17 Aralık 2021 Cuma

YENİ DÜNYADA TÜRKİYE‘NİN YERİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 

YENİ DÜNYADA TÜRKİYE‘NİN YERİ

                Son yıllarda dünyadaki değişim giderek hızlanmış ve bu doğrultuda küresel alanda birbirini izleyen beklenmedik yenilikler zamanla ortaya çıkmıştır. Eski dünya düzeni daha ortadan kalkmadan, yeni dünya düzeninin önde gelen bazı atılımlarının birbiri ardı sıra öne çıktığı görülmektedir. Değişim bir genel kural olarak devrede olmasına rağmen, birbirini izleyen bazı gelişmelerin değişim beklentisi ötesinde ciddi bir dönüşümü gündeme getirerek, yavaş yavaş uluslararası konjonktür üzerinden var olan devlet düzenlerine doğru, dışarıdan yönlendirme ve baskılar uygulanmakta ve bu gibi durumlar beklenmedik gelişmelere yol açmaktadır. Gelinen son aşamada birçok yenilik birbiri ardı sıra öne çıkarak sıraya girerken, dünya düzeni fazlasıyla sarsılmakta ve bazı yönlerden beklenmeyen boyutta   çöküş ve bitişleri insanlığın karşısına çıkarmaktadır. Tarih boyunca bu gibi olumsuz gelişmeler ile sürekli olarak karşı karşıya kalan insanoğlu, her zaman için bocalamış ama yaşam mücadelesi vererek ayakta kalmasını da bilmiştir. Bugünün koşullarında yüzyılların tarihsel birikiminin günümüzde yeniden ele alınarak incelenmesi gereği bir kez daha gündeme gelmiştir. Bütün dünya devletleri yeryüzünde kapladıkları ülke genişliği boyutlarında geçmişten gelen düzeninin ötesine sürüklenerek, daha farklı konumlarda yeni durumlar ile karşı karşıya kalmıştır. Günümüzde yüz yıllık değişim aşamasında, yeni bir dünya düzeni değişimi de genel anlamda insanlığa dayatılmaktadır.

                Yer yüzü jeopolitiğinin merkez ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti, jeopolitik alanda ortaya çıkan yeni yapılanmaların etkisi altında kalmış ve bu gibi durumlardan en fazla etkilenen merkezi devlet olarak yeni dünya düzeninin oluşum sürecinde, eskisinden çok farklı başka bir düzene doğru sürüklenmek durumunda kalmıştır. Normal koşullarda dünyanın ortası olarak görülen merkezi coğrafyada Türkiye tam ortalarda yer alırken, yeni gündeme gelen küresel ve bölgesel değişimler karşısında Türkiye’nin merkezi ülke konumu daha da güçlenerek etkinliğini artırmıştır. Batılı ülkeler tarafından Orta Doğu ismi ile tanımlanan merkezi coğrafyaya yansıyan gelişmeler, eski Osmanlı hinterlandı olarak açıklanan bu bölgede, eskisinden çok daha farklı siyasal oluşumların araştırılmasını ve bir süre sonra da denenmesini gündeme getirmiştir. Böylesine bir süreç içinde güç merkezlerinin yerlerinin değiştiği, bazı güç merkezleri eski güçlerini yitirirken, yeni yeni farklı ülkelerin ya da devletlerin daha fazla etkili güç merkezleri olarak devreye girdikleri görülmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında belirlenmiş olan güç merkezleri kuvvetlerini kaybederken, eski dönemde yeryüzü haritasında çok gerilerde bırakılmış olan bazı devletlerin, yeni güç merkezleri olarak öne geçerek, dünya haritası aracılığı ile eskisinden çok farklı bir jeopolitik merkez durumuna geldikleri göze çarpmaktadır. Geçen yüzyılda güç merkezleri doğu ve batı ekseninde belirlenirken, dünya siyaseti iki kutuplu bir düzen içinde yönlendiriliyordu. Ne var ki, yirmi birinci yüzyılın derinliklerine doğru yıllar geçerken, doğu ve batı eksenindeki güç merkezlerinin yavaş yavaş devre dışı kaldıkları görülürken, merkezi alandaki gelişmeler aracılığı ile dünyanın orta bölgesinde eskisinden çok daha farklı bir güç yığılmasıyla karşılaşılmaktadır. Siyasal projeler doğrultusunda güç kaydırması orta bölge alanına doğru yönlendirilirken, İsrail’in Siyonizmi ile ABD’nin Atlantikçiliği emperyalist çizgide sahip oldukları büyük güçleri orta dünyanın yeniden fethedilmesinde kullanmaya başlamışlardır. İngiliz Atlantikçiliği ile Almanya Avrupacılığı da merkezi coğrafyadaki güç kaydırması yarışında yerlerini alırken, Rusya’da sıcak denizlere inerek tarihin derinliklerinden gelen Avrasyacılığı yeniden canlandırarak, orta dünya yarışında diğer rakiplerine karşı bir çizgide konumlandırılmıştır. Yeni bir dünya düzeni oluşturma yarışında var olan siyasal ve ekonomik güçler kıtaların merkezine doğru yönlendirilirken, dünyanın değişen jeopolitik konumu da dikkate alınarak hareket edilmiştir. Bu aşamada yeni kutup merkezleri oluşurken, merkezi coğrafya dünya hegemonyası açısından eskisine oranla daha da önem kazanarak ön plana geçmiştir.

                Eskiden dünya karalarının doğu ve batı olarak bölünmesiyle ortaya çıkmış olan iki kutuplu dünya projesi, yeni dönemdeki güç kaymalarının merkezi alana doğru yönlendirilmesiyle geçerliğini yitirmiştir. İki kutuplu dünyada Asya ve Amerika gibi iki büyük kıtanın merkezi konumu esas alınarak yeni dünya düzeni oluşturulurken, merkezi alandaki eski büyük dünya devleti olarak Osmanlı devletinin yıkılması üzerine, merkezi dünyadaki güç merkezi ortadan kalkmış ve böylece doğu ve batının büyük güçleri merkeze gelerek, orta dünyayı bölüşme gibi bir siyasal yarışa soğuk savaş sonrasında ikinci kez soyunmuşlardır. Bu nedenle dünyanın kutupları değişirken, siyasal gücün yeniden merkezi alana doğru yayılması gündeme gelmiştir. Siyasal güç dünyanın orta bölgelerine doğru yeniden akarken, bu durumdan en çok yararlanan ülke Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Bugünün siyasal güçleri bu aşamada en çok Türkiye’ye akarak ve bu ülkeyi ele geçirerek bölgeyi yeniden fethetmenin yollarını ararken, eski dünya düzeninden yenisine doğru bir açılım yapılmakta ve bu aşamada eskisinden farklı bir yapılanma öne çıkarken, Asya ve Amerika kıtalarının büyüklüğü geride kalmakta ve merkezi alana kaymakta olan siyasal güç birikimi, giderek yeni bir dünya oluşumu doğrultusundaki hızlı adımların atılmasında belirleyici olmaktadır. Dünyayı beş yüz yıl yöneten Avrupa kıtasının küçüklüğü zamanla yeni harita üzerinde açıkça ortaya çıkarken, iki büyük dünya devi olarak Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği de tarihsel misyonlarını tamamlayarak, siyaset sahnesinin gerisine doğru kaydırılmışlardır. Dünyanın siyasal geleceğinin giderek orta dünyaya doğru yönlendirilmesiyle eskisinden çok farklı bir yapılanma düşünülürken ,doğu ve batı blokları arasında gerçekleştirilmiş iki kutuplu dünya geride bırakılacak çizgide yeni  bir harita düzenlemesi yapılarak, çok kutuplu bir hedefe doğru gelişmeler yönlendirilmiştir. Uzun süre ABD merkezli tek kutuplu bir dünyaya doğru sürüklenmek istenen dünya düzeni, ABD içindeki çekişme ve çatışmalar yüzünden gerçekleştirilememiş ve yeni dünya düzeni kurmak isteyenlerle, eski dünya düzeninin kurucuları arasında çok büyük çekişmeler ve çatışmalar yaşanmıştır. Bu gibi olaylar sonucunda da siyasal güç birikimi merkezi alana doğru kaydırılırken, yeni dünya düzeni doğu ve batı çekişmelerinin ötesinde çok kutuplu bir yapılanmaya doğru ilerlemiştir.

                Jeopolitik biliminin verilerine göre  dünyanın merkezi bölgeleri ile yan bölgeleri arasında  var olan farklılıkların giderek güncel gelişmeler doğrultusunda eskisinden çok değişik bir biçimde öne çıkmasıyla, yirminci yüzyıl jeopolitik dengeleri ortadan kalkmış ve yeni gelinen aşamada  kıtaların doğu ve batı bölgeleri dışarıda kalırken, üç kıtanın ortalarında yer alan merkezi coğrafya sadece harita üzerinde değil ama uluslararası ilişkiler ve de  yeni devlet yapılanmaları oluşumlarının da tam ortalarına doğru kaymalar göstermiştir. Daha önceki yüzyıllarda Asya ve Avrupa üzerinden gelişmiş olan uygarlık merkezleri coğrafya üzerinden yeryüzüne doğru yayılmıştır. Ne var ki, yirmi birinci yüzyılın başlarındaki jeopolitik gelişmeler, doğudaki büyük kıta Asya ile batıdaki büyük kıta Amerika arasında yeni bir çekişme dönemini merkezi alana kayan yeni konjonktür çizgisinde yönlendirmiştir. Normal koşullarda güç merkezlerinin tam ortasında bulunduğu yeni jeopolitik gelişmeler birbiri ardı sıra yeryüzü karaları üzerinden öne çıkarken, bu kez merkezlerin yan kıtalara doğru kaydırıldığı bir aşamada merkezi alanda yeni jeopolitik merkezler oluşturulmaya çalışılmış ya da kenar kıtalarda kalan eski güç merkezleri merkezi alanda yeni oluşmaya başlayan merkezleri ellerine geçirmek için birbirleriyle yeni bir yarışa kalkışmışlardır. Her devlet bulunduğu konumu esas alarak yeni açılımlar peşinde koşarken, diğer devletlerin de benzeri bir çaba içine girmesiyle birlikte beş kıta üzerinde geçmişten gelen devletler arası rekabet düzeni kıtaların içlerine doğru kayma yaratmış ve böylece jeopolitik hegemonya kavgası, dünyanın ortalarında yer alan büyük kentler olarak İstanbul, Kudüs, Atina, Ankara, Tahran, Bakü ve Kahire’nin ele geçirilmesi gibi yeni bir yönlenmeyi ortaya çıkarmıştır. Merkezi alan bölgeleri ele geçirilirken var olan büyük kentler üzerinden hareket edilmesi yeni bir durum yaratmış ve bu nedenle bölge devletleri kendilerini korumak ve bölge dışı devletlerin değişen jeopolitik hegemonya girişimlerine karşı yeni savunma stratejileri geliştirmeye başlamışlardır. Eski yöntemler geride kalırken yeni açılımlar birbiri ardı sıra merkezi alana doğru yönlendirilmiştir.

                Dünyanın jeopolitik açıdan merkezi bölgeleri kıtaların iç bölgelerinden öne çıkarken, dünyanın Pekin, Washington, New York ve Londra gibi kenar ülke merkezleri üzerinden evrensel bir yönetimin pek mümkün olamayacağı geçmişte yaşanan olaylar ile ortaya çıkmıştır. Dünyanın ana karaları olarak Asya, Avrupa ve Amerika gibi üç kıtanın birleştiği orta dünya yapılanması içinde yeryüzü düzeninin bu jeopolitik dengelere bakılarak  kurulması gerekirken ve  geçmişte yaşanmış olan tarihi gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden yeni bir jeopolitik denge düzeninin oluşturulması gerekirken ,dünyanın resmi  merkezinin  Washington, Pekin  ya da Moskova gibi merkezi bölge dışında kalan ama büyük devletlerin başkenti konumuna sahip oldukları için, merkez olarak gösterilmeye çalışılan bu bölge dışı büyük kentler ile  dünyanın merkezi  sorununun  çözülemeyeceği  ve bu büyük kentlerin üzerinde yeni merkez olarak, bölge ülkelerinin bulunduğu orta alandaki eski büyük kentlere yönelmek gerektiği tartışılmaya başlanmıştır. Büyük devletler kendi ülkelerinin sınırları içindeki büyük alanları kendi malları olarak gördükleri gibi aynı zamanda merkezi coğrafyanın ülkelerini de yeni merkez yapılanmaları sırasında ele geçirerek, bu kentler üzerinden hegemonya düzeni oluşturma girişimleri göze çarpmaktadır. Bu süreçte ABD ve İngiltere İstanbul’u yeni dünya düzeni merkezi olarak öne çıkarırlarken, İsrail’in Kudüs’ü, Rusya’nın Moskova’yı, Çin’in Bakü’yü öne sürerek bütün dünyanın yeni başkenti olabilecek bir mega kent oluşumu için, merkezi coğrafya sınırları içerisinde bu sorunu kendi çıkarları açısından çözüme kavuşturma çabası içine girdikleri görülmektedir. Tarih boyunca dünyaya egemen olan büyük devlet ya da imparatorlukların başkentleri her zaman dünyanın merkezi olarak ilan edilirdi.  Ne var ki, bugün gelinen yeni aşamada dünyanın yönetimi ile ilgili meseleler orta coğrafya üzerinden çözülmeye çalışıldığı için, dünya haritası üzerinde merkezi konuma sahip olan büyük kentlerin Londra ya da New York’un yerini almaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu süreçte eski dünya düzeninin kurucusu İngiltere İstanbul’u dünya merkezi yapmaya çalışırken, Siyonizm ve teknolojik üstünlüklerin getirdiklerini kullanan İsrail yeni dönemde Kudüs’ü hem merkezi coğrafyanın hem de dünyanın başkenti yapabilmek için uğraşmaktadır.

                Dünyanın gelecek haritası Londra-Pekin hattı üzerinden, yeni ipek yolu aracılığı ile çizilirken, bir merkezi coğrafya ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti, limanları, yolları ve ulaşım düzeni ile bir kuşak bir yol adı ile yeryüzünün yeni ekonomik yapılanması içinde ülke ve devlet olarak yerini almaktadır. Bu çerçevede, Türkiye yeniden düzenlenen bölgesel yapılanmalar içinde orta kuşaktaki yerini yeniden ele alarak sahip olduğu jeopolitik konumunu daha da güçlendirmek zorunda kalmaktadır. Üç kıta arasında  yeryüzünün yeniden yapılandırılması gerçekleştirilirken, Türkiye’nin geçmişte sahip olduğu köprü ya da cephe ülkesi gibi konumlar geride kalmakta ve yeni dönemin yapılanması  çizgisinde, İstanbul ya da Ankara kentlerinin  dünyanın başkenti konumuna getirilmesi gibi yeni konjonktüre uygun bir durumun dikkate alınmasıyla, eskiden doğu ya da batı olarak düşünülen merkezi yapılanmada, son dönemin küresel konjonktürüne uygun bir merkezileşmeye doğru büyük kentler üzerinden gidildiği ortaya çıkmaktadır. İstanbul ya da Ankara’nın merkezi alanının büyük kentleri olarak kabul edilerek, bunların tam ortasında yer aldığı yeni bir dünya düzeni İngiltere ve Çin ortaklığı üzerinden bir orta kuşak alternatifi görünümünde gündeme getirilmektedir. Hegemonya mücadeleleri doğrultusunda Türkiye’nin üzerine kurulu bulunduğu topraklar, barış dönemlerinde kıtalar arasında köprü, savaş gündeminde cephe ülkesi ya da bugün gündeme geldiği gibi orta dünya ya da orta kuşak yolu yapılanması açısından, dünyanın başkenti olabilecek bir ciddi konum ile siyasetin gündeminde öne geçirildiği göze çarpmaktadır. Özellikle uluslararası konjonktürel gelişmelerin giderek orta kuşak çizgisinde merkezi alanı yeniden yapılanmaya zorlaması, özel bir durum olarak üç kıtanın kesişme noktalarında eskisinden çok farklı bazı dayatmalar, emperyalist ülkelerin araya girmesiyle dışarıdan geliştirilen manüplasyonlar aracılığı ile dış müdahalelere zemin hazırlamaktadır. Şimdiden bir ulus devlet olan Türkiye’nin başkentinin Ankara’dan İstanbul’a taşınmak istenmesi ya da ya Kanal İstanbul adı ile gerçekleştirilmek istenen uydurma projenin İstanbul kentinin yapılanmasını değiştirmeye çalışması normal durumun ötesinde gelişmelerdir.

                Son birkaç senedir bir yandan Kanal İstanbul, diğer yandan da Boğaziçi’nin tam ortasında bulunan Boğaziçi Üniversitesinin üzerinde kurulu bulunduğu alanının sürekli olarak gündem de tutulması da merkezi alanda normalin ötesinde bir girişim olarak öne çıkmaktadır. İstanbul’u dünyanın merkezi haline getirmek isteyenler ile, Ankara’nın tarihsel anlama sahip bulunan ve Atatürk Kültür Merkezi projesi ile kamulaştırılarak başkent Ankara’nın tam ortasında cumhuriyet rejiminin kazandırmış olduğu kamusal alan yapılanmasının iptal edilerek, yerine kentin ana yapısını ve trafik düzenini  tümüyle değiştirerek merkez kavramını çok farklı anlamlara yönlendiren bir çok katlı gökdelenler yığılmasını, cumhuriyet Ankara’sının tam orta yerine  kondurarak, Türk devletini kuran Türkiye’nin başkenti Ankara’nın siyasal ya da hukuksal yapılanmasının ötesinde, rant ekonomisine teslim olmasının önünün açılarak merkezi alandaki yeni yapılanmalara uygun düşen bir biçimde ele alındıkları görülmektedir. Ankara’nın tarihsel öneme sahip olan orta alanı, Ankara’nın merkezi cumhuriyet devletinin kamusal alanı olarak Atatürk Kültür Merkezi adı ile Türk ulusunun  geleceğe dönük özgürlükçü yönetim anlayışı doğrultusunda kurumlaştırılmaya çalışılırken ,küreselleşme adı altında bütün dünya ülkelerini altüst eden emperyalist müdahalecilik  aracılığı ile Ulusal Müze, Hipodrom, Ulusal Stadyum ve Cumhuriyetin ilan edildiği Milli Meclis gibi bölümlerden oluşan ve Atatürk Kültür Merkezi adıyla yasalaştırılan ulusal kamu alanının tam ortasına on beş tane gökdelen oturtularak, başkent Ankara’nın tam merkezindeki kamusal alan özelleştirilerek, yabancı şirketlerin kullanımına açılmaktadır. Türkiye’ye yatırım yapan yabancı şirketlerin temsilciliklerinin gökdelenler karmaşası içinde başkent Ankara’nın göbeğine monte edilerek, Ankara kentinin başkent olmasının ana göstergesi olan kamusal alan ortadan kaldırılarak, Anadolu’nun herhangi bir kentinde görüldüğü gibi küresel ekonominin şehir devletlerine geçiş ile ilgili adımların , bilinçli bir biçimde Kuvayı Milliye mücadelesinin tarihsel başkentinde atılarak, Atatürk’ün başkenti Ankara’da diğer kentlerde görülen ekonomik başkalaşma rüzgarlarına maruz bırakılmaktadır. Başta Ankara Büyük Şehir Belediyesinin sorumlu konumda olduğu Atatürk Kültür Merkezi isimli kamusal alanın neden ortadan kaldırıldığını, kamusal alan temsilcileri ile yöneticilerinin öncelikle Türk ulusuna açıklamaları gerekmektedir.

                Başkent Ankara, Merkez Ankara Projesi ile geride bırakılarak küresel emperyalizmin merkezi coğrafyaya yeni bir müdahalesi sağlanırken, benzeri bir “Merkez İstanbul” projesi de Kanal İstanbul adı altında İstanbul kentinin tam ortalarında yapılmak istenmektedir. Ankara’da yeni merkez Atatürk Kültür Merkezinin tam ortasına oturtulurken, İstanbul kentinde de böylesine bir merkezi alan yapılanmasının Boğaziçi’nin tam ortasındaki bölgelere Kanal İstanbul projesi ile getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Kanal İstanbul Projesi ile Boğaziçi Üniversitesinin aynı dönemde gündeme getirilmesinin ana sebebinin gelecekte “Merkez İstanbul “olarak değerlendirilecek bir İstanbul adasının Kanal İstanbul aracılığı ile yapılacağı ve burada tıpkı New York kentinde olduğu gibi şehrin tam ortasına Kanal İstanbul’un oturtulmasıyla, boğazın ortasında bir İstanbul adası tıpkı Manhattan adası gibi gündeme getirilmeye çalışılmaktadır. Boğaz’ın Anadolu ve Avrupa kıyıları arasında yapılacak bir İstanbul adası tıpkı Hong Kong yapılanması gibi bir İst-Kong yapılanmasını Boğaziçi’nin tam ortasında meydana getirecektir. Boğaz’ın iki kıyısında kalan topraklarda uygulanacak hukuk ve siyaset yapılanmasının dışında gündeme gelmekte olan İstanbul adası, küresel sermayenin yeni bir yerleşim düzenine kavuşturulacaktır. Avrasya geçidi ile İstanbul’un iki yakası birbirine  yeni ipek yolu üzerinden  bağlanırken, şimdi de Kanal İstanbul üzerinden İstanbul adasının karşı kıyılardan ayrılarak, Boğaziçi’nin  tam ortasında küresel sermayenin dünya egemenliği çizgisinde merkezi olacak  ve başka bir açıdan bir anlamda Kapitalist düzenin merkezinde olacak “CAPİTAL” isimli kent düzeni, Türklerin elinden alınmak istenen Boğaziçi bölgesinde İstanbul adası aracılığı ile  oluşturulurken, dünyanın merkezi bölgesindeki bir ülkenin parçalanarak  dünyanın yeni merkezine yol açılmak istendiği görülmektedir. Ankara’daki Bankaların ve ekonomik kamu kurumlarının merkezlerinin İstanbul’a taşınmaları da bu açıdan atılan adımların tamamlanmak istendiğini açıkça göstermektedir.

                Başkent Ankara’nın İstanbul’a taşınması, Kanal İstanbul  aracılığı ile Boğaz’ın tam ortalarında bir İstanbul adası inşa edilmek istenmesi, tam bu aşamada Boğaziçi Üniversitesinin yeni bir sorun olarak gündeme getirilmeye çalışılması, Boğaz bölgesindeki bütün semtlerin fazlasıyla dolu olması ve bu yüzden İstanbul adasında bir “Merkez İstanbul” yapacak boş alan ya da arsa kalmaması nedeniyle, Boğaziçi Üniversitesi’nin sahip olduğu arsa ve bahçelerin, bu üniversitenin elinden alınarak, “Merkez İstanbul “projesinin  Boğaziçi’nde yerleşim alanı olarak kullanılmasını sağlayacak biçimde  değerlendirilmesi mümkün olabilecektir. Bu doğrultuda Boğaziçi Üniversitesi yasası değiştirilerek yeni fakülteler eklenmiş ve bundan sonra da üniversitenin bugünkü yerinin yetmezliği tezi öne sürülerek, Boğaziçi Üniversitesinin boğaz kıyısından iç bölgelere doğru taşınması gündeme getirilmiştir. Boğaziçi Üniversitesinin başka yere taşınmasından sonra da üniversitenin bugünkü arazisinin üzerine gelecekte bir Merkez-İstanbul projesinin yapılabileceği düşünülmüştür. Böylece Başkent Ankara’da ekonomik merkez yaratma projesinin sonrasında, İstanbul’da da benzeri bir merkezi proje ile küresel çizgide yeni yapılanmalara devam edilmek istenmiştir. Ankara ve İstanbul’un küresel merkez projeleri ile yeni döneme uygun bir duruma getirilmeleri ile Türkiye’nin ulus devlet modelinden yeni bir uzaklaşma sağlanarak, her iki büyük kent de küresel projelere uygun bir durum yaratılmaya çalışılmıştır. Ankara siyasal merkez olmaktan çıkarken, ekonomik bir merkez projesi ile yeniden yapılandırılmakta, İstanbul ise daha da ileri bir çizgiye götürülerek, Avrupa ve Asya kıtaları arasında küresel bir emperyal projenin uluslararası merkezi durumuna getirilirken, Türklerin ve Türkiye’nin kenti olmaktan çıkartılarak, küresel sermayenin Avrupa üzerinden Avrasya bölgesine açılan yeni uluslararası odak noktası olarak ilan edilmeye hazırlanmaktadır. Yeni seçilen İstanbul belediye başkanı, artık İstanbul’un Ankara’dan yönetilemeyeceğini açıkça söyleyerek bir anlamda İstanbul’un bağımsızlığını dolaylı bir yaklaşım aracılığı ile dile getirmiştir. Kanal İstanbul ile kurulacak İstanbul adasının gelecekte Hong-Kong gibi küresel sermayenin bağımsız merkezi biçiminde, boğazın ortasına oturtulmasının planlandığı basına yansıyan haberlerle ortaya çıkmıştır.

                Küreselleşme sürecinin yeni döneminde dünya jeopolitiğindeki yeni rüzgarlar daha çok kenarlardan merkeze doğru kayarken, merkezi bölgede yer alan devletlerin ve şehirlerin konumları da değişiklik göstermekte ve orta dünyada bir küresel yapılanma oluşturulmaya çalışılırken, bölgede var olan bir ulus devletin büyük kentlerinden birisi olarak İstanbul kenti batı emperyalizminin Avrasya başkenti konumuna doğru yönlendirilmektedir. Bu noktada, batı blokunun hegemonyasının  yeni dönemde de sürdürülmesi planlanmakta ve İstanbul başkent Ankara’dan koparılarak küresel bir merkeze doğru dönüştürülürken, Atatürk’ün Türk ulusuna armağan ettiği çağdaş cumhuriyetin ve Kuvayı Milliye mücadelesinin merkezi olan Ankara vilayetinin de bir, ulus devlet başkenti olmaktan çıkarılarak Bizans İmparatorluğu  öncesinde Galatya adı ile Galatlar tarafından kurulmuş olan ve bu süreçte Frigya ile Hitit devletlerine ev sahipliği yapmış olan orta Anadolu bölgesinde, ulus devletten daha küçük boyutlarda bir orta boy  bölge devletinin tasarlandığı görülmektedir. Yeni dönemde İstanbul kıtasal oluşumların merkezi konumuna getirilirken, Ankara Sevr haritasında Türklere bırakılmış olan orta Anadolu topraklarında yeni Galatya ülkesinin ekonomik merkezi konumunda yapılandırılmaya çalışılırken, yeni belediye başkanının söylediği gibi İstanbul Ankara’dan yönetilemez bir duruma getirilmektedir. Batı emperyalizmi İstanbul’u merkez yaparak Avrupa, Asya ve Afrika gibi üç büyük kıtayı Boğaziçi’nin tam da ortasından yönetmeye hazırlanırken, Seferihisar’dan İzmir’in başına gelen yeni belediye başkanı da  öncelikle İzmir’i Ege’nin başkenti ilan etmiş ve daha sonraki aşamada da gelecekte İzmir’in Akdeniz ve Avrupa ile  kucaklaşacağını açıklarken, sırtını başkent Ankara’ya dönmüş ve Ege bölgesinin merkezinde yer alan bu  tarihi kenti, Balkanlar ile birlikte bir bölgesel federasyona dönüştürebilmenin sinyallerini vermeye devam etmiştir . Uluslararası şehirler ve yerel yönetimler birliği gibi bir küresel örgütün Avrupa merkezli yönlendirmeleriyle, gene batı emperyalizmi Avrupa Birliği gibi bir batı merkezinden dünyanın jeopolitik merkez ülkesi olan Türkiye’nin iç işlerine bölücü müdahaleler ile karışmaya devam etmiştir.

                Siyasal olayların ve bunları izleyen gelişmelerin sürekli olarak birbiri ardı sıra aynı yönde gelişmeler göstermesiyle birlikte, dünyanın ortalarında Türkiye devletinin varlığını ve geleceğini tehdit eden emperyal projeler öne sürülmeye başlanmış ve bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin orta boy bir ulus devlet olarak ayakta kalması, ya da geleceğe dönük varlığını koruyabilmesi giderek çok zor bir noktaya gelmiştir. Dünya tarihine bakıldığında kıtasal organizasyonların küresel örgütlere dönüşmesiyle birlikte eski devletlerin haritadan silindiği ya da yeni kıtasal yapılanmalar çizgisinde eskisinden çok farklı yeni devlet modellerinin büyük gücü ele geçirmiş olan emperyalist merkezler tarafından bölge halklarına baskı yaparak, ya da var olan devlet düzenlerini tehditlerle ortadan kaldırarak eskisinden farklı haritalar çizdikleri görülmektedir. Orta Doğu bölgesinde savaşlar aracılığı ile on yeni devletin kurulacağını söyleyen ABD genel kurmay başkanının söyledikleri ile  merkezi coğrafya da yirmi iki devletin sınırlarının değişeceğini söyleyen papaz kızı bir Amerikalı dışişleri bakanının dile getirdiği gerçekler ile son yıllarda yaşanan jeopolitik gelişmeler ve yer değiştirmeler bir araya getirildiği zaman, eski Osmanlı hinterlandının tam ortasında yer alan Türkiye ve diğer komşu devletlerin hepsini ortadan kaldıracak bir emperyalist  proje ile bölge halklarının ve devletlerinin karşı karşıya  kaldıkları ve bu nedenle de  merkezi alanın yeniden yapılandırılmasında, Türkiye ve komşu devletleri yok  edebilecek düzeyde kapkara bir saldırı ve savaş senaryolarının beklediği açıkça görülmektedir. Her yeni güç merkezi kendi çıkarlarını savunan projeler ile merkezi dünyaya geldiği zaman, eski dönemlerden bu yana bölgede kendi emperyalizmini gerçekleştirmeye çalışan güçlerle karşılaşmakta ve onların oluşturduğu kaos ortamına katılarak merkezi alanının daha fazla kaos ve kargaşa ortamına sürüklenmelerine yol açarak savaş tehlikeleri yaratılmaktadır.

                Enerji kaynaklarının büyük çoğunluğu bu bölgede olmasına rağmen, birinci dünya savaşı sonrasında harita yeniden çizilirken bölgenin merkezi devleti olan Türkiye’nin elinden bütün enerji kaynaklarını almışlardır. Şimdi de benzer bir biçimde su kaynaklarına el konulmaya çalışılırken, yerel düzeyde daha küçük siyasi yapılanmaların önü açılmak istenmektedir. Çevre ülkelerin hepsinde petrol ve doğal gaz kaynakları bulunurken, Osmanlı sonrasında bu kaynakların Türklerin elinden alınması gibi olumsuz bir durum ile Türkiye karşı karşıya bırakılmıştır. Misakı Milli haritasında var olan Kerkük, Musul ve Batum gibi kentler daha sonraları haritadan çıkartılarak merkezi alan düzenlenmiştir Yeni dönemde ise petrol biterken aynı uygulama su kaynakları üzerinden yapılmaya çalışılmaktadır. Enerji kaynakları tükenirken madenler dönemi başlamakta ve merkezi alanın hemen her bölgesinde çok kıymetli madenler bulunurken, bunlar dünya kamuoyundan gizlenmekte ve bir an önce şehir devletleri ya da küçük eyalet devletçikleri kurularak, yerel yönetimler üzerinden yeni maden yataklarına el koyabilmenin girişimleri yapılmaktadır. Yeni bulunan maden yataklarının geleceğin dünyasında çok büyük dayanak sağlayacağı görülürken, Irak, Suriye, Mısır ve Arabistan gibi bölge devletlerinin iç savaşlar sonrasında yeni eyaletlere bölündüğü ve bunların batılı ülkeler tarafından hemen tanınarak var olan ulus devletlerin elinden bu bölgelerdeki maden yataklarının küresel emperyalist düzenin kontrolüne yönlendirildiği, son yıllardaki müdahaleci uygulamalar ile görülmektedir. İşte bu aşamada küresel şirketlerin ulus devletlere saldırıları artmakta ve yeni tutumun devamı da şehir devletleri ile yerel yönetimlerin küresel güç merkezleri tarafından var olan ulus devlet başkentlerine karşı desteklendikleri görülmektedir. Anadolu yarımadası üzerinde Osmanlı İmparatorluğundan Türk ulus devletine geçiş kolay olmamış, bir imparatorluk sahibi olan Türklerin geniş alanların ellerinden alınmasını bir türlü kabul edemediği anlaşılmıştır. Yüzyıllarca çeşitli devletler ve de imparatorluklar kurmuş olan Türklerin, neredeyse imparatorluğun onda biri bir alan olarak Anadolu yarımadasına hapsedilmelerini Türk dünyası hiçbir zaman benimsememiştir. Emperyalizmin Türkiye’yi çevreleyen ülkelere dönük saldırı, savaş ve işgalleri devam ederken, merkezi ülke olan Türkiye’de de ülkenin iç işlerine ve milli devlet modeline yönelen saldırı ve yıkım girişimleri görmezden gelinemez ve bu doğrultuda Türk ulusunun milli refleksi ile karşı çıkılması gerekmektedir.

                Şimdiye kadar Türkiye’nin komşusu ülkelerde uygulama alanına getirilen saldırı, savaş ve işgal senaryolarına yeni dönemde, Türkiye’nin de dahil edilmeye çalışıldığını son gelişmeler açıkça ortaya koymaktadır. Küresel şirketlerin ve emperyalizmin, dünya haritasının dış bölgelerinde yer alan ABD ve Çin gibi iki süper gücü dışlayarak, merkezi alana yönelmelerinin ana nedenin, bölgede var olan yeraltı zenginlikleri ile birlikte su kaynaklarının ele geçirilmek istenmesidir. Bu nedenle, yüz yıl önce bu devletin kuruluşunu kabul etmek zorunda kalan büyük devletlerin, Türkiye Cumhuriyeti’ni yüz yıllık bir parantez olarak değerlendirdikleri için, bugün artık sürenin dolduğunu Büyük Ermenistan, Büyük Kürdistan ve Büyük Yunanistan devletlerinin kurulmasının zamanının geldiğini hiç çekinmeden dile getirmektedirler. Hatta daha da ileri gidilerek ABD ordusunun tanklarıyla ve toplarıyla gelerek Yunanistan’ın topraklarına yerleşmesini de bu açıdan yeni bir başlangıcın ilk adımı olduğunu söyleyebilmektedirler. İstanbul’da Kanal İstanbul’u destekleyenlerin, ABD ordusunun Yunanistan’a getirilmesini de olumlu buldukları görülmektedir. Ankara’nın göbeğinden Atatürk Kültür Merkezi alanını kaldırarak, cumhuriyetin birikimini reddedenlerin ve onlarca gökdelen ile kurulmaya çalışılan Merkez Ankara gibi emperyalist müdahale planını da destekledikleri artık iyice anlaşılmıştır. Aynı dönemde birbirini izleyerek gündeme getirilen bu girişimler ve bu doğrultuda atılan adımlar, Türk devleti ve ülkesi üzerinden emperyalist saldırılar aracılığı ile geçerken hem Atatürk’ün devlet modeli hem de Türkiye’nin yeni çağdaki alternatif ulusal yapılanma modeli devre dışı bırakılmaktadır. Anadolu’da Türk devletinin varlığına son verilmek istenirken, Türkiye kendisine karşı yapılan büyük haksızlıklara karşı çıkarak, yeniden bir var oluş mücadelesine ikinci Kuvayı Milliye hareketi gibi ulus devlet refleksleri aracılığı ile kalkışmalıdır.  

                Dünyayı yönlendiren büyük güçler kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir küresel düzen oluşturmaya çalışırlarken, ulus devletleri ciddiye almayarak ezip geçmek istemektedirler. Bütün ulus devletleri geçici bir aşama olarak gören emperyalist devletler, karşılarına çıkan her devleti yıkıp parçalayarak, kendi istedikleri düzeni oluşturmanın arayışı içine girmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti gelinen son aşamada bütün gelişmeleri yerinde izleyerek, küresel alanın tam merkezindeki konumunu sonuna kadar korumak zorundadır. Türkler bugün dünya jeopolitiğinin en önemli ülkesinin Türkiye olduğunu bilerek hareket etmek durumundadır. Orta boy bir devlet olan Türk devleti jeopolitik konumunu koruyarak hareket ederse, yeni mücadele döneminden ulusal yarar sağlayarak çıkabilir. Büyük devletlerin emperyalist projelerine karşı orta boy devletler jeopolitik avantajlarını uygulama alanına getirerek karşı çıkabilmektedir. Bu nedenle, Türkiye büyük devletlere karşı ulusal direniş ve savaşla kendi ulusal çıkarlarını savunurken, sahip olduğu jeopolitik konumun özelliklerini de öne çıkaran bir savunma ve mücadele yolu izlemek durumundadır. Türkiye bu açılardan son derece büyük bir potansiyele sahip bulunmaktadır. Uluslararası konjonktürün getirdiği yeni koşulları da dikkate alan bir ulusal savunma, merkezi alandaki tüm emperyalist ve Siyonist planları önleyebilecektir. Dünyanın geleceğinde merkez bölgenin hem konjonktürel olarak öne geçmesi ve bu doğrultuda devletlerin hareket etmesi yüzünden, birbirini izleyen birçok olay ve gelişme son dönemde Karadeniz-Akdeniz ya da Balkanlar-Kafkaslar hatlarında öne çıkmaktadırlar. İki orta deniz ile iki sıradağlar bölgesi eski Osmanlı coğrafyasının doğal sınırları olarak öne çıktıkça, olaylar ve siyasal gelişmelerin de bu çizgide gündeme geldikleri görülmektedir. Türkiye’nin yeri eskiden de merkezi bölgede idi, bugün de gene merkezi bölge sınırları içinde varlığını sürdürmektedir. Her önüne gelenin istediği gibi yeni dünya düzeni kurulamayacağı açıktır. Artık nelerin olamayacağı ortaya çıktığına göre, nelerin olabileceği konusunda yeni önerilerin ve projelerin devreye girmesi ve insanlığın geleceğini ilgilendiren böylesine büyük projelerin her yönü ile evrensel kamuoyu önünde tartışılarak, dünya halklarının ve devletlerinin bu konularda bilgilendirilmesi küresel barış açısından son derece önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlere karşı komşu ve soydaş devletler ile bir araya gelerek, bölgesel dayanışma içinde yoluna devam edecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

30 Kasım 2021 Salı

TÜRK DÜNYASI BÜTÜNLEŞİYOR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

TÜRK DÜNYASI BÜTÜNLEŞİYOR

                 Tarihin her döneminde var olan ve kurdukları devletler aracılığı ile öne çıkan Türkler, her dönemde dünya siyaseti üzerinde etkili olmuşlar ve dünya tarihinin dönemeçleri dönülürken, en son noktada yönlendirici olarak tüm insanlık ve dünyanın geleceği doğrultusunda önderlik etmişlerdir. Tarih öncesi dönemlerden gelerek Milat sonrasındaki tarihsel dönemlerde eskisinden çok daha fazla ağırlık koyarak dünyanın yönlendirilmesinde etkin olan Türk toplulukları, kavimleri ve de boyları tüm zamanlarda dünyanın ilerlemesi ve gelişerek daha üst düzeyde yeni bir dünya düzeninin kurulması için her türlü mücadeleyi yaparak bugünlere gelmişlerdir. Uluslararası alanda gündeme gelen yenilik ve gelişmeler birbiri ardı sıra öne çıkarken, dünya tarihinin sayfalarını dolduran siyasal ve düşünsel birikimin oluşmasında ve geleceğe dönük bir biçimde yönlenmesinde, her dönemin Türk devletlerinin ve de bu devletlerin sınırları içinde yaşamlarını sürdüren Türk kavimlerinin yönlendirici etkileri ve önderlikleri olmuştur. Yeryüzünde yaşamakta olan diğer toplulukları ve milletleri ele alarak Türklerin tarihsel serüvenleri ile karşılaştırıldığı zaman, tarihin en zengin birikiminin Türklerin kendi topluluklarında olduğu görülmektedir. Günümüzde Türk dünyası bu nedenle birliğe yönelmektedir.

                Tarihin derinliklerinden gelen Türk kavimleri yeryüzünün beş kıtasından dördünde siyaset sahnesine çıkmışlardır. İnsanlığın ilk dönemlerinin yaşandığı Asya kıtasında, Hun ve Avar devletleri ile bir egemenlik düzeni kuran Türkler, daha sonraki aşamalarda da Göktürk, Uygur ve Hazar devletleri gibi kendi dönemlerinin uygarlık düzenini kurmuşlar ve uzun yıllar yaşatan Türk kökenli hegemonyaları birbiri ardı sıra gündeme getirmişlerdir. Büyük imparatorluklar aracılığı ile Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarının önemli bölgelerinde devletler ve imparatorluklar kurma şansını elde eden Türkler, bir anlamda da tarih öncesi dönemlerden gelen uygarlık birikimini yirmi birinci yüzyıla taşımışlardır. Bu nedenle eski dünya düzeni geride kalırken ve yeni bir dünya düzenine doğru bir geçiş dönemi yaşanırken Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türk dünyası devletlerinin uluslararası konumları son derece önem kazanmıştır. Tarihin derinliklerinden gelen Türklük ve Türk dünyası bugünün dünyasında merkezi alanlarda varlıklarını sürdürmekte, Asya kıtasının kuzeyi, ortası ve de batı bölgelerinin tamamı, Orta Doğu bölgesinin bütünü, Avrupa kıtasının doğusu ile Afrika kıtasının kuzeyi gibi bölgelerde hem Türk devletleri hem de bu devletlerin ötesinde toplumsal ağırlıklarıyla Türk boyları varlıklarını koruyarak, tüm etkinliklerini daha da artırma olanaklarını elde edebilmiştir. Türklerin tarih öncesinden gelen ağırlıklarıyla dünya haritasına dağılmaları dikkate alınırsa, Proto- Türklerden gelen bir uygarlık çizgisinin bugünlere kadar Türk devletleri ve toplulukları aracılığı ile taşındığı görülmektedir. Bu kadar uzun bir geçmişe sahip olan Türklerin dünyanın her kıtasına dağıldığı ve günümüzün üç büyük devleti olan Çin, Rusya ve Hindistan topraklarında daha önceki dönemlerde devletler ile birlikte imparatorluklar da kurdukları anlaşılmaktadır. Böylesine yaygın bir yapılanmaya sahip olan Türk boyları bazen yaşadıkları toprakları kendilerine yurt edinmişler, bazen de at sırtında göçebe bir toplum olarak dünya kıtaları üzerinde sürekli olarak seferlere çıkarak yeni yeni ele geçirdikleri topraklar üzerinde eskisinden çok daha farklı devletler kurarak ve uygarlığını yeni ülkelere taşıyarak, evrensel egemenlik yarışında diğer toplulukları arkada bırakabilmenin başarısını göstermişlerdir. Bugünün dünyasında yeryüzü haritasına bakılırsa her dönemin etkin gücü olan Türklerin fazlasıyla yeryüzü kıtalarına dağılmış oldukları görülmektedir. Uygarlığın en eski temsilcisi olan Türkler günümüze uygarlığın birikimlerini taşırken, bir araya gelmeyi unuttuklarını ve de bu yüzden Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan ve ABD gibi çok geniş alanlara sahip olan bir büyük devleti, Türklerin ortak devleti olarak kuramadıkları görülmektedir. Çok eski geçmişten gelmek, bütün dünya kıtalarına yayılmak, sürekli olarak yer değiştirmek gibi sorunlarla uğraşmak zorunda kalan Türkler, kıtasal büyüklüğe sahip olan büyük devletlerle rekabet edebilecek düzeye gelmişlerdir.

                Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra iki kutuplu dünyadan ABD merkezli tek kutuplu bir dünya arayışına sürüklenen dünya konjonktürü bu hedefi gerçekleştiremeyince, bu duruma tamamen ters düşen bir çizgide çok kutuplu dünya oluşumu insanlığın önüne gelmiştir. Batı dünyasının ABD ve AB gibi büyük devlet yapılanmaları sürdürülmeye çalışılırken, dünyanın ortasında Türkiye ile birlikte Türk dünyasının kopukluğu bir mesele olarak gündeme gelmiştir. Orta Doğu bölgesinde yeni bir düzen arayışı içinde olan batılı emperyalistler eskisi gibi bu bölgede etkin olamadıklarını görünce, merkezi alana Rusya, Çin, Hindistan ve İran gibi doğu bölgesinin büyük devletlerinin girmeye çalıştıkları öne çıkmıştır. İşte bu aşamada doğunun büyük devletlerinin dünyanın merkezi alanında yeni emperyal güçler olarak görünmesiyle birlikte, eski dönemin Türkiye Cumhuriyeti ile Türk dünyasını birbirinden kopuk bir konuma getiren jeopolitik dengelerin de değiştiği ortaya çıkmaya başlamıştır. Batı emperyalizmi bütün dünyaya egemen olurken, Türkleri devre dışı bırakabilmek üzere Türkiye ile Türk dünyasının birbirinden kilometrelerce uzak bir konumda kalmalarını, merkezi coğrafyada Türklerin etkinliğinin kırılabilmesi için batı dünyasının   temsilcisi olan İngiltere ve Fransa gibi büyük emperyalist güçler devreye girerek sağlamışlardır. Osmanlı topraklarında oluşturulan batı hegemonyası, daha sonraki aşamada Orta Doğu’nun yeni haritasında Sovyetler Birliği ile müstakbel İsrail devletinin arasına yeni bir tampon devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin konulmasını öne çıkarınca, Orta ve Kuzey Asya bölgelerinde varlığını sürdüren Türk devletlerinin, Orta Doğu bölgesinde merkezi bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinden fazlasıyla uzak düştükleri görülmüştür. Bu yüzden on sekizinci yüzyılda başlayan Türk milliyetçiliğinin ana hedefi olan Türk birliğinin sağlanması konusu, yirminci yüzyılın başlarında siyasal gündemden düşerek, cihan savaşları sonrasında kurulan yeni dünya düzeninde Türklerin parçalanmış bir durumda yeniden yapılandırılmasına gidilmiştir. Türklerin büyük çoğunluğu Sovyetler Birliği içinde bırakılırken, bir kısım Türk Doğu Türkistan üzerinden Çin sınırları içinde terk edilmiş ve Osmanlı uzantısı bazı Türk boylarının ise, Avrupa kıtasında farklı devletlerin ülkelerinde yaşamalarına ise zemin hazırlanmıştır.

                Çinliler, Ruslar ve Hintlilerin büyük ülke sınırları içinde yaşamalarına izin veren o dönemin emperyalist güçleri, yüz yıldır Türk boylarının kurulacak büyük bir Türk devletinin çatısı altında ortak bir yaşam düzenine kavuşmalarını önlemişlerdir. Batılı emperyalistler Türklerin parçalanması ve birlik olmaması için yürüttükleri bu bölücü girişimlerin benzerini Araplar için de gündeme getirerek, halen var olan elliden fazla Arap devleti içinde Arap topluluklarının parçalanmış bir biçimde yaşamalarını her türlü baskı ve komplo oyunlarını oynayarak sürdürmeye devam etmişlerdir. Ne var ki ,batılı emperyalistlerin bu oyunlarını yeni dönemde sürdürebilmeleri giderek zorlaşmış, Çin, Rusya ve Hindistan uluslararası alana girerek  ve yeni emperyal güçler olarak hareket etmeye başladıklarında batı blokunun uygulamaları etkisini yitirmiş ve bu doğrultuda, Türk toplulukları ile Arap kavimlerinin kendi ortak büyük devletlerinin çatısı altında Rusya ve Çin gibi  büyük devlet yapılanmalarına benzer bir yeni siyasal düzen kurabilmeleri konusu ,yeni dönemde dünyanın esas  gündemine girmiştir. Milyonlarca nüfusa sahip olan Çinli, Hintli ve Rus asıllı topluluklar kendi büyük devletleri çatısı altında yaşarken, benzeri bir yeni düzeninin Türkler ve Araplar için düşünülmemesi, dünya barışı açısından çok önemli bir eksikliği yeniden gündeme getiriyordu. Araplar ikinci dünya savaşı sonrasında Cemal Abdülnasır’ın öncülüğünde Birleşik Arap Cumhuriyetini kurarak, merkezi alanda büyük bir Arap devletini emperyalistlere karşı kurmaya çalışmışlar ama Atlantikçiler ve Siyonistlerin etki ve baskılarıyla bu yeni oluşum önlenmiştir. Yirminci yüzyılda Türkler ile birlikte Araplar’ın da Çin ve Rusya gibi büyük devletler olarak varlıklarını sürdürmelerine izin verilmezken, geçmişten gelen devletler arası rekabet gene de devam etmiş ve bunun sonucu olarak da soğuk savaş dönemi sonrasında yeni bir siyasal ortam konjonktürel olarak gündeme gelmiştir. Geçmişteki olaylardan ders almasını bilen Türkler ve Türk dünyası birlikte daha dikkatli bir yaşam düzenine yönelerek, dünya barışının daha güçlü bir temele oturtulabilmesi için ciddi mücadeleler verilmiştir. Artan ilişkiler zamanla ekonomik ve kültürel ilişkilere doğru ilerleyince, Türklerin birleşme yolları açılmıştır.

                Sovyetler Birliği’nin kurulması nedeniyle yüz yıl önce gündeme getirilemeyen Türk dünyasının bir araya gelerek ortak bir devlet çatısı altında bütünleşmeye yönelmesi konusu, yirminci yüzyılın başlarında çözüme kavuşturulamayarak, bir sonraki yüzyıla ertelenmiş ve aradan yüz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra ancak yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği dolarken, uluslararası alanda genel bir sorun olarak ele alınabilmiştir. Sovyetlerin dağılması aşamasında on beş devlet bağımsız olurken, orta Asya ve Kafkasya’da bulunan Türk kökenli devletler daha sonraki aşamada diğer rakip siyasal oluşumlara ve dış dünyaya karşı bir Türk dayanışmasının örneği olarak önce Türk Keneşi adı altında resmen her türlü uluslararası çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Zaman içinde uluslararası diplomasinin temel kavramı olan Konsey başlığı altında Türkiye’nin öncülüğünde bağımsız Türk devletlerinin birlikteliği geleceğe yönelik bir biçimde örgütlenerek yeni bir dünya düzenine giden yolda, Türklerin kültürel birlikteliği ve bu çizgide dayanışma içinde olabilmeleri için çaba gösterilmiştir. Soğuk savaşın bitişi ile gündeme gelen Türklerin birliği meselesi, aradan çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi geçince bu kez birliktelikten daha da ileri giderek bir bütünleşme çizgisi doğrultusunda, bu kez Türk Devletleri Teşkilatı adı altında tıpkı diğer uluslararası organizasyonların kurulması gibi, yeni bir yapılanma modeli çerçevesinde gündeme getirilmiştir. Böylece soğuk savaş sonrası dönemde gündeme getirilen Türklerin birlikteliği sorunu, yirmi beş sene sonra tam anlamıyla bir bütünleşmenin konusu olarak ele alınarak aynı zamanda geleceğe dönük kalıcı bir örgütlenmenin konusu yapılmıştır. Yeni dönemde artık Türk Keneş’i ya da Türk Konseyi’i gibi temsili katılım aracılığı ile oluşturulan gevşek bir yapılanma değil ama tıpkı diğer uluslararası bütünlüklü örgütlenmeler gibi, daha güçlü bir bütünleşme ve tamamlanmayı sağlayan yeni bir yapılanma, tam bir asır dağınıklığa mahkûm edilen Türk dünyasına karşı, Türk Devletleri Teşkilatının kuruluşu ile yapılan haksızlık ortadan kaldırılmıştır.

                12 Kasım 2021 tarihi Türk dünyasının bütünleşme adımının atıldığı gün olarak, gelecekte tüm Türk devletleri ve toplulukları arasında kutlanacak bir ortak bayram günü olacaktır. Beş bağımsız Türk devletinin bir araya gelmesi ve bu toplantıya Avrupa kıtasına Asya’dan göç etmiş Türk asıllı Macarları temsilen Macaristan devletinin de gözlemci bir ülke olarak katılması ile Türk Devletleri Teşkilat’nın, sadece bir Asya örgütlenmesi değil ama aynı zamanda Avrupalı Türklerin de katılımı ile oluşan uluslararası bir örgütlenme olduğunu ortaya koymuştur. Halen bağımsız olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de böylesine bir evrensel birlikteliğin içinde yer alması, örgütlenmenin imzalandığı gün gündeme getirilerek, dışarıda kalan diğer Türk devletlerinin de böylesine bir birliktelik içinde yer alabilecekleri dünya kamuoyuna açıklanmıştır. Türk Devletleri organizasyonu ,bağımsızlıklarını, egemenliklerini ve toprak bütünlüklerini korumaya çalışan, ortak bir tarih ve kültürel arka plan ile birlikteliğe ve gelecek hedeflerine sahip olan Türk devletlerinin, kendilerini korumaya ve Türklerin kazanılmış hak ve özgürlüklerine karşı  olabilecek her türlü saldırı ve haksızlıklara karşı ortak dayanışma içinde mücadele etmeye, Türk dünyasının kararlı bir biçimde karşı koymasını sağlayacak bir kurumsal yapılanmanın siyasal alana getirilmesidir. Ruslar, Çinliler, Hintliler, Avrupalılar ve de Amerikalılar bu tür mücadeleleri yıllarca vererek büyük devletlerini kurabilmiş ve onun sağladığı ortak savunma alanı içinde siyasal mücadelelerini diğer devletlere karşı sürdürerek, evrensel alanda daha güçlü konumlara sahip olabilmişlerdir. Bütünleşme toplantısında Türk devletlerinin birliği konusu görüşülerek karara bağlanmıştır. Ortak toplantının resmi adı ise dışa karşı resmen ”Yeşil Teknolojiler ve Dijital çağda akıllı şehirler “ olarak ilan edilmiş ve böylece günümüzün en önemli üç konusu toplantının resmi adında ifade edilerek, Türk dünyasında önümüzdeki dönem çalışmalarında , yeşil teknolojiler, dijital yapılanma ve akıllı şehirler gibi kritik konuların en güncel  sorunlar olarak  öncelikle  ele alınacağı ilan edilmiştir. TİKA (Türk İşbirliği Teşkilatı) isimli kuruluş aracılığı ile Türk işbirliği çalışmalarında ilk adım atılmış, TÜRKSOY isimli kuruluşla ise bir Türk uluslararası kültürel işbirliği örgütlenmesi ikinci aşamada oluşturulmuş ve daha sonra da Türk Keneş’i aracılığı ile, bütün bu oluşumların çatısı altında birlikte var olacağı, Türk Devletleri Teşkilatı son aşamada kurulmuştur. Böylece Türk dünyası ilişkilerinin zamanla bütünleştirilmesi bir gereksinme olarak öne çıkmıştır.

                2021 yılının Kasım ayı Türk dünyasının bir araya getirilerek bütünleşmesinin gerçekleştirildiği bir tarih olmuştur.  İstanbul Boğazının tam ortasında yer alan Demokrasi ve Özgürlükler adasında atılmış olan bütünleşme adımı ile hem Türk dünyasına hem de dünya kamuoyuna önemli mesajlar verilmiştir. Türkiye’nin ev sahipliğinde yapılan İstanbul toplantısı gelecek yüzyıllara dönük sağlam bir işbirliğinin ve bu doğrultuda atılan emin adımların atıldığı aşama olmuştur. İstanbul zirvesinde üst birlik kuruluşu tamamlanırken aynı zamanda güncel bazı konularda önemli kararlar alınmıştır. En son savaş olarak Azerbaycan’ın Karabağ’da zafer kazanması ve Türkiye’nin bu aşamada büyük yardım ve destek sağlaması ile ortaya çıkan sıcak yakınlaşma ortamı İstanbul Kongresine katılan Türk devletlerini eskisine oranla daha çok ortak bir çalışma düzenine doğru yönlendirmiştir. Türkiye’nin Karabağ’da Azerbaycan’a ağırlıklı destek sağlaması ile diğer Türk devletleri de Türkiye benzeri bir destek dayanışmasına girmelerine elverişli bir ortam hazırlamıştır. Böylesine bir ortamda Türk devletleri otuz yıllık haksız işgale uğratılan Azerbaycan’a toplu destek sağlarken, aynı zamanda savaşı kazanan taraf olarak Azerbaycan devleti ile çok yakın bir dayanışma içine girmişlerdir. Bu nedenle Karabağ zaferi bütün Türk dünyasının ortak zaferi olarak değerlendirilmiştir. Azerbaycan gibi bir Türk devletinin Karabağ’da zafer elde etmesi, diğer Türk devletlerinin de devreye girerek bütünleşmeye yöneldiklerini göstermiştir. Türk devletleri resmi adımlarla bütünleşmeye yönelirken, Rusya, Ukrayna, Balkanlar, Avrupa ve Afrika gibi bölgelerde yaşamakta olan Türk asıllı topluluklar da Türk Konseyi ile ilişki kurmaları sayesinde, uluslararası alandaki örgütlenme üzerinden milli bir kamuoyu oluşumunu dolaylı yollardan meydana getirmişlerdir. Türk Konseyi kongre sırasında izlediği yakın ve sıcak diyalog ortamı ile bütün Türk devletleri ile birlikte diğer ülkelerdeki Türk asıllı topluluklara da yakın ilgi göstererek, uluslararası Türk örgütlenmesinin daha güçlü bir biçimde tamamlanabilmesine elverişli bir ortam hazırlanmıştır. Geçmişten gelen tarafsızlık statüsü ile tartışmaların orta noktasında yer alan Türkmenistan devleti Kongreye devlet başkanı düzeyinde katılarak, yeni bütünleşme aşamasında Türk Devletleri Teşkilatı’nın tam üyesi olarak yola devam etmek istediğini göstermiştir.

                İstanbul zirve toplantısında Türk Devletleri Teşkilatının ortaklık statüsünün oluşturulmasına dikkat edilmiş ve bu doğrultuda 121 Maddelik bir bildiri hazırlanarak üyelerin onayına sunulmuştur. Ayrıca, Türkiye’de geleceğe dönük yapılanmalar düzenlenirken 2023 ya da 2071 gibi Türk tarihi açısından anlam taşıyan yıllarda, Türklük duygusunu ayakta tutan yıldönümü ve anma günlerinde dile getirilen Türk kültürü ve siyasal birikimini taşıyan organizasyonların bir benzeri için, 2040 yılı Vizyonu adı altında ayrı bir metin olarak İstanbul toplantısında oybirliği ile kabul edilmiştir. Böylece yeni kurulmakta olan Türk Devletleri Teşkilatı’na gelecek için yeni bir vizyon getirilmeye çalışılmıştır. Bu bildiri de geleceğe dönük bir çalışma ortamı ve ortaklık statüsü oluşturmaya öncelik verilirken, Türk dünyasında var olan önemli bazı sorunlara da   çözüm getirebilecek yaklaşımlara yer verilmiştir. Hazar bölgesinin durumu, Türk devletleri için ekonomik işbirliği, Türkistan’da TURANSEZ adı altında örgütlenecek özel bir ekonomik bölge oluşturulması, Türkçülüğün esası olarak işte ve fikirde birlik ilkesi genel anlamda benimsenmiş, ortak bir kültürel ortam yaratabilmek için TRT - AVAZ  gibi Türk dünyası ile ilgili yayınlar yapan kanalların desteklenmeleri gerektiği toplantı sırasında üye devletlerin desteği ile vurgulanmıştır. Türk dünyasının kültürünün önemli  şahsiyetlerini birlik ve beraberlik ruhu içinde tanıtmak ve yaygınlaştırmak, Türk dünyası ile ilgili bilimsel ve edebi alanda yapılan çalışmaların ödüllendirilmesi, Avrupa Birliği’nin “Erasmus “programı ile yaptığı eğitim değişimi programının benzerinin  “ORHUN “ adı altında geliştirilecek değişim programıyla, Türk dünyası için de devreye sokulması, Okullarda ortak bir Türk tarihi, coğrafyası ve edebiyatı okutulması için özel kitapların hazırlanması, Türk dünyasının önde gelen kişilerinin yaşamları ve eserlerinin tanıtımı ile ilgili olarak yeni bilimsel çalışmalar yapılması, Tuna nehrinden Orhun vadisine İpek Yolu rallisi yapılması, Türk dünyasının kutsal mekanlarını bugünün gençliğine anlatacak eserlerin yayınlanması, Türk ülkeleri arasında çeşitli alanlarda sosyal ve sportif yarışmaların düzenlenmesi gibi  ortak konular da  120 maddelik  kongre bildirisi ile dünya kamuoyuna yansıtılmıştır.

                İstanbul zirvesine giden yolda Türk Keneşi her geçen yıl daha da çalışmalarını artırarak bugün gelinen örgütsel oluşumunu tamamlayınca, konseyden teşkilatlanma aşamasına geçilmiştir. İsim değişikliği konusu çalışmaların artışının gereği olarak gündeme gelmiştir. Örgütlenmenin bağımsız bir teşkilatlanma sürecine yönlendirilmesi, Türk Devletleri Teşkilatının üyelerinin bulundukları bölgelerdeki jeopolitik gelişmelere karşı muhatap olması gibi yeni bir durumu ortaya çıkarmaktadır. İstanbul bildirisi bu çizgide Türk Devletleri Teşkilatının dünya jeopolitik alanlarında meydana gelen değişikliklerin yansımaları ile de önümüzdeki dönemde fazlasıyla uğraşacağı yeni bir durumun öne çıkmasına yol açmaktadır. Türk Dünyası 2040 vizyonu ile ilgili olarak yayınlanmış olan konsey bildirisi aynı zamanda, bütün Türk devletlerine ve Türk dünyasına gelecek için yön çizerek, üye devletlerin zamanla gelişecek ilişkilerde ters durumlara sürüklenmesine önleyecek düzeyde, ağırlıklı bir gelecek değerlendirmesini de beraberinde getirmektedir. 2023 ve 2071 yılları gibi 2040 yılı da Türk dünyası için önemli olacak ve Türk devletleri teşkilatı bu yıldönümlerinde kurucusu oldukları Türk birliğinin önümüzdeki dönemde karşı karşıya kalabileceği siyasal virajları aşarak, küresel alanda güçlü bir Türk hegemonyası oluşturabilmesi, geçmişten gelen birikimin önemli tarihlerde ve yıl dönümlerinde gerektiği çizgide temsil edilebilmesine dayalı olarak mümkün olabilecektir. Bu da yeni kurulan Türk Devletleri Teşkilatının gelecekteki gücüne bağlı olarak belirlenebilecektir. Uluslararası alandaki gelişmelerde, Türk dünyasının daha hareketli olabilmesi için yeni oluşturulan üst kurulun, Türk devletleri adına gerekli olan adımları atabilmesine bağlı bulunmaktadır. Düşünce kökeni yüz yıl önce doğan yeni dünya düzeni savaş sonrasında kurulurken gündeme gelen Türk Devletleri Teşkilatı, artık bir asır sonra Çinlilere, Ruslara, Hintlilere ve diğer uluslara karşı, Türklerin de büyük devletleri ile hareket etmesiyle daha geniş alana yayılmış bir Türklük bilincinin, getireceği yeni dengelerin öncüsü ve örgütleyicisi olabilmesi gerekmektedir.  Daha düzenli ve istikrarlı yeni bir dünya düzeninin kurulabilmesi için gerekli olan yeni dengeleri Türk Devletleri Teşkilatının oluşturması beklenebilir.

                 Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türkistan bölgesinin farklı jeopolitik konumda olmaları gibi İran’daki Türklerin doğu Türkleri olarak, Anadolu yarımadası üzerinde yaşamakta olan batı Türklerine uzak düştükleri görülmektedir. Önümüzdeki dönemde Türkiye Cumhuriyeti ile Türk dünyası devletlerinin bir araya gelerek ortak bir jeopolitik konumda birleşmeleri, Türk Devletleri Teşkilatının gerçekleştireceği yeni açılımlar sayesinde mümkün olabilecektir. Böylece yüzyıllar boyunca sürüp gelen doğu ve batı Türklerinin birbirlerinden farklı devletler içinde ayrı yaşamaları önlenebilecektir. Bu aşamadan sonra gerçekleşebilecek bütün Türklerin büyük bir devlet çatısı altında bir araya gelebilmeleri daha gerçekçi boyutlarda sağlanabilecektir. Dünyanın geleceğinin Avrasya bölgesine kilitlendiği yeni aşamada, otuz yılı aşkın bir süredir bağımsızlıklarını yaşamakta olan  Türk devletlerinin sahip oldukları siyasal birikim, yakın komşuları ile kardeşlik anlayışı içinde bir araya gelebilmelerini  ve zaman içinde bütünleşerek  ve  Çin ,Rusya ve Hindistan’a karşı yeni ağırlıklar oluşturarak, evrensel barış düzeninin  üçüncü cihan savaşı  arayışı içindeki maceracı çabalara karşı  gerektiği gibi korunabilmesi açısından son derece yararlı olacağı açıktır. Doğu ve Batı Türklerinin bir araya gelmesinde   Nahcivan bölgesindeki Zengezur koridorunun açılmasının ilk adımda gerçekleştirilmesi çok önemli katkılar sağlayacaktır. Çin’in yeni gündeme getirmiş olduğu genişletilmiş ipek yolu projesinin orta kesiminde kalan Zengezur geçitinin açılmasıyla birlikte Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki ticaret yolu daha da genişleyecek ve böylece Türklerin merkezinde yer aldığı yeni bir ekonomi düzeninin kurulması, ipek yolu hattı üzerinden mümkün olabilecektir. Bu yoldan daha da genişleyecek olan doğu-batı ticaretinin merkezi alanına Türklerin yerleşmeleriyle, Türk dünyasının ekonomik koşulları daha da iyileşerek küresel ekonomik dengelerde Türklerin daha etkin bir konuma kavuşmalarına yardımcı olabilecektir. Yeniden güçlenecek bir Türk dünyası küresel işbirliği ve barışın gerçekleştirilmesinde ana merkez durumuna gelebilecektir. Dünya coğrafyasının doğu- batı bölgeleri arasında uzayıp gitmesi dikkate alınırsa, Türk devletlerinin güvenlik, refah ve ortak çıkarlarının bütünleşmeden geçtiği açıkça görülmektedir.

                Asya ve Avrupa gibi iki kıtanın tam ortasında bin yıldır yaşamakta olan Türkler geniş alanlara yayılarak imparatorluklar kurdukları için, geçmişten gelen bir dağınık düzende kendi bölgelerinde yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Ortak bir tarih ile coğrafyanın getirmiş olduğu birliktelik çerçevesinde bir arada yaşamaları gerekirken, Asya ya da Avrupa’da kurulan büyük imparatorlukların değişik alanlardaki sınır çizgileri, Türklerin merkezi alanda olmalarına rağmen birleşme ya da bütünleşmelerini önlemiştir. Tarihin derinliklerinden gelen Türk uygarlığının bugünkü uzantıları olan Türk devletlerinin ilan ettikleri 2040 vizyonu çerçevesinde, yirmi yıllık bir geçiş döneminden sonra tam anlamıyla bütünleşmeye dönülecek gibi görülmektedir. Şimdiye kadar sürekli olarak küresel projeler çerçevesinde ifade edilmekte olan   büyük Türk birliğine giden yolda, Türk Devletleri Teşkilatının yeni bir dönemeç olduğu ve artık bugüne kadar konuşulan ve yazılan öneriler doğrultusunda bir eylem planı doğrultusunda hareket edilerek yapıcı adımların atılacağı anlaşılmaktadır. Bu çizgide yeni adımların atılmasıyla birlikte, Türk Devletleri Teşkilatı uluslararası alanın önde gelen güçlü ve etkili aktörlerinden birisi konumuna gelebilecektir. Geçmişten bugüne kadar uzanan çizgide bazı büyük oluşumların hegemonya kurmasına karşı, yeni dönemde büyük Türk birliğinin oluşumu aracılığı ile evrensel barış için daha farklı dengeler gündeme getirilebilecektir. Artık dünyanın geleceği için yeni politikalar ya da siyasal senaryolar sadece Avrupa, Amerika, Çin ve Rusya gibi büyük merkezlerden gündeme getirilmeyecek, Türk Devletleri Teşkilatının öncülüğünde Türk dünyasından kaynaklanan yeni çıkışlar aracılığı ile, daha uyumlu ve eksikleri giderilmiş barış planları ya da girişimleri küresel diplomasi alanında boşlukları doldurarak, dünya politikaları alanında daha istikrarlı bir çizginin izlenmesine katkı sağlayacaktır.

                Türkler ve Türk toplulukları bulundukları farklı ülkelere ve de birbirinden ayrı zaman dilimleri çerçevesinde farklı dinler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Tarihin başlangıç dönemlerinde uzak doğuda Şamanizm ile tanışan Türk toplulukları, sonraki dönemlerde Asya kıtası önünde Müslümanlık, Musevilik, Hrıstıyanlık gibi tek tanrılı dinler ile sonradan ortaya çıkan Budizm, Brahmanizim, Taoizm ve Şintoizm gibi Asya kıtasının kültürel değerlerinden doğan dinlerle de karşılaşarak, zaman zaman bunların etkileri altında kalmışlardır. Gökoğuzlar Hristiyan olurken, Hazarlar Museviliği seçmiş, Orta Asya topraklarında değişik dinler karşı karşıya gelirken, Türk kavimleri Karahanlılar ve Gazneliler ‘in devletleşme dönemlerinde büyük bir hareketlilik ile İslamiyete yönelmişlerdir. Bu aşamadan sonra dünya sahnesine Türkler çıkarken Müslüman kimliği de ağırlık kazanmış ve bu doğrultuda Türk topluluklarının diğer dinlerin dışında ama bütünüyle İslam dünyası içinde oldukları genel anlamda kabül edilmiştir. Tarihin en eski aktörlerinden birisi olarak Türkler, her dönemde farklı zaman dilimi içinde bulunarak, birbirinden ayrı dinlerin etkisi altına girmeleri yüzünden ortaya çıkan çok dinlilik olgusu, Türk devletlerinin bir araya gelerek bütünleşmeye yönelmeleri sayesinde, İslam ağırlıklı bir dinsel yönelişin yeni dönemde bütün Türk toplulukları ve devletleri üzerinde ağırlık kazanmasına giden yolu açmıştır. Türk toplulukları bir araya geldikçe ve ortak toplumsal çalışmalara elbirliği ortamında yönelmeleri ile dünyanın Müslüman nüfusunda eskisine oranla hızlı bir artış meydana gelmiştir. Rusya, Çin, Hindistan, Avrupa ve de Amerika gibi büyük devlet yapılanmaları altında kalabalık nüfuslar bütünlük içinde hareket ederlerken, Türkler de yeni dönemde Türk dünyasının geniş nüfusu üzerinden yeni kurulan Türk Devletleri Teşkilatı’nın çatısı altında, benzeri bir büyüklük konumunda ağırlıklarını evrensel siyaset sahnesinde öne çıkarabileceklerdir. Din konusu siyaset alanında etkin olmaya devam ettiği sürece, önümüzdeki dönemde Türk Devletleri Teşkilatı ile İslam dünyası örgütleri arasında yakın ilişkiler ortaya çıkabilecek ve böylesine bir yaklaşımdan Türk dünyası yararlanarak, diğer büyük merkezi yapılanmalara karşı Türk tezleri ya da politikaları gündeme gelen sorunlar karşısında daha güçlü çözümler üretilmesinde Türkler’e yardımcı olabilecektir. Bu açıdan Türk Devletleri Teşkilatının oluşturulması, önümüzdeki dönemde Türk dünyasının çok dinlilik çıkmazından kurtulmasına yardımcı olabilecektir. Tek bir din çatısı altında bir araya gelmek sayesinde Türk toplulukları arasında daha sıkı bir yakınlaşma gerçekleştirilebilecektir.

                Türk Devletleri Teşkilatının kurulmasıyla birlikte evrensel alandaki Türk ağırlığı, merkezi coğrafyadan doğu dünyasına doğru bir kayma göstermektedir.  Yeni dönemde Balkanlar’dan başlayan Türk çizgisi Türkiye üzerinden ortaya çıkıyor, Azerbaycan üzerinden Kafkasya’yı geçiyor ve Orta Asya Türk dünyasının içinden geçerek Kırgızların başkenti Bişkek ‘te Çin sınırına ulaşmaktadır. Böylece evrensel alanda Türklerin ağırlık merkezi orta dünyadan doğu dünyasına doğru bir kayma göstererek Türkistan bölgesinin en uç sınırına doğru uzanmaktadır. Türk Devletleri Teşkilatı yeni dönemde Balkanlar’dan başlayarak Çin sınırına kadar uzanan bir toprak genişliğine sahip olduğu için Türkiye Asya kıtasının içlerine doğru bir genişleme içine girmektedir. Bu yılın başında Türk Dışişleri Bakanlığı “Yeniden Asya” başlıklı toplantılar düzenleyerek, dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’ya sıkışıp kalmaktan kurtularak ve dünyanın en büyük kıtası olan Asya toprakları üzerinde yeniden yere sağlam basmaya başlayarak, Asya bölgesinden yeni dönemin ağırlıklı politikalarını yaygınlaştırmaya yönelme şansına sahip olmaktadır. Son beş asırlık dönemde Atlantik merkezli politikalar dünya siyasetine yön verirken, bugün gelinen aşamada artık eskisi gibi Atlantik politikaları geride bırakılarak “Yeniden Asya “dönemine geçilmektedir. Türk Dışişleri bu konularda gerekli olan hazırlıkları tamamlayarak, Asya ülkeleri ağırlıklı yeni açılım politikalarını dünyanın en büyük kıtasının üzerinde gündeme getirme çalışmalarına başlamıştır Balkanlar’dan Çin sınırlarına uzanan birliktelik içinde Çin ve İngiltere işbirliği ile devreye girmiş olan Tek yol-Tek kuşak ismini taşıyan yeni ipek yolunun, küresel oluşumun sürecinde Türkler aracılığı ile dengelenmesi sağlanabilecektir. Böylece Çin’in emperyalizmi ya da İngiltere’nin eskisi gibi devreye sokabileceği bir Atlantik emperyalizmine karşı, merkezinde Türk topluluklarının egemen olduğu Türk Devletleri Teşkilatı aracılığı ile, yeni orta Asya dengeleri devreye sokulabilecektir. Çin-İngiltere ortaklığında tek bir yolun değil ama Türk Devletlerinin öncülüğünde çoklu bir yeni yapılanmaya gidilmesi, dünya dengelerinin yeniden kurulması için olumlu katkılar getirecektir. Doğu Asya-Avrasya hattına Orta Asya’dan Batı Avrupa’ya kadar yeni bir Türk açılımının getirilmesiyle, dünya dengelerinin yeniden kurulabilmesi için elverişli bir ortam yaratılmaktadır.

                Yüz yıl önce gerçekleştirilemeyen Türk Birliği bir asır sonra yeniden gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Dünyanın merkezi coğrafyalarında sayısız Türk devletleri kurmuş olan Türk insiyatifi, bugün de Türk Devletleri Teşkilatı’nı oluşturarak yeniden uluslararası alanda ön plana geçmektedir. Her alanda Türk toplulukları arasında dayanışma ve işbirliği’ne yer veren Türk Devletleri Teşkilatı hızlı bir kurumlaşma dönemine girerek, dünyanın önde gelen büyük devletleri ile küresel barış yarışına girmektedir. Örgüte üye olan Türk devletlerinin sınırları içinde yaşamakta olan Türk topluluklarını bir araya getirerek, Türk dünyasının birbirini daha yakın bir ortamda tanıyabilmesi, ortak bir düzen oluşturarak böylesine bir ortam içinde birlikte yaşama yönelmeleri, örgütün geleceğe dönük kurumlaşması açısından önem taşımaktadır. Yüz yıl sonra Türkler yeniden bir küresel birlik ortamına girerken, öne çıkan yeni nesil Türk kuşaklarının tarihten gelen siyasal ve kültürel birikimi öğrenmeleri ve bu çizginin yeni nesil ortak değerler ile uluslararası bir dayanışma düzenine doğru geliştirilmesinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti hem ağabeylik hem de öncülük yapmak durumundadır. Türk dünyası bugünün koşullarında hızla bütünleşmeye doğru yol alırken, Türkiye sahip olduğu geniş olanaklar ve sosyo-kültürel birikim ile her alanda bütün Türk devletlerine sahip çıkarak ve onlarla bütünleşerek, yeni dünya düzeninin sağlam temeller üzerinde kurulmasına katkı sağlamak durumundadır. Günümüzde Türkler Türk olmanın onuru ve güveni ile küresel yeni yapılanma girişimlerinde öne geçmek zorundadırlar. Türk Devletleri Teşkilatı sadece Türklerin birliğini değil ama tüm Türk Devletleri ile topluluklarının diğer büyük devletler gibi bütünleşmesini, bugünün gündemine getirmektedir. Bu aşamadan sonra Türkler her yeni adım attıklarında önceliklerini ülkesel bütünleşme hedefi doğrultusunda  belirleyeceklerdir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

14 Kasım 2021 Pazar

ATATÜRK‘ÜN MERKEZİ SENTEZ DEVLETİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

 ATATÜRK‘ÜN MERKEZİ SENTEZ DEVLETİ  

        Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru emin adımlarla ilerlerken, bugün gelinen aşamada kurucu önder Atatürk üzerinden toplu bir değerlendirme yapılmaya çalışılmakta, Atatürk her yönü ile inceleme altına alınırken, ayrıca ondan Türk ulusuna miras olarak kalan Türkiye Cumhuriyeti devleti her yönü ile tartışma konusu yapılmaktadır. Atatürk’ün yirminci yüzyılın başlarında Türk ulusuna bir kurtuluş savaşı kazanarak armağan etmiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti, yirmi birinci yüzyılın içinde yol alarak ilerlerken, birçok yönden değişime doğru zorlanmakta ve de bu doğrultuda giderek büyüyen saldırılar zamanın ilerlemesiyle birlikte artarken, insanlık değişim ve dönüşüm programları çizgisinde yepyeni bir dünya oluşumu ile karşı karşıya gelmektedir. Yirminci yüzyıla doğru değişim rüzgarları bugünkü Türk devletini ortaya çıkarırken, bu kez yeni bir yüzyılın ilk yılları ile birlikte başlayan hızlı değişim rüzgarları da bütün dünya ile birlikte Türklere verilmiş olan cumhuriyetçi ulus devleti de büyük bir dönüşüm aracılığı ile eskisinden çok farklı bir yeni yapılanmaya doğru sürüklemektedir. Çağ değişiminin köşe başında, diğer devletler gibi Türkiye de önceden hazırlanmış olan planlar doğrultusunda köklü bir dönüşüme zorlanmakta ve Atatürk’ten miras kalmış olan çağdaş cumhuriyet rejimine bağlı olan ulus devletten vazgeçmesi için baskı ve saldırılar ile karşı karşıya gelmektedir. Dünyanın tüm emperyalistleri ulus devletleri hedef tahtasına oturtarak kaldırmaya çalışırken, halen var olan bütün devletler bu tür saldırı ve işgal hareketleri ile tasfiye edilmeye çalışılmakta, gelecekte yeni bir devlet düzeni kurmak için çaba gösteren güç merkezleri, geçmişten gelen kamu düzenlerini ve bu yapılara dayanan ulus devletleri ortadan kaldırabilmenin girişimlerini giderek daha fazla tırmandırmaktadırlar. İnsanoğlu bu dünya üzerinde yaşamını geçmişten gelen doğrultuda zorlukla sürdürmeye çalışırken, bu duruma bir de var olan devletlerin tasfiyesi sorunu eklenmiştir.

                Yeni bir dünya düzeni kurma doğrultusunda ulusal ve uluslararası ilişkiler yeniden ayarlanırken, eski yapılar sonuna kadar zorlanarak yıkılmaya çalışılmakta büyük emperyal güçler kendi çıkarları doğrultusunda rakip olan orta boy ve küçük ulus devletlerin harita üzerinden temizlenmesine çaba göstermektedirler. Küçük devletler böylesine bir fırtına içinde esen rüzgarların etkisiyle yeryüzünden silinirlerken, orta boy devletler daha güçlü oldukları için bu gibi tehdit ve saldırılara karşı direnebilmektedirler. Özellikle büyük devlet sınırları ölçüsünde büyüklüğe sahip olan büyük boy orta devletler bu tür saldırılara karşı direnerek dik dururlarken, emperyal güçlerin dünya haritasını düzeltme girişimleri fazla sonuç verememekte ve bu nedenle baskı ve saldırılar artarken, orta boy devletler de dünya haritası üzerinde kurulu bulundukları coğrafyayı jeopolitik biliminin verileri doğrultusunda kullanarak, büyük devletler ve emperyalist güçlerle baş edebilmekte ve bu çizgideki savunma mekanizma ve olanaklarını kullanarak geleceğe dönük yollarına devam edebilmektedirler. Geçen asırdan gelen devletler arası çekişme ve çatışmaların, yirmi birinci yüzyılda daha artmasının nedeni olarak, devlet yıkıcılığı ya da kamu düzeni çökerticiliği gibi daha güncel yolların fazlasıyla kullanılmaya başlatılmasının öne çıkartılması yüzünden, kısa dönemde bir kaos ortamına doğru devletler ciddi olarak sürüklenmektedir. Böylesine bir uluslararası süreç önceden hazırlanma ve de dışarıdan empoze edilme gibi özellikleriyle uygulama alanına getirilebilmektedir. Kâğıttan kule sıralamasındaki iskambil kağıtlarının teker teker düşmesi gibi harita üzerindeki ulus devletlerin de buna benzer bir biçimde çökertilmesi hedeflenirken, bütün dünya kıtalarındaki ülkelerin her birinin birer huzursuzluk ortamına sürüklendikleri görülmekte ve daha sonra da böylesine olumsuz ortamlar zamanla çöküş ve yıkım senaryolarına elverişli durumlara yönlendirilerek, dışarıdan müdahaleciliğe uygun ortamlar yaratılabilmektedir. İnsanlık tarihinde yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip olan emperyalizm ve sömürgeciliğin yeni türleri, ilerleyen siyasal süreçler sonucunda mazlum milletlerin başına dert olmakta ve bu yüzden ulus devletler içinden çıkılmaz bir bataklığa sürüklenmektedir.

                Orta dünya adı verilen merkezi coğrafyada birbirine komşu konumunda olan yirmiden fazla ülkenin sınırlarının değişeceği ABD dışişleri bakanı tarafından açıklanırken, gene ABD’nin eski genel kurmay başkanı bugün yaşanan siyasal olayların devam etmesi sayesinde, harita üzerinde on tane yeni  küçük boy devletin kurulacağı dünya kamuoyuna açıklanmakta ve böylece yeni savaş alanı olarak ilan ettikleri Orta Doğu bölgesinin, bütünüyle bir kaos ortamına ve yeni bir cihan savaşı  oluşumuna doğru yönlendirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Geçmişe yönelen bir biçimde bu gibi girişimler gündeme geldikçe, bir anlamda devletler dünyasının küçük işletmelerine benzer bir biçimde görülen küçük ve orta boy devletler ortaya çıkmaktadır. Büyük devletler gibi büyük şirketlerin de korumaya gereksinmesi olmadığı için, uluslararası kuruluşların küçük ve orta boy devletleri koruma ya da savunma gibi yardımcı olma çabaları koruma amaçlı olarak öne çıkarılmıştır. Dünya haritası yeniden çizilirken ve de var olan devletlerin yerleri ile konumları yeniden belirlenirken, eski dönemlerden kalma yerleşik devlet düzenleri zayıflayarak geride kalmakta ve bu yüzden de geleceğe yönelen yeni dünya düzeni oluşturma girişimleri ile karşı karşıya kalınmaktadır. Ne var ki, her ülke ya da devletin konumları ve sahip oldukları özellikler birbirlerinden çok farklı olduğu için genel anlamda bütün devletlerde geçerli olacak toplu girişimler yetersiz kalmakta ve bu nedenle de her ülke için birbirinden farklı alternatif programlar hazır bekletilerek devreye sokulmaktadır. İlerleyen teknoloji ve yeni bilimsel yöntemler kullanılarak, yerleşik kamu düzenlerinin tasfiye ve yıkımında daha ileri yollar izlenmektedir. Yıllar alan eski kamu düzenlerinin kurulması işlerinde ilerleyen teknoloji aracılığı ile daha hızlı hareket edilirken, yeni düzenler yenilenen binalar aracılığı ile eskisinden daha çabuk bir zaman dilimi içinde yapılabilmektedir. Bu yüzden, inşaat teknolojisindeki yenilikler beraberinde hızlı düzen kurma alternatiflerini öne çıkarırken, bu alanda ilerlemiş küresel şirketlerin ve uluslararası kuruluşların özel inşaatlarının paralelinde, yeni kamu düzenlerine yönelerek kendi hegemonyalarını geniş alanlara yayma çabası içinde oldukları göze çarpmaktadır.

                Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olan bir orta boy ulus devlet olarak dünyanın merkezi alanında bir cumhuriyet devleti olarak günümüze kadar gelebilmeyi başarmış olan başarılı bir siyasal organizasyondur. Devletin kuruluş aşamasından önce bir yıkılış macerası yaşandığı için koskoca bir imparatorluk düzeni göz göre göre dağılırken ve hem içerden hem de dışardan tezgahlanan yıkılış senaryoları açıkça birbirini izleyen bir doğrultuda uygulama alanlarına aktarılırken, harita üzerinde yer alan devletlerin sayısı üzerinde oynandığı görülmüştür. Yirminci yüzyıla girerken yirmi devlet varken, yirminci yüzyıldan çıkış aşamasında devlet sayısının iki yüz sayısını bulduğu görülmüştür. Dünya düzenini yöneten ve yönlendiren güç merkezlerinin planlarına bakılırsa, yirmi birinci yüzyılın sonuna doğru ya da yirmi ikinci yüzyıla girerken devlet sayısının iki binlere doğru ulaşacağı açıkça ifade edilmektedirler. Böylece ABD dışişleri bakanının açıklamış olduğu dünyadaki devlet sayısı iki binlere doğru tırmanırken, devletlerin sahip oldukları kamusal örgütlenme modellerinin de değişiklik gösterdikleri anlaşılmaktadır. İlkel kavimler sonrasında içine girilen orta çağ döneminde, öncelikle din devletlerinin kurulduğu, daha sonraları tek tanrılı dinlerin dünya kıtalarına yayılması sürecinde, bu din devletlerinin şehir devletlerinden imparatorluklara doğru genişledikleri görülmüştür. Bütün orta çağ yıllarında tek tanrılı dinlerin yeryüzü kıtalarına yayılmaları ile birlikte dünyanın batı yarısı Hristiyanlaşmış, merkezi alandaki Müslümanlık dünyanın güneyi üzerinden doğu bölgelerine doğru yaygınlık kazanmıştır. İki büyük tek tanrılı din imparatorluklarının arasına giren bölgelerin kuzey doğu bölgesinde, Asya’nın kültür dinleri araya girmiş, üçüncü tek tanrılı din olan Yahudilik’te, Musevi topluluklar ile işbirliği yaparak dünyanın merkezi alanından, bütün dünya kıtalarını yönetmeye çalışmıştır. Üç tek tanrılı din arasında dünya kıtaları paylaşılırken, batı bölgelerinde Hristiyanlık, doğu bölgelerinde ise Müslümanlığın yaygınlık kazandığı görülmüştür. Bu yönde şehir devletlerinden din imparatorluklarına geçilmiştir. Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan cumhuriyet rejimleri ve ulus devletler birlikteliği, laik devlet ve kamu düzenlerinin aynı dönemde uygulama alanına gelmesine yardımcı olmuş ve böylece ulus devletler meydana gelmiştir.

                Yirminci yüzyıl tam bir ulus devletler çağı olarak devreye girerken, yeryüzü sahnesine çıkan başlıca ulus devletlerden birisi de Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Birinci Dünya savaşı sayesinde bütün imparatorluklar parçalanırken, bu büyük yapılanmaların çöküşe geçmesi aracılığı ile dünyanın birçok köşesinde küçük ya da orta boy ulus devletlerin, eski sömürgeci imparatorlukların geri çekilmesiyle öne çıktıkları görülmektedir. Dünya ekonomisini koskoca imparatorlukların paylaşamaması yüzünden cihan savaşları çıkarken, uluslaşma sürecinin imparatorlukları parçalaması gündeme gelmiştir. Her ulus imparatorluklara nazaran daha küçük bölgelerde oluşurken, diğer uluslar ile karşı karşıya gelmiştir. Daha önceleri imparatorluklar arasındaki çekişmeler büyük alanlarda savaşlara yol açabiliyordu, sonraki aşamada ise uluslaşma süreçleriyle bazı sınırlı bölgelerin nüfus yapıları belirlenerek ulus devletlerin oluşumuna katkı sağlanabiliyordu. Orta çağ sonrasında dünya denizlerine ve karalarına sahip olabilen batı Avrupa’nın denizci ülkeleri, yirminci yüzyılda geri çekilerek kendi asıl vatanlarının üzerinde çağdaş bir ulus devlet olabilmenin yollarını araştırıyorlar ve böylece kendilerine bağlı olan eski sömürgeleri de yeni ulus devletler olarak dünya sahnesinde öne çıkarıyorlardı. Böylesine bir genel oluşum süreci içinde, Türk dünyasının bir imparatorluk devleti olan Osmanlı döneminden ulus devletler çağına geçebilmesi için, o döneme uygun düşen uluslaşma adımının atılması gerekiyordu. Bu doğrultuda önce bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek geçmişin ve emperyalizmin bağlarından ya da hegemonyasından kurtulmak gerekiyordu. Daha sonraki aşamada ise ikinci adımın atılarak bir ulus devletin kurulması gerekiyordu. Anadolu ve Rumeli Türkleri böylesine büyük bir dönüşüm içerisinde kurtuluş aşamasını tamamladıktan sonraki aşamada kuruluş adımını atıyorlardı. Ulusal kurtuluş savaşının kurtarıcısı olarak tarih sahnesine çıkmış olan Atatürk, sonraki aşamalar da yeni devletin kurucusu olarak siyasal misyon olarak benimsemiş olduğu görevine devam ederek, orta dünyanın en merkezi yerinde Türk ulusunun ulus devletini kuruyordu. Ulusal kurtuluştan ulusal kuruluşa geçilirken, eski Osmanlı ahalisi yeni bir dönüşüm yaşayarak ve uluslaşarak çağdaş Türk ulus devletinin kuruluşunu gerçekleştiriyordu. Tarihin dönemeç noktasındaki uluslaşma olgusu, Türkler tarafından benimsenerek yaşam alanına aktarılıyordu.

                Yirminci yüzyılda imparatorluklardan arkada kalan topraklarda yeni ulus devletler siyaset sahnesine çıkarken, beş kıta üzerinde kurulmuş olan insanların ortak uygarlığı yeni devletlerin katılmasıyla eskisinden çok farklı bir düzen içinde yenilenerek yeni yüzyıla doğru yönlendiriliyordu. Her devletin sahip olduğu siyasal ve hukuksal yapılanma çerçevesinde, bütün devletler, ülke, toplum ve teşkilat olarak üç ana unsura sahip bulunmaktadırlar. En başta gelen ülke unsurunun birlikte getirdiği toprak ve araziler konularının netliğe kavuşturulması, Misakı Milli olarak ilan edilen kutsal yeminin doğrultusunda çözüme bağlanması gerekmektedir. Anadolu yarımadası üzerinde bir yarımada devleti olarak harekete geçildiğinde, kara ve deniz ülkelerinin birbiriyle kesiştiği noktanın devleti olarak Türkiye’nin kabul edilmesi gerekmektedir. Trakya bölgesinin de Balkan yarımadasının bir parçası  olarak öne çıktığı ve Asya kıtası ile Avrupa kıtasının kesişme noktasında Kuvayı Milliye hareketinin örgütlendiği görülmektedir. Var olmak için yola çıkarak mücadele eden Türkler, büyük imparatorluğu elden kaçırma noktasına gelince, geride kalan toprakların en merkezi yeri olan Trakya-Anadolu hattı üzerinde yeni ulusal vatanı inşa etme yoluna gidilmiştir. Türk ve Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeleri yeni bir vatan olarak bir araya getiren Misak’ı Milli belgesi, yeni Türk devletinin dayanak noktasıdır. Ülke unsuru açısından Türk devleti iki yarımada arasında kurulan bir köprü devleti olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, Türkiye toprakları aynı zamanda Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği kesişme noktasındaki merkezi devlet olarak da görülmektedir. Osmanlı imparatorluğu gene hem merkezdeki devlet hem de üç yarımada devleti olarak Anadolu, Balkan ve Arap yarımadalarının bir araya gelmesinden oluşan merkezi topraklar olarak da görülebilir. Bu yapısı ile Osmanlı imparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de öncelikle bir jeopolitik devlettir. Üç kıtanın kesişme noktası kıtalar arası hareketlilik içinde her zaman için sarsılarak bozulabilir. Zaten türlü siyasal rüzgârın estiği bu coğrafya da siyasal istikrarın sağlanması son derece zor olmaktadır.

                Devletin ülke unsurunun üç kıtanın birleşme noktasında olması yüzünden tarih boyunca birçok benzeri olay ve gelişmelerle karşı karşıya kalınmıştır. İstanbul her dönemde üç kıta üzerinden işgale kalkışılmış ama ancak on beşinci yüzyılda Macaristan üzerinden gelen dış destekli silah yardımı sayesinde fethedilebilmiştir. Daha önceleri Abbasi imparatoru Harun Reşit İstanbul’a kadar gelmiş ama bu büyük şehri alamamıştır. İran’ın egemen gücü olan Persler Anadolu yarımadasını bütünüyle işgal etmelerine rağmen, Ege denizini geçerek Balkanlar’a çıkamamış ve bu yüzden de geri dönmek zorunda kalmışlardır. Selçuklular çok istemelerine rağmen İstanbul’u alamayarak yıkılmışlardır. Ruslar tarih boyunca her fırsatta İstanbul’a gelmişler ama en sonunda Yeşilköy üzerinden geri dönmek durumunda kalmışlardır. Avrupalılar on iki Haçlı seferi düzenlemelerine rağmen gene İstanbul’u fethedemeyerek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Sadece İstanbul’un bu bölgedeki konumu bile bu kesişme noktasında kurulmuş olan ulus devletin ülke unsuru açısından son derece kaypak bir zemin üzerinde  kurulduğunu  göstermektedir. Yüzyılların imparatorluk merkezi olan bu büyük kentin yeni dönemde bir ulus devlet kenti olarak, küçük Asya adı verilen Anadolu yarımadasının tam ortasında yeniden kurulan başkent Ankara’ya bağlanması ile, sorunun geride bırakılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Kendisi de bir Balkan göçmeni olan Mustafa Kemal Atatürk, Asya toprakları üzerinde yeni bir ulus devlet kurarken, Avrupa merkezli ulus devletlerin ortaya çıkış durumuna ve bunların uluslaşma süreci içinde sahip oldukları ulusal değerler ile özelliklere dikkat ederek, benzeri bir ulus devleti, Balkan yarımadası üzerinden Anadolu bölgesi ile yakınlaştırmaya çalışmıştır. Böylece yeni kurulan Türk devleti bir Avrupa tipi ulus devlet olarak kurucuları tarafından oluşturulmuştur. İş bu noktaya gelince o zaman bugünün bütün Avrupa devletlerinin dayanak noktası olan Fransız devriminin, aynı zamanda Kemalist Türk devriminin de ortak bir çıkış noktası olduğu anlaşılmaktadır. Fransız devriminin ana ilkelerinin Avrupa tipi ulus devletin özellikleri olarak Kemalist devrim aracılığı ile Anadolu’ya taşınması da Türkiye’de Fransız etkisini artırırken, Asya toprakları üzerinde bir Avrupa devletinin çağdaş bir ulusal devlet olarak kurulmasına katkı sağlamıştır.

                Fransız devriminin üç ana ilkesi olan cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkelerinin hem Atatürk hem de cumhuriyetin temel ilkeleri olarak benimsenmesi ve daha sonra da bunların T.C. anayasasına alınarak cumhuriyet devleti ile siyasal rejiminin temel direkleri olarak kabul edilmesi, yeni Türk devletinin kimliğinin belirlenmesi aşamasında atılan en büyük adımlardan birisidir. Önce çağdaş uygarlık diyerek yola çıkan ulusal kurtuluşçular daha sonraki ikinci adımı atarken bu sefer de bugünün uygarlığını yaratan Fransız devrimine yakın bir yol izlemeleri, Kemalistleri çağdaş uygarlık yolcuları haline getirmiştir. Avrupa merkezli çağdaş uygarlığın sağ ayağı Avrupa kıtası üzerinde tutulurken, bu uygarlığın karşısına karşıt bir ikinci güç yapılanması getiren Sovyet devrimine karşı da sırt çevrilmeyerek Kemalist devrimin sol ayağı da Asya kıtasının kuzey bölgesine yönelik olarak konuşlandırılmıştır. Batı blokunun Fransız devriminden cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleri alınırken aynı zamanda halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkelerinin sosyalist doğu devriminden yararlanılarak bir araya getirilmeleri ile birlikte, Türkiye Cumhuriyeti üç kıta arasında dünyanın sağını ve solunu bir araya getirerek tam anlamıyla merkezi bir sentez oluşturma yoluna gitmiştir. Bugünkü dünyanın yaratılmasında hegemon merkez olan batı bloku ile kapitalizm bir tez olarak devreye alınırken, Sovyet devrimine de benzeri bir yaklaşım geliştirilerek ve bunun anti tezi olarak sosyalizm de devreye alınarak, dünyanın ortasında kurulmakta olan merkezi sentez devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, doğu-batı ya da kapitalizm-sosyalizm sentezine doğru bir açılım yaptığı göze çarpmaktadır. Kapitalizmin merkezi olan Avrupa ile sosyalizmin merkezi olan Asya kıtasının tam ortasında kurulmakta olan merkezi devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, kıtalardan aldığı destek ile bir bölgesel sentez aramak durumunda kaldığı söylenebilir. Bu noktada batıdan gelen kapitalizm tez olarak benimsenirken, doğudaki sosyalizm bir karşıt görüş olarak antitez biçiminde değerlendirilerek her iki dünyanın ideolojileri arasında yeni bir sentez ana ilkeler üzerinden benimsenirken, Kemalizm doğu ve batı devrimlerinin hem uzantısı hem de merkezdeki ulusal bir sentezi olmuştur.


                Jeopolitik olarak merkezi bir alanda imparatorluk sonrası bir aşamada, çağdaş bir ulus devletin kuruluşu sırasında doğu ve batı devrimleri bir araya getirilerek, merkezi bir sentez arayışı hem devletin hem de bunun uzantısı olan siyasal rejimin içeriğinin ve modelinin sentezci bir yaklaşım çerçevesinde, özgün bir merkezi model ile gerçekleştirilmeye çalışıldığı ortaya çıkmaktadır.  Kurucu önder Atatürk böylesine bir merkezi sentez arayan çalışmalarını cumhurbaşkanlığının hem başlangıç hem de sona eriş dönemlerinde iki kez yapmaya çalışmıştır. Milli mücadelenin esas hedefini ve içeriğini kurtuluş savaşı sırasında belirleyen Atatürk, daha sonraki aşamalarda önce savaşı kazanmaya çalışmış, daha sonra devleti özgün bir model üzerine kurmuş ve en sonunda da yaptığı çalışmaları ve kurduğu siyasal yapıyı geleceğe dönük bir merkezi senteze dönüştürürken, Kemalizm doğu ve batı uygarlıklarının bir uzantısı olarak öne çıkmış ve zamanla dünyanın tam ortasında bir merkezi Türk devleti sentezine doğru bir açılım gerçekleştirilmiştir. Merkezi sentez devleti oluşturulurken, Asya ve Avrupa ülkelerindeki devlet modelleri yakından ele alınarak incelenmiş ama Anadolu’nun güney bölgelerinden gelen İslam dininin etkileri de dikkate alınmak zorunda kalınmıştır. Arap yarımadasında ortaya çıkan ve daha sonraki dönemlerde eski Osmanlı toprakları olan bütün orta dünya bölgeleri üzerinde yaygınlık kazanan İslam dini, Hristiyan batı dünyasına karşı gelişmeler gösterirken aynı anda Atatürk cumhuriyetinin özel bir yapılanma modeli olarak ortaya çıkmasında da fazlasıyla etkili olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Avrupa tipi laik bir ulus devlet olarak kurulurken, Atatürk ilk defa bir özgün girişimde bulunarak, laik devlet ve Müslüman millet birlikteliğini geleceğe yönelik bir sentezci yaklaşım aracılığı ile Misakı Milli sınırları içerisinde bütünleştirmeye çaba göstermiştir. Avrupa’nın Hristiyan devletlerinde laiklik ile dinsel yapılanmaların birlikte var olabilmesi gibi çağdaş bir modeli Atatürk İslam dünyasına da getirerek uygulamak istemiştir. Bir anlamda çağdaş uygarlığın batıdan doğuya doğru ve dünyanın merkezi toprakları üzerine taşınması ile, Avrupa ülkelerindeki dinsel toplum ve laik devlet birlikteliği, bir ortak yaşam düzeni olarak Avrupa’nın yanındaki Avrasya bölgesine de Kemalizm aracılığı ile taşınmaya çalışılmıştır.

                Kemalist devlet üç dünya arasındaki bir merkezi model olarak tarih sahnesine çıkarken, bu bölgeyi çevreleyen, kapitalist, sosyalist ve İslamcı üç ayrı dünyanın var olması nedeniyle Kemalizm bir anlamda üç ayrı dünya ile çevrelenmiş olan orta dünyadaki merkezi sentez olmuştur. Fransız ve Sovyet devrimlerinin bir araya getirilerek ortak ve sentezci bir yeni düzen oluşturulurken, Orta Doğu ülkelerinde yaşayan milyonlarca insanın Müslüman olması Atatürk ve arkadaşlarını etki altına almış ve bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı öncelikle kurularak ve laik devlet düzeninde Müslüman millete Kemalist devlet düzeniyle kucak açılarak, geleceğe yönelen koruyucu bir şemsiye düzeni oluşturulmaya çalışılmıştır. İleriye dönük yeni bir kamusal düzen oluşumu Türkiye Cumhuriyeti aracılığı ile   barış içinde birlikte yaşam çerçevesi içine alınmak istenmiştir. Atatürk böylece Anadolu yarımadasını çevreleyen Müslüman topluluklara sırtını dönmeyerek ve bu ikinci büyük dinin içine girmiş olan Türkiye halkının dinsel gereksinimleri doğrultusunda hareket ederek, dünyanın tam ortasında kurulmakta olan Türk Cumhuriyeti’ni yeni bir sentez ile oluşturmaya her yönü ile dikkat etmiştir. Böylece Atatürk merkezi alanda bir sentezci yaklaşım ile bölgesel bir modele giderken, doğu-batı ya da kapitalist-sosyalist sentezler yönünde bir oluşumu yaratmaya dikkat etmiştir. Bu noktada Atatürk ülkenin güney bölgesinde uzanıp gitmekte olan İslam dünyasını da yeni devlet modeli içinde dikkate alarak gerçekçi bir politik tutum izlemiştir. Ülkenin güney sınırları boyunca uzanıp gitmekte olan İslam ülkelerinin, Balkanlar ve Karadeniz kıyılarında yer alan Hristiyan ülkeleri ile birlikte aynı komşuluk tavrı içinde değerlendirilmesi, Avrupa ile Asya kıtaları arasında kurulmakta olan çağdaş bir laik siyasal rejimin iki büyük din arasında denge kurarak merkezi alanda yeni bir barış düzeni arayışının yansıması olarak kabul edilebilir. Osmanlı tarihinin sürekli olarak Hristiyan komşu devletlerle savaş içinde geçmesi hatırlandığı zaman, böylesine bir barış ortamı arayışının ne kadar haklı bir yaklaşım olarak gündeme geldiği görülebilmektedir. Hristiyan ülkelerdeki laiklik düzeninin Müslüman ülkelere de Türkiye üzerinden taşınmaya çalışılması, Atatürk Türkiye’sinin özgünlüğüdür.

                Avrupa kıtasının yanında bu kıtanın yapılanmasına uygun düşen bir ulus devlet kuran Atatürk’ün, cumhurbaşkanlığının son döneminde Çankaya köşküne çekilerek kendi kurduğu siyasal yapılanmayı sistemleştirmeye çalışması, yirmi yıllık yöneticiliğin bir uzantısı olarak ele alınarak değerlendirildiği zaman, Atatürk’ün Türk ve İslam dünyası için model olabilecek farklı bir devlet anlayışı içinde hareket ettiği görülmektedir. Yeni siyasal rejimin bir ulus devlet olmasına önem verildiği için ve bu doğrultuda milliyetçilik ilkesinin temel bir prensip olarak anayasaya taşındığı görülebilmektedir. Ne var ki, Atatürk Türklerin ismi temel alınarak bir ulus devlet kurulmasına yakın durmayan bazı toplum kesimlerinin, sürekli olarak ülkenin çeşitli bölgelerinde isyan ya da ayaklanma gibi siyasal anlamda farklı duruşa geçmelerine karşı önlem almaya çalışmıştır. Misakı Milli sınırları içinde Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan bütün Türk vatandaşlarını da kapsayacak bir doğrultuda, milliyetçilik ilkesinin yanına halkçılık ilkesini de getirerek, kurmuş olduğu ulus devleti aynı zamanda halkçı cumhuriyet anlayışı ile bütünleştirmeye dikkat etmiştir. Devletin kuruluşu aşamasında Türk Ocaklarını esas alarak ve Türkçülük anlayışını öne çıkararak hareket eden Atatürk, doğu Anadolu isyanları ile karşı karşıya kaldığı yeni aşamada, bu kez ülkenin bölünmesini önlemek ve devletin içinden bir başka devlet çıkışına izin vermemek üzere, halkçılık ilkesini gündeme getirerek, cumhuriyetin altı temel ilkesinden birisi olarak anayasa değişikliği üzerinden Kemalist devletin dayandığı temel anlayışın bir parçası haline getirmiştir. Atatürk yaşamının son yıllarında kurmuş olduğu devletin geleceğe yönelik çizgide sistematize edilmesine çalışırken, ulus devletin milliyetçilik ilkesine uzak duran halk kesimlerinin üniter devlet modelinden uzaklaşmasını önleyebilmek üzere aynı zamanda halkçılık anlayışını öne çıkararak, sonradan ilan edilen cumhuriyetin halkçı bir öze kavuşturulması için çaba göstermiş ve bu doğrultuda Halkevlerini açarak  ulus devlet ile halkçı cumhuriyet anlayışlarının Türkiye’nin özel koşulları altında bir araya getirilmesi için  ulusal  sentezci girişimlerde bulunmuştur.

                Avrupa’daki  milliyetçilik cereyanlarının nasıl ulus devletleri parçalanmaya götürdüğünü gören ve bu doğrultuda kendi kurduğu ulus devletin de dışarıdan yönlendirilen ayaklanma ve isyan hareketleriyle aynı doğrultuda yıkıma doğru sürüklenmek istendiğini yerinde gören Atatürk, böylesine olumsuz bir gelişme ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dağıtılmasını önleyebilmek üzere, yeni anayasal düzenleme içine halkçılık ilkesini de alarak ve bu prensibin Sovyetler Birliği içindeki yerini  inceleyerek ve Halkevleri gibi yaygın bir kitle örgütü üzerinden  halk eğitimini esas alan ve halkçı eğitim yöntemleri ile halkçı bir cumhuriyet oluşturulmasında Rusya örneğinden yararlanmıştır. Avrupa ülkelerinin parçalanma sinyalleri verdiği bir aşamada, Rusya’nın kendisine bölgesel bir yapılanma üzerinden bağlamış olduğu ulusları ve etnik kökenli halk gruplarını nasıl bir arada tutabildiğini incelemeye çaba gösteren Atatürk, Halkevleri atılımı ile vatandaşa kucak açıldığını ve hiçbir etnik ya da dinsel alt kimlik ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bölünemeyeceğini, çeşitli konuşmalarında dile getirmekten çekinmemiştir. Avrupa ülkeleri mikro milliyetçi hareketler ile bölünme tehdidi altında yaşarken, Rusya’nın ideolojik bir devrimi başararak sosyalist sistem içinde kendisine bağlı olan bütün halk topluluklarını ve ülkeleri anayasal bir eşitlik düzeni içinde tutabilmesi, halkçılık anlayışı çerçevesinde  başarıya ulaştırılmış bir yaklaşım olarak görüldüğü için, Atatürk son dönem çalışmaları içinde Sovyet devrimini yakından inceleme fırsatı bularak ve halkçılık ilkesinin  birlik ve bütünlük sağlayan olumlu yansımalarını yerinde tespit ederek, milliyetçilik ilkesinin yanında ayrıca halkçılık anlayışına da yer vererek kurmuş olduğu siyasal parti ile birlikte, halkçılık anlayışının bütünüyle Halkevleri örgütlenmesi üzerinden tüm yurtta yaygınlık kazanması için uğraşmıştır. Halkevleri bu tür bir yaklaşımın temel örgütü olarak devlet tarafından desteklenirken, her türlü bölücü ve alt kimlikçi yaklaşımlara karşı modern bir halkçılık anlayışı ile devlet içi denge sağlanmaya çalışılmıştır. Halkevlerinin kuruluşu ile vatandaşlara ve toplumun her kesimine kucak açılması, ülkede tam anlamıyla bir toplumsal devrimin gerçekleştirilmesine aracı olmuştur. Yüzyıllarca köylere mahkûm olmuş bir toplumun içinden çağdaş bir ulus çıkartılmasında halkçılık etkili olmuştur.


                  Atatürk’ün devlet modeli yaşama geçirilirken Avrupa’daki ulus devletler yerinde incelenerek, yeni Türkiye’nin kurulması sağlanabilmiştir. Ne var ki, cihan savaşı sonrası ortamda Atatürk kurmuş olduğu devlet düzenini kurumlaştırmaya öncelik verirken, muhtemel bir ikinci dünya savaşının gündeme gelmesi tehlikesine karşı Rusya ile yakınlaşmaya çalışılmış ve bu çerçevede Rus modelinden yararlanılarak, saldırgan batı emperyalizmine karşı bir Avrasya dayanışması ile merkezi bölgedeki sentezci devlet modelinin güvenlik şemsiyesi altında, geleceğe doğru kurumlaşmasına öncelik verilmiştir. Türkiye’nin savaşa girmesi tehlikesine karşı Kemalist cumhuriyet gerekli olan önlemleri alırken, Rusya ile paslaşmanın arayışı içinde olmuştur. Atatürk kendi iktidarının son döneminde hem Sovyetler Birliğinin merkezi alana inmesini önlemek için komşuları ile bir bölgesel güvenlik antlaşmasına yönelmiş, böylece bölgede oluşturulacak barış ortamı içinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin savaş döneminde yıkılmasının önüne geçmeye çalışmıştır. Böylece merkezdeki doğu-batı sentezi yapılanmasının korunabilmesinin mümkün olabileceği düşünülmüştür. Devletin kuruluş döneminde oluşturulan devlet modelleri arasındaki siyasal sentezin devamlı olabilmesi ve bu sentezin savaş koşullarında bozulmadan korunabilmesi için, kurucu önder Atatürk yaşamının son yıllarında Çankaya köşküne çekilerek bu doğrultudaki çalışmalarını sistematik bir bütüne kavuşturmaya çalışmıştır.  Onun böylesine dikkatli ve tedbirli yaklaşımları sayesinde Türkiye Cumhuriyeti kendi modeli içinde kurumlaşarak yüzüncü yılına kadar gelebilmiştir. Rusya’yı büyük devlet yapan halkçılık siyasetinin, bir ulus devlet yapılanması çerçevesinde ele alınması, kendiliğinden bir ulus devlet ve halkçı cumhuriyet sentezinin gerçekleştirilmesi açısından yararlı olmuştur. Avrupa ulus devletleri kendi içlerindeki mikro milliyetçilik akımlarının dağılmasına doğru sürüklenirken, Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir cumhuriyetçilik anlayışı ile bu tür çekişmelerin kopma ya da dağılmaya gitmesini önleyebilmiştir. Halkçılık açılımları ile Türkiye kuzeydeki sosyalist sistemi anlamaya çalışırken, Rus yönetiminin uyguladığı devlet halkçılığı yöntemi ile bölücü olabilecek milliyetçi hareketlerin nasıl önüne geçilebildiği, Atatürk ve arkadaşlarının ele alarak incelediği başlıca konulardan birisi olmuştur.

                Atatürk’ün merkezi alanda kurduğu Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru gelirken, sahip olduğu merkezi sentez modeli ile, diğer ulus devletlerden ayrılmaktadır. Üzerinde kurulu bulunduğu jeopolitik coğrafyanın getirdiği faktörlerin birlikte ele alınmasıyla, geleceğin dünyasında da varlığını koruyabilecek bir durumdadır. Küresel emperyalizmin bütün ulus devletlere bölücülük üzerinden dayattığı dağılma ve çöküş senaryolarına karşı, Türk devleti Atatürk’ten gelen birikim ile karşı koymuştur. Ulus devletler çağında Atatürk Türk ulusuna tam bağımsız bir düzen kurmak için çalışırken, aynı zamanda merkezi alanın koşulları içinde her zaman bir siyasal sentez arayışında olmuştur. Atatürk’ün kendi yaklaşımları çerçevesinde gerçekleştirdiği sentezci yaklaşım, devletin kuruluşunda farklı yaklaşımları bir araya getirebildiği gibi, aynı zamanda karma bir model yaratarak merkezi alandaki siyasal gelişmelere karşı da bir çözüm olabilmiştir. Tüm sentez açılımlarının farklı unsurların bir araya getirilmesiyle mümkün olabilmesi nedeniyle, Kemalist sentez yaklaşımı da bölgedeki gelişmelere bakarak devlet içi dengelerin zamanında izlenerek devreye sokulmasını gerekli kılmıştır. Farklı etnik ve dinsel kökenlere dayanan siyasal hareketler merkezi alanda kendi devletlerini kurmak için çaba gösterirlerken, emperyalist devletler ulus devletleri ortadan kaldırmak için bu gibi farklı girişimleri destekleyerek dağılma ve dağıtma girişimlerini sistemli bir biçimde yürütürken, Atatürk’ün merkezi senteze dayanan ulus devleti halkçı cumhuriyet rejiminin getirdiği dayanışma ortamını koruyarak ve güçlendirerek, Kemalist devletin varlığının korunabilmesi sağlanmıştır. Çağ değişimi sürecinde dünyanın nereye doğru gittiği sorunu araştırılarak, geleceğin okunabilmesi mümkün olabilecek noktaya geldiğinde, Atatürk’ün merkezci senteze dayanan halkçı ulus devletinin her türlü güvenlik sorununu geride bırakılabilecektir. Emperyalist plan ve programlara alet olan ve bunlara aracılık yaparak var olan devlet düzenlerinin çökertilme operasyonlarına karşı, gene Kemalist kadroların taşıdığı direnme gücü ile karşı konulabilecektir. Bu çerçevede, yeni dünya düzeni oluşturma girişimlerinin getirdiği çıkmazlara karşı durarak, yeni bir ulusal mücadele gerekmektedir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN