“YENİ BİR DÜNYA KURULUR TÜRKİYE DE YERİNİ ALIR”
Bu makalenin başlığının tırnak içinde yer almasının
nedeni, eski bir devlet adamının ağzından çıkmış olan sözler olarak tarihteki
yerini almış olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı ve Kuvayı
Milliye’nin ikinci adamı olarak göreve gelen bu Türk generali, soğuk savaş
döneminin en kritik aşamasında batı emperyalizminin dayatması ile karşılaşınca,
ağzından bu sözler dökülmüştür. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına
girilirken ve ikinci dünya savaşı geride kalırken, batılı
ülkeler merkezi alana yeniden gözlerini dikerek, Anadolu’nun yanı başında
kardeş bir toprak parçası olarak sürüp giden Kıbrıs adası ile ilgili olarak
ortaya çıkan çekişmelerin ,giderek silahlı çatışmalara dönüşmesi noktasında,
batı blokunun merkezi olan en büyük batılı
emperyalist devletin başkanı Türkiye’nin önüne çıkarak, batı dünyasının
savunma sistemi içinde Türkiye’ye verilen silahların Türk devletinin ulusal
çıkarları doğrultusunda
kullanılamayacağını açıkça ifade etmiş ve bunun tersi bir doğrultuda
eğer bu silahlar batı blokunun izni
alınmadan kullanılırsa, o zaman
Türkiye’ye karşı yaptırımlar uygulanacağı bir tehdit uyarısı çizgisinde bildirmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında
bir Rus işgaline karşı batı sistemine dahil olarak kendini kurtarmaya çalışan
Türkiye, bu tür dengelerle kuruluşunu tamamlayarak yirminci yüzyılın ikinci
dönemine doğru yol alabilmiştir. Tam bu sırada Orta Doğu’da İsrail’in kurulması
üzerine gündeme gelen gelişmelerle, Türkiye Kıbrıs üzerinden tehdit almıştır. İşte
bunun önlenmesi için Türkiye’nin ikinci adamı bu sözleri söylemiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılın günlerini
geride bırakırken, bütün insanlık ile birlikte
yaşadığımız dünya gezegeninde de çok önemli gelişmeler birbiri ardı sıra
gündeme gelmektedir. Yirminci yüzyılın birikimini yeni yüzyıla taşımak gibi bir
misyonu harita üzerinde yer alan devletler üstlenirken, şirketler üzerinden ana
sermayenin sahibi konumundaki iş çevreleri dünyanın patronluğuna soyunmaya
başlamışlardır. Tarih boyunca var olan insanlığın birikimini, devletler yirmi
birinci yüz yılın içlerine doğru taşırlarken, patronların ve küresel sermayeyi
kontrol eden iş adamlarının parasal birikimlerini ve maddi güçlerini
tekelcilikten küreselciliğe geçmiş olan büyük ekonomik örgütler de yirmi
birinci yüzyılın içlerine doğru taşımışlardır. İnsanlığın ilk çağlardan bugünlere
kadar uzanan tarihsel geçmişi incelendiği zaman, her dönemde güç merkezlerinin
birbirleriyle savaştıkları ortaya çıkmaktadır. Daha sonraki dönemlerde devletler olarak
toplumsal örgütlenmeler ortaya çıktığı zaman bu aşamadan sonra yeryüzü
topraklarında egemenlik kurma kavgası devletler arası savaşlar haline dönüşmüştür.
Ne var ki, küreselleşme aşamasına gelindikten sonra da bu kez küresel
sermayenin temsilcisi olan şirketler ile var olan devletler karşı karşıya gelmiştir.
Bu aşamadan sonra da halk kitleleri ile sermaye grupları arasındaki çekişmeler
yavaş yavaş devletler üzerinden savaşlara doğru dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Yirmi birinci yüzyılın başlarında dünya
üzerindeki siyasal konjonktürün karşıtlıkları eskisine oranla daha farklı bir
çizgide belirlenmesi üzerine, şirketler
ile devletler arasındaki çekişmeler daha da büyüyerek gelişmiş ve eski dönemden
kalma dünya düzeninin zamanla sarsılarak farklı çizgilerde değişikliklere doğru
gelişmeler yönlendirilmiştir. Böylesine
yeni koşulların ortaya çıktığı farklı bir aşamada, devletler ile
şirketler rekabet sürecinde önceliği kendilerinin toparlanmasına ayırmışlar ve
bir süre sonra derlenip toparlanarak yeniden ortaya çıkan diğer gruplar ile ya
iş birliği ve dayanışma içine girmişler ya da aradaki mesafeleri daha da açarak
karşı karşıya gelmişlerdir. Bu tür çekişmelerin sonucunda parçalanan veya büyüyen
devletler kadar çeşitli bölgelerde yaşamlarını sürdürmekte olan toplumlar da
sarsıntılar geçirmişlerdir. İki büyük dünya savaşı sonrasında iki kutuplu dünya
düzeni çökünce, geride kalan süper güç konumundaki büyük devleti ele geçiren
küresel sermaye, bütün dünyada yeni bir hegemonya düzeni oluşturma
doğrultusunda var olan devletlere karşı bu büyük gücü kullanmaya başlamıştır. Şirketlerin büyümesi ve devletlerin
küçültülmesi ana ilkesi doğrultusunda, geride kalan kapitalist sistemin süper
gücü sermaye egemenliğinin merkezi
haline getirilince, tek merkezli bir küreselleşme süreci soğuk savaş dönemi
sonrasında ortaya çıkarılarak, serbest piyasa ekonomisi üzerinden geliştirilen
kapitalist ve emperyalist politikalar ile ulus devletler teker teker teslim
alınmaya çalışılmıştır. Batı sistemine dahil olan bölgelerdeki devletler, alt
kimliklerin hortlatılmasına dayanan ileri demokrasi görünümlü bölünme projeleriyle
parçalanmaya çalışılırken, batı sisteminin dışında bulunan diğer doğu
bölgelerindeki devletler de ise hem etnik çatışmalar hem de bölünme amaçlı sıcak
savaşlar kışkırtılarak, bu doğrultuda bölücülük hedefi taşıyan dış destekli terör
aracılığı ile küçültülen devletler, siyaset sahnesine çıkartılmaya
çalışılmıştır. Sovyetler Birliği ve
Yugoslavya Federasyonun parçalanışına benzer planlar,
bütün ulus devletlerde bu doğrultuda gerçekleştirilmeye çalışılırken, küreselci
emperyalistlerin yol haritalarında Türkiye diye bir ulus devlet karşılarına çıkıyordu.
İşte bu noktada her şeyin alt üst olduğu ve eski planların geçersiz kaldığı, savunma
ortaklıklarının geçerliliğini yitirdiği yeni bir noktaya geliniyordu. İşte bu
noktada emperyalizmin babası Türkiye’nin batıdan aldığı silahları
kullanamayacağını tehdit eder bir biçimde söylüyordu. Hiç de nazik olmayan bir
sert bir üslupta Türkiye’nin batı silahlarını kullanarak kendi güvenliğini
sağlamasına açıkça izin verilmiyordu.
Kuruluşu
itibarıyla batılı emperyalistlerin dünyanın doğu bölgesine açılan yol
haritasında önemli bir yere sahip bulunan Türk devleti, uluslararası
konjonktürün yardımlarıyla, aslında Birinci Dünya savaşı süreciyle birlikte
batının yol haritasındaki ana devletlerden birisi haline geliyordu. Çanakkale
savaşı ile batı emperyalizmi dünyanın ortasından geçerek bütün doğu bölgelerini
ele geçirmeye yönelirken,
Çanakkale’den Anadolu yarımadasına girmek istemiş ama bunu başaramamıştır.
Birinci dünya savaşına giden yolda tökezleyen emperyalizm daha sonraları
derlenip toparlanarak yola devam etmek istemiş ama bu sefer de karşısında Sovyetler
Birliği gibi yeni bir güç merkezini görmüştür. İşte bu aşamada Kıbrıs adasında
yeni bir yapılanma arayışı gündeme gelirken, Türkiye’nin siyasal çıkarları
tehlikeye giriyor ve Türk devleti ile batı emperyalizmi Orta Doğu’nun en büyük
adası olan Kıbrıs’ta karşı karşıya geliyordu. Devletler ve şirketler arasında
çekişmeler tırmanırken, Türkiye yeni kurulan İsrail devletinin gündeme
getirdiği Büyük İsrail projesi nedeniyle de baskı altına sürükleniyordu. Siyonizmin
merkez ülkesinin kurulmasından sonra güvenlik işlerini de üstlenen okyanus
ötesi süper güç, Türkiye’yi batının verdiği silahları kullanamazsın diye tehdit
ederken, aslında Atlantik emperyalizmi ile birlikte İsrail siyonizmini de birlikte
savunuyordu. Böylesine bir konjonktür içinde Türkiye soğuk savaş dönemindeki
kamplaşmanın dışında bırakılarak, Sovyet sosyal emperyalizmine karşı korunmuyor,
aksine Türkiye savunmasız bırakılarak karşıt blok olan sosyalist sistemin
kucağına atılıyordu. Bu topraklarda Türk egemenliğinin bin yıllık birikimini
temsil eden Türk devletinin, doğu ve batı bloklarının tam ortasında kalarak
batı blokuna sığınması gibi yaklaşımın doğru olmadığı, güvenlik örgütünün
başının tehditleri ile kesinlik kazanıyordu.
Böylesine bir iki
yüzlü tutum ile çifte standartlı bir politika ile istemeden karşı karşıya kalan
Türk devletinin kendi çıkarları doğrultusunda durumu yeniden değerlendirmesinin
zorunluluğu ortaya çıkıyordu. Bölgesel ittifaklarına ya da güvenlik örgütlerine
devletler kendi çıkarlarını korumak ve her türlü tehditlere karşı kendini
korumak üzere girmesi, genel olarak kabul edilen bir kural olmasına rağmen, bir Hrıstıyan devletin aynı dinden gelen başka bir
Hrıstıyan devleti kollarken, kural dışı olarak güvenlik örgütü üyeliğine
alınmış olan bir Müslüman ülke olarak
Türkiye’yi yaptırım ile tehdit etmesi, ancak emperyalizmin çıkarları ile
açıklanabilecek çifte standartlı bir tutum olarak değerlendirilebilir. Türk
devletinin kuruculuğunu ve ikinci cumhurbaşkanlığını yapmış olan bir devlet
büyüğünün aradan yıllar geçmesine rağmen başbakan olarak, kendisini tehdit eden
bir güvenlik örgütü başkanına karşı gerekli olan tutumu takınarak, Türkiye’nin
böylesine istenmeyen bir durumda gerekeni yapacağının bütün dünyaya açıkça
ilanıdır. Batı ittifakı içinde Türkiye’yi sınır karakolu, cephe ülkesi ya da
alan bekçisi olarak kullanmayı düşünen batılı emperyalistlerin, Türkiye’nin ihtiyacı
olan savunmaya gerek doğduğu zaman sırtlarını dönmesinin bir açıklaması olması
gerekmektedir. Hep almaya alışmış olan batılı emperyalist güçler tüm dünya
ülkelerini emir eri gibi her bölgede kullanırlarken, çıkarlarının gereği olan
her konuyu ya açıktan emir ve talimatlarla ya da dolaylı olarak çeşitli komplolar
aracılığı her zaman müdahale edebilmişlerdir. İki büyük savaşın sağladığı
üstünlük konumu ile bunu gerçekleştirenler yeni dönemde eski alışkanlıklarını
sürdürmek istemişler ama, yirminci yüzyılın ikinci yarısında eski konumlarını
yitirdikleri için dünya ülkelerinin haklı tepkileri ile karşılaşmaya
başlamışlardır. Türk devletinin başbakanının ağzından çıkan başlıktaki sözler, bu
dönemin özelliklerine uygun bir biçimde dile getirilmiş olan bir karşı çıkışın
ve emperyalizme karşı kararlı bir
duruşun simgesi olarak tarihe geçmiştir. Bir güvenlik örgütü yetkilisinin üye
bir ülkeye yönelen haksız tutumu karşısında, ilgili ülke Türkiye’nin doğal
refleksi başbakanın ağzından bu sözler ile açıkça ifade edilmiştir.
Bugünün zaman
diliminden tam yarım yüzyıl önce yaşanmış olan bu olayın ortaya koymuş olduğu
gerçekler bugün de devam ettiği için benzeri bir durum günümüzde de gündeme
gelmektedir. Bugün de güçlenmiş bir batı emperyalizminin dünya ülkelerine
meydan okuduğu bir yeni dönem koşulları oluşmuştur. Emperyal devletler kapitalist sistem üzerinden
geliştirdikleri her türlü ilişkide kendilerini üstün görerek, diğer dünya
devletleri ile halk kitlelerine önem ve değer vermeyen bir çizgide hareket
etmektedirler. Kendilerini ağabey ya da baba olarak görenler, tıpkı evlatlarını
istismar eden aile büyükleri gibi kendilerinden başka dünya devletlerinin gücünü
kabul etmedikleri gibi, hak ve çıkarlarını da görmezden gelebilmektedirler. Güç
ve baskıya dayanan uluslararası ilişkiler normal boyutlarını her geçen gün
yitirirken, sahip oldukları üstün konumu ya da eşitsizlikçi durumu dünya
ülkelerine karşı kullanmayı bir alışkanlık haline getirmiş olan büyük
devletler, uluslararası alanda bir dünya kardeşliği ya da sıcak dostluk ve
dayanışma ilişkilerini geliştirmeye çaba
sarf eden diğer ülkelere karşı,
anlayışsız bir yaklaşım çerçevesinde
davrandıkları sürece yeni bir uluslararası dayanışma paktının oluşturulabilmesi mümkün
değildir. Geçen asırda Türkiye’ye silahlarını kullandırmayanların bugünün
dünyasında da benzeri bir yaklaşım içinde Türkiye gibi ülkelere yönelen
müdahaleler ile geçmişten gelen olumsuz yaklaşımlarına devam ettikleri
görülmektedir. Güç ve üstünlük alışkanlıklarını bugün de sürdürmeye çalışan
emperyalistlerin böylesine vurdum duymaz çıkış ve davranışlarına karşı, gene
Türkiye’den yükselen itiraz gibi yepyeni bir antiemperyalist çıkışa bugün de gerek
olduğu görülmektedir.
Türkiye’yi
sömürerek bir yarı sömürge düzeyine getirenler, Türkiye’yi Avrupa Birliği
üyeliği ile oyalayanlar ,küreselleşme
görünümünde Türkiye’yi sömürgeleştirenler, sosyalist bloka karşı
sınır karakolu olarak kullananlara, Büyük Orta Doğu projesi doğrultusunda
Türkiye’yi savaşlara sürükleyerek
bir cephe ülkesi konumuna düşürenlere, Büyük İsrail Projesi doğrultusunda Türkiye’yi Hırıstıyan batı ülkelerine karşı İslam ülkelerinin taşeronu konumuna getirenlere ve Atatürk’ün ülkesini her türlü haksızlığa ve
adaletsizliğe düşürenlere karşı, Türk ulusunun ayağa kalkarak gene eskisi gibi kendisini yok etmek isteyen emperyalizme
karşı çıkması gerekmektedir. Türkiye’nin
karşı karşıya bırakıldığı emperyal blokun
haksız müdahalelerine karşı, ulus
devletin haklarını savunacak bir karşı
çıkışa eskisinden çok daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır. Eski dünya düzeninin
ortadan kaldırıldığı ve yeni bir düzen arayışları ile merkezi bölgeye gelerek
Türkiye ile birlikte komşu ülkeleri de tehdit eden bugünün saldırılarına karşı,
yeni bir dünyanın kurulabileceğini söyleyebilecek bir antiemperyalist karşı
çıkış, bugünün koşullarında eskisinden daha güçlü bir çizgide dile getirilmek
durumundadır. Bir gün Türk ulusunun içinden Atatürk gibi bir cengaverin öne
çıkarak, bütün bu haksızlıklara karşı direneceği anın pek de uzak olmadığı ve
yakında geleceği, Türk ulusu ile birlikte bölgedeki komşu ülkelerin de
beklentisi olarak öne çıkmaktadır. Emperyalizme karşı çıkarak ve direnerek
bağımsız devlet kurmuş olan Türk ulusunun, tarihten gelen bu karakterini bugün
de koruduğu ve gene antiemperyalist bir doğrultuda çıkışa, gelecekte de var
olabilmek için yönelmesinin kaçınılmaz olduğu artık herkesin gördüğü bir durumdur.
Batı blokunun çıkarları doğrultusunda İslam dünyasını yeniden düzenlemek ve bu
doğrultuda sınır değişikliklerini gündeme getirerek Türkiye ile komşularını değişime
zorlayan dış müdahalelere karşın, Türkiye ve komşularının ortak talebi olarak
daha farklı bir yeni dünya düzeninin kuruluşunu gündeme getirmek, var olan ulus
devletlerin çıkarlarının korunabilmesi açısından zorunlu görünmektedir.
Hrıstıyanlığın
doğuya yönelmesini önlemek isteyenlerin
Türkiye’den bir İslam devleti çıkartma girişimlerine, Yeni Bizans
projesi doğrultusunda Hırıstıyan egemenliği doğrultusunda merkezi coğrafya da çok uluslu bir federasyon oluşturmak
isteyenlere, Müslüman devletleri
Hrıstıyan batıya karşı kontrol altına
almak isteyen Siyonist Büyük İsrail projelerine, Atlantik emperyalizminin
çıkarları doğrultusunda Orta Doğu’da bir
Büyük Orta Doğu İmparatorluğu kurmak isteyenlere, eski Osmanlı hinterlandında İngiltere merkezli bir Yakın Doğu
Konfederasyonu arayanlara ve Rusya’nın
sıcak denizlere inerek bir Büyük Rus
İmparatorluğu kurmayı hedefleyenlere karşı,
Türkiye ve komşularının bir araya gelerek var olma hakları doğrultusunda kendilerini yok edecek bu tür projelere karşı çıkma haklarını dile getirerek savunmaları gerekmektedir . Yukarıda
sayılarak dile getirilen bütün emperyalist projelerin, Türkiye ve bugünkü
komşularını haritadan silerek ortadan kaldırmak istemelerine karşı, bölge
ülkelerinde yaşayan halk topluluklarının bir araya gelerek kendilerini savunma
doğrultusunda ortak hareket etmeleri
kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmiştir. Osmanlı döneminde olduğu gibi merkezi
ülke olarak Türkiye’nin bugün gelinen aşamada öne çıkması ve komşuları ile
oluşturulacak bir dayanışma ittifakı doğrultusunda, emperyalizmin planlarına
karşı çıkan bir alternatif planı günümüz koşullarında öne çıkarması
gerekmektedir. Türkiye’yi dış tehditlere karşı korumayan, aksine batı
emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bölge ülkelerine karşı kullanmaya
çalışan her türlü plan ve projeye, Türkiye’nin karşı çıkması ve bu çizgide
dünyanın daha farklı bir biçimde kurulması gerektiğini dile getirmesi
gerekmektedir. Mazlum ulusların ve doğu devletlerinin var olma haklarını
koruyacak, bunlara dikkat ederek daha farklı bir çizgide yeni dünya düzenini
alternatif yapıda kuracak bir evrensel insiyatife olan gereksinme, her geçen
gün daha da artarken, batının bölgeye getirdiği bütün silahların toplanarak
savaş alanı ilan edilen bu bölgeden çıkartılmaları gerekmektedir. Türkiye’ye
batı silahlarını kullanamayacağını ihtar eden Atlantik emperyalizmine karşı, Türkiye’nin
de kendi ülkesinde ve komşularının topraklarında batı silahlarının emperyal
amaçlı olarak kullanamayacağını dile getirecek bir ulusal çizginin, anti
emperyalist bir doğrultuda günümüz koşullarında açıkça söylenmesi ve bölge
devletleriyle birlikte ortaklaşa savunulması zorunluluk göstermektedir. Türkiye’nin
ikinci adamının yarım yüzyıl önce dile getirdiği karşı çıkışın hem haklılığı
kesinlik kazanmış hem de bu doğrultuda yeni bir çıkışa merkezi bölge
ülkelerinin gereksinmesi bulunduğu anlaşılmıştır. Emperyalizme karşı savaşarak
kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, yeni bir antiemperyal dalgaya öncülük
etmesi, sınırları değiştirileceği söylenen yirmi iki İslam ülkesinin de ortak bir savunmaya yönelmelerini
sağlayacaktır.
Bölgedeki bütün İslam ülkelerinin sınırlarını
toptan değiştirecek, bazılarını ortadan kaldıracak bazılarını ise dıştan
destekli terör saldırıları ile parçalayacak girişimler ile doğuya doğru
açılmakta olan batı emperyalizminin soğuk savaş sonrasında gündeme getirdiği yeni
saldırılar otuz yılı aşkın bir süredir ısrarlı bir biçimde sürdürülerek büyük
ve zengin ülkelerin istekleri doğrultusunda yeni bir merkezi coğrafya
yaratılmaya çalışılmakta ama bir türlü de sonuç alınamamaktadır. Gelecek için
ortada tek bir proje olmadığı için, İngiltere, Fransa, ABD, Almanya, Rusya ve
İsrail’in birbirinden çok farklı yeni projelerinin olması yüzünden, saldırgan
ülkeler ve güçler bir türlü anlaşamamakta ve işin içine devletlerin farklılığı
ile birlikte din ve mezhep ayrılıkları da karıştırılmaktadır. Bu yüzden de bir
türlü anlaşma sağlanamamaktadır. Her emperyal güç kendi çıkarları doğrultusunda
farklı bir projeyi gündeme getirerek bölge ülkelerine dayattığı için, Orta
Doğu’da hiçbir biçimde bir araya gelme ya da bu doğrultuda bir uzlaşmaya varmak
mümkün olamamaktadır. Batılı ülkelerin kendi aralarında bir türlü ortak bir projede
anlaşamamaları yüzünden, arayışlar devam etmekte ve bunlarda çekişmeler ya da
çatışmalar olarak bölge ülkelerine yansımaktadır. Silah fabrikatörlerinin pazar
alanı haline dönüştürülen bölge ülkelerinin toparlanarak bir araya gelmelerini
önlemek üzere silah şirketleri paravan terör örgütleri kurdurarak, bölgedeki
savaşları sonsuza kadar uzatmaya çalışmaktadırlar. Her emperyal devletin kendi
çıkarları için kendi projelerinde ısrar etmeleri yüzünden, bölgedeki siyasal
gelişmeler tek bir yönde uzlaşmaya doğru gitmemekte, bölge devletlerinin
birbirlerinin politikalarını izleyerek, birbirlerine karşıt senaryolara
yönelmeleri doğrultusunda karışıklıklar kaos ortamının yaratılmasına doğru
gitmektedir. Küresel sermaye bu durumu gördüğü için kendisinin finanse ettiği
medya organları aracılığı ile, şimdiden kaos ortamı oluşturulması doğrultusunda,
her türlü kışkırtma ve propogandayı bölge kamuoyunda öne çıkarmaya
çalışmaktadır.
Soğuk savaş
döneminin koşullarında oluşturulmaya çalışılan emperyal projelere daha sonraki
aşamada öne çıkan küreselleşme döneminin koşullarında da devam edildiği için bugün
gündeme gelen küreselleşme sonrası dönemde de ısrarlı bir biçimde devam
edilmektedir. Bütün dünyaya egemen olacak senaryoların merkezi coğrafyaya
yansıyan yanları sürekli olarak gündeme geldikçe, yeni yeni ihtilaf konuları
öne çıkmakta ve bu yüzden de bir türlü geleceği oluşturacak yeni bir proje
üzerinde taraflar bir türlü anlaşamamaktadırlar. Osmanlı hinterlandında
oluşturulacak bölgesel siyasal yapılanmalar doğrultusunda, İngiltere İstanbul’u,
İsrail Kudüs’ü, ABD ise Bağdat’ı yeni merkez yapmaya çalışırken her üç şehir
karşı karşıya gelmekte, bu yüzden tek bir merkez konusunda bile anlaşamayan
Atlantik emperyalistleri, kendi aralarındaki çekişmelere devam etmektedirler. Hal
böyle olunca, masa üzerindeki tartışmalar bölge ülkelerine çekişmeler ve
çatışmalar olarak yansımakta ve bu yüzden de bir türlü merkezi coğrafyanın
geleceğini belirleyecek bir uzlaşmaya
varılamamaktadır. Başkentlerde anlaşmaya varamayanlar, daha sonra
sınırların yeniden çizilmesinde hiç anlaşamayarak birbirlerine düşmekte,
emperyalist güçlerin yeni yaratmak istediği eyalet ya da şehir devletleri konusunda
birbirlerine düşmektedirler. Karadeniz-Akdeniz, Balkanlar ve Kafkaslar
dörtgeninde var olan Osmanlı hinterlandında bütün emperyal güçler kendi
çıkarları doğrultusunda at koşturmak istemekteler ve bu nedenle de terör ve savaşlar ile yaratılmak istenen yeni
devletçikler her zaman için başlıca tartışma konusu olmaktadır. Osmanlı
yönetimi geri çekilirken, Fas, Tunus ve Cezayir gibi kentlerden göstermelik şehir
devletleri yaratanlar ile bugünün koşullarında yeni eyalet ve şehir devletleri
yaratmak isteyenler bölge devletlerinin harita üzerindeki sınırlarının yeniden
çizilmesi konusunda bir türlü anlaşmaya varamamaktadırlar. Anlaşmazlık uzadıkça
bu kez işin içinde doğu bölgesinin büyük devletleri de girerek ve bölgedeki çoklu
dengeler yapılanmasının genişlemesine katkı sağlayarak tam bir anlaşmazlık
ortamı yaratmaktadırlar.
Büyük güçlerin
geleceğe dönük projeleri arasında birlik sağlanamayınca, anlaşmazlıklar devam
edip gitmekte ve devletler arasındaki tartışmalar giderek ayrı düşmelere ve
farklı yönlere doğru gelişmelere yol açmaktadır. İşte bu aşamada taraflar
birbirlerini yok edecek ya da birbirlerinin planlarını önleyecek bir yönde
anlaşmazlıkları, bölge topraklarına taşıyarak kendi projeleri doğrultusunda
olayları tırmandırmaya çaba göstermektedirler. Bu yüzden de birbirini izleyen
büyük savaş senaryolarının üçüncü dünya savaşı senaryolarına kadar uzayıp
gittiği görülmektedir. Bir büyük savaşın bütün bölge ülkelerini savaş meydanına
dönüştürmesi ve bu doğrultuda bütün
emperyal güçlerin savaş senaryolarının hazırlayıcıları olarak savaş alanında etkin
olmaya çalışmaları, nasıl bir kaotik ortam ile karşı karşıya gelindiğini
göstermektedir. Kendi çıkarlarından vazgeçmeyen ve dünyanın yönetimini
başkalarına bırakmak istemeyen bugünün güçlüleri, egemenlik düzenlerini
sürdürmek doğrultusunda sonuna kadar direnerek bir anlaşma ya da uzlaşma
arayışı içine girmedikleri için, merkezi bölgedeki savaş hali sürüp gitmektedir.
Bu durumu daha büyük savaş senaryolarına dönüştürmek isteyen Siyonist baskılar
da bugünün koşullarında sürüp gitmektedir. Bölge üzerinde emperyalistlerin bu
tür çekişmeleri karşısında, bölge ülkelerinin bir araya gelerek yeni bir dünya
düzeninin nasıl kurulacağını ortaya koymaları gerekmektedir. Türkiye’nin
öncülüğünde bir araya gelecek eski Osmanlı ülkelerinin bir bölgesel ittifak
kurarak, bölge dışı emperyal güçlerin Emperyalist planlarını devre dışı
bırakarak, onlara yeni bir dünya düzeninin nasıl kurulacağını açıkça
göstermeleri gerekmektedir. Türkiye’nin hem bölgenin merkezi devleti olarak
başı çekmek hem de emperyalist olmayan bir yeni dünya düzeni planının içinde
bir bölge devleti olarak yer alması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin
sonsuza kadar ayakta kalmasını sağlayacak bir antiemperyalist planın acilen öne
çıkartılması hem bölge hem dünya barışı için zorunluluk göstermektedir.
“Yeni bir dünya
düzeni kurulur ve Türkiye oradaki yerini alır” cümlesi yüz yıl önce bu
topraklarda ortaya çıkan antiemperyalist direnişin devamı olarak gündeme
gelmiştir. Böylesine bir karşı çıkışı yaratan bağımsızlıkçı hareket, daha sonra
bağımsız bir cumhuriyet devleti kurarak geleceğe dönük bir biçimde
kurumlaşmıştır. Bağımsızlığın kazanılmasından yarım yüzyıl sonra Türk
başbakanının emperyalist baskılara karşı çıkan yeni bir dünya düzeninin kurulacağını
dile getirmesi ve bu yeni oluşumda Türkiye’nin de yerini alacağını belirtmesi,
büyük güçlere karşı orta boy bir devlet olarak gündeme gelen Türkiye
Cumhuriyeti’nin, diğer dünya devletleri ile dayanışma içinde ortak hareket
edeceğinin dünya kamuoyuna yansıtılması olarak görülmesi gerekmektedir.
Eşkıya’nın bu dünyaya hükümdar olamayacağını dile getiren Türk Atasözlerinin
yer aldığı bir kültürün temsilcisi olarak Türk devletinin, antiemperyalist
çizgide var olabilmesi ve sonsuza kadar yoluna devam edebilmesi Türk
bağımsızlığının güvencesi olarak kendiliğinden gündeme gelmektedir. Bu yüzdende
her türlü savaş çıkarma senaryosu iflas etmekte ve terör görünümlü ortalığı
karıştırma hareketlerinin hemen hemen hepsi dünya halkları tarafından lanetlenmektedir.
Ekonomik gelişmelerin hızlanması ile ekonomik alanlarda yeniden yapılanan dünya
devleti gibi arayışların öne geçtiği yeni dönemde, devletlerin yetersiz kaldığı
noktalarda küresel düzeyde etkin olan tekelci şirketler, piyasalara egemen
olarak devlet yıkıcılığına soyunmaktadırlar. Silahlı savaş senaryolarının ya da
terör saldırılarından istenen sonuçları elde edemeyen egemen güçler, bugün görüldüğü gibi küresel
bir dünya devleti yaratma yönünde sırası geldiğinde biyolojik savaşlara da kalkışabilmektedirler.
İşi bu kadar büyüten egemen güçlere karşı, mazlum uluslar ve ulus devletler bir
araya gelerek, emperyalizme karşı daha adil, insancıl, eşitlikçi, dayanışmacı ve
demokrat bir dünya düzenini, var olan devletlerin bağımsızlığı ile kazanılmış
haklarını dikkate alarak ortaya koymaları, dünyanın geleceğini güvence altına
almak için zorunlu görünmektedir.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder