderilen sıcak para girişimleri ile  sağlayarak, gidilen yoldan  geri dönüş olmaması doğrultusunda muhalefetsiz  yürütülen siyası sürecin,  istenen hedef olan kapitalist  dünya devletine gitmesi için ellerinden geleni  yapmaya devam etmişlerdir. Dünyayı cennete çevirme masalı ile halk kitlelerini kandıran  küresel şirketlerin  zenginler yönetimi,  kendilerine buldukları yerli ortaklar aracılığı ile sömürü düzenlerini geleceğe dönük bir biçimde  geliştirirken   ve cennet masalları ile uyutulan halk kitleleri   yeni yeni derin uykudan uyanırken, ulus devletlerin çökertildiği ve cumhuriyet rejimlerinin dağıtıldığı bir yeni dönemi  demokrasi görünümü altında sürdürmeye çalışarak,  ayrıca resmen yalancılık ve sahtekarlık yaparak halk kitlelerini  derin  bir uçuruma doğru  itmişlerdir. Şimdi bu gibi oyunların  hesabının  sorulma aşamasına gelindiği noktada, hesap sorulmasını önlemek üzere bütün dünya  devletleri  terör üzerinden üçüncü cihan savaşına sürüklenmektedir.
                Cumhuriyetlerin  devletler ile  ve demokrasilerin de toplumlarla  bütünleştiği  bir aşamada, her türlü devlet bozgunculuğu ve toplum karıştırıcılığı emperyalist devletlerin gizli servisleri üzerinden  siyasal gündeme getirilirken  ve  demokrasi görünümünde  bazı girişimler ile devletler çökertilirken, cumhuriyet rejimlerinin de dağılmaya doğru yönlendirildikleri anlaşılmaktadır. Toplumlar, şirketler ve cemaatlar kadar  devletlerin de bir sosyal  gerçeklik olduğu hatırlanırsa, diğer kurumların  kendilerini koruma doğrultusunda  hareket etmesi gibi  devletlerin de varlıklarını korumak ve kendi çıkarları doğrultusunda kendilerini yenileyerek  ve varlıklarını geleceğe dönük bir biçimde geliştirerek yola devam etme hakları bulunmaktadır. Burada  cumhuriyet devletlerinin demokratik rejimlerle  bütünleşmeye çalışırken, devlet için zararlı olabilecek ya da yıkıcı bir etki yapabilecek düşünce ve eylemlerinde demokratlık görünümünde öne çıkarılmasına dikkat edilmesi gerekmektedir. Emperyalizm ulus devletleri ele geçirirken gizli servisleri üzerinden ulus devletlerin içine sızarken, demokrasiyi kullanarak yıkıcı ve zararlı düşünce ve eylemleri demokratik tutum ve davranışlar olarak sergilemesini  ya da var olan yapıları zorlayarak kabul ettirmeye çalışması  kolay  kolay kabul edilebilecek  yanlışlar değildir. Özgürlükleri yok etme özgürlüğü olmadığı gibi, devleti yöneten güçlerin de demokrasi görünümü altında ulus devleti ya da cumhuriyet rejimini yıkma hakkı  bulunmamaktadır. Toplumsal alanda yaşanan demokratik süreç ile anayasal düzene dayanan  hukuk  devletlerinin  birbirinden ayrı platformlarda ele alınması  siyasal karışıklıkların  önlenmesi açısından çok önemlidir.
                Demokratik  hukuk devletlerinde  devletler kadar toplumsal yapılar da anayasa ve yasaların koruması altındadır. Demokratik süreçlerin genişlemesiyle devlete ait olan kamusal alanlarda  bir ölçüde küçülmeler olabilir. Var olan devletin ya da cumhuriyet rejiminin  sınırları zorlanarak  bazı görüşler doğrultusunda  daha fazla demokrasiye açık olan bir yapılanma gündeme getirildiğinde, demokrasi görünümünde bir devlet düşmanlığı ya da rejim karşıtlığı gibi siyasal durumlar öne çıkabilir. Özgürlükler her zaman için hak ve özgürlükler ortamının korunması doğrultusunda  kullanılabilir. Hiçbir zaman hak ve özgürlüklerin devleti yok etmek ya da özgürlükleri ortadan kaldırmak üzere kullanılmalarına devletlerin izin vermemeleri ve bu  doğrultuda  geliştirilen emperyalist  siyasal  senaryolara alet olmamaları, ülke güvenliği açısından önem taşımaktadır. Devletleri yönetmek  için işbaşına gelen siyasal iktidarların yaptıkları yeni düzenlemelerde devletin ve rejimin geleceğini düşünerek adım atma görevleri vardır. Hiçbir hükümet devleti yok etmek üzere işbaşına gelemez ancak devleti  büyütmek, geliştirmek ve ulusal çıkarlar doğrultusunda  bürokratik  yapılanmayı  yenilemek üzere hükümetler yeni yapılanma  girişimlerinde bulunabilirler. Bu gibi işlemler sırasında devletin zarar görmesi ya da  zayıflaması gibi olumsuz durumlara, var olan siyasal yönetimlerin  izin vermemesi gerekir. Demokratik hukuk devletleri ile birlikte ulusal cumhuriyet rejimlerinin de birlikte ele alınması demokrasi ile cumhuriyet kavramları arasında  var olabilecek çelişkilerin önlenmesi ya da ortadan kaldırılması  veya iki kavramın birbirine karşı kullanılması gibi  bazı olumsuz  gelişmelerin önünün kesilmesini sağlayacaktır. Bir devlet biçimi olarak cumhuriyet kavramının  demokrasi adı altında geliştirilen masum görünümlü senaryolar ile zarar görmesini önlemek gerekmektedir.
                Küresel emperyalizmin dünyayı getirmiş olduğu yeni aşamada  demokrasi görünümü altında resmen cumhuriyet düşmanlığı yapılmaktadır. Küreselleşme kavramını öne çıkararak emperyalizmin gizlenmeye çalışıldığı bir  komplocu yaklaşım çerçevesinde    kaos adı altında oluşturulan yeni cehenneme dünya halkları sürüklenirken, hala ileri demokrasi adı altında ulus devlet ve cumhuriyet rejimi düşmanlıkları yapılmaktadır. Uluslararası hukukun ortadan kaldırıldığı ve  şirketler hukukunun uluslararası hukukun yerini alması gibi  bir çarpık durumlarda   şirket patronlarının kurduğu derneklerin çatısı altında alınan kararların, sanki birer anayasa hükümü  anlamını taşıyorlarmış gibi, giderek artan dış baskılar ile empoze etme işlemleri, emperyalist  bir süreçte  geliştirilerek dünya devletlerine karşı  her türlü baskılar uygulanmaktadır. Ülkeye demokrasiyi getiren devlet yapılanmalarının gene demokrasi kavramı kullanılarak  ortadan kaldırılmaya çalışılması gibi, siyasal senaryoları büyük beceriklilik göstererek uygulamasını başaran tekelci şirketlerin   çıkarları, sermaye kontrolü altındaki  siyasal yapılar ve medya  aracılığı ile en üst düzeydeki emperyalist istek ve hedefler doğrultusunda öne çıkarılmaktadır. Küresel emperyalizm  bütün dünyayı ele geçirmek ve kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek üzere  demokrasi kavramını kullandığı ve ileri demokrasi adı altındaki yıkıcı girişimler ile de,  ulus devletler ile cumhuriyet rejimlerini ortadan kaldırmaya çalıştığı artık iyice görülebilmektedir. Yeni dünya düzeni kurmak üzere yola çıkan küresel şirketler, eski dünya düzenini temsil eden ulus devletleri açıkça karşılarına almakta ve bu doğrultuda demokrasi görünümlü zayıflatıcı adımlar atılarak  devletler çökertilerek parçalanmaktadırlar. Devletler daha demokrat olma iddiası ile bir yerlere doğru çekilirken aslında yok olma noktasına doğru gizli  ve dolaylı adımlar atılmakta ve komplocu senaryolar ile de  cumhuriyet rejimleri  ortadan  kaldırılmaya  çalışılmaktadır. Hedef şehir devletleri olduğu için  uluslararası örgütlenmeler  aracılığı ile ulus devletler ile birlikte cumhuriyet rejimleri de ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.

                Küresel emperyalizm, demokratik hukuk devleti adı altında  geliştirilmiş olan demokrasinin  en geniş sınırlarını, var olan devletlerin ve ulusal toplumların parçalanması doğrultusunda kullanarak  yeni dünya düzenine giden yolu açmak istemektedirler. Devlet sayısını iki yüzden iki bine çıkarmak isteyen tekelci şirketler, insanları alt kimlikçiliğe doğru yönlendirirken bunu demokrasi adına yapmakta ve demokratik şemsiye altında  alt kimlikçilik örgütlenmesi üzerinden,  ulus devletler parçalanmakta ve var olan kamu düzenleri çökertilerek, şirketlerin önüne düzenleyici engel olarak çıkartılan ulus devletlerden kurtulmaktadırlar. Türk devletine ve ulusal-üniter devlet yapısına karşı çıkan  emperyalizm işbirlikçileri, hak ve özgürlükleri alt kimlikçi bir çizgide anlayarak  ve tarikatları sivil toplum örgütü gibi göstererek, ülkenin bölünmesine giden yolun önünü  açmaktadırlar. Bölücü politikaları benimseyen emperyal merkezler, bu doğrultuda ulus devletleri ele geçirebilmek amacıyla demokrasi görünümünde cumhuriyet rejimlerine karşı çıkan  işbirlikçi ve taşeron  grupları,  alt kimliklere dayalı hak ve kimlikler üzerinden devlet düşmanlığına doğru yönlendirmektedirler. Ceza yasalarında var olan devlet düşmanlığı ile ilgili yasa maddeleri gözlerden kaçırılırken, demokrasi görünümünde alt kimlikleri hortlatan ve  ulusal yapıların  parçalanmasına giden doğrultuda  devlet düşmanlığının adı ileri demokrasiciliğe dönüştürülmektedir. Bu açıdan ulus devletler ile küresel şirketler her yönden  karşı karşıya gelmişlerdir. Dünya halklarını karşısına almadan küresel  anlamda  emperyalizmi bütün dünyaya kabul ettirmek isteyen küresel emperyalizm, karşısında engel olarak gördüğü ulus devletlerden kurtulmak ya da  ülkenin birliği ve bütünlüğünü savunan cumhuriyet rejimlerini ortadan kaldırmak üzere, alt kimlikçilik akımlarını toplum ile birlikte devletin içinde de  destekleyerek  geliştirmeye çaba göstermektedirler. İnsan hakları görünümünde bölücülük, sivil toplumculuk adına da devlet ve cumhuriyet düşmanlığı  demokratlık görünümünde yürütülmektedir.  Ulus devletleri ortadan kaldırmak ve cumhuriyet rejimlerini geride bırakmak üzere geliştirilen bu  yeni emperyalizm, alt kimlikler üzerinden yerelcilik  yaparak ulusal toplumların yerel düzeylerde daha küçük devletçiklere parçalanmasını  sağlamaya çalışmaktadırlar. İnsan hakları, özgürlük ve yerelcilik adına gündeme getirilen  yeni  politikalar  demokrasi adına savunulurken dolaylı yollardan  ulus devlet ve cumhuriyet karşıtlığı tırmandırılmaktadır. Amaç emperyalist hedeflere ulaşmak olunca, o zaman var olan ulus devletlerin tasfiyesi amacıyla demokratik görünüm altında bölücülük, yıkıcılık ve  çağ dışı dinci yapıları savunmak  gerçeklere aykırı biçimde  haklı gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu yoldan insanlığı yeni bir orta çağa götürmek isteyenler  demokrasi görünümlü cumhuriyet düşmanlığına devam etmektedirler.
                İki yüz ulus devleti ortadan kaldırmak  devlet ve toplumları parçalayarak daha küçük eyalet ve şehir devletleri yaratmak isteyen emperyalist merkezler, ulus düşmanlığını  ve cumhuriyet karşıtlığını demokrasi perdesi altında gizlemeye çalışırken  var olan hukuk ve devlet düzenlerini dağıtmaktan çekinmeyerek, bütün insanlığı ayağa kaldıracak bir doğrultuda  her türlü ulus ve cumhuriyet düşmanlığını  ileri demokrasi görünümünün arkasına saklamaya çalışmaktadırlar. Dünyanın bu gün gelmiş olduğu yeni aşamada kapitalist sistemin ve emperyalizmin ana hedefleri  olarak  ulus devletlerin yıkımı ve cumhuriyet rejimlerinin tasfiyesi kesinlik kazandığı için, bütün dünya halkları işbirliği yaparak ve uluslararası alanda bir dünya halkları dayanışması örgütlenmesine giderek,  kendilerini koruyan cumhuriyet rejimine ve ulus devletlerine sahip çıkmak  zorundadırlar.Gelinen yeni aşamada dünya halkları daha üst düzeyde örgütlenerek  kapitalist emperyalistlerin  yıkım projelerine karşı çıkmak durumundadırlar . Gökdelenleri dikmek için gecekonduları yıkmaktan çekinmeyen küresel emperyalizm, bölgesel imparatorluklar ya da federasyon projeleri için  bugün harekete geçmekte ve her türlü bölücülüğü birlikte gündeme getiren şehir devletleri  tıpkı gecekondulara yapıldığı gibi ulus devletleri ve cumhuriyet rejimleri göz göre göre yıkmaktan çekinmemektedir. Bütün dünyayı belirli merkezlerden yönetmeyi düşünen para babaları, işbirlikçi kadroları aracılığı ile ulus devlet yıkıcılığını sürdürürken  her ülkede alt kimlikçi cereyanları  destekleyerek şehir ve eyalet devletlerinin önünü açmaktadır.
                Demokrasi adına cumhuriyetler ortadan kaldırılırken, insan hakları adına uluslar toptan bir yok oluşa mahkum edilirken, insanlığın artık derin uykudan uyanarak böylesine yok edici bir yıkıcılığa karşı çıkması gerekmektedir. Demokrasi ve cumhuriyet gibi iki ayrı kavramın  birbirini  yok etme doğrultusunda  kullanılması gibi bir emperyalist oyuna dur diyebilmek için, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının  vatan olgusu ile birlikte ele alınarak birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Beş kıtanın her yöresini adım adım ele geçirerek  küresel anlamda bir hegemonya düzeni kurmak isteyenlere karşı, bütün dünya halkları önce kendi ülkelerine sahip çıkarak ve daha sonra da uluslararası yeni bir yapılanmanın çatısı altında bir araya gelerek, ortak bir dayanışma düzeni çerçevesinde  mücadele etmelidirler. Küresel saldırılara karşı çıkış ve direnişin de küresel çapta olması gerekmektedir. Demokrasi kavramının  arkasına sığınarak cumhuriyet düşmanlığı yapmanın  çıkar yol olmadığı  ve bu yoldan yeni bir dünya düzeni kurulamayacağı, son yıllarda yaşanan olaylar ve siyasal gelişmeler aracılığı ile kesinlik kazanmıştır.  Kendi çıkarları için insanlığı orta çağa sürüklemekten çekinmeyenlere karşı, modern çağların getirdikleri ve kazanımlarını korumak ve savunmak üzere  bir evrensel  demokrasinin temellerinin atılması  noktasına insanlık bugün gelmiş görünmektedir. Demokrasi kavramı ile cumhuriyet düşmanlığı yapılmasını önleyebilmek için araya üçüncü bir kavram olarak vatan  sözcüğünün eklenmesi  zorunluluk kazanmaktadır. Küresel emperyalistler bütün dünyayı kendi vatanları ilan ederlerken, halkların üzerinde yaşadıkları yurtlarını da ellerinden almaya çalışmaktadırlar. İnsanları  yurtsuz bırakacak bu yeni gelişmeye karşı çıkabilmek için de vatan kavramının özünde yer aldığı bir cumhuriyetçi  demokratlık çıkışı önem kazanmaktadır.

 Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

7 Mart 2020 Cumartesi

RUSYA SICAK DENİZLERE İNİYOR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


   RUSYA SICAK DENİZLERE İNİYOR
  
                 Dünya haritasına bakıldığı zaman  büyük bir çarpıklık olduğu göze çarpmaktadır. Avrupa kıtasında küçük küçük devletçikler yer alırken, Avrupa’nın yanı başında Avrasya bölgesinde dünya karalarının altıda biri oranında uçsuz bucaksız kara parçalarının, tek bir devletin çatısı altında olduğu  anlaşılmaktadır. Sekiz milyarlık dünya nüfusu belirli bölgelerde  küçük ülkelere sıkışmak durumunda kalırken, yeryüzünün bütün kuzey toprakları boyunca uzanan bir Rus devleti geleceğe dönük bir belirsizlik içerisinde varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Tarihin her döneminde bir yaşam ve yerleşim alanı olarak kullanılan Rusya topraklarının, yer kürenin kuzey bölümünün büyük çoğunluğunu meydana getirdiği görülmektedir. Kuzey kutbu ve bu bölgeyi çevreleyen kuzey buz denizi gibi alanlarda   sınırsız hegemonyasını sürdüren Rusya Federasyonu, yeni bir dünya düzenine doğru gidilen bir aşamada, kendisine  eskisine oranla daha güçlü bir yer aramakta ve bu doğrultuda son derece aktif ve etkili bir dış politika ile dünya kamuoyunun önüne çıkmaktadır. Böylesine bir dönüşümün gündeme getirilmesinde Rus devletinin beş yüz yıllık birikimi olduğu kadar, devletin geleceğe dönük bir veliaht olarak yetiştirmiş olduğu  yeni başkanının da istikrarlı ve güçlü bir   yönetimi kararlı bir biçimde sürdürmesinin rolü bulunmaktadır. Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısında  geçmişten gelen hatalı tutum ve davranışların sürdürülmesi   ile  batılı ülkelerin bir türlü emperyalizmden vazgeçmemeleri nedeniyle, insanlık sonu karanlık bir kaos ortamına doğru sürüklenirken, en kararlı ve etkili dış politikayı uygulayan bir büyük  devlet olarak  Rusya Federasyonunun  uluslar arası alanda eskisine oranla daha etkili bir güç merkezi olarak devreye girdiği görülmektedir.

                Jeopolitik kitapları Kırım ile Kıbrıs arasında kalan orta alanı dünyanın merkezi coğrafyası olarak ilan ederken, Rusya’nın konumu önem kazanmakta ve bu alanın bütün kuzeyini kapsayan  böylesine geniş bir devletin merkezi alana girmesinin önlenmesi, dünya çapında bir batı hegemonyasının korunabilmesi açısından  zorunlu olarak gösterilmektedir. Orta çağ sonrasında Atlantik ülkeleri küresel doğrultuda dünya imparatorluklarına yönelmişler, beş büyük kıtanın her yerine el koymuşlar, beş yüzyıl boyunca  dünya kıtalarını sömürgeleri üzerinden yönetmişler  ama merkezi coğrafyaya bir türlü girememişlerdir. Böylesine bir durumun ortaya çıkmasına merkezi alandaki Türk gücü olarak yedi asırlık Osmanlı İmparatorluğunun direnişi yol açmıştır. Roma ve Bizans İmparatorlukları sonrasında Selçuklu İmparatorluğu ile merkezi alana gelen Türkler, daha sonra oluşturdukları Osmanlı İmparatorluğu ile merkezi alandaki boşluğu doldurmuşlar, Devleti Aliye adı altında bir büyük devletin çatısı altında yedi asır orta dünyaya egemen olarak, batılı emperyalistlerin  ve haçlıların önünü  sürekli olarak kapatmışlardır. İşte bu aşamada doğup büyüyüp gelişen Rus devleti, Atlantik okyanusundan Büyük Okyanusa kadar uzanan kuzey bölgesi topraklarında  yayılırken, kendisinde önceki dönemlerde bu bölgelerde var olan bütün Türk imparatorluklarının yaşam alanlarını eline geçirerek, tam anlamıyla  bütün kuzey yarı kürenin egemen gücü konumuna gelmiştir. Dünyanın kuzeyindeki bütün alanlara yayılarak  doğal genişleme alanlarını ele geçiren Rus İmparatorluğu on dokuzuncu yüzyıldan sonra  güneye doğru gözlerini dikmiş ve Rusların kızıl elması olarak, Türkiye’nin Antalya kentini gözüne kestirmiştir. Rusların dünya hegemonyası planlarına göre, Antalya Rusların olduğu zaman, evrensel alanda mutlak bir Rus hegemonyası tesis edilebilecektir.
                İşte Rusların bu jeopolitik bakış açıları yüzünden batılı ülkelerde yazılmış olan bütün jeopolitik kitaplarında, devleşen  Rus   ayısının kuzey bölgesine hapsedilmesi ve kesinlikle güneye inmesine izin verilmemesi gibi doğal bir tepki ortaya konulmuştur. On beşinci yüzyılın başlarında bugünkü Ukrayna’nın başkenti olan Kiev kentinde ilk olarak kurulmuş olan küçük Rus prensliğinin, sonraki yıllarda  genişleyerek bütün kuzey yarı küresini işgal etmesi  batılı emperyal ülkelerde, küresel  yayılma  ve hegemonyalarının devam ettirilebilmesi açısından ciddi tehlikeler yarattığı için, Rusların güneye inmesinin önlenmesi doğrultusunda büyük bir işbirliği yapılmıştır. Kiev prensliği batıya doğru kaydırılırken, kuzey bölgesindeki yayılmasına ses çıkarılmamış ama, Kırım’ın işgalinden sonra Rus Çarlığının Kafkasya ve Balkanlar üzerinden merkezi bölgeye inme aşamasına gelindiği noktada, Osmanlı ordusu Rusların karşısına çıkartılmıştır. Rusların önünün kesilebilmesi için, Kırım’da yeniden Osmanlı yönetimi batıya bağlı olarak oluşturulmak istenmiş, İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde batılı devletler Osmanlıları Ruslara karşı kışkırtarak  bir büyük Kırım savaşını gündeme getirmişlerdir. Batılı ülkelerden borç alarak Kırım savaşına sürüklenen Osmanlı İmparatorluğu, hem  hazırlıksız olarak yakalandığı bu savaşı kaybetmiş, hem de altına girmiş olduğu borç yükünden kurtulamayarak iflas  etme gibi bir bitiş senaryosuna sürüklenmiştir. Bizans sonrasında merkezi alandaki boşluğu dolduran Osmanlı devleti on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Rus genişlemesinin kuzeyde durdurulabilmesi açısından  batılılar tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Kırım savaşını kazanarak Karadeniz’in bu çok stratejik yarımadasını kendisine bağlayan Rus Çarlığı, daha sonraki aşamalarda Kafkaslara ve Balkanlara girerek güney bölgesine doğru açılım sürecini başlatmıştır.
                Mutlak dünya egemenliği açısından Antalya kentini kendi kızıl elması olarak ele geçirilmesi gereken bir hedef olarak önüne koyan Rus yayılmacılığı, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Kafkasya ve Balkanlar bölgelerinde ilerlemeye başlamış ve bu alanlar üzerinden Osmanlı devletinin merkezi bölgesi olan Anadolu yarımadasını ele geçirme doğrultusunda ilerleyerek, Osmanlıların  Kars, Ardahan ve  Batum kentlerini ele geçirerek Van gölü kıyılarına inmiştir.  Kırım yarımadasını ele geçirdikten sonra doğuda Kafkasya’ya, batıda  Balkanlara doğru yürüyüşe geçen Rus orduları, İstanbul kentinin yanı başındaki Yeşilköy’e kadar gelerek Osmanlının başkentini ele geçirme aşamasına gelmişlerdir. Aynı dönemde Kafkaslar üzerinden Kars, Ardahan ve Batum’u ele geçirerek Anadolu topraklarına ayak basan Rus orduları, merkezi devlet olarak  Osmanlı İmparatorluğunu tarih sahnesinden silmeye yönelmiştir. Kuzey bölgesine hapsedilmekten bıkan Ruslar, Kırım savaşı sonrasında  Balkanlar ve Kafkaslar’da özgürce yayılırken, İngiliz ve Fransızların desteği ile toparlanmaya çalışan Osmanlılar, toparlanarak  bağımsız devlet olma statüsünü sürdürmek istemişler ama bu konuda yeterince etkin bir sonuç elde edemeyince, kuzey bölgesinin devi olan Rusya’nın  sıcak denizlere doğru yürüyüşü devam etmiştir. Avrupa’nın ortasından Asya’nın ortalarına kadar uzayıp giden bir  merkezi coğrafya üzerinde ipek yolu ile dünya ticaret  yollarının güvenliğini sağlayamaya çalışan Osmanlılar, Rusların büyük ilerlemesi karşısında  sürüklendikleri savaşları sürekli olarak yitirerek, merkezi alanda yeniden bir siyasal boşluğun doğmasına meydan vermişlerdir. Ruslar doğu Avrupa’dan Avrupa kıtasına inerek bu küçük kıtayı kendilerine bağlayabilmenin yollarını aramışlar ama her defasında Avrupalılar bir araya gelerek bu kuzey bölgesinin devini Asya kıtasının boşluklarına doğru iteklemişlerdir. Avrupa açısından doğudan gelen iki tehdit olarak, Ruslar ve Osmanlılar  birbirleriyle sürekli bir savaş dönemine  batılıların kışkırtmaları ile sürüklenmişler  ve böylece iki büyük doğu devinin Avrupa kıtasından uzak kalmalarını sağlamışlardır. Ruslar ve Osmanlıların üç yüz yıllık sürekli savaş dönemi sayesinde, Ruslar ve Osmanlılar Avrupa kıtasını ele geçirememişlerdir. Avrupa ülkelerini bu iki doğulu deve karşı birleştiren batı hegemonyası, Osmanlıların Viyana’yı ele geçirmesi ile, Rusların Kuzey Avrupa bölgesini  işgal etmelerine  izin vermemişdir. Bir anlamda Avrupalılar kuzeyden ve doğudan gelen tehditleri karşı karşıya getirerek aradan sıyrılmasını bilmişler, böylece Avrupa’yı Asyalıların yönetmesini önlemişlerdir.

                Rus ordularının Kafkas halklarını çiğneyerek Kars’a girdiği  günün ertesinde   Büyük Britanya İmparatorluğu Kıbrıs’a girmiştir . Bugün hala Kıbrıs’ta varlığını koruyan bu  askeri üsler Atlantik hegemonyasının merkezi alandaki    gücünün  bir göstergesi olarak devam ettirilmektedir. Kıbrıs üzerinden bütün Orta doğu bölgelerine sızan İngiltere ve o zamanki ortağı Fransa, merkezi alanda Osmanlı İmparatorluğu sonrası için yeni bir siyasal yapılanma hazırlamışlar ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında bunu uygulama alanına koymuşlardır. Böylece, eski Osmanlı hinterlandında  egemenlik  Osmanlı Türklerinden  Atlantikçi İngilizlerin eline geçmiştir. Batı hegemonyasının o dönemdeki temsilcisi olarak İngilizler, kesinlikle Rusların güneye doğru  ilerleyişini ve sıcak denizlere inişini öncelikle önlemişlerdir. İkinci aşamada ise, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde ulusal birliğini sağlayan Alman imparatorluğunun bir Germen gücü olarak doğuya doğru açılmalarına izin verilmemiş ve Fransa-İngiltere işbirliği ile merkezi alanda hem Ruslar üzerinden Slav hem de Almanlar üzerinden bir Germen hegemonyasının önü kesilmiştir. Cihan savaşı bu doğrultuda yönlendirilmiş, savaş yıllarında hem Rusya’nın içerden çökert ilmesi   doğudan Japonların kuzey bölgesine girmesiyle sağlanmış, hem de  Balkanlar’da  Almanya’nın ilerlemesinin önünü kesecek savaşlar ile merkezi alanda bir Germen asıllı bir Töton imparatorluğunun kurulmasına izin verilmemiştir.Osmanlı yönetiminde Abdülhamit’in sağladığı istikrar  Ruslar’a ve Almanlar’a karşı kullanılmış, Osmanlı ülkeleri işgal edilirken, buralarda batı Avrupa devletlerine bağlı yeni sömürge yönetimleri oluşturularak, otorite boşluğu doğmasına giden yolun önü kesilmiştir.
                İngilizler Kıbrıs’tan Filistin’e geçerek bütün Arap yarımadasına yayılmışlar, Fransızları’da yanlarında getirerek, Lübnan ile Suriye bölgelerinde onların da kendilerine paralel yeni merkezi alan sömürgeleri oluşturmalarını sağlamışlardır. İngilizler ve Fransızlar, Osmanlı’nın Orta Doğu topraklarını ele geçirerek merkezi alanda yayılırken, Rusların önü Doğu Anadolu topraklarında kesilmiş ve Rus ordularının, Kars, Batum ve Van üçgeninin ilerisine doğru gitmesine izin verilmemiştir.  Vladivostok bölgesinden kuzey topraklarına giren Japon orduları  Rus çarlığının büyük topraklarını ele geçirince, Rus Çarlığı çökme aşamasına gelmiş ve Japon saldırıları yüzünden kendini korumaya yönelen Rusya, Van gölü kıyılarından Akdeniz’e inme yollarını kullanamamıştır. Rus orduları kuzey bölgesine  Japonların desteği ile hapsedilince, Sevr Antlaşması sonrasında İngiltere, Fransa, İtalya  ve  Yunanistan orduları Anadolu yarımadasının belirli bölgelerini işgal etmeye başlamışlar  ve böylece orta dünyada bir kuzey gücü olarak Rusya’nın egemen olmasına izin  verilmemiştir. Rusların en büyük hayali olarak Antalya kenti sıcak Akdeniz sularının kıyısında soğuk kuzeyin büyük gücü önünde ana hedef olarak bulunurken, Atlantik okyanusunun iki büyük emperyal gücü olarak İngiltere ve Fransa bütün Orta Doğu’ya girerek, merkezdeki Türk hegemonyasına son vermişler ve bu bölgede ikinci bir Asya insiyatifi olarak  Rus devletinin yayılmasının önünü kesmişlerdir. On dokuzuncu yüzyılın  ikinci yarısında güneye doğru yolculuğa çıkan Rus orduları, sıcak denizler üzerinde de tıpkı kuzey bölgelerinde olduğu gibi bir emperyal hegemonya oluşturmaya yönelirken, batı dünyasının  Avrupalı ülkeleri öne geçerek, çeşitli siyasal manevralar aracılığı ile kendilerine bağımlı sömürgeler düzeni oluşturmuşlardır. Rusların önü Yeşilköy de batılı ülkelerin araya girmesiyle önlenmiş, başkent İstanbul’a Rus askerinin girmesine izin verilmemiş ama daha sonraki aşamada, İngilizlerin Türklerin   payitaht merkezi olan İstanbul’da askeri bir işgal yönetimi kurmalarının yolu açılmıştır. Asya kıtasından gelen iki büyük Asyalı güç olarak Türkler ile Rusların küçük Asya adı verilen Anadolu yarımadası üzerinde birlikte bir düzen kurmaları, batılı devletlerin ordularının işgali ile önlenmiştir.
                Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya savaşını bütünüyle kaybetmesinden sonra ortaya çıkan  merkezi alandaki otorite boşluğu, savaş sonrasında toplanan Bakü  Doğu Halkları Kurultayı aracılığı ile giderilmeye çalışılmıştır. Tam bu aşamada,  Atatürk’ün öncülüğünde Ankara hükümeti devreye girerek, Misakı Milli sınırları içerisinde yeni bir devleti ulusal bir modele dayanan bir biçimde kurarak, Türklerin tarih sahnesinden silinmelerini  önlemiştir. Batılı emperyalistler, merkezi imparatorluğu yıkarken, burada ikinci bir Asyalı yapılanmaya izin vermemişler, batı blokunun kontrolu altında sömürge devletleri  kurarak, bunlar üzerinden  emperyal hegemonyalarını  orta dünyaya taşımak istemişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Rusların güneye inerek sıcak deniz kıyılarında yeni devlet düzeni kurmaları önlenince, batılı devletlerin askeri birliklerinin Anadolu yarımadası üzerinde at koşturmasından bu kez Ruslar rahatsız olmuşlardır. Çarlık rejiminin çöküşü sonrasında bir kaos ortamına sürüklenen  Rusya’da, Atlantikçiler bir siyasal devrimin önünü açarak bu bölgede  yeni bir ideolojik imparatorluğun  oluşumuna giden yolu dolaylı yollardan desteklemişlerdir.  İşçi sınıfının olmadığı bir kırsal toplumda batıdan ithal edilen aydın kadrolarının öncülüğünde Bir Bolşevik rejimi kurularak, yeni dönemde Kuzey bölgelerinin istikrara kavuşması sağlanmak istenmiştir. Bu ideolojik imparatorluğun başına gelen  Tatar asıllı Lenin, ikinci enternasyonelin bir toplantısında, Anadolu’da yürütülen ulusal kurtuluş savaşının bir sosyalist hareket olmadığını  ama antiemperyalist bir öze sahip olduğu için, batılı emperyalistlerin merkezi alanı işgal etmesine karşı bir mücadele olduğunu belirleyerek, Sovyetler Birliği’nin bu antiemperyalist ulusal kurtuluş  savaşına destek vermesini sağlamıştır. Rusya Müslümanlarının kendi aralarında topladıkları maddi yardımın, Ankara hükümetinin eline geçmesini   gerçekleştiren Sovyet yönetimi, batı emperyalizminin  Orta doğu’da yayılmasına karşı Ankara hükümeti ile yakın işbirliği içine girmiştir. Bu aşamada bir çok Rus temsilcisi Atatürk Türkiye’sine gelerek, bu sıcak deniz ülkesi ile yakınlık kurma çabası içerisinde olmuşlardır. Bakü Kurultayından gelen işbirliği süreci, batı emperyalizmine karşı devam ettirilmiş ama Atatürk’ün öldüğü gün, yeni yönetim  Atlantik güçleri ile gizli ittifaklar imzalayarak, Rusların  Bakü kurultayı üzerinden  Akdeniz’e inen bir emperyalizme yönelmesinin önünü kesmiştir.
                 Birinci Dünya Savaşı ile  Osmanlı’nın geri çekildiği Orta Doğu topraklarına Rusların girmesi önlenmiş ama  ikinci dünya savaşı sonrasında  Amerika’nın bu bölgeye girmesi önlenememiş ve bu durumun sonucu olarak da iki bin yıl aradan sonra üçüncü İsrail devleti  bir Yahudi yapılanması olarak Arap ve İslam dünyasının tam ortasında oluşturulmuştur. Osmanlı sonrasında, Sovyetler Birliği ile batı dünyası arasında soğuk savaş dengeleri merkezi alanda kurulmuş ve böylece Osmanlı yönetiminin yokluğu ile gündeme gelen otorite boşluğu alanı bir güç ve şiddet dengesi ile doldurulmak istenmiştir. Rusların Kars’a girdiği gün Kıbrıs’ı işgal eden İngiltere bu merkezi adadan hiçbir zaman çıkmamış ve daha sonraki aşamada  yanına Amerika Birleşik Devletlerini de alarak İsrail’in kurulmasına giden yolu açmıştır. Kuruluş yıllarında Sovyetler Birliği ile iyi geçinen  Atatürk Türkiye’si, ikinci dünya savaşına doğru  dünya sürüklenirken, Hitler ve Mussolini’ye karşı Balkan Paktını ve Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inmesine karşı da, en büyük komşu ülke olan İran ile bir araya gelerek Sadabat paktı adı altında bir bölgesel  işbirliği ve güvenlik yapılanmasına yönelmiştir. İkinci Dünya savaşı çıkarsa Rusların sıcak denizlere inme hedefi doğrultusunda  Kars üzerinden  Doğu Anadolu ve Orta Doğu bölgelerine ineceğini iyi bilen Atatürk, tarih boyunca uzun süreli Türk hükümdarlıklarının yönettiği İran ile bir savunma işbirliğine girmeyi, bölge dengeleri ve Türkiye’nin bağımsız yapısının korunabilmesi açısından gerekli görmüştür. Orta boy bir ulus devlet olan Türkiye’nin tek başına Sovyetler Birliği ya da batılı emperyal ülkelere karşı koyamayacağını iyi bilen Atatürk, tarihten gelen Türk-İran işbirliği ile merkezi alanının işgallere karşı korunabileceğini iyi biliyordu.
                Sovyetler  Birliği dönemi, yirminci yüzyılda  batı Avrupa  devletlerinin sömürge imparatorluklarının sona erdirilmesinde etkili olmuştur. Atatürk’ün on yıl önceki öngörüsü ile ikinci dünya savaşını okyanus ötesi güç ile Bolşevikler kazanmış ve beş yüz yıllık sömürge imparatorluklarının merkezi olan Avrupa kıtasının üstünlüğü dönemi sona ermiştir. Amerika ile Rusya arasına sıkışan Avrupa ülkeleri kendilerini kurtarmaya çalışırken, Rusya merkezli Sovyet İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri ile bir dehşet dengesi oluşturmuş ve bu doğrultuda bir barış içinde birlikte yaşama düzeni iki kutuplu dünya yapılanması sayesinde kurulabilmiştir. Sovyetler Birliği gibi bir ideolojik imparatorluğu ABD dengesi ile küresel alanda oluşturan Rusya, bu durumdan yararlanarak güneye doğru yönelmiş ve birçok Asya –Afrika ülkelerinde sosyalist devrimler yaptırarak, bu üçüncü dünya ülkelerini kendisine bağlayabilmenin çabası içerisinde olmuştur. Tıpkı İngiltere ve Fransa gibi  küresel alanda sömürge imparatorluğu oluşturmaya yönelen Sovyet gücü Rusya merkezli yönetilirken, Rusların tarihsel olarak gündemde tuttukları sıcak denizlere yayılma politikasına  devam etmişlerdir. Balkanlar’da Yugoslavya’nın kurulmasında ve Arnavutluğun sosyalist rejime yönelmesinde etkin olan Rus gücü, daha sonraki aşamada  bu iki ülkenin, sosyalist sistemin güvenlik örgütü olan  Varşova Paktından ayrılmasıyla gene sıcak denizlerde var olma şansını elinden kaçırmıştır. Balkanlar’da ABD destekli bir Nato yapılanmasında, Yunanistan ve Türkiye yerlerini alarak Sovyet yayılmacılığına karşı bir set oluşturmuşlar ama   Hindiçini yarımadası üzerinden sıcak denizlere  Sovyetler birliğinin açılması gündeme gelince, İngiltere Çin’de Maoist  bir rejimin Sovyetler birliğine karşı bir çizgide örgütlenmesini  sağlamış, ayrıca Amerika’da Vietnam  adı verilen ülkede askeri bir işgale yönelerek Asya kıtasının güneyindeki sıcak denizlere doğru Sovyet yayılmacılığını önlemeye çalışmıştır. Bu bölgede başlayan  Vietnam savaşı uzun sürmüş  ve bütün dünya ülkelerinin emperyalizme karşı  bir araya gelmesine giden yolu açmıştır. Bir Atlantik gücü olarak ABD, Rusya’nın Asya kıtası üzerinden sıcak denizlere inmesini önlemiştir. Benzeri bir set çekme operasyonu  Pakistan üzerinden de yapılarak, batı Asya bölgesi de Rusların sıcak denizlere inmesi açısından kapatılmıştır.

                Jeopolitik kitaplarında yer alan kenar kuşak teorisi doğrultusunda hareket eden  batı emperyalizmi, karşıt blok olan Sovyetler Birliğini kuzey yarı küresine hapsetmiş  ve güneye doğru bütün iniş yollarını kapatarak, ideolojik imparatorluğun sıcak denizlerde Rus hegemonyası doğrultusunda yayılması süreci önlenmiştir. Ruslar bir büyük imparatorluğu yönetirken her yönden sıcak denizlere inebilmenin yollarını aramışlar, tıpkı Baltık denizindeki Petersburg  kenti kenarındaki  deniz çıkışı gibi  açılma  yollarını Akdeniz’de Basra körfezinde, Hint Okyanusunda ve Pasifik bölgesinde  yaratabilmenin çabası içinde olmuşlardır. Bunu iyi bilen batının önde gelen emperyal devletleri de kıtaların denizlere açılan bölgelerindeki kenar kuşak ülkelerini ellerinde tutarak ya da Yugoslavya ile Arnavutluk örneğinde olduğu gibi  Rusların önünü kıtaların kıyılarındaki kenar ülkeleri kontrol altına alarak,  Ruslar ile sıcak denizler arasında yakın bağlantılar kurulmasını önlemişlerdir. Soğuk savaş dengelerinde bir türlü sıcak denizlere inemeyen Rusya, dünya ticaret yollarında öne geçememiş ve bu yüzden batılı ülkeler dünya ticaretini  sürekli olarak ellerinde tutmuşlardır. Bu yüzden de Rusya’nın ideolojik imparatorluğunu bir ekonomik çöküntüye uğratarak yıkmışlardır. Sıcak denizlere inemediği için dünya ticaretinde geri kalan Rusya, güçlü ordusu ile elinde tuttuğu kuzey ülkelerini bir türlü doyuramamış  ve bu yüzden kapitalist sisteme alternatif bir sosyalist ekonomik sistem  kuramadığı  için, ekonomik yarışı kaybederek  çöküşe doğru geçmiştir. Bu durumu yerinde gören batı  bloku  ekonomik çöküntü sonrasında,  Avrupa Güvenlik ve İşbirliği yapılanması üzerinden insan hakları saldırılarına geçince, ideolojik imparatorluk  çatırdamaya başlayarak kısa bir zaman dilimi içinde çökmüştür. Böylesine bir çöküşün  kolayca elde edilmesinde, jeopolitik biliminin Rimland adı verilen  kenar kuşak teorisinin  uygulanmasıyla, Rusların  kuzey yarıküresine hapsedilerek sıcak denizlere inişinin önlenmesinin büyük bir  rolü olmuştur.
                 Sovyetler Birliği çökünce Rusya gene eski sınırlarına geri dönmüştür. Federasyon çatısı altında da çok büyük alanları kontrol altında tutan Rusya  devleti, Moskova merkezli jeopolitik konumu nedeniyle gene eskisi gibi bir büyük kuzey gücü olarak dünya haritasındaki yerini korumaktadır.  Ne var ki, soğuk savaş sonrasında içine girilen küreselleşme döneminde tek kutuplu bir küresel yapılanmayı, Amerika Birleşik Devletleri gerçekleştiremediği için  çeyrek yüzyıllık bir süre  sonrasında, Rusya tekrar dünyanın en büyük güçleri arasında öne çıkarak, küresel bir aktör konumuna gelmiştir. Özellikle küreselleşmenin batılı devletlerin emperyalizmi doğrultusunda gelişmesine karşı çıkan  doğulu güçler olarak Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya bir araya gelerek BRİC ülkeleri  ittifakına yönelince, Rusya  Hindistan ve  Çin ile bir araya gelerek dünya ticaret yollarına  açılma  doğrultusunda  sıcak denizlere ulaşma şansını bir başka açıdan elde etmiştir. Daha önceden Küba adası ile kurulan ilişkinin bir benzeri  yeni dönemde Brezilya  ve Venezuella üzerinden Güney Amerika kıtası ile de kurulmuş ve böylece Rusya’nın sadece merkezi alandaki sıcak denizlere inme hedefi, yön değiştirerek bütün kıtalar üzerinden sıcak denizlere erişme  girişimine dönüşmüştür. Balkanlar ya da Kafkaslar üzerinden Akdeniz’e istediği gibi inemeyen Rusya’nın  Çin, Hindistan ve Brezilya ile oluşturduğu küresel birliktelik çerçevesinde,  öne çıkmasını önleyen batılı emperyalistlere karşı, doğu ve güneyin en büyük devletleri ile işbirliği yaparak  sıcak denizlerdeki  ticaret yollarına erişme şansını elde ettiği görülmektedir. Ayrıca,  batı emperyalizminin Asya kıtasını ele geçirmek üzere örgütlediği  doğuya açılma girişimlerini karşı  bir işbirliği örgütü olarak kurulmuş olan Şangay İşbirliği Örgütü de yeni dönemde bir savunma mekanizmasına dönüşerek, Rusya ve ortaklarının  ekonomik açıdan batılı emperyal güçlere karşı bir alternatif yapılanmaya  yöneldiğini göstermektedir. BRİC ve Şangay  Örgütleri  gibi küresel ortaklıklara giren Rusya, aynı zamanda  komşusu olan eski Sovyet Cumhuriyetleri ile de bir Avrasya  Birliği oluşumuna yönelerek  batının küresel üstünlüğünü önlemeye doğru adım attığı görülmektedir. Gene bu doğrultuda kurulmuş olan   Kollektif Savunma Birliği oluşumu, Rusya’yı batılı rakiplerine karşı  güçlendiren başka bir  uluslar arası örgütlenme olarak  devreye girmektedir. Böylece, bölgesel yönlerden sıcak denizlere inemeyen Rusya’nın, daha geniş açılımlar ile  alternatif  örgütlenmeler üzerinden küresel  rekabete yönelerek sıcak denizlerde etkili olmaya başladığı yeni bir döneme girilmiştir.
                Yeni bir yıla girerken, bazı büyük devletlerin ve araştırma merkezlerinin yayınlamış oldukları raporlarda, Orta Doğu bölgesindeki sıcak çatışmaların daha da yayılacağı, Irak ve Suriye’deki iç savaşlar benzeri sıcak olayların Arabistan, Mısır, Libya, Lübnan, Sudan, Somali, Ürdün ve  İran’da da ortaya çıkacağı, merkezi alanda yer alan bütün İslam devletlerinin mezhep ve tarikat çekişmeleri aracılığı ile iç savaşlara sürüklenerek parçalanma  noktasına gelecekleri  açıkça dile getirilmektedir. Daha da ileri gidilerek Afganistan savaşının Pakistan üzerinden orta Asya bölgesine de yayılarak, bir Ön Asya ve Orta Asya savaş alanı yaratılacağı geleceğe yönelen tahminler olarak öne sürülmektedir.  Bu konular ile ilgili olarak kamuoyuna açıklanan İsrail raporunda, bütün İslam devletlerinin terör kullanılarak çökertileceği  ifade edilirken, savaş süreci içinde bütün merkezi coğrafya da Rusya’nın etkisinin çok artacağı öne sürülmektedir. Beş yüz yıldır sıcak denizlere inemeyen Rusya’nın küresel ittifaklara yöneldiği bir aşamada kenar kuşak teorisini geçersiz kılarak, büyük ortaklıklara girmesiyle  dengelerin değiştiği ve Rusya’nın  konjonktürel olarak orta dünya da daha güçlü bir konuma geldiği görülmektedir. İsrail devletinin kurulduğu günden bu yana bölgeyi bir savaş alanına dönüştürdüğü dikkate alınırsa, Osmanlı İmparatorluğu  ve Sovyetler Birliği sonrasında merkezi alandaki otorite boşluğunun doldurulamadığı  göze çarpmaktadır. Böylesine bir boşluğu doldurmak üzere  Atlantik emperyalizminin öne çıkardığı Yakın Doğu Konfederasyonu ya da Büyük Orta Doğu Federasyonu ile Büyük İsrail  İmparatorluğunun kurulamadığı anlaşılmaktadır. Bu yüzden siyasal boşluk devam ederken ya bölge devletlerinin bir araya gelmesiyle birlikte Atatürk’ün öncülük yaptığı Sadabat Paktı  benzeri  biçimde oluşturacakları bir Merkezi Devletler Birliğinin kurulacağı  ya da bölgeye en yakın büyük güç olarak Rusya Federasyonunun  çatışma alanlarına girerek el koyacağı yeni bir döneme doğru gidilmektedir. Bu doğrultuda Rusya iki binli yılların başlarında yakın çevre doktrinini ilan ederek, kendi çıkarlarının bulunduğu komşu ülkeler üzerinde eskisi gibi etkili olacağını ve çıkarlarını koruyacağını  açıkça ilan etmiştir. Rusya  Avrasya Birliğinin oluşumunda öncülük yaparken, Orta Asya ülkeleri ile birlikte Ön Asya ülkelerini de bunun içine alabileceğini ve oluşturduğu Kollektif Savunma Birliği aracılığı ile  sıcak çatışma alanlarına anında müdahale edebileceğini   ortaya koymuştur.
                Yeni dönemde, kendisine karşı bir Arap Birliği kurulmasını istemeyen İsrail, Amerikan ve Türk askerlerini kendi savunmasında kullanamayınca  ve Kuzey Irak üzerinden kendine bağlı bir güçlü ordu oluşturamayınca, bölgede kendisine tehdit edebilecek sıcak gelişmelere karşı Rusya’yı yeni kurtarıcı olarak ilan etmektedir. Bu doğrultuda Rusya’nın Kırım’ı bir oldu bitti ile işgal etmesinde İsrail lobilerinin Rusya’ya yardımcı bir çizgide hareket ettikleri görülmüştür. İsrail: ABD, Avrupa, Çin ve İran ile yakın ilişkiler içerisine giren Rusya’nın askeri gücünden yararlanabilmek için, dolaylı yollardan Rusya’nın Kırım’ı işgaline destek vermiş ama bunun karşılığında Rusya’nın Kıbrıs’tan çıkmasını istemiştir. İsrail  kendi çıkarları açısından karşı kıyı konumundaki Kıbrıs’ı kimseye bırakmak istememekte, Rumlara karşı Türkleri, Hrıstıyanlara karşı Müslümanları kullanarak ada sorununu çözümsüzlüğe terk ederken, Rusya’nın Güney Kıbrıs’taki varlığına da bir son vererek, adayı gelecekte Büyük İsrail devletinin bir eyaleti konumuna dönüştürmek istemektedir. Kıbrıs’a soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği yapılanmasından yararlanarak girmiş olan Rusya, adanın güneyini bir sıcak deniz merkezi olarak kullanmakta, Lefkoşe’de  beş bin Rus devleti görevlisi diplomat statüsünde görev yaparken, yüz bin den fazla Rus işadamı da, bütün dünya ülkelerine yönelik dış ticaretlerini bu sıcak deniz adası üzerinden yürütmektedirler. Kıbrıs adasına yerleşen  Rusya, bu nedenle artık bir sıcak deniz problemine sahip olan  kuzey ülkesi olmak durumundan çıkmıştır.
                I958 de  General Kasım darbesi ile Irak’a yerleşen Rusya, daha sonra Suriye’ye girerek Hafız Esat aracılığı ile bu ülkeye de yerleşerek Akdeniz kıyısında  Taurus   askeri üssünü kurmuştur. Orta Doğu’ya ABD’nin gelmesi ve İsrail’in kurulmasına tepki olarak  Rusya Sovyetler Birliği üzerinden merkezi alana ve sıcak deniz kıyılarına yerleşirken, karşı kıyada yer alan Kıbrıs’a da Makarios sayesinde girmiş ve bu adada Akdeniz’in en güçlü komünist partisi olarak Akel’i kurmuştur. Sosyalist sistemin dağılmasına ve bütün komünist partilerin kapatılmasına rağmen, Akel yapılanması İngiliz üslerine karşı bir denge unsuru olarak bu adada Rusya desteği ile korunmuştur. Atlantik emperyalizminin İngiltere, ABD ve İsrail ortaklığı doğrultusunda İngiliz üslerini kullanmasına karşılık, Rusya da Akel partisi aracılığı ile Kıbrıs üzerindeki etkinliğini sürdürmekte  ve iki yüz bine yakın vatandaşını bu adanın güney kısmında tutmaktadır. Ruslar’ın Kıbrıs’ta  yüz bin kişilik ayrı bir Rus kenti kurduğu bir yeni döneme girilmiştir. Rusya, batının bütün engellemelerine rağmen, Suriye’deki askeri üssü ile Kıbrıs’taki  kendine bağlı ekonomik ve siyasal yapılanmasını korumuştur. Bugün için Rusya’nın Kıbrıs adası üzerinden Asya ve Afrika ülkelerine açılarak sıcak denizler üzerinden dünya ticaretine girdiği görülmektedir. Rusya ile İsrail ilişkileri, bölgedeki sıcak gelişmelere göre yönlenirken, Rusya’nın Kıbrıs’tan çıkarılması için İsrail Kırım’ın Rusya ya verilmesini  desteklerken, bir anlamda  bölgedeki Arap ve Müslüman  çoğunluğa karşı, Rusya ile yeni bir işbirliğini de başlatmaktadır. Brzezisnki, son kitabında batı emperyalizmi ile ters düşecek bir Rusya’nın Gürcistan, Ukrayna, Ermenistan ve Beyaz Rusya gibi bölge devletlerini işgal ederek, federasyon çatısı içine alabileceğini söylemektedir. Kafkasya’nın güneyinde yer alan Azerbaycan’da böylesine bir tehdit ile karşı karşıyadır. 2015 yılı başlarken Doğu Anadolu olayları yeniden gündeme getirilerek, Büyük Ermenistan’ın önü açılmaya çalışılırken, bugünkü Kafkas Ermeni devletini kurmuş olan Rusya’nın ilgisi yeniden  Anadolu üzerinden Orta Doğu bölgesine doğru kaydırılmaya çalışılmaktadır.
                Avrupa ülkeleri ile büyük bir enerji ortaklığına girmiş olan Rusya, bu yoldan çok büyük zenginliklere sahip olurken, batı ülkeleri ile ilişkilerini yumuşatmaya çalışmakta ama orta Doğu ‘da bir İsrail yapılanmasının Hırıstıyan Avrupa ile karşı karşıya geldiği yeni aşamada, İsrail lobileri Rusya’nın ilgisini ve ağırlığını Orta Doğu bölgesinde Araplara ve Müslümanlara karşı kullanmaya çalışmaktadır. Kırım konusundaki işbirliği yarın Kıbrıs adasında da devam ettirilirse, bölge ülkelerini alt etmekte gücü yetersiz kalan İsrail Rusya’yı ve bu ülkenin büyük askeri gücünü bölgedeki komşularına karşı kullanmaya kalkışabilecektir. Kırım – Kıbrıs pazarlığı sonrasında benzeri bir pazarlık, Suriye üzerinde de gündeme gelebilir ve bu ülke üzerinde İsrail’in istekleri doğrultusunda hareket etmeyen ABD ve Fransa’ya karşı Rusya ‘nın ağırlığı, Siyonist lobiler tarafından dünya dengeleri için kullanılabilir. Olayların geliştiği son yıllarda Rusya’nın geçen dönemde girmiş olduğu Suriye ve Kıbrıs’tan çıkmaya pek de  istekli olmadığı ve batının askeri saldırılarına karşı bu  bölgede tıpkı Çin gibi İran ile beraber hareket etmeye çalıştığı göze çarpmaktadır. Bugüne kadar İran ile ortak hareket eden Rusya’nın, gelecekte İsrail’in çıkarları doğrultusunda bölge ülkelerine karşı kullanılması  yeni bir dönemin başlangıcı olabileceği gibi, merkezi coğrafyadaki siyasal gelişmelerin yönünü de değiştirecektir. Merkezi alanda batı üstünlüğünün devam ettirilmesi konusunda, İsrail ile Avrupa ülkelerinin ters düşmesi noktasında  Rusya bir kurtarıcı olarak Siyonist lobiler aracılığı ile  devreye sokulabilecektir. Yeni dönemde Rusya’nın Suriye’deki askeri üs benzeri yeni yapılanmaları, Akdeniz kıyısında bulunan Mısır, Libya, Lübnan  ya da  Tunus, Cezayir gibi ülkelerde de  kurması gündeme gelebilir. Eski Osmanlı ülkeleri zaman içerisinde Rusya Federasyonunun yeni eyaletleri  olarak ortaya çıkabilir. Böylesine bir durumun gündeme gelmesi durumunda eskiden var olan Rus-Osmanlı çekişmesinin bir benzeri Türkiye-Rusya arasında ortaya çıkabilir.
                Artık sıcak denizlere inmiş olan Rusya’nın yeni dönemde eskisi gibi  bir kuzey ülkesi olarak hareket etmesini beklemek mümkün değildir. Soğuk bölgelerden sıcak denizlere inmiş olan bir Rusya artık eskisinden daha fazla bir uluslar arası aktör olarak hareket edecek, kurucu olduğu Şangay Örgütü, BRİC yapılanması, Avrasya Birliği ve Kollektif Savunma  Örgütü üzerinden , batı merkezli  politikalara karşı  doğu merkezli politikaları dünyanın gündemine taşıyabilecektir.  Latin Amerika ülkeleri ile sürdürülecek işbirliği beraberinde diğer Asya ve Afrika ülkelerine de yeni açılımları gündeme getirecek  ve Rusya eskisine oranla daha fazla küresel alanda güçlü bir süper ülke olarak  siyasal gelişmeleri etkileyecek ya da yönlendirecektir. Bu nedenle, Amerika Birleşik Devletleri de politika değişikliğine giderek, merkezi alanda  Rusya ile yeni bir işbirliğine gitmeye çalışmaktadır. Soğuk savaş döneminin alışkanlığı olan ABD-Rusya paslaşması ile sorunların daha kolay çözüme kavuşması sağlanacak, ABD’nin en büyük rakibi olan Çin’e karşı Amerika, Rusya ile işbirliğini  Avrasya bölgesi ve merkezi alanda daha geliştirerek sürdürecektir. Türkiye üzerinden kurulacak bir tahterevalli de Rusya ile Amerika  merkezi alanda kendi siyasal oyunlarını oynayacaklar ve böylece Avrupa’nın emperyal devletleri ile Çin’in yeni bir emperyalist güç olarak  Orta Dünyaya girmelerine izin vermemeye çalışacaklardır. Önümüzdeki dönemde ABD-Rusya işbirliği merkezi alanda gelişirken, Avrupa ülkeleri de Çin ile işbirliği yaparak bu yeni ortaklığı aşmaya çalışacaklardır.  Kenar kuşak çevirmelerini ya da kuzeye hapsedilme senaryolarını aşan bir Rusya  Federasyonu  yeni dönemde küresel etkinliğini artırırken, sıcak denizlerde at oynatan bir küresel güç gibi hareket edebilecektir.
                 Osmanlı tarihi incelendiği zaman, bu merkezi imparatorluğun  yedi asırlık hükümranlığının ilk yarısında  Selçuklu İmparatorluğundan devralınan bir misyon olarak  Avrupa kıtasından gelen Haçlılara karşı   uzun süreli  mücadele  yürütülmüştür. İmparatorluğun son üç yüz yılında ise, kuzeydeki  tehlike olarak Rusya’nın sıcak denizlere inmesine karşı, sistemli bir karşı koyuş örgütlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle, Osmanlı ahalisi arasında  bir Moskof düşmanlığı sürekli olarak örgütlenmiş ve Rusya’dan kovulan Türkler ile Müslümanların  Osmanlı bölgelerine gelerek yerleşmesiyle, Rusya’nın sıcak denizlere iniş harekatı önlenmeye çalışılmıştır. Osmanlı tarihi ile ilgili bütün kitaplarda kuzeydeki tehlike olarak ele alınan Rus Çarlığının güneye doğru genişlemesi  ,Rusların sıcak denizlere inişi olarak anlatılmaya çalışılmıştır . Karadeniz kıyılarını ele geçiren Rusların benzeri bir  girişimi Akdeniz kıyılarında da gerçekleştirmeye çalışması yüzünden, Osmanlı İmparatorluğu son üç  asırlık döneminde  sürekli olarak Rus orduları ile savaşmak zorunda kalmıştır. Ruslar Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden sıcak denizlere doğru ilerlerken, bu bölgedeki Türk imparatorluğu olan  Osmanlı devleti  önce çöküş ve sonra da yıkılış dönemlerini yaşayarak dünya haritasından silinmiştir. Bir kuzey devleti olan Rusya’nın  sıcak denizlere inerek  orta dünyaya egemen olması , merkezi Türk hegemonyasına son vereceği gibi,  batılı emperyal devletlerin de   merkezi alandaki etkinliklerini devre dışı bırakacaktır.                                                                                                                                                   Türkiye’nin tam merkezinde yer aldığı Orta Dünya’da, hem ABD’nin hem de İsrail’in Rusya ile yeni ortaklıklara ve işbirliklerine yönelmesi, öncelikle Türkiye’nin meselesi olarak gündeme gelmektedir. Daha düne kadar Rusya’ya karşı Türkiye’nin işbirliği yaptığı batılı müttefiklerin, yeni dönemde küresel  çıkarları doğrultusunda hareket etmesiyle birlikte, Türkiye içinde bulunduğu bölgede yalnızlığa terk edilmektedir. Bu durumda, Türkiye’nin de yeni bölgesel ve küresel açılımlara girmesi gerektiği açıkça ortaya  çıkmaktadır. Küreselleşme görünümünde  küresel şirketlerin ulus devletleri yıkma dönemi sona ererken  ve   var olan devletler arasında yeni bir ulusal rekabet aşaması gündeme gelirken, Türkiye cumhuriyeti de  Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından miras kalan siyasal birikim ile, cumhuriyetin kurucu iradesinden devralınan  jeopolitik  bilinci kullanarak, yeni dünya düzeninde  kendine layık olan  yeri bulacaktır. Yeni bir dünya düzeni kurulurken, Türkiye  Cumhuriyeti de  kendisi için uygun bir yer  bulmak zorundadır. Aksi takdirde, Rusların sıcak denizlere inmesi  operasyonu ile, merkezi alandaki Türk devleti yapılanması sona erebilir. Büyük Avrupa,  Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail gibi projelerin yanı sıra, Rusların  Avrasya stratejileri de    Avrasya kıtasında hem Türk  dünyası  varlığına hem de Türkiye cumhuriyetine  karşı çok ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. 
             Amerika ve Rusya arasında  kurulmak istenen tahterevalli  senaryosuna alet olmak Türkiye’yi kurtarmaya yetmeyecektir.  İsrail siyonizminin İslam dünyasına karşı bir Hrıstıyan güç olarak Rusya’yı  Orta Doğu’ya getirmesi, Amerikan askeri gücü yerine Rus askeri gücünü bölge ülkelerine karşı kullanmaya çalışması da, merkezi alana kalıcı bir barış düzeni getiremeyecektir. Dünyanın merkezi bölgesinde kalıcı bir barışın sağlanabilmesi, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün gündeme getirdiği  gibi  bölge devletleri arasında oluşturulacak bir  güvenlik ve işbirliği dayanışmasının örgütlü bir yapılanmaya dönüştürülmesiyle sağlanabilecektir. Türk devleti şimdiye kadar yurtta ve dünyada sulh ilkesi üzerine dış politikasını yürütmeye çalışmıştır. Ne var ki, yeni ortaya çıkan koşullar bu kez bir de bölgede barış ilkesini öne çıkarmaktadır. Amerikan ya da İngiliz ordularının  emperyal güçler olarak bölgeye barış getiremediği dikkate alınırsa, yeni bir emperyal güç olarak, sıcak denizlere inmiş olan Rusya’nın orduları da  merkezi alana barışı getiremeyecektir. Bölge barışı bütünüyle harita üzerinde yer alan devletler arasındaki işbirliği ve dayanışmaya bağlı  bulunmaktadır. Bölge devletlerini bölerek barış sağlanamayacağı  yarım yüzyıldır ortaya çıkmıştır. Gerçek anlamda  barış, bölge devletlerinin bir araya gelerek merkezi bir güvenlik ve işbirliği örgütlenmesine gitmeleriyle elde edilebilecektir.  George amcanın, Sam amcanın ya da Hans amcanın gerçekleştiremediği  merkezi barışı  İvan amca  da bir emperyalist olarak hiç  bir zaman istendiği gibi gerçekleştiremeyecektir. İvan amcanın, David amcanın Siyonist planlarına alet olması barıştan daha çok  bölgede yeni tepkilere yol  açarak çatışmaları tırmandırabilecektir.

 Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN