29 Ağustos 2021 Pazar

NE YENİ OSMANLICILIK NE DE NEO KEMALİZM - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 NE YENİ OSMANLICILIK NE DE NEO KEMALİZM   

                Yirmi birinci yüzyılda dünya sürekli dönerek bir yerlere doğru giderken, yeryüzünün üzerinde yaşamını sürdürmeye çalışan insanlık da bu doğrultuda kendine yeni bir dünya düzeni kurmaya çaba göstermektedir. Bu doğrultuda, bütün devletler dünya haritasındaki yerlerine bakarak değişen koşullar çerçevesinde var oldukları jeopolitik konumu daha da güçlendirmeye yönelirlerken, her devlet önce kendi ülkesinde, daha sonra içinde bulunduğu bölge üzerinde ve de uluslararası konjonktürün dönüşümü içinde kendilerine daha güçlü bir yer edinmeye çalışmaktadırlar. Her devlet kendi yapısını düzelterek reformlar aracılığı ile daha güçlü bir konuma ulaşabilmek için uğraşırken, dünya haritası üzerinde bulunan diğer devletler de benzeri mücadelelere kalkışarak devletlerarası yarışı öne geçerek kazanabilmenin yollarını aramaktadırlar. Bu doğrultuda her devlet yeni bir yapılanma modeli geliştirirken, diğer devletlerden ve komşu ülkelerden farklı bir plan ya da program ile dünya kamuoyunun önüne çıkmakta ve kendisini yenileme doğrultusundaki hazırlıklarını uygulama alanına getirerek, rakip devletler önünde yeni dönemin koşullarına uygun bir biçimde yenilenen dünya düzeni içinde, hak ettikleri yerlerini alabilmenin kavgasını vermektedirler. Hiçbir devlet yok olmayı ya da haritadan silinmeyi kabul etmeyeceği için, hepsi var olabilmenin ve sonsuza kadar varlığını sürdürebilmenin arayışı içinde kendi mücadelelerini sürdürmektedirler. Bugünün dünyasında geçmişten gelerek önümüze çıkan bu devletlerarası rekabet ve daha güçlü olma yarışı, geleceğe doğru sonu belli olmayan bir süreç ile insanlık alemini karşı karşıya getirmektedir.

                Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru emin adımlarla yoluna devam ederken değişen koşullarda önce var olabilmenin, daha sonra da daha güçlenerek harita üzerindeki jeopolitik konumunu daha da kuvvetlendirebilmenin çabası içinde olmuştur. İki kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle birlikte yer küre tek merkezli bir dünya arayışı içine girmesine rağmen, bu doğrultuda ciddi bir sonuç alınamamıştır. Her türlü emperyal plan ve programa rağmen tek merkezli bir dünya düzeni gerçekleştirilememiş, siyasal dönüşüm bu çizginin tamamen tersi bir yönde çok merkezli bir dünya düzenine yönelik bir çizgide gelişmeye başlamıştır. İki kutuplu dünya düzeni çökerken, doğu bloku içinde var olan geri kalmış ülkeler darmadağın olurken, batı bloku içindeki devletler uluslararası kuruluşlar üzerinden birlik ve beraberliklerini koruyarak yola devam edebilmenin arayışı içinde olmuşlardır. İki büyük dünya savaşı sonrası dönemde varlığını koruyan batı bloku, geçmişten gelen hak ve özgürlükler arayışı içinde dünyanın batı merkezli yeni bir düzene doğru yönlendirilmesine daha yakın durarak tek kutuplu dünya çalışmalarını geliştirmek istemiştir. Ne var ki, batı dünyasının içinde yer alan büyük devletler zamanla kendi içlerinde siyasal çekişmelere sürüklendiklerinden dolayı, ABD öncülüğünde bir tek merkezli yeni dünya düzeni kurulamamıştır. Batının önde gelen büyük devletleri eski güçlerinden aldıkları destek ile, yeni dünya düzeni içinde daha güçlü olabilmeye heveslenirken, diğer devletlerin kendileri için geliştirdikleri yeni ülkesel, bölgesel ve küresel projeler çarpışmaya başlamıştır. Beş kıta üzerine kurulu bulunan dünya coğrafyasında yer alan bütün bölgeler bu doğrultuda, büyük devletlerin bölgeselleşme planları ile karşılaşmıştır. Büyük devletlerin kendi bölgelerine yönelik hegemonya girişimleri her bölge için yeniden yapılanma arayışlarını getirmiştir. Coğrafi bölgeler için planlar geliştirilirken, tüm bölgeleri içine alacak yeni bir dünya düzeni girişimi de uluslararası alanda gelişerek bugüne kadar gelmiştir. Böylesine çift yönlü bir süreç yaşanırken, dünya hem bölgesel hem de küresel projeler ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Yeni bir yüzyılın ilk yılları geride kalırken, insanlık küresel ve bölgesel planlar üzerinde halen bir anlaşma sağlayamamıştır. Ortak bir rıza üzerinden ilkesel anlaşma olmayınca, halen bu tür çekişmeler devam etmektedir.

                Her türlü siyasal çekişme ve çatışmaları ile dünya yoluna bugün devam ederken, büyük devletlerin ve küresel merkezlerin yeni yeni bazı düşünce ve projeleri gündeme alarak, yeni projeler için bir gerçekleşme ortamı oluşturmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Böylesine bir durumda küçük ve orta boy devletler kendi varlıklarını korumaya çalışırken, büyük devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde emperyalist baskılar kurmakta ve bu doğrultuda yönlendirmeler gündeme getirmektedirler Büyük ülkeler sahip oldukları ekonomik gücü sermaye birikimleriyle destekleyerek, kendi çıkarları çizgisinde bir yeni yapılanma ortaya çıkarmak istemektedirler. Bu süreçte Türkiye’de bir devlet olarak benzeri durumlarla karşılaşmakta ve bu nedenle de dışarıdan emperyal merkezlerin geliştirdiği politik dayatmalara karşı çıkan bir tepki kendiliğinden toplumun içinde gelişmektedir. Emperyalist plan ve projeler Türkiye’nin varlığını ve devlet modelini tehdit ettiği bu aşamada, diğer devletler gibi Türkiye Cumhuriyeti de hem kendisini tehditlere karşı korumak hem de kendisinin merkezinde yer aldığı siyasal yapı ve devletin kuruluş modelinden gelen yansımalar doğrultusunda, içinde bulunduğu bölgenin özelliklerine uygun olacak bir biçimlenme dönemine girmektedir. Dünyanın merkezi coğrafyasının yeniden yapılandırılması, Türkiye’nin de değişimini gündeme getirdiği için bu noktada iç ve dış yeni senaryoların belirli projeler olarak öne çıkartıldığı göze çarpmaktadır. Türkiye içinde bulunduğu bölge için kendisinin merkezinde yer aldığı ve kuruluş modeline uygun bir güçlenme sağlayacak bazı projeleri bir anlamda varlığını güvence altına alacak yedek B planları biçiminde gündeme getirirken, dünyayı sömürgeleştirmiş olan batının emperyal merkezlerinden böylesine bir dönüşümü önlemek üzere, farklı plan ve projelerin zamanla ortaya çıkarılarak Türk milletine ve devletine dışarıdan dayatmalarla gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır.

                Bölgede geçmişte yedi asırlık bir zaman dilimi içinde var olan Osmanlı İmparatorluğu yapısını esas alan yaklaşımlar, Yeni Osmanlıcılık olarak benimsetilmeye çalışılırken merkezi coğrafyanın geleceğe dönük yeniden biçimlenmesi ancak Osmanlı dönemindeki koşullara uygun bir yapılanma ile mümkün olabileceği dile getirilmektedir. Küreselleşme döneminde fazlasıyla ortaya çıkan çeşitli sorunların önlenebilmesi için, Yeni Osmanlıcılık akımının çözüm olabileceği bazı batı ülkeleri ve de bölgedeki İslam ülkeleri aracılığı ile dile getirilerek, merkezi alandaki yeni yapılanmanın bu doğrultuda ele alınması gerektiği savunulmaktadır. Batılı siyaset bilimciler ya da sosyologlar bu tür yaklaşımlar geliştirirken geçmişten alınan dersleri dile getirerek, Türk kamuoyunu bu doğrultuda biçimlendirebilmenin çabalarını göstermektedirler. Fransız asıllı siyaset sosyoloğu François Georgeon, Türkiye’nin içine sürüklendiği çıkmazdan ancak önümüzdeki dönemde Yeni Osmanlıcılık siyasetine yönelerek çıkabileceğini ifade ederken, Osmanlı döneminden geride kalan çok önemli özelliklerin ve koşulların merkezi alanda hala etkilerini sürdürdüğünü, bu yüzden de Osmanlı döneminden gelen siyasal birikimi dikkate almadan merkezi bölgede yapılabilecek değişikliklerin eksik kalabileceğini ifade etmiştir. Üç kıta arasında üç yarımada üzerinde kurulu bulunan Osmanlı imparatorluğunun kendine özgü bir uygarlık geliştirdiğini, bu nedenle de Orta Doğu’da yeni bir uygarlık arayışına girildiği bir aşamada, bu bölgede Yeniden Osmanlıcılık akımının önem kazandığını ifade etmektedir. Bugünkü Türkiye’nin yüz yıl önce ortaya çıkmasına neden olan değişimin biçimlenmesinde, Yeni Osmanlıcılık akımının geçmişin birikiminin bugünlere yansıması açısından önem taşıdığı, Georgeon ve benzeri bilim adamları  tarafından bugün tekrar tartışma alanına getirilmektedir. Fransız bilim adamı bu konudaki düşüncelerini açıklarken, Türk modernleşmesinin arkasında Osmanlı döneminde yapılan yeniliklerin önemli ölçüde etkili olduğunu vurgulayarak bugüne bakışlar yapmaktadır. Osmanlı imparatorluğu ve Türk devletinin aynı coğrafyada kurulduğunu, bu nedenle aynı jeopolitik konumun her iki devlet yapısı içinde benzer yansımalar yaratarak, aynı çizgide bir yapılanmanın ortaya çıkmasında Osmanlı ve Türk modernleşme hareketlerinin birbirini etkileyerek zamanla bir siyasal ve kültürel sentezin gündeme geldiğini vurgulamıştır. Bu açıdan Georgeon aslında Türk devletinin Osmanlı imparatorluğunun devamı olarak Türk imparatorluğu olduğunu ve değişen koşullar yüzünden Osmanlı döneminden Türk dönemine geçildiğini açıkça dile getirmiştir.

                Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu sırasında bir ulus devlet olma iddiası ile yeni bir devletin kurulduğunu, ama iki devlet üzerine kapsamlı çalışmalar yapıldığı zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulu bulunduğu topraklar üzerinde eski Osmanlı döneminden kalma merkezi konumunu koruduğu gibi bir görüşün geçerli olduğunu, bu nedenle Türk devleti döneminde ülkenin Osmanlı geçmişi inkar edilemeyerek Yeni Osmanlıcılık başlığı altında Osmanlı döneminde gelme siyasal ve kültürel birikimin değerlendirilmesi gerektiğini François Georgeon bugünün koşullarında dile getirmektedir.  Hazar bölgesinden gelen göçlerle ABD’de bir Hazar lobisi oluşturan siyasal yapılanmanın, Türkiye’deki örgütlenmesi içinde öne çıkan bir televizyon kanalına her ay bir Avrupalı bilim adamını davet ederek Türkiye’nin İslamcı bloka doğru sürüklenmesini önlemeye çalışan bu lobi Avrupa ve Asya kıtaları arasındaki köprü konumunu dikkate alan önemli siyasal programlar yapmaktadırlar. Amerika merkezli küresel güçlerin baskılarıyla ılımlı İslam politikalarına yönlendirilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, İslam dünyasının tam ortalarındaki konumu ile laik devlet olma kimliğini korumak için, ilgili kesimin basın ve medya organları yoğun çalışmalar yaparken, Hazar lobisinin Avrupalı düşünürleri ve kendi alanında otorite olmuş bilim adamlarını kullanarak, Türk kamuoyunu etkilemeye çalıştığı açıkça görülmektedir. İkinci dünya savaşı sonrasında ABD etkisi altına girmiş olan Türkiye’nin Müslüman toplum tabanı ile laik devletini birlikte yaşatabilmek çabalarına katkı sağlamak doğrultusunda Hazar lobisinin Avrupa birikimini Türk toplumuna yansıtarak, kendi açısından bir denge sağlama çabası içinde olduğu görülmektedir. Hazar kökenlilerinin çıkış noktaları Hazar bölgesi olduğu için, tümüyle Avrupa ya da Orta Doğu çıkışlı yeni yapılanma çalışmalarına bu kesim karşı çıkarak geleceğin dünyasında, Hazar bölgesinden gelen siyasal birikimin de dikkate alınarak eski dengelerin korunması gerektiğini medya aracılığı ile dile getirmektedirler. ABD-İsrail çizgisinde baskı altına alınmış olan bir toplumda, geleceğe dönük Hazar mirasının da dikkate alınmasını, Avrupalı bilim adamlarını kendi medya organlarında konuk eden kuzeydeki lobi uzaktan yönlendirmektedir.

                Yeni dönemde bir Avrasya oluşumu ile karşı karşıya gelen Türkiye Cumhuriyeti, bölge nüfus yapısının büyük oranda Türk devletlerinin Türki kökenli halk tabanları ile  meydana gelmesi nedeniyle Türkçülük akımlarına önem vermesi gerekirken, ABD ve İsrail destekli bir ılımlı İslam projesi doğrultusunda, Türkiye’nin  Türk devletini yöneten son dönem iktidarları sürekli olarak sırtlarını Türk dünyasına dönerek ve ılımlı İslam’ın gerekleri doğrultusunda Orta Doğu bölgesine odaklanarak , Türk dünyasından uzakta kalarak, yeni dönemin siyasetleri Türkiye’de gündeme getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği sonrasında açıklığa kavuşan Türk dünyasına yönelmesi gerekirken, İslam coğrafyası ortasında laik devlet yapısı ile ılımlı İslam’a yöneltilen bir merkezi devlet olarak ABD ve İsrail ikilisi tarafından kullanılmaya çalışılması, Türk devletini önemli handikaplarla karşı karşıya getirmiştir.  Bağımsızlığına kavuşmuş bir Türk dünyasının yanı başında yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk dünyası ile kucaklaşacağına, İslam dünyası ile yakınlaştırılmaya çalışılması, İsrail’in ABD’ye kabul ettirdiği Ilımlı İslam politikasının yarattığı çelişkiler olarak öne çıkmıştır. Türkiye’deki ılımlı İslam iktidarı İslam dünyasına yakınlaştıkça, Türk dünyasından uzaklaşmış ve devletin kuruluş aşamasında kimliği olarak belirlenen Türklük olgusundan çok uzakta kalarak, kimliksiz bir merkezi devlet konumuyla İslamcı politikalar üzerinden orta dünyada tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi, Orta Doğu Birleşik Devletleri oluşumuna doğru, gelecekte  parçalanacak  komşu devletlerden  ortaya çıkacak küçük eyalet devletleriyle, bölgesel federasyon oluşumuna gidilirken Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu milli kimliği ile Türk dünyası ile kucaklaşması önlenmekte, bölgedeki İsrail’in  kurulmasıyla başlamış olan  federasyon projelerine Türkiye’nin alet olması, ABD baskılarıyla birlikte sonuçlandırılmaya çalışılmaktadır. Böylece milli kimliği Türk olan bir Türk devletinin, doğu komşuları olarak öne çıkmış olan Türk dünyası ile bütünleşmesi önlenmekte, İslam dünyasının tam ortasında başka bir din kimliği ile kurulmuş olan bu küçük devletin yalnızlığı, yapayalnız kurulmuş olan İsrail’in konumunu kurtarmak üzere, Türkiye kendisinin de parçalanmasına neden olacak yönde, Orta Doğu ‘da çok uluslu bir federasyon yapılanmasına doğru zorlanmaktadır.

                Sovyetler Birliği kurulurken engellenen Türk dünyasının birliği ve bütünlüğü oluşumu, bu birliğin dağılması sonrasında yeniden gündeme gelirken, Türkiye’nin önünün ABD-İsrail ikilisi ile birlikte Yahudi asıllı patronların kontrolü altındaki küresel şirketler tarafından kesildiği ve Türk dünyası ile Türk kimliği üzerinden bir bütünleşme sürecinin başlatılması gerekirken, ABD ve İsrail ikilisinin çıkarları doğrultusunda ılımlı İslam politikaları üzerinden Türkiye’nin laik devlet yapısı ile  katı İslamcı gidişe karşı, İsrail için bir şemsiye olarak kullanılmak üzere yeni dönemde  Orta Doğu federasyonu kurulmaya çalışılmıştır. Türk devletinin   çok uluslu bir Orta Doğu yapılanması için Irak ve Suriye savaşları aracılığı ile merkezi alana çekildiği görülmüştür. Küçük İsrail’i kurtaracak Büyük İsrail projesini gerçekleştirmek üzere, Türkiye kendisini de parçalayacak ve eyaletler üzerinden bölgesel federasyonunun içine çekecek, Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail isimli bölgesel federasyon projelerinin yönünde, Türk devleti gerçek kimliğinin içinde bulunduğu Türk dünyasına sırtını dönerek fazlasıyla uzaklaştırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Türk dünyasından uzaklaştıkça Türk devletinin kimliği fazlasıyla tartışılmaya başlanmış, devletin adında ya da kimliğinde “Türk” kavramı yokmuş gibi hareket edilmeye başlanmıştır. Kimileri alt kimlikleri hortlatarak Türklüğü ortadan kaldırmaya, bazıları da Türklüğü ezerek yok etmeye doğru yönelirken, Türkiye’nin ülkesi yabancı bölgesel federasyon planları doğrultusunda eyalet ve şehir devletlerinin içinde birlikte yer alacakları bir bölgesel federasyona doğru, küresel emperyalizmin hazırladığı yapısal değişiklikler çizgisinde yönlendirilmeye başlanmıştır. Merkezi alanda Türkiye ya da İran gibi ülkelerin kendi düzenlerini kurmaları engellenirken, bölge devletlerinin alt kimlikler aracılığı ile parçalanarak, ortaya çıkacak yeni eyalet devletleriyle ABD-İsrail ikilisinin yeni federasyon projesi kurulmaya çalışılmıştır. Böylesine bir bölgesel oluşum için, Türkiye Türk dünyasına uzak tutulmuş ve Avrupa Birliğine alınmamıştır.

                Birinci dünya savaşı sırasında yeni bir dünya düzeni kurulurken, Türk dünyası Rusya aracılığı ile Sovyetler Birliği’nin egemenliğine terk edilmiş ve Türk devleti batı dünyasının ileri karakolu haline getirilerek sosyalist sistemin sınır bekçisi konumunda kullanılmıştır. Türk devleti Türk dünyasından ayrı tutularak ve batı blokunun doğu kapısı konumuna getirilerek, merkezi alandaki siyasal dengelerde bir batılı güç konumunda kullanılmaya çalışılmıştır. Jeopolitik biliminin ortaya koyduğu veriler doğrultusunda Slavlar, Hintliler ve Çinliler’in büyük imparatorluk devletleri çatısı altında bir arada yaşamalarına izin verilirken, yeryüzü haritası üzerinde yaşamaya çalışan Türk topluluklarının ortak bir çatı altında bir Türk imparatorluğu statüsünde büyük bir birliktelik kurmalarına izin verilmemiştir. Muhtemel bir üçüncü dünya savaşı senaryosu doğrultusunda geliştirilen orta dünya  plan ve projelerinde büyük Türk Birliği  projesi belirsiz bir geleceğe doğru ertelenirken , ABD ve İsrail ikilisinin planları doğrultusunda Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projelerinin önü açılmış ama  Büyük Türkiye adını alacak bir Büyük Türk Birliği’nin önü doğu, güneydoğu ve de doğu Karadeniz bölgelerinde yer alacak farklı din ve etnik kimlikler üzerinden eyalet devletleri oluşturma projesi ile  kesilmeye çalışılmıştır. Türk Birliği önlenirken, ülkedeki milli potansiyel ve bunların örgütleri Yeni Osmanlıcılık düşünceleri ile oyalanmaya çalışılmıştır. Tarihte kalmış eski koşulların ürünü olan bir Osmanlı devletinin yeniden kurulacağı görüşleri ile merkezi coğrafyada Türkiye merkezli bir büyük birliktelik ya da Büyük Türk Birliğine giden yollar engellenmiştir. İkinci dünya savaşı sonrasında kurulan İsrail devletinin merkezi alana yerleşmesiyle, Türklük olgusu ve Türkçülük akımları durgunluk ortamına doğru kaydırılırken, bunların yerine Yeni Osmanlıcılık adı altında Osmanlı döneminden kalma özlemler siyaset sahnesinde bir amaç ya da hedef olarak ortaya konularak, Türklük çizgisinde geleceğe hazırlanması gereken Türk asıllı topluluklar, yeniden Osmanlıcılık hayallerine doğru yönlendirilmiştir. ABD ve İsrail ikilisi Yeni Osmanlıcılık kavramını kullanarak eskiden kalma Osmanlı ülkelerinin tamamını merkezi federasyon çatısı altında Büyük İsrail olarak bir araya getirebilmenin çabası içinde olmuşlardır. Bu doğrultuda Türkiye’yi İsrail’in de içinde yer aldığı eski Osmanlı ülkeleriyle birlikte ortak bir bölge devletine doğru zorlarlarken, Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk asıllı kavim ve boylardan geldiklerini unutmuşlardır.

                Rusya Federasyonu devlet başkanlığı  baş  danışmanı Aleksandr Dugin  geçenlerde yayımladığı makalesinde  bugünün gerçekleri karşısında  Yeni Osmanlıcılık akımını incelerken, günümüz  ılımlı İslamcı iktidarının eskiden Türk dünyasına fazlasıyla uzak dururken, bugünün koşullarında Afganistan sorununun öne çıkmasıyla birlikte  Türkiye Cumhuriyetinin önemli bir tavır değişikliğine giderek  yeni dönemde  Türk dünyasına yakın dururken , geçmişten gelen bir Yeni Osmanlıcılık politikasına yönelmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Soğuk savaş yıllarında batılı gizli servisler tarafında Sovyetler Birliğine karşı desteklenen Pan-Türkizm akımının, son dönemlerde Büyük İsrail projesi için yeniden canlandırılmaya çalışılan Yeni Osmanlıcılık girişimleri aracılığı ile eski hızını kaybettiği görülmektedir. Türk dünyası ile büyük bir birliğe gidebilecek Pan-Türkizm akımı ile Yeni -Osmanlıcılık akımı karşılaştırılırsa, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi etnik kimliklerin dışlanarak ikinci plana itildiği ama bunun yerine sürekli olarak Hristiyan Avrupa ile savaşarak canlı tutulan bir İslam kimliğinin, Yeni-Osmanlıcılık akımı aracılığı ile öne çıkarılarak Türk kimliği ve Türkçülük akımının devre dışı bırakılması olarak göze çarpmaktadır. Batı emperyalizmi Türkiye’yi sürekli olarak Rusya’ya karşı kullandığı için Türkçülük akımının yeniden canlandırılması girişimleri etkin olamayarak, siyasal gündemin gerisinde kalmıştır. Dugin son yazdığı makalesinde Batının eskisi gibi Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getiremeyeceğini, I5 Temmuz olayı ile de batının Türkiye’deki ılımlı İslam iktidarını hedef alarak yıkmak istemesi karşısında, Rusya’nın zaman zaman Türkiye’yi desteklediğini ifade etmektedir. Rusya’nın bu aşamada ABD emperyalizminin önünü keserek tek kutuplu faşist bir dünya düzeni oluşumunu engellemeye çalıştığını öne süren Dugin bir jeopolitik uzmanı olarak, Türkiye’nin artık Nato’cu politikalara son vermesi gerektiğini de önemle vurgulamıştır. Ona göre Türkiye yeni dönemde emperyalizm yapmamak için Yeni Osmanlıcılık ile Türk dünyasına ya da Orta Asya bölgesine gidemez. Yeni dönemde Müslüman kimlikli Yeni Osmanlıcılık değil ama Rusya’nın uyguladığı Rus Avrasyacılığı’na benzer bir biçimde Türk Avrasyacılığı’nın uygulanması gerekmektedir. Türkiye özel bir önemle değil ama diğer dünya ülkeleri ile ortak hareket ettiği gibi normal bir davranış içinde olursa, o zaman Türk devletleri ile daha yakın ilişkiler kurabilir. Rus emperyalizminin temsilcisi olan Dugin, Türkiye’nin emperyalizme yönelmemesini ve Rusya ile karşı karşıya gelmeden yeni bir Avrasya stratejisi izlemesi gerektiğini söyleyerek Rus emperyalizminin temsilciliğini sürdürmektedir.

                Georgeon isimli bilim adamı Türkiye’nin eski Osmanlı devletinin mirasçısı olarak büyük bir birikimi teslim aldığını ve bu nedenle Türkiye’nin bir ulus devlet değil ama bir ulus imparatorluğu olduğunu ileri sürmektedir. Rusya, Çin ve Hint yarımadasında olduğu gibi Anadolu yarımadasında da çeşitli halkların temsilcileri bir araya geldiği için Türkiye için de bir ulus imparatorluğu adının kullanılması söz konusu olabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Türk kimliğini esas alan bir ulus devlet olmasına karşılık, Osmanlı döneminden gelen birçok farklı kimlikte insanın aynı ülkede toplanması ile uluslaşma süreci tamamlanamamış ve bu yüzden de Türk devleti tam anlamıyla ulus devlet konumuna gelememiştir. Bütün dünyada küresel şirketler ulus devletlere karşı girişimleri örgütledikleri için ulus devletlerin hem uluslaşma süreçleri tamamlanamamış, hem de bu devletlerin güçlenmeleri küresel şirketler aracılığı ile ekonomi üzerinden önlenmiştir. Küreselleşme dönemi ile birlikte bütün ulus devletler bazı sosyal, ekonomik ve siyasal krizlere, sürüklenmiştir. Küresel ekonomilerin ulus devletleri sarsması yüzünden, birçok yoksul ülke vatandaşı yollara dökülerek zengin ülkelere doğru göç hareketine yönelince, ulus devletlerin ulusal bütünlükleri bozulmuş ve dışarı giden göçmenler hem kendi uluslarının bütünlüğünü bozmuşlar hem de gittikleri zengin ülkelerin ulusal toplum yapılarını da çok kültürlü yapılanmaya sürükleyerek, ulus devletlerin insan unsuru olan ulusal toplumları parçalamasına giden yolu açmışlardır. Afrika’nın yoksulları göç ederken kendi ulusal yapılarını bozdukları gibi aynı zamanda Avrupa’nın ulus devletlerini de tehdit ederek çağdaş ulus devlet modelinin ortadan kalkmasına yardımcı olmaktadırlar. Balkan ve Kafkas bölgelerinde yaşanan azınlık sorunları tarihsel süreç içinde Türk dünyası ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal bütünlüğünü fazlasıyla bozarak, ülke birliğini tehdit etmiştir.

                Yeni Osmanlıcılık akımı Türkiye’nin ve Türk dünyasının sorunlarını çözmede yetersiz kalmıştır, çünkü Osmanlı devletinin yıkılışını önlemek üzere önce Osmanlı aydınları Osmanlıcılık ilkesi ile Osmanlı milleti yaratmaya çalışmış ama bir imparatorluk olan Osmanlı devletinde yeni Osmanlıcılık siyaseti üzerinden bir Osmanlı milleti yaratılamamıştır. Bunun üzerine ikinci aşamada İslam dini üzerinden İslam milliyetçiliği ile Avrupa tipi bir İslam ulusu yaratılarak Osmanlı devleti bir İslam imparatorluğuna dönüştürülmek istenmiş ama bu girişim de bir millet yaratılması konusunda yetersiz kalmıştır. Bunun üzerine Osmanlı aydınları bir üçüncü millet denemesini Türkçülük ilkesi üzerinden gündeme getirmişler ve bu doğrultuda başarılı olmuşlardır. Rusya sınırları içinde yaşamakta olan Türk topluluklarının zaman içinde Balkan, Kafkas ve Anadolu bölgelerine göç etmeleri nedeniyle bu bölgelerde Türkleşme başlamış ve halk kitleleri arasında en çok benimsenen milli kimlik olma noktasına gelince, Türk milleti kimliği yaygınlık kazanarak imparatorluk sonrasında kurulan ulus devletin milli kimliği olmuştur. Türkler Osmanlıcılığı benimsemediği için Türk kimliğinde anlaşılmış ama küreselleşme sürecine geçilmesi sonrasında, ABD-İsrail ikilisi eski Osmanlı topraklarını Kudüs merkezli bir Büyük İsrail imparatorluğuna dönüştürürken, Yeni Osmanlıcılık kavramını yeniden piyasaya sürerek  merkezi coğrafyada da din ağırlıklı bölgesel  bir devletin Evanjelik tarikatının öne çıkardığı  gibi kurulmasını hedeflemişler ama Atatürk’ün Türk milletine miras olarak bıraktığı laik-ulus devlet sayesinde bu tür bir emperyalist din projesi geride kalmıştır. Yeniden bir Osmanlı imparatorluğu kurulamayacağına göre Yeni Osmanlıcılık hareketi bölgedeki Osmanlı ülkelerini ve halklarını oyalamaktan başka hiçbir şeye yaramayacaktır. Asıl amaç Büyük Orta Doğu görünümlü bir Büyük İsrail imparatorluğunun kurulmasıdır. Yeni Osmanlıcılık kavramının böylesine emperyalist bir proje olarak kullanılmasına, Türk milletinin izin vermeyeceğini Osmanlı tarihi ortaya koymuştur. Osmanlılık tarih kitaplarında yer alan bir geçmişin öyküsüdür, Türklük ise yaşayan bir gerçekliktir.

                Osmanlı tartışmaları ile Türklerin geçmişe yönlendirilmesine karşı çıkan Atatürk Türk milletinin atası olarak çok güçlü bir ulus devlet kurmuştur. Ne var ki, Hristiyan Avrupa kadar, Büyük İsrail’ci Musevi Orta Doğu ile birlikte Rusya, Hindistan ve Çin gibi doğu dünyasının gayrimüslim ülkelerinin ve de önde gelen Müslüman Arap ülkelerinin Atatürk’ün kurmuş olduğu laik ve ulusal çağdaş Türk Cumhuriyeti’ne karşı çıktıkları görülmektedir. Osmanlıcılığın kurtaramadığı Türk devletini en son aşamada Türkçülüğün kurtardığı gerçeği görülerek hareket edilirse, o zaman Yeni Osmanlıcılık ile Atlantik emperyalizmi ya da İsrail Siyonizm’ine alet olma gibi bir olumsuz durumdan Türk milleti kurtulabilecektir. Yıllarca Avrupa Birliği kapılarında bekletilen Türkiye’nin, çağdaş bir demokratik devlet olarak batı uygarlığı çizgisinde ilerlemek istemesine, ABD’nin tarikat mensubu Evanjelikleri ile İsrail’in Siyonistleri karşı çıkarken, Türkiye’nin bu doğrultuda yoluna devam edebilmesi için Kemalist kimliğini koruyarak hareket etmesi gerekmektedir. Bunun için de Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün izinden gitmesi, Atatürk’ün cumhuriyet devleti modelini koruması ve kurucusunun ortaya koyduğu ulusal - üniter devlet modelinden vazgeçmemesi gerekmektedir. Bu durumu gören bazı batılı merkezler ise, Türkiye’nin bir Neo-Kemalizm politikasına gereksinmesi olduğunu açıktan dile getirmeye başlamışlardır. Türkiye’nin katı bir Kemalist cumhuriyet olmasına karşı çıkan batılı merkezler, Türk devletinin bir yumuşak güç olarak davranarak hem bölgesindeki hem de batılı merkezlerle olan ilişkilerinde daha dikkatli bir yol izlemesiyle başarılı olabileceğini öne sürmektedirler. Kemalist devletin laik yapılanmasının hiçbir biçimde dinsel kamu alanında tesettürü ya da dinsel gereklilikler çerçevesindeki toplumsal hareketleri tümüyle yasaklaması hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Ne var ki, batı emperyalizmine karşı Kemalizm her zaman antiemperyalist çizgide olmuştur ve laik devleti koruma yolunda da Orta Doğu ülkelerinden kaynaklanan şeriatçı girişimlere karşı da sağlam bir laiklik uygulamasına girerek, Türkiye’yi yeniden sömürge ya da orta çağ düzeni gibi geriye kaydıracak olumsuz gelişmelere karşı çıkmıştır. Yeni Osmanlıcılık oyunları ile Türkiye’nin siyasal düzeninin saptırılmasına da Kemalist sistem her zaman için karşı çıkarak çağdaş cumhuriyet yönetiminden hiçbir ödün bugüne kadar verilmemiştir.

                Son günlerde tartışma alanına yeniden getirilen Neo -Kemalizm konusu iki binli yılların başlarında tartışılarak konu hakkında bir kamuoyu tespit edilerek bu durum ile ilgili değerlendirmede Kemalist toplum ve devlet kesimlerinde Neo-Kemalizm kavramına karşı çıkılmıştır. Bu satırların yazarı olan bir Kemalist bilim adamı, bu doğrultuda çeşitli çalışmalar yaptıktan sonra önce “Neo-Kemalizm” adı ile bir kitap hazırlamış ama batı emperyalizminin bir Neo-Kemalizm senaryosu olduğu öğrenilince bu kitaptan vaz geçilerek, yerine “Güncel Kemalizm” isimli bir kitap yayınlanmıştır. Türkiye’de bu konular üzerine tartışmalar yapılırken ve kitaplar yazılırken ilgisiz kalan batı kamuoyunun yeni gelinen aşamada bir Neo-Kemalizm arayışı içine girmesi, çok geç kalmış bir girişim olarak bugün sonuçsuz kalmaktadır. Küresel dönemde yıllarca Türkiye’yi baskı altına alan batı emperyalizminin daha sonra yeniden Türkiye ile arayı düzeltmek ve Türkiye’yi yeni dönemin koşullarında merkezi alanda gene çeşitli projelerde kullanabilmek amacıyla, Türklerin gönlünü alınıyormuş gibi pozitif görüntü yaratmak amacıyla, Neo-Kemalizm kavramı ortaya atılmaktadır. Kemalist Türkiye Cumhuriyeti açısından çeyrek yüzyıllık bir zaman diliminde geride kalan batı emperyalizmi bugün Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projelerinde, Türkiye’yi kullanabilme doğrultusunda anti emperyalizm kavramını durduk yerde öne çıkarmaktadırlar. Batılılar yıllarca Türkiye’yi baskı altında süründürdükten sonra, şimdi yeniden Türkiye’yi yanlarındaymış gibi göstererek, yeniden kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmenin çabası içinde görünmektedirler. Türkiye’nin ulusal çıkarlarının batılı emperyalistler ile karşı karşıya geldiği bugünkü noktada, Türkiye yeni dönemin koşullarına uyarak kendi çıkarları doğrultusunda yoluna devam edecektir. Batılı ülkeler eğer gerçekten Türkiye’nin dostları iseler o zaman kendi çıkarlarını koruma hakkının sadece kendileri için değil bütün insanlık için kabul edildiğini de iyi bilerek, haksızlıklara karşı kendi hakkını koruyan Türkiye gibi batı blokunun dışında bırakılmış ülkelerin de hak ve özgürlüklerini sonuna kadar savunacaklarını da iyi bilmek zorundadırlar. Atatürk kararlı bir antiemperyalizmi ile ulusal kurtuluş savaşını yaparak Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyinin onurlu üyesi bir ülke konumuna getirmiştir.

                Günümüzde Türkiye için Neo-Kemalizm olamaz çünkü, Kemalizm antiemperyalist, bir çizginin görüşüdür. Neo-Kemalizm ise batı emperyalizminin yeniden Türkiye’yi yanına çekerek kullanmaya çalışmasının savunulduğu bir karşıt görüştür. Merkezi coğrafyada bir tarafta Müslüman ülkelerin İslam dünyası, diğer tarafta da ABD’yi kontrolü altına almış olan Siyonizm’in dünya ülkelerine yayılmış olan kadrolarını yönlendiren İsrail yapılanmasının arasında kalan Türkiye ve Türk dünyası önümüzdeki dönemde, birlikte hareket ederek böylesine ağır bir çıkmazdan çıkabilmenin çabalarını göstereceklerdir. Batılı gizli servislerin Neo-Kemalizm kavramını kullanarak Türkiye ve Türk dünyasını eskiden olduğu gibi yeniden aldatmalarına, Türk ulusu kesin karşı çıkarak direnecektir. Zamanında Türkiye’ye karşı her türlü emperyalizmi uygulayan sömürgeci büyük devletlerin, yeniden Türkiye gibi bir ülkeyi kendi çıkarları doğrultusunda kucaklarına oturtarak kullanabilmelerini sağlayacak yumuşak görünümlü yeni emperyal oyunları, Türkiye’nin kabul etmesi artık mümkün değildir. Önümüzdeki dönemde yaşanacak çeşitli olaylar ya da gelişmeler karşısında, Türkiye artık çok daha dikkatli ve ilkeli bir tutum ve davranış içerisinde olması beklenmektedir. Bu doğrultuda Türkiye Neo-Kemalizm oyununa izin vermeyecektir. Ne var ki, Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşı verdiği zaman diliminden bugüne kadar bir yüzyıl geçmiştir ve bugün yeni bir dünya vardır.  Cumhuriyet kurulurken bu bölgede Sovyetler Birliği vardı ve İsrail yoktu. Bugün ise yüzyıllık zaman dilimi içinde Sovyetler Birliği gibi dünyanın en büyük devletinin dağılarak ortadan kalktığı, ama arkadan iki dünya savaşının sonucunda bölgede küçük bir İsrail devletinin kurulduğunu görmek gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, çok önemli bir jeopolitik konuma sahip olan nevi şahsına mahsus orta boy bir devlettir ama jeopolitik konumunu kullanarak dünyanın büyük devletlerine karşı koyabilecek güce sahip olduğunu ulusal kurtuluş savaşı sırasında kanıtlamış olan gerçek bir devlettir. Bütün dünya ülkelerinin bu durumu görerek hareket etmelerinde dünya barışı açısından yarar vardır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 

19 Ağustos 2021 Perşembe

ATATÜRK’ÜN PARTİSİNDE NEOLİBERAL OYUNLAR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ATATÜRK’ÜN PARTİSİNDE NEOLİBERAL OYUNLAR

                Küreselleşme süreci bütün hızı ile devam ederken bu akıma bağlı çeşitli ideolojiler de dünya kamuoyuna yansımakta ve bu doğrultuda neoliberalizm ile çok kültürcülük gibi yeni akımlar da öne çıkarak etkin olmaktadır. Türkiye bir orta dünya ülkesi olarak doğudan batıya, batıdan doğuya, kuzeyden güneye ya da güneyden kuzeye doğru esen rüzgarların etkisi altında kaldıkça, var olduğu merkezi alanın tam ortasında her dönem bir başka rüzgâr ile uğraşmak zorunda kalmakta ve zaman zaman değişen rüzgarların karşı karşıya gelmesiyle birlikte büyük jeopolitik fırtınalara sahne olmaktadır. Dünya sahnesinde ortaya çıkan bütün siyasal gelişmeler ister istemez kendiliğinden merkezi alana doğru yansımalar göstermekte ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef almaktadır. Bu nedenle her dönem Türkiye birbirinden çok farklı çeşitli siyasal senaryolara maruz kalmaktadır. İnsanlık tarihi incelendiği zaman, bu gibi durumların çeşitli örnekleri ile karşılaşmak mümkün olabilmektedir. Türk siyasal alanına bakıldığı zaman inişli çıkışlı dönemlerin birbirini izlediği görülmektedir. Her dönem diğerlerini etkilemekte, böylece geçmişten gelen dönemsel olgular birbirini izleyen zaman süreci içinde bir süreklilik ortaya koyarak, Türk devleti ile toplumunu etkileyerek yönlendirmektedir. Türkiye Cumhuriyeti siyaset çevreleri bu tür oluşumları izleyerek, değişen koşullarda ayakta kalabilmenin çabalarını gösterirken, ister istemez dönüşümlere ayak uydurabilme doğrultusunda değişiklikleri de birbiri ardı sıra yapmaya çaba göstermektedirler.

                Son dönemde Türkiye siyaseti yeniden   biçimlenirken ve yaz döneminde bir mafya liderinin video gösterileri ile Türkiye’de bitmiş olan siyaset yönlendirilmeye çalışılırken, tam bu aşamada şarkıcı ve gazeteci kimliği ile ortada gezen bir eski milletvekili, parlamentoya girdiği partiyi ve onun yönetimini suçlayarak, yeni bir tartışmayı Türk kamuoyunda başlatmaya çalışmıştır. Çeşitli basın ve medya organlarında yer alan bu Issık Göl Platformu üyesi, kendine göre uluslararası politikacılık yaparken ortak hareket ettiği Gorbaçov isimli antisosyalist politikacı gibi, batı blokuna yakın durarak yaranmaya çalışırken, Türkiye’de de benzeri bir batıcı oluşumu, sağa kayarak ve Türk devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisini karşısına alarak yapmaya çalışmıştır. Atatürk sonrasında birkaç kez lider değiştiren cumhuriyetin kurucu partisinin sondan bir önceki genel başkanını açıkça hedefe oturtarak, onun üzerinden Atatürk’ün partisini haksız suçlamalar ile eleştirerek, kendisine göre Türk siyasetine yön vermeye çalışmıştır. Yüz yıllık cumhuriyet döneminde Türkiye’de devlet ile birlikte bütün kurumlar eskirken, Atatürk’ün Türk ulusuna verdiği direktifler doğrultusunda Türkiye Cumhuriyetinin  sonsuza kadar yaşayabilmesi için mücadele edenlerin ayakta tuttuğu  devlet kuran partinin, diğer partilerden ayrılan bu yönü dikkate alınmadığı durumlarda, ülkeye ve Türk ulusuna ciddi biçimde haksızlık yapılmakta ve her şeyin bittiği bir noktada işe sıfırdan başlayarak, çağdaş uygarlık düzenine uygun modern devlet yapılanmasının savaş sonrası kuruluş döneminde Türkiye’de gerçekleştirilmesinde, ana gövde olarak hareket eden kurucu partinin, tarihe mal olan özverili yönleri unutulmadan Türkiye’yi yaratan kuruluş birikimi bugün ele alınamaz. Normal koşullarda eleştirilerin ötesine giderek  bir partiyi açıktan karşıya almanın doğru olmayan bir tavır olarak görülmesi gerekirken, siyaset sahnesinde var olan tartışmalara ek olarak farklı çizgide bir yapay tartışma sahnesi yaratarak, Atatürk’ün partisini gerici olmakla suçlamak ve bu doğrultuda eski genel başkanlardan birisini dayanak noktası yapmak gibi bir girişimin, pek de Issık Göl platformculuğuna yakışan bir tutum olarak görülmesi mümkün olmaması gerekirken, böylesine bir tutum komünist düzenin yıkıcısı  Garboçov’un yoldaşından gelince, bu konu üzerinde durmak ve yöneltilen suçlamalara yanıt vermek gerekmektedir. Küresel emperyalizm doğrultusunda Garboçov’un başkanı olduğu devleti ortadan kaldırması gibi bir durumun, bugün Türkiye Cumhuriyeti için de söz konusu edilmeye başlandığı bu aşamada, ulusal hassasiyetlerin yeniden ortaya konulması gerekmektedir.

                Issık Göl platformunun temsilcisi Türkiye’ye dışarıdan bakarken, neler gördüğünü bir basın mensubuna anlatmıştır. Röportaj tekniğinde yapılan bu görüşmenin içeriği incelendiği zaman eski genel başkanın tavırları üzerinden Atatürk’ün partisinin hedef olarak ele alındığı ve böylece ulusal kamuoyu önünde devlet kuran partinin siyasal anlamda yargılandığı görülmektedir. Türkiye’deki bir mafya temsilcisinin eski genel başkan ile ilişkiler kurması ve daha sonradan bu durumun bir başka mafyacı tarafından gündeme getirilmesi, aslında son dönemdeki yeraltı dünyası ile siyaset sahnesindeki gizli ilişkiler ağının fazlasıyla yayılarak genişlediği gibi bir durumun öne çıktığını göstermektedir. Böylesine bir olumsuz duruma doğal olarak siyaset sahnesinden belirli eleştiriler ve karşı çıkışlar gelmesi de normaldir. Ne var ki, böylesine bir durumu bahane ederek, Atatürk’ün partisine haksızlık yapılması, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi çevreler tarafından hoş görülemeyecek yeni bir durumu öne çıkardığı için bu gibi konularda ilgili kamuoyu temsilcilerinin görüşlerini açıklaması ulusal kamuoyunun doğru çizgide oluşumu açısından önem taşımaktadır. Eski genel başkanın istifa ettikten sonra iktidarla gizli ilişkiler kurarak teslim olduğu ve bu doğrultuda Atatürk’ün partisini manipüle ettiğine dair söylentiler dile getirilirken, eski bir milletvekili olan şarkıcı -yazar, kesin bir hesaplaşmanın gerekli olduğunu söyleyerek, Atatürk’ün partisini sol görünümü verilmiş bir sağcı parti olmakla suçlamaktadır. Kendisini milletvekili yaparak meclise sokan eski genel başkan üzerinden Atatürk’ün partisine sol görünüm verilmiş bir sağcı parti tanımı yapmak çok ağır bir eleştiri olarak göze çarpmaktadır. Ne var ki, böylesine ağır bir eleştiri yapmak gibi olumsuz bir tutuma yönelen bir neoliberal sanatçının, küresel emperyalizmin baş ideolojisi olan neoliberalizm çizgisinde hareket ederek böylesine karamsar bir sonuca vardığı ortaya çıkmaktadır. Hiçbir liberal hareket ya da partinin etkili olamadığı Türk siyasetinde neoliberalizmi gizlemek üzere, Kemalist partinin sağcı ya da sol görünüm vermekle suçlanması üzerinde de durarak böylesine bir haksızlığın önü kesilmelidir.

                Avrupa ülkelerinin öncülüğünde Türkiye’de bir demokrasi konferansının yapılmasından sonra Türklerin ve Kürtlerin sol alanda yollarının ayrıldığı, insan hakları ve demokrasi gibi çağdaş ilke ve kavramların dışlandığı ve bu yüzden de Türkiye’de siyasal alanda bir toparlanma yapılamadığı söylenirken Atatürk’ün partisinin demokrasi ve insan hakları çizgilerinden uzaklaşarak gerici bir parti olmaya doğru gittiği, bu söyleşide haksız yere ileri sürülmüştür. Türkiye’de sosyal demokrasi çizgisinin aktörü olarak devlet suçlanırken Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş döneminden gelen Kemalist modeli görmezden gelinmekte ve batı tipi sosyal demokrat bir yaklaşım içinde devlet karşıya alınarak, devletin kontrolü altındaki devletçi bir yaklaşım dışlanırken Atatürk’ün altı okundan gelen devletçilik anlayışı yokmuş gibi hareket edilerek, neoliberalizm dolaylı olarak dile getirilmektedir. Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrasi hareketlerinin toplumsal tabanı işçi ve emekçi kitlelerden gelmesine rağmen Türkiye’deki sosyal demokrat açılımın tabanında ulusal kurtuluştan gelen mazlum halk kitlelerinin bulunduğu görmezden gelinmektedir. Atatürk Rusya’daki Narodnik hareketten yararlanarak Türkiye’nin özel koşullarına uygun bir halkçılık anlayışını geliştirirken, batı tipi sosyal demokrasiye karşı mesafeli davranılmıştır. Hatta daha da ileri giderek Türkiye’de Ulusal kurtuluş savaşı sırasında kurulmuş olan Sosyal Demokrat Parti kapatılmıştır. O zaman batılı emperyalistlerin kontrolü altında olan sosyal demokrat hareketlere karşı, Atatürk ulusalcı ve halkçı bir yol izleyerek Kemalizm’in yolunu açarken, o dönemin koşullarında liberal politikaları savunan liberalizme ve bu gibi politikaların savunulduğu Sosyal Demokrat Parti’ye de açıktan karşı çıkıyordu. Neoliberalizm çıkmazına saplanmış bir eski milletvekili  Kemalizm ve Atatürkçülük gibi Türkiye Cumhuriyetinin  kuruluş çizgilerini görmezden gelerek  Atatürk’ün partisini sağcılık ve devletçilik ile suçlarken, kendi neoliberal çizgisini ihmal etmeyerek, Atatürk’ün ortaya koyduğu Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sistemini  gerektiği gibi görmekten ve değerlendirmekten kaçınarak, Türkiye’de gerçek anlamda solculuk yapılmadığı ve yaptırılmadığı gibi bir suçlamayı, gene neoliberal çizgisinin doğal sonucu olarak gerçeklere aykırı bir çizgide dile getirmektedir. Batı emperyalizminin neoliberalizm ideolojisini batı dünyası dışındaki ülkeleri kontrol etmek üzere kullandığını burada belirtmekte yarar vardır.

                 Hazar kökenli bir eski politikacıyı  Ankaralı, sünni, sağcı ve tutucu  olmak gibi tasnifler üzerinden köşeye sıkıştırarak, tarihsel yanılgı tezleri üzerinden  I970’li yılların ortalarında kurulmuş olan CHP-MSP koalisyonun hazırlayıcısı olmayı bir suçmuş gibi gündeme getiren  şarkıcı-yazar, Müslümanlar ile laikler arasındaki işbirliği yada ulusal dayanışmayı görmezden gelerek, kurucu parti eski başkanını Kürtleri, Alevileri ve ezilenleri sevmemek gibi olumsuz bir yaklaşım ile suçlayarak ve partinin sahip olduğu toplumsal taban ile parti merkezini karşı karşıya getirerek, ülke genel seçimlere doğru giderken batı liberalizminin desteklediği Türkiye’deki dinci liberal partinin desteğini artırmak gibi bir dolaylı politik oyun, medya üzerinden oynanıyormuş gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Hem silahlı mücadeleye karşı kitaplar yayınladığını hem de solculuğunu ispatlama çabası içinde dağa çıkmayı savunan silahlı eylemlerin içinden gelen kişilerle arkadaş olduğunu söyleyen bu kişinin, böylesine çelişkili cümleler kullandıktan sonra terörizm ile uğraşırken karşı çıktığı devlet olgusu üzerinden sosyal demokrasi dersleri vermeye kalkışması da bu röportajı okuyan kişilerin gülmesine neden olmaktadır. Solculuk ile terörizmi karıştıran kişiler yüzünden Türkiye askeri darbelerden kurtulamazken, devleti kurmuş olan siyasal parti bu doğrultuda birçok haksız eleştiri ve saldırılara hedef olmaktadır. Sivas olayları sırasında devlet kurumlarının hataları ve eksik kalan yönlerini dile getirirken, gene devleti kuran partiyi ve devletçi zihniyeti karşısına almaktan çekinmeyen bu küreselci neoliberal gazeteci, neredeyse sokak olaylarının sorumluluğunu da kurucu partiye yönlendirerek kuruculuk ile yıkıcılık arasında farklı bir bakış açısıyla açıklamalar yapmaya çalışmaktadır. Devletçiliği küçümseyen bir tutum ile bu konular açıklanırken, o dönemde var olan hükümet değil, muhalefetteki bir parti geçmişten gelen kuruculuk kimliği küçümsenerek suçlanmak istenmektedir.

                Son dönemde Türkiye’de çok tartışma konusu olan  tarikatlar ile ilgili olarak , İslamcı hareketin tartışma konusu yapılması, bu harekete öncülük yaptığı ileri sürülen gazeteci kökeninden gelen  partinin üçüncü genel başkanı suçlanırken, eksik bir tutum izlenmekte ve partinin eski genel sekreterinin hem devlete musallat olan tarikat ve önderi ile birlikte, bu tarikatı devletin kamu kuruluşlarına yerleştiren gazeteci genel başkanı aynı dönemde ele alarak, ikisinin birden istedikleri yerlere getirilmesi işlerini hedefe ulaştıran Kasım Gülek gibi batı dünyasının temsilcisinin  yaptıkları görmezden gelinmektedir. Müslüman tabanın temsilcisi olan parti ile koalisyon kurmanın İslamcılık olmadığını zaman içinde gören Türk milletinin, daha sonraki aşamada ABD tarafından kurulmuş ve dünya ülkelerinde yaygın bir biçimde örgütlenmiş olan yeni bir neo-nurcu tarikatın öncüsü, kurucusu ya da koruyucusunu bir yana bırakarak, sürekli olarak aynı genel başkanı eleştiri konusu yapmak gibi bir sübjektif tutumu görmezden gelmek yanlışlığına bu aşamada düşmemek gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin ikinci adamı olan  bir eski cumhurbaşkanının oğlunun fizik laboratuvarından çıkarılarak başbakan yardımcılığına gelmesini Madımak olayları ile değerlendiren  bu sanatçı yazar, kendi Pazar ve piyasa koşullarını düşünerek hareket ederken, bu  eski gazeteci genel başkanın başbakanlık yaptığı sırada İslamcılık akımını bu yeni yetme tarikat üzerinden devletin başına musallat ettiğine dair bir değerlendirmeler  yapılırken, Atatürk ilkeleri ve  devlet  kurucu partinin İslam coğrafyası içinde ilk laik devleti örgütlediğini unutarak tek yanlı bazı değerlendirmelerin gündeme gelmesine aracı olmuştur. Ayrıca eski bir parti genel sekreterinin İslamcı partinin İstanbul belediye başkanı adayı olmasını da partinin İslamcılık akımına yakınlığı çizgisinde ele almaya çalıştığı görülmektedir. Devlet kuran partinin gerçek anlamda bir sol parti olmadığı, gerçek anlamda sol partilerin önünü kesmek üzere ulusal bir misyon ile yönlendirildiği suçlaması yapılırken, partinin liberalleşmesine aracı olan eski gazeteci ve mülkiyeli genel başkanların göreve getirildikleri ileri sürülmektedir. Neoliberalizmin devlet düşmanlığı çizgisini gene sürdürmek isteyen yazar politikacı, parti genel başkanlarının sürekli olarak sağcı ve dinci çevrelerle iç içe gizli saklı ilişkilerini yürüttüklerini söyleyerek, Atatürk’ün partisini iki yüzlü bir çizgi izlemekle   ve gizli yürütülen sahteci tutumlar ile suçlamıştır. Muhalefet yıllarında verilen sözlerin daha sonraları iktidara gelindiği aşamada unutulduğu ve bu durumdan da partinin yönetiminin sorumlu bulunduğu dile getirilmiştir.

                Atatürk’ün partisini ulusalcı olmakla suçlayan müzisyen sanatçı, milletvekili olduğu dönemde parti yönetimi ile ters düştüğünü, kendisine daha önceleri verilen sözlerin hiç birisinin tutulmadığını ve partinin giderek sağa doğru kaydığını dile getirirken, parti yönetimini açıktan sözlerini yerine getirmemekle suçlamaktadır. Bu partinin giderek sağ uçtaki milliyetçi partinin çizgisine doğru kaydırıldığını ve bu yüzden istifa ederek partiden ve siyasetten çekilmek zorunda kaldığını açıkça dile getirmektedir. Güneydoğu halkına verilen sözlerin de tutulmadığı ve onlara Avrupa çizgisinde bazı hakların tanınması gerektiğini söyleyerek, partinin giderek sağ partiler çizgisine çekildiğini dile getirmektedir. Partinin giderek sağ çizgiye çekilmesi süreci içinde kendisinin milletvekili yapılarak parlamentoya sokulmasını ise, kendi şarkılarının halk kitleleri tarafından fazlasıyla söylenmesine bağlayarak, ilerici kesimlerin sanatçısı olduğu için partinin vitrininde kendisine yer verildiğini, açıkça belirterek parti yönetimini bu durumdan yararlanmakla suçluyordu. Bir anlamda siyaseten devre dışı bırakıldığı aşamada geçmişten gelen siyasal hırslarını yatıştırmak üzere, bütün suçu partinin o zamanki genel başkanına atarak kendisini rahatlatmaya çalıştığı görülmektedir. Bir dönem iki parti dışındaki tüm partilerin barajı geçemeyerek meclis dışı kalmaları durumunda, Atatürk’ün partisinin tek başına ana muhalefet partisi konumuna geldiğini ve böylesine bir durum içinde partinin sol kimliğini unutarak, tam anlamıyla bir sağ parti konumunda hareket etmeye başladığını ve böylesine bir aşamada genel başkanın geçmişte vermiş olduğu sözlerin hepsini unutarak hareket etmeye başladığını ve bu yüzden kendisinin istifa etmek zorunda kaldığını açıkça ifade ederek, partinin  böyle bir duruma düşürüldüğünü anlatmaya çalışmıştır. Neoliberal çizginin temsilcisi bir siyaset adamının partinin çelişkili bir çizgiye sürüklenmesine karşı tepkisini ortaya koyduğunu anlatmaya çalışmıştır. Sol kamuoyunda kendi şarkılarının fazlasıyla dile getirilmesi yüzünden kendisine milletvekilliği teklif edildiğini söyleyerek, bunun sorumluluğunu da parti genel başkanına atarak açıklamıştır.

                İki binli yılların başında  Türkiye iki partili demokrasiye mahkum edilirken iç ve dış güç merkezleri arasındaki gerginliğin en üst noktaya erişmesi aşamasında, milletvekili olması engellenen  ılımlı İslam çizgisinin çoğunluğu elde eden partisinin  genel başkanının meclise girebilmesi için bir siyasal anlaşmaya olan gereksinme doğrultusunda, iktidar partisinin lideri ile ana muhalefet partisinin genel başkanının el sıkıştığı gizli görüşmede Atatürk’ün partisinin genel başkanının bazı özel tavizler verdiğini ve bu doğrultuda iktidar partisinin önderi ile bir yakınlaşma içine girerek daha sonraki yıllarda da bu yakınlığın çeşitli vesileler ile devam ettirildiğini söyleyen sanatçı yazara göre ana muhalefet partisi lideri iktidar partisinin üstlenmiş olduğu yeni misyon olan ılımlı İslam düzeninin kurulmasında ciddi muhalefet yapmayarak, bazı istekleri ve planları doğrultusunda iktidar partisinden yardım ve destek talebinde bulunmuştur. Gazeteci genel başkan ABD emperyalizminin işbirlikçisi tarikatı devletin tepe noktalarına taşırken, ondan sonraki genel başkan da yeni iktidar partisinin genel başkanını meclise taşırken, aynı zamanda kendisi için bir siyasal gelecek projesini dile getirerek, kendisinin kabul ettiği ek seçim aracılığı ile iktidar partisi genel başkanının milletvekili yapılmasının karşılığı olarak, kendisi için gelmekte olan yeni dönemin cumhurbaşkanı  adayı olabilmesinin önünü açmak üzere anlaşmaya varıldığı öne sürülmektedir. Beylerbeyinde yapılan gizli anlaşma ile iktidar partisinin liderinin meclise girmesinin sağlanması üzerinden gelecek için bir cumhurbaşkanlığı pazarlığı yapılmış ve ana muhalefet partisinin bu gibi bir hareket ile laikliği savunmayı bırakarak gelecek için siyasal İslamcılarla anlaşma yoluna gitmesi, ülkede İslam devletine doğru gidişin önünü açmıştır. İktidar partisinin lideri ile anlaşma yoluna giden ana muhalefet partisinin liderinin, daha sonraki aşamalarda bazı mafya örgütlerinin temsilcileri ile de bazı ticari çıkarlar doğrultusunda bir araya gelmesi de benzeri bir çizgide devlet kuran partiyi, çıkar politikası yapan genel başkanı yüzünden zor durumlara düşürmüştür. Daha önceleri basına yansıyan Antalya’da bir deniz kenarı koyun sahipliğini devralan ana muhalefet liderinin bu tür ilişkileri zaman zaman basında yer almıştır. Mebus olmanın akçalı işlerde dokunulmazlık sağlamasından yararlanan siyasilerin bu gibi yollara çıkar için başvurmaları, rejimi derinden sarstığı gibi aynı zamanda devleti de hukuk çizgisinden çıkarıyordu.

                Atatürk’ün partisinin bundan önceki başkanı bir Amerikan komplosu ile istifa ederken, hiç gereği olmadığı biçimde okyanus ötesi dünyada yaşayan neo-nurcu tarikat önderine teşekkür etmek ihtiyacını hissetmiş ve istifa metninde Pensilvanya eyaletindeki tarikat merkezinden dünyayı yönetmeye çalışan hoca efendiye teşekkür etmiştir. Devleti kurmuş olan partinin uzun süre genel başkanlığını yapmış Amerikancı bir politikanın izleyicisi olmasına rağmen, bir ABD komplosu ile istifa etmek zorunda kalan uzatmalı doçent kimliğindeki  genel başkanının ülkedeki emperyalist işgal düzenine karşı çıkacağına, bu bağımlılık düzeninin din aracılığı üzerinden temsilcisi konumundaki  tarikatçı önderinin hegemonyasını kabul ederek bu durumdan  yararlanmaya çaba sarf eden  devlet kuran partinin genel başkanının, Atatürk’ün antiemperyalist yolundan giderek ülkesine sahip çıkması gerekirken, durduk yerde okyanus ötesi hoca efendi senaryosuna uygun hareket ederek, özür diler gibi mesaj göndermesi bağımsızlık uğruna savaşarak şehit olan Türk ulusunun ölümsüz evlatlarına saygısızlık olarak ele alınması gerekirken, emperyalist sermayenin batı emperyalizmine teslim olması Türkiye’nin yeniden yarı sömürge bir devlet durumuna düştüğünün açık bir göstergesi olarak öne çıkmaktadır. İktidar partisinin lideri olan bir siyasetçiyi kurtarmak üzere bu kadar fazla tavizin verilmesi, cumhurbaşkanlığı konusunda bir söz alınmasını gündeme getirmiş ve iki lider bu çizgide el sıkışarak ana muhalefet liderinin isteği doğrultusunda bir antanta varmışlardır. Eski genel başkanı bu yönde eleştiren gazeteci- sanatçı, siyasal çıkmaza saplanmış olan iktidar partisinin önünü açmak için ana muhalefetin teslimiyetçi bir tavır içine girdiğini ortaya koymuştur. Bazı milletvekillerinin bu duruma karşı çıkarak isyan etmeleri üzerine, bu kez de iktidar partisi yönetiminin ana muhalefet önderini kurtarma çizgisinde davrandığı görülmüştür. Cumhurbaşkanlığı konusunda verilen sözün tutmayacağı daha o zamanki koşullarda belli olmasına rağmen, rüya aleminde gezen ana muhalefet lideri cumhurbaşkanlığı hayalleri görerek ama devletin en üst makamının ılımlı İslam projesi çizgisi   yönünde diktatörlük yapılanmasına dönüştürüldüğünü görmek istemeyerek sırtını dönmüştür.

                Cumhurbaşkanlığı hayalleri ile kendini avutan siyaset bilimcisi genel başkan, iktidar partisinin uyguladığı okyanus ötesi proje doğrultusunda sertleşmeye başladığı dönemlerde laiklik ilkesini koruma görünümünde zaman zaman sert muhalefete yönelmiş ama siyasetin iplerini baştan karşı tarafa kaptırdığı için sertleşme eğilimleri ile gerektiği gibi sonuç alamamış ve hem partisinde hem de partinin tabanındaki güvenilirlik konumunu elinden kaçırmıştır. İktidarın uyguladığı ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu projeleri sonuçlandırılmaya çalışılırken, ana muhalefet partisi bu duruma karşı çıkarak ve Atatürk’ün partisi olarak ortaya yeni bir Kemalist plan ya da program koymamıştır. ABD’de eğitim görmüş olan siyaset bilimci genel başkan, Amerikan sosyolojisinin kafa karıştıran teorileri arasında bir şeyler yapmaya çalışırken iyice kafası karışmış ve yeni dünyayı tanıyarak anlamakta gecikerek alternatif politikalar üretememiştir. Türkiye’nin bir ulus devlet olarak varlığını koruması ve geleceğin dünyasının yeniden yapılandırılması sırasında, Türk devletinin tam ortasında yer aldığı merkezi coğrafyanın gelecekteki yeni düzeni konusunda, Türk devletinin ulusal çıkarlarına uygun bir alternatif yapılanma modelini geliştirmek Atatürk’ün partisinin milli görevi olmasına rağmen,  cumhurbaşkanlığı hayalleri içinde uçan bir ana muhalefet önderliğinin teslimiyetçi tutumu yüzünden, böylesine bir alternatif çalışma ortaya konulamamıştır. Batıdan gelen emperyal rüzgarlara kapılma noktasında ana muhalefet liderinin tavrının iktidardan çok farklı olmadığı düşüncesiyle, bu eski milletvekilinin Atatürk’ün partisinden istifa ettiği söz konusu röportajda açıkça vurgulanmaktadır. Parti genel başkanının kişisel çıkarları uğruna istismar ettiği ana muhalefet partisinde yıllarca kullanılan parti liderinin misyonu tamamlanınca özel hayat videolarıyla istifaya yönlendirilmesi üzerine, ilgili genel başkan hiç direnmeyerek ve Pensilvanya’ya teşekkür ederek siyasal alandaki görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Kişisel çıkar hesapları belirli şantajlarla gerçekleştirilmeye çalışılırken, Türk devletinin ekonomik olarak çöküşüne yol açan özelleştirme programı meclisten geçirilmiş ve Türk egemenliğinin kısıtlanması anlamına gelen bu yok edici programa ana muhalefet karşı çıkmayarak, Türk ulusunun egemenliğinden büyük bir taviz verilmesine seyirci kalmıştır.

                Oy veren insanlar, Türk ulusunun seçmenlerinin çaresizliği ile siyasal önderlerin kişisel çıkarları uğruna kullanılma noktasına gelindiğini görmüştür. Her önüne gelenin kişisel çıkarları için siyaset kadroları ile pazarlığa kalkışması demokrasi ile yönetilen bir ulus devlette, halkın çoğunluğuna kötü örnek olurken, zamanla demokrasinin yozlaşması gibi olumsuz durumların ortaya çıkmasına ve zamanla demokratik yönetim mekanizmalarının bozularak otoriter dikta rejimlerine giden yolların açılmasını beraberinde getirmektedir. Siyasal kadroların gelmiş oldukları pozisyonları korumak amacıyla, bu doğrultuda kendilerinin merkezinde yer aldığı siyasal düzenler kurmaları demokratik rejimleri içeriden yozlaştırdığı gibi, halk yönetimi anlamındaki cumhuriyet devletlerinin de çökmesine yol açmaktadır. Bu açıdan, sanatçı yazarın belirttiği gibi ana muhalefet partisi genel başkanının kendi siyasal geleceği için bir pazarlık yapması, ülkedeki muhalefeti çökerttiği gibi aynı zamanda diğer muhalefet biçimlerinin de ortadan kalkarak tek partili diktatörlüğün gelişmesi için Türkiye’de elverişli bir ortamın meydana gelmesine yol açmıştır. Siyasetin dışarıdan yönlendirilmesi ve bu doğrultuda olayların manipüle edilmesi birbirini izlediği için, Türk devletinin demokratik düzeni bozulmuş ve bu nedenle de cumhuriyet devletinin geleceği tehlike altına atılmıştır. Türkiye’yi bitirmek isteyen, laik ve demokratik cumhuriyet rejimini tehlikeye atan bir zihniyetle anlaşılamayacağı daha o günden belli olması gerekirdi. En sonunda kendisinin Marksist olduğunu ifade eden gazeteci-sanatçı Marksist ilkeleri hayata geçirebilmek umuduyla milletvekili olduğunu öne sürerek ve Atatürk’ün partisini siyasal bir istismara alet ettiğini söyleyerek kendisini kurtarmaya çalışmaktadır. Aslında küresel sermayenin neoliberal politikalarını benimsemiş olmasına rağmen, kendisini solcu göstermekten çekinmeyen, işbirlikçi bir çizgide liberal sol politikaları benimsemiş bir yazar olarak da ,Marksist ilkeleri Kemalist bir partinin çatısı altında dile getirerek, Türk halkının ulusal bağımsızlığının örgütlenmiş olduğu bir halk partisini neoliberal politikalarla zengin azınlığın çıkarlarına alet ederken Marksizmi temel dayanak noktası olarak göstermesi de Atatürk’ün partisinin yönetimine bu gibi ayrık otlarından temizlenmesi gibi bir ulusal görev de yüklemektedir.

                Sovyet sisteminin çöküşü üzerine sınıf kavramı ve sınıfsallık olgusu da ortadan kalktığı için halk kitlelerinin siyasal alana eskisi gibi sınıfsal değil ama  sosyal kimlik, etnik köken ve cemaatlar üzerinden bakması yüzünden, halk kitlelerinin eskisi gibi toparlanarak siyaset sahnesine ağırlığını koymasının  mümkün olamadığını ileri süren  bu Marksist kökenli sanatçı, siyasal alanda öne çıkan istismarların eskisi gibi önlenemediğini, çünkü halk kitlelerinin desteğine sahip toplumsal tabanı büyük  siyasal partilerin geride kalması yüzünden halk kitlelerinin eskisi gibi etkili olamadıklarını vurgulayarak, devlet kuran partiden istifasını mazur göstermeye çalışan bir tutum sergilemeye çalışmaktadır. Türkiye’deki sol yapılanmanın işçi sınıfından değil ulusal kurtuluş savaşından geldiğini ileri sürerken, aydın bir kişi imajı yaratarak kendisine karşı genel başkanın izlediği olumsuz tutumu kendisini haklı çıkarmak çizgisinde yorumlayan sanatçı-yazar, halk kitlelerine karşı güvensizlik beyan ederken, kendi çıkarları doğrultusunda protesto hakkını kullanarak istifaya yöneldiğini ileri sürmektedir. Kendi sol anlayışını sağ görüşlerle birlikte değerlendirmeye çalışan konuşmacı yazar, uzaydan politikacı getirilemeyeceğini ve bu nedenle elde bulunan malzeme ile işi götürmek zorunda olduğumuzu belirterek kendini haklı çıkarmaya çabalamaktadır. Siyasal liderlerin topluma karşı sorumlulukları olması nedeniyle, kesinlikle her türlü kirlilikten bu amaçla yapılacak son bir hesaplaşma atılımı ile temizlenmeleri gerektiğini belirtmektedir. Atatürk’ün partisi ile hesaplaşmaya kalkıştığını vurgularken, bugünkü yönetime yağ çekmekten çekinmeyen çelişkili bir tutumu sergilemekten de uzak durmamaktadır. Marmara denizinde yılların pislik birikiminin sonucu olan müsilaj benzeri bir kirlenmenin siyaset sahasında da var olduğunu, denizdeki patlamanın yarın siyaset sahnesinde de benzeri patlamalara yol açabileceğini, bu doğrultuda demokrasi güçlerine önemli görevler düştüğünü söylemekten çekinmeyen bu gazeteci yazar, ağaçlar ayakta ölür gibi bir benzetme yaparak kendisinin de ağaç olduğunu ilan etmektedir. Siyasal liderlerin kendilerine inanan halk kitlelerini aldatmaya hakları olmadığını vurgulayarak, siyasette temiz olmayı savunmaktadır.

                Türkiye gibi bir ülkede her şeyin kirlendiği bir kara döneme doğru sürüklenirken siyaset sahnesindeki çarpıklıklar birbirini izleyerek devam etmekte ve bu yüzden de halk kitleleri arasında ciddi bir siyasal gerginlik ve yükselen beklenti grafiklerinin tırmandığı bir aşamada, ana muhalefet partisi üzerinden yapılan bir değerlendirme ve var olan koşulları bu doğrultuda yargılanmasıyla temiz eller operasyonuna giden yollar açılmaya çalışılmaktadır. Ne var ki, devletin yargı ve güvenlik kurumları üzerine binmiş olan tarikat şemsiyeleri birçok pisliği gizleyemez noktaya geldiği aşamada ülkenin en tanınmış mafya lideri ortaya çıkarak, teslim olmuş siyasal önderlere karşı çıkan bir tavrı örgütlemeye çalışmaktadır. Hukuk devletinin çökertilmesiyle, anayasa değişiklikleri gibi bir yoldan ülkede anayasal kargaşa düzeni yaratmak gibi tehlikeli girişimler birbirini izlemektedir. Ülkede iki anayasalı devlet düzeni üzerinden eski ve yeni olmak üzere iki ayrı devlet modelinin geçerliliği ana tartışma konusu haline gelirken, Atatürk’ün kurduğu ve kendi elleriyle geliştirdiği devlet düzeninin yerine emperyal rüzgârlar doğrultusunda hem çöküntüler hem de birbirine karşı çıkan yepyeni oluşumlar birbirlerini izleyen bir doğrultuda, Türkiye’nin gündemine girerek ülkeyi ve devlet düzenini alt üst edecek kadar sarsmaktadırlar. Tam bu aşamada sanatçı kökenli bir eski milletvekili günah çıkarır gibi hareket ederek kendisini bu çıkmazdan kurtaramaz, çünkü kendisinin de yer aldığı ve alet olduğu siyasal manevralar, Türk devletini her yönü ile sarsarak çökmesine giden yolu zaten açmıştır.

                Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni bir yüzyılın başlarında yola devam etmekte zorlanmasının ana nedeni, ülkenin fabrika ayarları adı verilen kuruluş modelinin dışına çıkmış olmasıdır. Bu doğrultuda ülkede halk kitleleri ikiye bölünmekte, bir kanat Atatürk Cumhuriyeti ile birlikte Atatürk’ün partisine de son verilmesi gerektiği ve bu doğrultuda partinin kapatılmasına karar verilmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Bu makalede belirtilen çelişkiler ve yanlışlar yüzünden ülkede devlet düzeni çökerken, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Atatürk’ün partisinin bir şeyler yapması beklenmiş ve halk kitleleri Atatürk modeli ile kurulmuş olan Türk devletinin yeni dönemde kendini yenileyerek harekete geçmesi ve yeni plan ve projeler ile devletin güvenliğini sağlayarak cumhuriyet rejimini sonsuza kadar yaşatacak yeni bir atılım döneminin başlatılması gereğini dile getirmektedirler. Atatürk cumhuriyeti kuran kurucu partiyi kurarken, ülkenin dünyada bulunduğu yeri belirleyerek doğu ve batı blokları arasında bir bağımsız Türk devletinin yaşayabilmesi için tam bağımsız bir siyasal sentez modeline gerek olduğunu görerek, yeni kurulan devletin temel örgütünü altı temel ilkeye bağlamıştır. Bu ilkelerin birlikte kullanılmasıyla gündeme gelebilecek siyasal sentezin Türk halkı ile cumhuriyet rejimini bütünleştirerek yola devam etmesini sağlayabileceği, yüz yıllık bir deneme süresi sonrasında kesinleşmiştir. Kurulduktan sonra ortaya çıkan her türlü engel ve çıkmaz ile boğuşarak yeni yüzyılın ilk çeyreğinde ayakta kalabilmesini bilmiş olan Türk devletinin geleceği gene devleti kuran Atatürk’ün partisi ile, bu partinin üst yönetiminde yer alan kadrolara bağlı görünmektedir. Atatürk’ün tam bağımsız cumhuriyeti İnönü döneminde Atlantik emperyalizmine açılmıştır. Daha sonra partinin genel başkanlığına gelen gazeteci lider İsrail’e yakın durmuş, sonraki başkan ise Amerika’ya yakın duran bir siyaset bilimcisi olarak göreve gelmiştir. Her iki genel başkan hiçbir biçimde partinin geleneksel politikası olan Kemalizm’e sahip çıkmamış, ABD-İsrail ikilisinin emperyalist politikaları doğrultusunda taşeron politikalara boyun eğmişlerdir. Bu aşamadan sonra partinin başına geçen bürokrat genel müdür daha da ileri giderek Kemalist partinin neoliberal bir çizgiye çekilmesi doğrultusunda önemli adımlar atmıştır. İMF ve Dünya bankası politikaları doğrultusunda her türlü küresel ekonomi yapılanmalarına yakın durarak, sermaye kontrolü noktasında kurucusu olduğu ulus devletten yana bir tavır almamıştır. Dersim senaryoları ile Atatürk karşıtı seslerin giderek Atatürk’ün partisinden daha fazla duyulması üzerine, partinin geleneksel çizgisi olan Kemalizm’in tümüyle tersi olarak açıklanabilecek bir Anti-Kemalizm, ikinci cumhuriyetçi, neoliberal ve tarikatçı gelenekten gelen emperyalizm işbirlikçisi politikacılar aracılığı ile, Atatürk’ün partisinin başına bir çuval gibi geçirilmeye çalışılmaktadır. Önümüzdeki seçimlerde parti tabanının, Atatürk’ün partisinin Anti-Kemalist parti olmasına artık izin vermeyeceği açıkça görülecektir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

9 Ağustos 2021 Pazartesi

GÖÇLER ARACILIĞI İLE ULUS DEVLET TASFİYESİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 GÖÇLER ARACILIĞI İLE ULUS DEVLET TASFİYESİ

                Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan küreselleşme aşamasında, uluslararası emperyalizm bütün dünya çapında bir büyük ayaklanmayı zaman içerisinde dolaylı yollardan örgütleyerek, bütün dünya ülkelerinde yaşamakta olan halk kitlelerini çeşitli nedenlerle ayağa kaldırarak bunların yeni ülkelere ya da bölgelere doğru yönelmelerini sağlamıştır. Çeşitli olumsuz koşulların ortaya çıkması ya da birikmesi üzerine birçok geri kalmış ülkedeki yoksul ve aç halk gruplarının ayağa kalkarak, başka ülkelere ya da bölgelere göç ettikleri görülmektedir. Durduk yerde hiç kimsenin doğduğu toprakları terk etmesi ya da her şeyini satarak başka bir ülkeye doğru göçe yönelmesi mümkün olmayacağına göre ya uluslararası konjonktürde yeni rüzgarların esmesi ya da ülkesel ya da bölgesel olumsuz koşulların ortaya çıkarak mazlum halk kitlelerini rahatsız etmesi gibi durumların söz konusu olabildiği aşamalar da dünya sahnesinde göç olgusu ve beraberinde getirdiği olaylar dizisi öne çıkmaktadır. Bugün gelinen aşamada dünya tarihinin en büyük göç olayları ile dünya karşı karşıya gelmiştir. Yeryüzünün doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine ya da bazen da bu yönelimlerin tersi bir istikamette, eline bavulunu, çantasını ya da bohçasını alan insanların göç amacıyla yaşadıkları ülkeleri terk ettiğini, bu doğrultuda yürüyerek büyük mesafeleri kat etmeye çaba gösterdiklerini, bu arada yol da ya araba kazaları ya da gemi, bot   ve de sandal gibi ulaşım araçlarının kazalara hedef olması yüzünden hayatlarını yitirdikleri görülmektedir. Dünya medyasının bir televizyon dizisi gibi aktardıkları olaylar ardı ardına gündeme gelince hem dünya düzeni hem de insanlığı bekleyen belirsiz gelişmeler açılarından, yerleşik düzenini yitiren insanlık son derece kaotik siyasal ihtimaller ve belirsiz bir yakın gelecek ile karşılaşmaktadırlar.

                İki cihan savaşı sonrasında kurulmuş olan soğuk savaş düzeni içerisinde yüz yıla yakın bir dönem yaşayan dünya ülkeleri, uzun süre bir Demirperde düzenine mahkûm edilmiş ama küresel düzeni bekleyen gelişmelerin ortaya çıkardığı tehditler yüzünden, bu eski düzen değiştirilmek zorunda kalınmıştır. Soğuk savaş düzeni içinde batı bloku ile birlikte yeni bir denge unsuru olarak doğu bloku ideolojik bir imparatorluk olarak gündeme gelmiştir. Dünya haritası üzerinde ayrı devletler olarak yer alan doğu ve güney ülkeleri ise, geleceğe dönük daha iyi bir yaşam düzeni arayışını sürdürürken, dünya nimetlerinden eski sömürgeci batı emperyalizmi fazlasıyla yararlanmış ama sosyalist ülkeler ile üçüncü dünya ülkeleri, böylesine bir zenginlik ortamından batı ülkeleri gibi yararlanamadıkları için sürekli olarak daha iyi bir gelecek arayışı içinde olmuşlardır. Bu ülkeler içinde geniş alanlara sahip olan devletler daha şanslı bir konumda olmuşlar ve bu durumdan yararlanarak kendi vatandaşlarının her türlü gereksinmelerini karşılamaya çalışmışlardır. Ne var ki, batı blokunun kapitalist sistem sayesinde sahip olduğu zenginlik dünyanın diğer bölgelerine tam olarak eşit dağılamadığı için, sosyalist blok ülkeleri ile üçüncü dünya ülkeleri olarak görülen doğu ve güney devletleri, geri kalmışlığın çıkmazından kurtulabilmek için mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Ama gelir ve gıda dağıtımı alanlarında eşitlik sağlayamadıkları için, soğuk savaş sonrası dönemde yoksul ülkelerden zengin ülkelere doğru yoğun bir göç akımı ortaya çıkmıştır. Geri kalmış devletler ekonomik  alanda yeterli çözüm üretemediği için gelişmiş ülkeler yeni dönemde cazibe merkezleri haline gelmiş ve bu yüzden işsiz ve aç halk kitlelerinin, kendilerini besleyemeyen azgelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru bir göç dalgası öne çıkmıştır. Dünya tarihinde her dönemde   görüldüğü gibi yoksulluk ve zenginlik mücadelesi devam ettiğinden, yoksul ülkelerden zengin batı ülkelerine dönük güç hareketleri son zamanlarda iyice ortaya çıkmış ve dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz, her gece televizyonlarda görüldüğü gibi, açlıktan ve işsizlikten kurtulmak isteyen halk kesimlerinin boğulma alanı haline dönüşmüştür. Yüz yıl önce Karadeniz çevresinde görülen kitlesel boğulma olaylarına, yüz yıl sonra Akdeniz kıyılarında rastlanması tesadüf değildir.

                Göç hareketleri bir anlamda, nüfusun bir kısmının yer değiştirmesi ya da bir ülkeden diğer ülkeye giderek sahip olunan vatandaşlık bağının, bir başka ülke üzerinden gündeme getirilmesi olarak görülmektedir. Dünya tarihi incelendiğinde insan topluluklarının sürekli bir göç halinde olduğu ve zaman içinde doğal koşullara ve ihtiyaçlara dikkat edilerek, yer değiştirme hareketlerinde bulunulduğu anlaşılmaktadır. Yıllar geçtikçe nüfusun artması insan gruplarının yer değiştirmesine yol açtığı gibi, göçler aracılığı ile ortaya çıkan yeni durumlara göre de yeryüzü kıtalarının üzerinde yeni yerleşim ve devletleşme olguları da birbiri ardı sıra öne çıkmıştır. Genel olarak bireylerin ya da grupların, yaşamak, yerleşmek ve çalışmak gibi hedefler doğrultusunda, bir yerden başka bir yere hareket etmesi olarak göç olgusu tanımlanmaktadır. Göçler sadece bir yer değiştirme hareketi değildir ve aynı zamanda toplumsal bir değişim süreci olarak da ele alınabilir. Normal durumlarda göçler doğal değişim sürecine göre biçimlenmektedir. Ne var ki, insanların yer ve ülke değiştirmesi sadece doğal koşullara göre değil, daha çok ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların ya da düzenlerin geçirdiği değişim süreçleri içinde, ortaya çıkan yeni durumlara göre daha çok halk kitlelerinin ya da belirli etnik, dinsel ya da kültürel toplulukların topluca ülke değiştirmeleri olarak da ele alınabilir. Göç olgusu çok değişik nedenlerle gündeme gelebilir ya da sosyal yaşamın en hareketli dönemlerinde kitlesel bir eylem olarak gerçeklik kazanabilir. Küresel ekonomik, sosyal ya da siyasal koşulların belirli zaman dilimlerinde farklı yapısallıklara göre biçimlenmeleri göçlerin biçimini ve oluşum süreçlerini yakından etkileyebilmektedir. İnsanlık tarihine bakıldığı zaman her göç oluşumunun belirli özel koşullar çerçevesinde öne çıktığı dikkate alınmalıdır. İnsanlar hareket etme yeteneğine sahip canlı varlıklar olduğu için her dönemde ortaya çıkan gereksinmeler beraberlerinde göç hareketlerini de getirerek, hedefe dönük değişimlerin toplumsal alanda gerçekleşmelerine giden yolu açmaktadır.

                Göçler bakış açılarına ya da ele alınan kriterlere göre kendi içinde tasnif edilebilmektedir. Harita üzerindeki ülkelerin durumları genel bir kriter olarak ele alındığı zaman göçlerin dış ve iç göçler olarak ikiye ayrıldıkları anlaşılmaktadır. Dış göçler ülkeden ülkeye ya da kıtadan kıtaya gibi belirli bölgesellikler çizgisinde tanımlanmaktadır. İç göçler ise daha çok bir devletin milli sınırları içinde gerçekleşen yer değiştirme hareketleri olarak görülmektedir. Dış göçler insan nüfusunun bütün yeryüzü kıtalarına dağılımını gündeme getirirken, iç göçler de insanların kendi vatanları içinde çalışmak, para kazanmak, belirli işleri ve etkinlikleri yürütmek gibi hedefler doğrultusunda ülke içindeki bölgelerden bir diğerine geçişlerini anlatmaktadır. Dış göçler daha çok uluslararası konjonktürdeki değişimlere göre gündeme gelmektedir. İç göçler de ise bir ülkenin içinde bulunduğu koşullara göre oluşan yeni durumların bu konuda yönlendirici etki yaptıkları görülmektedir. Yeni durumlar beraberinde yeni koşullar getirirken, her ülke yönetimi bunlara dikkat ederek önlemlerini almak zorundadır. Halk kitlelerinin gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda devletler hareket ederek kendi iç bünyelerinde dengeli kalkınma ve yönetimi öncelikle gerçekleştirmek zorundadırlar. Dış göçler de insanlar bir yabancı ülkeye giderek ve bu ülkenin vatandaşı olarak kendisine tümüyle değişik bir yapılanma ortamı hazırlanmaktadır.  Dış göçler ülke, kıta, dünya ve kültür değişikliği gibi riskli dönüşümleri gündeme getirmesine rağmen, iç göçler de daha mahcup bir göç dalgası olarak aynı ülkede kalarak bölge ya da şehir değişikliğini öne çıkarmaktadır. Belirli bir ülkede bölgeler arası rekabet ya da çekişme yüzünden ortaya çıkabilen dengesizlik ortamlarında, zor duruma düşen toplum kesimleri bölge ya da şehir değişikliğine yönelerek iş bulma, geçimini sağlama, açlıktan kurtulma gibi hedeflere ulaşılabilmektedir. İç göçler yapılırken ülkenin birlik ve bütünlüğünün korunmasına dikkat ederek daha dengeli bir ekonomi ile gelişmişlik çizgisi yakalanmaya çalışılmaktadır. Dış göçlerde ise, böylesine bir durum söz konusu olmadığı gibi, iç göçlerden farklı olarak da uluslararası konjonktürün gereksinmeleri doğrultusunda hareket edilmektedir. Soğuk savaş döneminin durağanlık ortamında işsizlik sorunu iç göçler ile dengelenmeye çalışılırken, sonradan gündeme getirilen dış göçler olgusu tamamen yeni bir dünya düzeni kurulması çizgisinde devlet düzenlerini bozan küresel bir oluşum olarak devreye giriyordu.

                Normal koşullarda dünyada barış ortamı varsa o zaman herhangi bir göç girişimine yönelmek söz konusu olmamaktadır. Dünyanın büyük güçleri ya da büyük devletlerin yeryüzü barışını tam olarak gerçekleştirdikleri aşamada, insanlar vatandaşı oldukları devletin çatısı altında kalarak geçim derdini çözmeye çalışmaktadırlar. O zaman dış göçlere gerek kalmamakta, insanlar şehir ya da bölge değiştirerek iç göç yolu ile yaşam, işsizlik ve açlık sorunlarını çözebilmenin yollarını aramaktadırlar. Barış içinde yaşamın getirdiği güvenceler sayesinde, devletler varlıklarını sürdürebilirler ve böylece vatandaşlarının her türlü gereksinmelerini doğal yollardan karşılayabilirler. Ne var ki, böylesine bir düzenin kurulamadığı aşamalarda, yeryüzü aç ve yoksul insanların yollara düştüğü ve kendilerine yeni bir vatan aramaya başladıkları kargaşa ortamına doğru sürüklenmektedir. Bu tür oluşumlar açısından göç olgusu ele alındığında barış, savaş, düzen ve güvenlik gibi kavramların yardımlarıyla göç olgusunun ne olduğu ne gibi sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlardan kaynaklandığı açıklığa kavuşturulabilir. Devletlerin güvenli milli sınırları içinde yaşamlarını sürdürebilen halk kitleleri açısından hem düzen hem de güvenlik ortamları yaratıldığı için bu gibi durumlarda barış ortamları daha iyi koşullarda gerçekleştirilebilmektedir. Devletler hem kendi iç bünyelerinde hem de uluslararası ilişkiler  alanlarında barış hedefini yakalayabilirlerse, o zaman halk kitlelerinin  harekete geçerek ayağa kalkmaları ya da uzun mesafeler kat ederek yeni bölgelere gitmelerine gerek kalmamakta ve devletlerin sağlamış oldukları toplumsal düzenler  ile  kamusal organizasyonlar çerçevesinde bütün halk topluluklarının, içinde güvenli bir biçimde var olabileceği ya da yaşamını sürdürebileceği  toplumsal yaşam olanakları halk kitlelerinin yararlanmaları doğrultusunda  kamusal alana sunulmaktadır. Uluslararası güvenlik ülkelerin ya da bölgelerin gereksinmeleri çizgisinde   sağlanabiliyorsa, halk kitleleri bu gibi olumlu ortamlarda harekete geçerek ya da uzun yürüyüşler aracılığı ile bir göç macerasına kalkışmamaktadırlar. Dünya liderlerinin savaş girişimlerine karşı çıkmaları ve bu doğrultuda bölgesel ya da küresel barış ortamlarına yardımcı olmaları sayesinde yeryüzüne barış ortamı getirilebilmekte ya da bu doğrultuda korunabilmektedir  

                Bütün devletler içinde bulundukları bölgelerin ya da ortamlarının her türlü gereksinmesi doğrultusunda siyasal krizleri çözerek aşmak zorundadır. Çatışmaların önlenmesi ve sorunların çözümünü sağlayacak barış antlaşmaları ile, her kökenden gelen insanların hiçbir ayırım yapılmadan ele alınmalarını zorunlu kılan barış antlaşmalarının, krizlerin önlenmesi doğrultusunda devreye sokulmalarıyla, siyasal gerekçelere dayanan iltica talepleri ya da göç girişimlerinin   önlenebilmesi ya da ertelenebilmesi mümkün olabilmektedir. Dünyanın içinden geçtiği uluslararası konjonktürlerin etkileriyle, göç gibi vatan ya da bölge değişikliği durumları gündeme gelebilmektedir. Hiçbir devlet kendi yaşam düzenini bozabilecek ya da bu gibi toplumları alt üst edebilecek gelişmelerin cereyan ettiği göç dalgalarına alan olmak istemez. Bazı büyük ülkeler bu gibi durumlarla karşılaşmamak ya da önlenemez bir duruma gelen göç girişimlerini ülke düzeni doğrultusunda dengeleyecek biçimlerde önlem alıcı bir yaklaşım içine girebilirler. Küresel gelişmeler ve eğilimler dünya politikasını yakından etkilediği için göç gibi toplumsal olaylar uluslararası konjonktürde güncelleşen gelişmelerin de etkisi altında ortaya çıkabilir ya da yön değiştirerek yeni dönemin koşullarına paralel bir durum gösterebilir. Devletlerin sorunlu dönemlerde iyi yönetilememesi gibi olumsuzluklar dünya siyasetine yansıdığı zaman, bu gibi gelişmelerin ortaya çıkan faturası büyük olmaktadır. Devletlerin gereken adımları atmaması ya da önlenemeyen gelişmeler karşısında sıkı durarak gerekli olan önlemlerin alınamaması gibi gelişmelerin yansımaları doğrultusunda, sosyal tepki olarak toplumların bazı kesimlerinin göç girişimlerine kalkışması doğal bir gelişme olarak gündeme gelmektedir. Siyasal çekişmelerin savaşlara dönüşmesi ya da ekonomik krizlerin giderek büyük çöküşe kayması, açlıktan kaçan insanların kendilerini besleyecek ya da koruyacak yeni devlet çatıları aramaları gibi zorunluluk durumlarında göçler ve de yer değiştirme hareketleri doğal sonuçlar olarak öne çıkabilir. Ayrıca son yıllarda görülen biyolojik savaş girişimleri doğrultusunda öne çıkan mikropların önlenmesi de devletlerin görevine girmektedir. Virüs ve mikrop yayılmaları da küresel göç hareketlerine yol açabilmektedir.

                Normal durumlarda ülkesini ya da yaşadığı bölgeyi terk etmek istemeyen insanlar, yaşadıkları yerdeki düzenleri bozulunca ve geçmişten gelen güvenlik ortamları ortadan kalkınca, doğal olarak bu yeni olumsuz durumların etkilerinden kaçmak için ayağa kalkarak göç ve mübadele yürüyüşlerine kalkışabilmektedirler. Göç etmek zorunda kalan insanlar aslında hemen bir yer değişikliğine yönelmeden önce çok düşünmek zorunda kalmaktadırlar. Geçen dönemlerin konjonktürünün gündeme getirdiği yeni koşullar karşısında  yer değiştirerek halen yaşadıkları ülkelere ya da devletlerin çatısı altına gelenler, yeniden yeni süreçte her gelişmeyi yakından izleyerek ona göre harekete geçmek  ve durum değerlendirmesi yaptıktan sonra da bir insan hakkı olarak tanınmış olan seyahat özgürlüğünün olanakları çerçevesinde, kendilerine daha farklı yaşam alanları ve ülkeler bularak buralara doğru  yürüyüşe geçtikleri zaman, göç olgusu kaçınılmaz olarak tamamlanmakta ve gerçekleştirilen nüfus değişiklikleri ile yeryüzü ülkeleri üzerinden  eskisinden bir çok yönden ayrılan yeni bir yaşam düzeni oluşumuna doğru adım atılmaktadır. Normal koşullarda göçmenler gidecekleri ülkeye karar verdikleri zaman oraya en çabuk yoldan ulaşarak göç serüvenini tamamlamak isterler. Bu yoldan yeni bir ülkenin topraklarına ayak basan yeni göçmenler için artık geri dönmek söz konusu değildir.  Her türlü tehlikeyi göze alarak yola çıkan, sınır duvar ve tellerini geçen, sınır bölgesinde bulunan deniz, göl ve ırmak gibi su yollarını yüzerek aşan, yeni ülkeye ulaşabilmek için   ölüm riskini göze alarak göç dalgası içinde yer alan yeni göçmenler, kendileri için hedef ülke ya da bölge olarak belirledikleri yeri seçtikleri aşamada artık yapacak tek şey göze kestirilerek hedeflenen o yere yönelik göç hareketini tamamlamaktır. Yola çıkan, sınırı geçen ve de yeni yerleşim yerine gelmeyi başaran göçmenlerin, bu aşamadan sonra yeni geldikleri devletin vatandaşı olarak yeni ülkelerine tam olarak yerleşmeleri gerekmektedir. Eğer göçmenlerin geldikleri eski ülke ile göç edilecek yeni ülke arasında göç ve mübadele antlaşmaları imzalanmışsa, o zaman göç hareketleri daha düzenli ve hukuka uygun bir biçimde tamamlanabilmektedir. İlgili işlemler sırasında ortaya yeni sorunlar çıkarsa ya da yeni baskılar yolu ile göç oluşumu engellenirse, o zaman yasal yolların açık olduğu dikkate alınarak, göç hukuku ve mevzuatı çizgisinde hukuk mekanizmaları çalıştırılarak ihtilaflar çözüme kavuşturulabilir. Bu gibi kararlarda Birleşmiş Milletlerin insan hakları belgelerinde esas olan göç, seyahat etme ve yer değiştirme, gibi haklara dayanılarak uygulamaların yapılması gerekmektedir.

                Doğal göçler yolu ile büyük ve zengin ülkelere göç etme çabası içinde olan sığınmacılar, bu yolda hedefe ulaşabilmek için yol üstündeki ülkelerden geçerek göç etmeye çalışan halk kitlelerinin yol üstündeki ülkelerin yönetimleri ile ya da onların ortaya koyduğu engelleme politikaları ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu doğrultuda her ülkenin kendi jeopolitik durumu ve konjonktürel konumunu dikkate alan yaklaşımlar geliştirdiği görülmektedir. Kendi nüfus dengesini bozmak istemeyen ve de göç olaylarının getirdiği yeni ekonomik harcamaların baskısı altında kendi mali dengelerini korumak isteyen devletlerin, göç işlemlerine karşı uzak durdukları ve bu türde gelişen olayları önleyerek gelecekte büyük ekonomik krizlerle karşılaşmayı önleme çabaları içine girdikleri görülebilmektedir. Küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı yeni değişim sürecinde göç hareketleri en fazla göze çarpan gelişmeler olarak görünmektedir. Bütün devletler bu doğrultuda kendi toplumlarına sahip çıkarak nüfusu bölebilecek dışa çıkışların önlenmesi için çaba gösterirlerken, diğer yandan da dışarıdan gelen aç ve yoksulların oluşturduğu baskın göçlere izin vermek istememektedirler. Kendi nüfusuna kaynak bulamayan küçük ve orta boy ülkelerin dışarıdan izinsiz göç hareketlerine sahne olmasını hedef ülke yönetimleri ile birlikte, dünya kamuoyunun sağ duyulu kesimleri de bu gibi durumları olumlu karşılamamakta ve göç hareketleri ile birlikte ülkelerin karşısına dikilen sığınmacılara karşı önlemler almaya çalışmaktadırlar. Her devlet kendi anayasal düzenini kurarken, hukuk devletinin gereklerini yerine getirmeye çalışmakta ve göç, mübadele ve sığınma gibi nüfus olaylarını uluslararası hukukun kuralları doğrultusunda kontrol etmeye çalışmaktadır. Konu ile ilgili olan Cenevre sözleşmeleri ile uluslararası insan hakları ilkelerine, Birleşmiş Milletlere üye olan her devletin dikkat etmesi dünya düzeni ve evrensel barış açısından gereklidir.

                Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi zengin batı bölgelerinin  üst düzey devlet yapılanmaları göçmenleri sınır kapılarında bekleterek, daha sonra geri göndererek bu saldırılardan kurtulmaya çalışmışlar ama geri kalmış Asya ve Afrika ülkelerinden binlerce göçmen ve sığınmacının göç etmek istemeleri üzerine, batılılar iyi okumuş yüksek tahsil sahipleri ile yabancı dil bilen ve dünyayı izleyebilen entellektüelleri vatandaş olarak almaya öncelik vermiş, dil bilmeyen ve okumamış cahil düzeydeki insanları geri göndermeye çaba göstermişlerdir. Çağdaş dünyanın büyük devletleri resmen ayrımcılık yaparken, Türkiye ise bu konuda açık kapı politikası uygulayarak önceliği Müslüman göçmenlere vermiş ama diğer din mensuplarını görmezden gelmiştir. Bu konuda Musul Türkmenlerinin göçü sırasında da Sünniler Türkiye’ye kabul edilirken, Şii Müslümanlar İran’a gönderilerek ciddi bir mezhep ayırımı uygulanmıştır. Türkiye orta dünyanın merkezi ülkesi olarak tarih boyunca göç olayları ile karşı karşıya kalmıştır. Anadolu’nun yanı başındaki Balkan ve Kafkas bölgeleri göçler yüzünden küçük küçük azınlıklardan oluşan nüfus topluluklarına sahip olurken, tarihin her döneminde buralardan kaynaklanan göç hareketlerinden geride bazı kalıntılar olmuş ve bunlar merkezi coğrafyanın çok kültürlü ve etnik yapılı bir haritaya yönlendirilmesine zemin hazırlamıştır. Balkan ve Kafkas toplulukları içinde tarihin değişik dönemlerinde bu bölgeden gelip geçen kavimlerin kalıntıları devam edip gelerek, günümüzde bu bölgede çok kültürlü siyasal yapılanmalara yol açmıştır. Bu tür bir mozaik yapılanmayı ortaya çıkaran siyasal gelişmeler hep göç olayları ile desteklenmiştir. Dış konjonktür değişirken, merkezi bölge de bu gibi durumlardan etkilenmiştir. Bu yüzden devletler  çok kültürlü bir yapıda ortaya çıkmış ve zamanla bütünlük kazanabilmişlerdir. Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında cereyan eden nüfus hareketleri yüz yıl önce modern dünya düzeni oluşturulurken, bölge haritalarını yakından etkilemiş ve bu duruma göre hazırlanan emperyal plan ve projeler merkezi bölge haritalarının oluşumunu etkilemiştir. Üç kıta arasında kalan orta dünyada sürekli olarak her dönemde çeşitli siyasal saldırılarla olduğu kadar bu doğrultuda gelişen göç oluşumları ile de karşı karşıya gelinmiştir.

                Herkesin temel hak ve özgürlüklerinin korunması doğrultusunda göç ve sığınma olayları ele alındığı zaman, uluslararası bir yapılanma ile karşılaşılmaktadır. Bu konudaki hukuk düzenlemeleri hem göçmenlerin usulüne uygun olarak yerleştirilmelerini, hem de var olan devlet yönetimlerinin kabul etmediği eğitimi ve yabancı dili eksik olan sığınmacıların geri gönderilmelerini sağlamaktadır. Her devlet kendi siyasal modeli ve kuruluş yapılanması açısından yeni sığınmacı politikaları ortaya koymak zorundadır. Geri gönderme yöntemleri ile ulus devletler ülke nüfusunun bütünlüğünün korunmasına öncelikli olarak dikkat etmek zorundadırlar. Ülke içinde yaşayan yurttaşlar haklarını korumak için göçle gelen yeni sığınmacıların yerleşim düzenlerini bozmalarına ya da var olan kamu düzenine aykırı düşebilecek yapılanmalara yönelmelerine karşı çıkabilmektedirler. Bu gibi göç ve sığınma olaylarına karşı duran çıkışlar, farklı etnik ve dinsel gruplardan gelerek ülkede ulus devletin nüfus dengesinin bozulmasına giden yolların önünü kesmektedirler. Bu durumlar da ulus devletler ile birlikte o devleti kuran ulusların iş birliği yaparak kendi oluşturdukları siyasal düzene sahip çıkmaları gibi ulusal bir savunma durumu ortaya cıkmaktadır. İmparatorlukların geçen asırda yok olmasıyla gündeme gelen ulus devletlerin bir asır sonra benzeri bir süreç içinde yok oluşlarını önleyecek bir ulus devlet refleksi, bu aşamada ulusalcıların girişimleri ile öne çıkarılarak bölünmeye giden gelişmeler önlenmeye çalışılmaktadır. Birbirinden farklı etnik, dinsel ve kültürel yapılardan gelen sığınmacılar ya da göçmenlerin, ülke içindeki uluslaşma sürecinin tamamlanması sonucunda gerçekleşen toplumsal bütünlük, yani üniter siyasal devlet modelinin tüm bölücü tehditlere karşı korunması amacıyla, çok kültürlü bir yapılanma doğrultusunda temelden bir değişiklik oluşumunun tehdidi altına girmesi, bugünün dünyasında çok büyük siyasal sorunlara neden olmaktadır. Çağımızın devlet modeli olan ulus devletin üniterliği ile toplumsal düzeninin uluslaşması, göçler ya da sığınmalar yolu ile ulus devletlerin çokluluk düzenine yönlendirilmesi çabalarında, dikkate alınması gereken konulardır. Her ulus devlet üniter yapısını koruyarak varlığını sürdürebilir.

                Çağımızın gerçeği olan ulus devletler günümüzde küresel emperyalizm olgusu ile karşı karşıya gelmekte ve bu yüzden de sürekli olarak her dönemde göç, sığınma, tehdit, saldırı, işgal ve mübadele gibi nüfus hareketleri ile uğraşmak durumunda kalmakta ve bu yüzden de yola devam etme çizgisinde inişli çıkışlı durumları kontrol edebilmenin çabası içine sürüklenmektedirler. Türk devletinin son küreselleşme döneminde gene bu doğrultularda rahatsız edilmesi, devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü ilkesine ters düştüğü için, yeni dünya düzenine var olan ulus devletlerin hemen hemen hepsi karşı çıkmaktadır. Uluslararası konjonktürde öne çıkan herhangi bir olay ya da gelişme bir anda ulus devletlerin sınır boylarına binlerce ya da milyonlarca kişinin gelerek yığılmalarına giden yolu açmaktadır. Kendi sorunları ile boğuşmaktan bir türlü kurtulamayan ulus devletler, artan nüfus yapısının zorlamaları yüzünden, bir anda binlerce ya da milyonlarca insanın kendi ülkesine gelmesini kabul edebilecek ve onların gereksinmelerini karşılayabilecek durumda hiçbir zaman olmamışlardır. Uluslararası alanı baskı altına alan olağan dışı gelişmeler, büyük ekonomik krizler, devletler arası rekabetin sıcak çekişme ve çatışmalara dönüşmesi üzerine gündeme gelen savaş senaryoları ulus devletleri tehlikeli konumlara sürüklediği için, bu gibi siyasal yapılar kendi güçlerini korumak ve yeni koşullara uyum sağlayarak sahip oldukları kazanılmış haklarını sonuna kadar muhafaza etmek durumundadırlar. Bu çerçeve de ulus devletler ulusal kimlik ve düzenin getirdiği her türlü hakkı sonuna kadar korumakla yükümlü olduğu için, göç ve sığınma yolları ile milli sınırları geçerek gelen farklı alt kimlikçi siyasal oluşumların, daha farklı bir alt kimlikçi ulusalcılık dayatılmasına her zaman karşı çıkarak kurulu ulus devlet modelini savunmak durumundadırlar. Bu nedenle bütün ulus devletler kendileri için bölücü ve parçalayıcı etkiler yaratabilecek her türlü göç, sığınma ya da yeni yerleşim girişimlerine karşı ulusal birlik ve ülkesel bütünlük kurallarına uygun olarak hareket etmek zorunda kalmaktadırlar.

                Küresel emperyalizmin bütün dünyaya egemen olma planları doğrultusunda ulus devletlerin ortadan kaldırılması  küresel alanda boşluklar getirdiği için , küresel şirketler ulus devletleri ortadan kaldırabilme yolunda, alt kimlikçi eyaletleşme ,büyük şehirlerin  şehir devletlerine dönüştürülmesi ve de belirli  alanların bir araya getirileceği bölgesel federasyonları kendi kontrolleri altında oluşturma girişimlerini birbiri ardı sıra siyasal gündeme getirirken,  egemen güçler tümüyle ulus devletlere karşı çıkmaktadırlar. Geleceğin dünyasında alt kimlikçi eyaletler ile şehir devletlerinin birlikte yaşayacağı bölgesel federasyonları, daha sonraki aşamada kurulacak bir dünya konfederasyonu çatısı altında toplamayı düşünen gizli dünya devleti öncüleri, ulus devletleri ortadan kaldırabilmek için her yolu denemeye başlamışlardır. Tarihsel bir olgu olan göçlerin yeniden gündeme gelmesi ve bu doğrultuda emperyalist devletlerin çeşitli senaryolar peşinde koşmaları, Türk ulus devletini merkezi coğrafyadan kaldırma senaryosunda Türkiye’yi yeniden bir göç devletine dönüştürmüştür. Ülkenin  doğusunda batısında, kuzey ve güney bölgelerinde alt kimlikçi eyalet devletlerine, İstanbul, İzmir, Antalya, Mersin, Adana, Konya ve Sivas gibi büyük kentlerde şehir devletleri oluşturmaya çalışan emperyalizm ve onların yerli işbirlikçileri, Atatürk’ün sağlam temeller üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırabilme amacıyla, dış baskılar ve iç senaryolarını birbiri ardı sıra gündeme getirebilmektedirler  Emperyalist ve yerli işbirlikçi çevrelerin bu çizgide göç hareketlerini ulusal birlik ile  üniter devlet düzenlerini ortadan kaldırma yolunda bir silah olarak kullanmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Son dönemde, Türk devletinin içi, Araplar, İranlılar, Ermeniler, Afganlılar, Azeriler, Tacikler, Kırgızlar ve diğer Asyalı kavimlerin göç hareketleri ile doldurulmaya çalışılmış ve bu doğrultuda  Türk devletinin ulusal bir yapılanmaya dayanan yüz yıllık birlikte yaşamadan gelen ortak kimliği olarak ,Türklük bir ulusal olgu olarak ikinci plana iteklenmiştir. Farklı alt kimlikçi göçmen grupların açık tutulan sınır kapılarından içeriye özgürce girmeleri dış baskılarla sürdürülünce, büyük şehirlerin yollarında Arapça, Ermenice, Kürtçe, Azerice, Tatarca konuşanlar gibi merkezi coğrafyanın alt kimlikçi yansımaları ortaya çıkmıştır. Bu durumda Türkiye’deki ulusal kimlik ve ulus devlet yapılanmaları ortadan kaldırılarak, yeni Sevr senaryoları doğrultusunda, Türk devletinin çöküşü ve dağılış süreci hızlandırılmıştır.

                Batı emperyalizmi merkezi coğrafyaya yeniden yerleşirken, bölge devletlerini tehdit etmeye başlamış ve bu doğrultuda hem bir bölgesel savaş hem de bölge devletlerinin sınırları içinde bir iç savaş tehlikesini gündeme getirmiştir. Bu doğrultuda İsrail bölgeye yerleşirken Filistinlileri Ürdün’e sürmüş, komşu ülkelerdeki Arapları daha uzak Arap devletlerine göçmen olarak göndermiştir. Bölge   için var olan emperyalist planlarda, Büyük Orta Doğu, Büyük İsrail, Büyük Avrupa ve Büyük Asya gibi oluşumlar hedeflendiği için, emperyalist güçler kendi planlarını empoze ederek, bölgedeki ulus devletlerin dağılması ve yeni göçler yolu ile de nüfus yapılarının değiştirilerek çok uluslu kozmopolit siyasal oluşumların hedeflenmektedir. Bu senaryolar gündemde olduğu için, göçler aracılığı ile çok kültürlü bir federasyonculuk gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Küresel emperyalistler dünyanın merkezi alanını ele geçirirken orta dünyadaki ulus devletlerin üzerinde giderek daha fazla baskı uygulamalarına başladığı göze çarpmaktadır. Baskılar beraberinde   zorbalık, işkence ve ekonomik çöküş gibi olumsuz ortamları gündeme getirerek halk kitlelerini işsizlik ve açlık çukurlarına doğru sürüklemektedir. Açlık insanları ayağa kaldırdığı gibi işsizlik de ülke değişimine giden yolları öne çıkarmaktadır. Göç edilen ülkelerin ekonomileri daha iyi bir durumda olduğu zaman göçmenler hemen geldikleri ülkenin vatandaşlığını almaya çalışmaktadırlar. Bu gibi durumlarda göçmenlerin kalıcılaşması gibi durumlar öne çıktığı için, göç yolu ile gelen sığınmacılar bir süre sonra geldikleri ülkelerin vatandaşları olma hakkını   elde etmeye çalışmaktadırlar. Yoksul ülkeden zengin ülkeye gelenler, gelişmiş ülkelerde iş ve de kendileri açısından daha tatmin edici koşullar bulanlar göç ettikleri ülkelerde kalıcı olarak, tahsil ve iş olanaklarını bu ülkelerde elde edebilmenin çabası içine girebilmektedirler. Dünya nüfusu artarken, nüfusu azalan ya da zaten az olan küçük ülkelerde göçmenler, daha kolay iş bulabilme ya da yaşam düzeni kurabilme açısından kendi durumlarını ele alarak değerlendirdiklerinde zengin ve büyük ülkelere göç etmeye öncelik vermektedirler.

                Zengin ülkelerden büyük olanları göç ve sığınma olaylarına daha toleranslı bakarken, küçük ve orta boy ülkelerin kendi sınırlı koşulları ve ağır yükleri nedeniyle göç hareketlerini daha olumsuz bir bakış açısıyla değerlendirmeye yönelik oldukları görülmektedir. Bu dünyaya yaşamak üzere gelmiş olan insanoğlunun yer kürenin herhangi bir yerinde kendisine yaşam düzeni kurması, doğal bir insan hakkı olarak ele alınmalıdır. Ne var ki, insanların bu gereksinmelerini karşılarken, diğer haklar ihmal edilmemelidir. Bu dünyada yaşayan herkesin hak ve özgürlüklerinin birbirlerinin hak ve özgürlükleri ile sınırlı oldukları dikkate alındığı zaman, göçmenlerin de bir insan olarak diğer insanlarla birlikte olmak ve eşit koşullarda yaşamak hakkına sahip oldukları anlaşılmaktadır. Ev sahibi olan ülkeler yeni gelen insanlara ve daha sonra da vatandaşlarına kapılarını açtıkları zaman, anayasa ve yasalarda belirlenen hak ve özgürlükler düzenine uygun bir yeni düzenlemeye gitmektediler. Ne var ki, bugünün çağdaş dünyasında en gelişmiş bölgelerden birisi olan Avrupa Birliği ülkelerinin ciddi bir göçmen politikasına sahip olmadıkları ve bu yüzden de ortaya birçok çatışmalı olaylar ile birlikte asgari düzeyde insan haklarının bile esirgendiği, olumsuz gelişmeleri Avrupa’ya dönük göçmen hareketleri sırasında görmek mümkün olmaktadır. Avrupa Birliğinin Türkiye gibi komşu ülkeleri ara ülke olarak kullanarak kendilerine dönük göç etmek isteyen kitleleri bekletme, gözaltında tutma ve geri gönderme gibi olumsuz durumlar yaratması, Avrupa uygarlığına çok zarar vermiştir. İnsan hakları doğrultusunda göç ve sığınma girişimlerini görmezden gelen Amerika Birleşik Devletleri’nin, güney Amerika ülkelerinden gelen göç girişimlerine karşı, tıpkı İsrail gibi duvar çekme yoluna giderek uygar ülke olma sorumluluğunu yerine getirmekten kaçındığı son dönemde açıkça ortaya çıkmıştır. Göçmen veren ülkeler azgelişmişlik çıkmazı içinde mücadele ederken, göçmen alan zengin ülkelerin daha anlayışlı hareket ederek, uluslararası alanda ortaya çıkan gereksinmelerin karşılanmasına yardımcı olmaları beklenmektedir. Göç olaylarının sorumlusunun emperyalistler olduğu yaşanan olaylar ile kesinleşmiştir. Türkiye’nin de  bu aşamada merkezi bir jeopolitik konum nedeniyle hem yol geçen hanı, hem de  son durak olduğu anlaşılmaktadır. Göçmenlerin geldikleri ülkelerin kültürel yapılarına uymaları sayesinde, ulus devlet düzenlerinin devamı sağlanarak çatışmalar önlenecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN