NE YENİ OSMANLICILIK NE DE NEO KEMALİZM
Yirmi
birinci yüzyılda dünya sürekli dönerek bir yerlere doğru giderken, yeryüzünün
üzerinde yaşamını sürdürmeye çalışan insanlık da bu doğrultuda kendine yeni bir
dünya düzeni kurmaya çaba göstermektedir. Bu doğrultuda, bütün devletler dünya
haritasındaki yerlerine bakarak değişen koşullar çerçevesinde var oldukları
jeopolitik konumu daha da güçlendirmeye yönelirlerken, her devlet önce kendi
ülkesinde, daha sonra içinde bulunduğu bölge üzerinde ve de uluslararası
konjonktürün dönüşümü içinde kendilerine daha güçlü bir yer edinmeye
çalışmaktadırlar. Her devlet kendi yapısını düzelterek reformlar aracılığı ile
daha güçlü bir konuma ulaşabilmek için uğraşırken, dünya haritası üzerinde
bulunan diğer devletler de benzeri mücadelelere kalkışarak devletlerarası
yarışı öne geçerek kazanabilmenin yollarını aramaktadırlar. Bu doğrultuda her
devlet yeni bir yapılanma modeli geliştirirken, diğer devletlerden ve komşu
ülkelerden farklı bir plan ya da program ile dünya kamuoyunun önüne çıkmakta ve
kendisini yenileme doğrultusundaki hazırlıklarını uygulama alanına getirerek,
rakip devletler önünde yeni dönemin koşullarına uygun bir biçimde yenilenen
dünya düzeni içinde, hak ettikleri yerlerini alabilmenin kavgasını
vermektedirler. Hiçbir devlet yok olmayı ya da haritadan silinmeyi kabul
etmeyeceği için, hepsi var olabilmenin ve sonsuza kadar varlığını
sürdürebilmenin arayışı içinde kendi mücadelelerini sürdürmektedirler. Bugünün
dünyasında geçmişten gelerek önümüze çıkan bu devletlerarası rekabet ve daha
güçlü olma yarışı, geleceğe doğru sonu belli olmayan bir süreç ile insanlık
alemini karşı karşıya getirmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru emin adımlarla yoluna devam ederken değişen
koşullarda önce var olabilmenin, daha sonra da daha güçlenerek harita
üzerindeki jeopolitik konumunu daha da kuvvetlendirebilmenin çabası içinde
olmuştur. İki kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle birlikte yer küre tek
merkezli bir dünya arayışı içine girmesine rağmen, bu doğrultuda ciddi bir
sonuç alınamamıştır. Her türlü emperyal plan ve programa rağmen tek merkezli
bir dünya düzeni gerçekleştirilememiş, siyasal dönüşüm bu çizginin tamamen
tersi bir yönde çok merkezli bir dünya düzenine yönelik bir çizgide gelişmeye
başlamıştır. İki kutuplu dünya düzeni çökerken, doğu bloku içinde var olan geri
kalmış ülkeler darmadağın olurken, batı bloku içindeki devletler uluslararası
kuruluşlar üzerinden birlik ve beraberliklerini koruyarak yola devam edebilmenin
arayışı içinde olmuşlardır. İki büyük dünya savaşı sonrası dönemde varlığını
koruyan batı bloku, geçmişten gelen hak ve özgürlükler arayışı içinde dünyanın
batı merkezli yeni bir düzene doğru yönlendirilmesine daha yakın durarak tek
kutuplu dünya çalışmalarını geliştirmek istemiştir. Ne var ki, batı dünyasının
içinde yer alan büyük devletler zamanla kendi içlerinde siyasal çekişmelere
sürüklendiklerinden dolayı, ABD öncülüğünde bir tek merkezli yeni dünya düzeni
kurulamamıştır. Batının önde gelen büyük devletleri eski güçlerinden aldıkları
destek ile, yeni dünya düzeni içinde daha güçlü olabilmeye heveslenirken, diğer
devletlerin kendileri için geliştirdikleri yeni ülkesel, bölgesel ve küresel
projeler çarpışmaya başlamıştır. Beş kıta üzerine kurulu bulunan dünya
coğrafyasında yer alan bütün bölgeler bu doğrultuda, büyük devletlerin
bölgeselleşme planları ile karşılaşmıştır. Büyük devletlerin kendi bölgelerine
yönelik hegemonya girişimleri her bölge için yeniden yapılanma arayışlarını
getirmiştir. Coğrafi bölgeler için planlar geliştirilirken, tüm bölgeleri içine
alacak yeni bir dünya düzeni girişimi de uluslararası alanda gelişerek bugüne
kadar gelmiştir. Böylesine çift yönlü bir süreç yaşanırken, dünya hem bölgesel
hem de küresel projeler ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Yeni bir yüzyılın ilk
yılları geride kalırken, insanlık küresel ve bölgesel planlar üzerinde halen
bir anlaşma sağlayamamıştır. Ortak bir rıza üzerinden ilkesel anlaşma olmayınca,
halen bu tür çekişmeler devam etmektedir.
Her
türlü siyasal çekişme ve çatışmaları ile dünya yoluna bugün devam ederken, büyük
devletlerin ve küresel merkezlerin yeni yeni bazı düşünce ve projeleri gündeme
alarak, yeni projeler için bir gerçekleşme ortamı oluşturmaya çalıştıkları
anlaşılmaktadır. Böylesine bir durumda küçük ve orta boy devletler kendi
varlıklarını korumaya çalışırken, büyük devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde
emperyalist baskılar kurmakta ve bu doğrultuda yönlendirmeler gündeme
getirmektedirler Büyük ülkeler sahip oldukları ekonomik gücü sermaye
birikimleriyle destekleyerek, kendi çıkarları çizgisinde bir yeni yapılanma
ortaya çıkarmak istemektedirler. Bu süreçte Türkiye’de bir devlet olarak
benzeri durumlarla karşılaşmakta ve bu nedenle de dışarıdan emperyal
merkezlerin geliştirdiği politik dayatmalara karşı çıkan bir tepki kendiliğinden
toplumun içinde gelişmektedir. Emperyalist plan ve projeler Türkiye’nin
varlığını ve devlet modelini tehdit ettiği bu aşamada, diğer devletler gibi
Türkiye Cumhuriyeti de hem kendisini tehditlere karşı korumak hem de kendisinin
merkezinde yer aldığı siyasal yapı ve devletin kuruluş modelinden gelen
yansımalar doğrultusunda, içinde bulunduğu bölgenin özelliklerine uygun olacak
bir biçimlenme dönemine girmektedir. Dünyanın merkezi coğrafyasının yeniden
yapılandırılması, Türkiye’nin de değişimini gündeme getirdiği için bu noktada
iç ve dış yeni senaryoların belirli projeler olarak öne çıkartıldığı göze
çarpmaktadır. Türkiye içinde bulunduğu bölge için kendisinin merkezinde yer
aldığı ve kuruluş modeline uygun bir güçlenme sağlayacak bazı projeleri bir
anlamda varlığını güvence altına alacak yedek B planları biçiminde gündeme
getirirken, dünyayı sömürgeleştirmiş olan batının emperyal merkezlerinden
böylesine bir dönüşümü önlemek üzere, farklı plan ve projelerin zamanla ortaya
çıkarılarak Türk milletine ve devletine dışarıdan dayatmalarla gerçekleştirilmesine
çalışılmaktadır.
Bölgede
geçmişte yedi asırlık bir zaman dilimi içinde var olan Osmanlı İmparatorluğu
yapısını esas alan yaklaşımlar, Yeni Osmanlıcılık olarak benimsetilmeye
çalışılırken merkezi coğrafyanın geleceğe dönük yeniden biçimlenmesi ancak Osmanlı
dönemindeki koşullara uygun bir yapılanma ile mümkün olabileceği dile
getirilmektedir. Küreselleşme döneminde fazlasıyla ortaya çıkan çeşitli
sorunların önlenebilmesi için, Yeni Osmanlıcılık akımının çözüm olabileceği
bazı batı ülkeleri ve de bölgedeki İslam ülkeleri aracılığı ile dile
getirilerek, merkezi alandaki yeni yapılanmanın bu doğrultuda ele alınması
gerektiği savunulmaktadır. Batılı siyaset bilimciler ya da sosyologlar bu tür
yaklaşımlar geliştirirken geçmişten alınan dersleri dile getirerek, Türk
kamuoyunu bu doğrultuda biçimlendirebilmenin çabalarını göstermektedirler. Fransız
asıllı siyaset sosyoloğu François Georgeon, Türkiye’nin içine sürüklendiği
çıkmazdan ancak önümüzdeki dönemde Yeni Osmanlıcılık siyasetine yönelerek
çıkabileceğini ifade ederken, Osmanlı döneminden geride kalan çok önemli
özelliklerin ve koşulların merkezi alanda hala etkilerini sürdürdüğünü, bu
yüzden de Osmanlı döneminden gelen siyasal birikimi dikkate almadan merkezi bölgede
yapılabilecek değişikliklerin eksik kalabileceğini ifade etmiştir. Üç kıta
arasında üç yarımada üzerinde kurulu bulunan Osmanlı imparatorluğunun kendine
özgü bir uygarlık geliştirdiğini, bu nedenle de Orta Doğu’da yeni bir uygarlık
arayışına girildiği bir aşamada, bu bölgede Yeniden Osmanlıcılık akımının önem
kazandığını ifade etmektedir. Bugünkü Türkiye’nin yüz yıl önce ortaya çıkmasına
neden olan değişimin biçimlenmesinde, Yeni Osmanlıcılık akımının geçmişin birikiminin
bugünlere yansıması açısından önem taşıdığı, Georgeon ve benzeri bilim adamları
tarafından bugün tekrar tartışma alanına
getirilmektedir. Fransız bilim adamı bu konudaki düşüncelerini açıklarken, Türk
modernleşmesinin arkasında Osmanlı döneminde yapılan yeniliklerin önemli ölçüde
etkili olduğunu vurgulayarak bugüne bakışlar yapmaktadır. Osmanlı imparatorluğu
ve Türk devletinin aynı coğrafyada kurulduğunu, bu nedenle aynı jeopolitik
konumun her iki devlet yapısı içinde benzer yansımalar yaratarak, aynı çizgide
bir yapılanmanın ortaya çıkmasında Osmanlı ve Türk modernleşme hareketlerinin
birbirini etkileyerek zamanla bir siyasal ve kültürel sentezin gündeme
geldiğini vurgulamıştır. Bu açıdan Georgeon aslında Türk devletinin Osmanlı
imparatorluğunun devamı olarak Türk imparatorluğu olduğunu ve değişen koşullar
yüzünden Osmanlı döneminden Türk dönemine geçildiğini açıkça dile getirmiştir.
Yeni
dönemde bir Avrasya oluşumu ile karşı karşıya gelen Türkiye Cumhuriyeti, bölge
nüfus yapısının büyük oranda Türk devletlerinin Türki kökenli halk tabanları
ile meydana gelmesi nedeniyle Türkçülük
akımlarına önem vermesi gerekirken, ABD ve İsrail destekli bir ılımlı İslam
projesi doğrultusunda, Türkiye’nin Türk
devletini yöneten son dönem iktidarları sürekli olarak sırtlarını Türk
dünyasına dönerek ve ılımlı İslam’ın gerekleri doğrultusunda Orta Doğu
bölgesine odaklanarak , Türk dünyasından
uzakta kalarak, yeni dönemin siyasetleri Türkiye’de gündeme getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetler
Birliği sonrasında açıklığa kavuşan Türk dünyasına yönelmesi gerekirken, İslam
coğrafyası ortasında laik devlet yapısı ile ılımlı İslam’a yöneltilen bir merkezi
devlet olarak ABD ve İsrail ikilisi tarafından kullanılmaya çalışılması, Türk
devletini önemli handikaplarla karşı karşıya getirmiştir. Bağımsızlığına kavuşmuş bir Türk dünyasının
yanı başında yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk dünyası ile kucaklaşacağına,
İslam dünyası ile yakınlaştırılmaya çalışılması, İsrail’in ABD’ye kabul
ettirdiği Ilımlı İslam politikasının yarattığı çelişkiler olarak öne çıkmıştır.
Türkiye’deki ılımlı İslam iktidarı İslam dünyasına yakınlaştıkça, Türk
dünyasından uzaklaşmış ve devletin kuruluş aşamasında kimliği olarak belirlenen
Türklük olgusundan çok uzakta kalarak, kimliksiz bir merkezi devlet konumuyla
İslamcı politikalar üzerinden orta dünyada tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinde
olduğu gibi, Orta Doğu Birleşik Devletleri oluşumuna doğru, gelecekte parçalanacak
komşu devletlerden ortaya çıkacak
küçük eyalet devletleriyle, bölgesel federasyon oluşumuna gidilirken Türkiye
Cumhuriyetinin sahip olduğu milli kimliği ile Türk dünyası ile kucaklaşması
önlenmekte, bölgedeki İsrail’in
kurulmasıyla başlamış olan federasyon
projelerine Türkiye’nin alet olması, ABD baskılarıyla birlikte
sonuçlandırılmaya çalışılmaktadır. Böylece milli kimliği Türk olan bir Türk
devletinin, doğu komşuları olarak öne çıkmış olan Türk dünyası ile bütünleşmesi
önlenmekte, İslam dünyasının tam ortasında başka bir din kimliği ile kurulmuş
olan bu küçük devletin yalnızlığı, yapayalnız kurulmuş olan İsrail’in konumunu
kurtarmak üzere, Türkiye kendisinin de parçalanmasına neden olacak yönde, Orta
Doğu ‘da çok uluslu bir federasyon yapılanmasına doğru zorlanmaktadır.
Sovyetler
Birliği kurulurken engellenen Türk dünyasının birliği ve bütünlüğü oluşumu, bu
birliğin dağılması sonrasında yeniden gündeme gelirken, Türkiye’nin önünün ABD-İsrail
ikilisi ile birlikte Yahudi asıllı patronların kontrolü altındaki küresel
şirketler tarafından kesildiği ve Türk dünyası ile Türk kimliği üzerinden bir
bütünleşme sürecinin başlatılması gerekirken, ABD ve İsrail ikilisinin
çıkarları doğrultusunda ılımlı İslam politikaları üzerinden Türkiye’nin laik
devlet yapısı ile katı İslamcı gidişe
karşı, İsrail için bir şemsiye olarak kullanılmak üzere yeni dönemde Orta Doğu federasyonu kurulmaya çalışılmıştır.
Türk devletinin çok uluslu bir Orta Doğu yapılanması için Irak
ve Suriye savaşları aracılığı ile merkezi alana çekildiği görülmüştür. Küçük
İsrail’i kurtaracak Büyük İsrail projesini gerçekleştirmek üzere, Türkiye
kendisini de parçalayacak ve eyaletler üzerinden bölgesel federasyonunun içine
çekecek, Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail isimli bölgesel federasyon
projelerinin yönünde, Türk devleti gerçek kimliğinin içinde bulunduğu Türk
dünyasına sırtını dönerek fazlasıyla uzaklaştırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti
Türk dünyasından uzaklaştıkça Türk devletinin kimliği fazlasıyla tartışılmaya
başlanmış, devletin adında ya da kimliğinde “Türk” kavramı yokmuş gibi hareket
edilmeye başlanmıştır. Kimileri alt kimlikleri hortlatarak Türklüğü ortadan
kaldırmaya, bazıları da Türklüğü ezerek yok etmeye doğru yönelirken, Türkiye’nin
ülkesi yabancı bölgesel federasyon planları doğrultusunda eyalet ve şehir
devletlerinin içinde birlikte yer alacakları bir bölgesel federasyona doğru, küresel
emperyalizmin hazırladığı yapısal değişiklikler çizgisinde yönlendirilmeye
başlanmıştır. Merkezi alanda Türkiye ya da İran gibi ülkelerin kendi düzenlerini
kurmaları engellenirken, bölge devletlerinin alt kimlikler aracılığı ile
parçalanarak, ortaya çıkacak yeni eyalet devletleriyle ABD-İsrail ikilisinin
yeni federasyon projesi kurulmaya çalışılmıştır. Böylesine bir bölgesel oluşum
için, Türkiye Türk dünyasına uzak tutulmuş ve Avrupa Birliğine alınmamıştır.
Birinci
dünya savaşı sırasında yeni bir dünya düzeni kurulurken, Türk dünyası Rusya
aracılığı ile Sovyetler Birliği’nin egemenliğine terk edilmiş ve Türk devleti
batı dünyasının ileri karakolu haline getirilerek sosyalist sistemin sınır
bekçisi konumunda kullanılmıştır. Türk devleti Türk dünyasından ayrı tutularak ve
batı blokunun doğu kapısı konumuna getirilerek, merkezi alandaki siyasal
dengelerde bir batılı güç konumunda kullanılmaya çalışılmıştır. Jeopolitik
biliminin ortaya koyduğu veriler doğrultusunda Slavlar, Hintliler ve Çinliler’in
büyük imparatorluk devletleri çatısı altında bir arada yaşamalarına izin
verilirken, yeryüzü haritası üzerinde yaşamaya çalışan Türk topluluklarının
ortak bir çatı altında bir Türk imparatorluğu statüsünde büyük bir birliktelik
kurmalarına izin verilmemiştir. Muhtemel bir üçüncü dünya savaşı senaryosu
doğrultusunda geliştirilen orta dünya
plan ve projelerinde büyük Türk Birliği
projesi belirsiz bir geleceğe doğru ertelenirken , ABD ve İsrail
ikilisinin planları doğrultusunda Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail
projelerinin önü açılmış ama Büyük
Türkiye adını alacak bir Büyük Türk Birliği’nin
önü doğu, güneydoğu ve de doğu Karadeniz bölgelerinde yer alacak farklı din ve
etnik kimlikler üzerinden eyalet devletleri oluşturma projesi ile kesilmeye çalışılmıştır. Türk Birliği önlenirken,
ülkedeki milli potansiyel ve bunların örgütleri Yeni Osmanlıcılık düşünceleri
ile oyalanmaya çalışılmıştır. Tarihte kalmış eski koşulların ürünü olan bir
Osmanlı devletinin yeniden kurulacağı görüşleri ile merkezi coğrafyada Türkiye
merkezli bir büyük birliktelik ya da Büyük Türk Birliğine giden yollar
engellenmiştir. İkinci dünya savaşı sonrasında kurulan İsrail devletinin
merkezi alana yerleşmesiyle, Türklük olgusu ve Türkçülük akımları durgunluk
ortamına doğru kaydırılırken, bunların yerine Yeni Osmanlıcılık adı altında
Osmanlı döneminden kalma özlemler siyaset sahnesinde bir amaç ya da hedef
olarak ortaya konularak, Türklük çizgisinde geleceğe hazırlanması gereken Türk
asıllı topluluklar, yeniden Osmanlıcılık hayallerine doğru yönlendirilmiştir.
ABD ve İsrail ikilisi Yeni Osmanlıcılık kavramını kullanarak eskiden kalma
Osmanlı ülkelerinin tamamını merkezi federasyon çatısı altında Büyük İsrail
olarak bir araya getirebilmenin çabası içinde olmuşlardır. Bu doğrultuda
Türkiye’yi İsrail’in de içinde yer aldığı eski Osmanlı ülkeleriyle birlikte
ortak bir bölge devletine doğru zorlarlarken, Türkiye nüfusunun büyük
çoğunluğunun Türk asıllı kavim ve boylardan geldiklerini unutmuşlardır.
Rusya Federasyonu devlet başkanlığı baş danışmanı Aleksandr Dugin geçenlerde yayımladığı makalesinde bugünün gerçekleri karşısında Yeni Osmanlıcılık akımını incelerken, günümüz ılımlı İslamcı iktidarının eskiden Türk dünyasına fazlasıyla uzak dururken, bugünün koşullarında Afganistan sorununun öne çıkmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyetinin önemli bir tavır değişikliğine giderek yeni dönemde Türk dünyasına yakın dururken , geçmişten gelen bir Yeni Osmanlıcılık politikasına yönelmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Soğuk savaş yıllarında batılı gizli servisler tarafında Sovyetler Birliğine karşı desteklenen Pan-Türkizm akımının, son dönemlerde Büyük İsrail projesi için yeniden canlandırılmaya çalışılan Yeni Osmanlıcılık girişimleri aracılığı ile eski hızını kaybettiği görülmektedir. Türk dünyası ile büyük bir birliğe gidebilecek Pan-Türkizm akımı ile Yeni -Osmanlıcılık akımı karşılaştırılırsa, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi etnik kimliklerin dışlanarak ikinci plana itildiği ama bunun yerine sürekli olarak Hristiyan Avrupa ile savaşarak canlı tutulan bir İslam kimliğinin, Yeni-Osmanlıcılık akımı aracılığı ile öne çıkarılarak Türk kimliği ve Türkçülük akımının devre dışı bırakılması olarak göze çarpmaktadır. Batı emperyalizmi Türkiye’yi sürekli olarak Rusya’ya karşı kullandığı için Türkçülük akımının yeniden canlandırılması girişimleri etkin olamayarak, siyasal gündemin gerisinde kalmıştır. Dugin son yazdığı makalesinde Batının eskisi gibi Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getiremeyeceğini, I5 Temmuz olayı ile de batının Türkiye’deki ılımlı İslam iktidarını hedef alarak yıkmak istemesi karşısında, Rusya’nın zaman zaman Türkiye’yi desteklediğini ifade etmektedir. Rusya’nın bu aşamada ABD emperyalizminin önünü keserek tek kutuplu faşist bir dünya düzeni oluşumunu engellemeye çalıştığını öne süren Dugin bir jeopolitik uzmanı olarak, Türkiye’nin artık Nato’cu politikalara son vermesi gerektiğini de önemle vurgulamıştır. Ona göre Türkiye yeni dönemde emperyalizm yapmamak için Yeni Osmanlıcılık ile Türk dünyasına ya da Orta Asya bölgesine gidemez. Yeni dönemde Müslüman kimlikli Yeni Osmanlıcılık değil ama Rusya’nın uyguladığı Rus Avrasyacılığı’na benzer bir biçimde Türk Avrasyacılığı’nın uygulanması gerekmektedir. Türkiye özel bir önemle değil ama diğer dünya ülkeleri ile ortak hareket ettiği gibi normal bir davranış içinde olursa, o zaman Türk devletleri ile daha yakın ilişkiler kurabilir. Rus emperyalizminin temsilcisi olan Dugin, Türkiye’nin emperyalizme yönelmemesini ve Rusya ile karşı karşıya gelmeden yeni bir Avrasya stratejisi izlemesi gerektiğini söyleyerek Rus emperyalizminin temsilciliğini sürdürmektedir.
Georgeon
isimli bilim adamı Türkiye’nin eski Osmanlı devletinin mirasçısı olarak büyük
bir birikimi teslim aldığını ve bu nedenle Türkiye’nin bir ulus devlet değil ama
bir ulus imparatorluğu olduğunu ileri sürmektedir. Rusya, Çin ve Hint
yarımadasında olduğu gibi Anadolu yarımadasında da çeşitli halkların
temsilcileri bir araya geldiği için Türkiye için de bir ulus imparatorluğu
adının kullanılması söz konusu olabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Türk
kimliğini esas alan bir ulus devlet olmasına karşılık, Osmanlı döneminden gelen
birçok farklı kimlikte insanın aynı ülkede toplanması ile uluslaşma süreci
tamamlanamamış ve bu yüzden de Türk devleti tam anlamıyla ulus devlet konumuna gelememiştir.
Bütün dünyada küresel şirketler ulus devletlere karşı girişimleri
örgütledikleri için ulus devletlerin hem uluslaşma süreçleri tamamlanamamış,
hem de bu devletlerin güçlenmeleri küresel şirketler aracılığı ile ekonomi
üzerinden önlenmiştir. Küreselleşme dönemi ile birlikte bütün ulus devletler bazı
sosyal, ekonomik ve siyasal krizlere, sürüklenmiştir. Küresel ekonomilerin ulus
devletleri sarsması yüzünden, birçok yoksul ülke vatandaşı yollara dökülerek
zengin ülkelere doğru göç hareketine yönelince, ulus devletlerin ulusal bütünlükleri
bozulmuş ve dışarı giden göçmenler hem kendi uluslarının bütünlüğünü bozmuşlar
hem de gittikleri zengin ülkelerin ulusal toplum yapılarını da çok kültürlü
yapılanmaya sürükleyerek, ulus devletlerin insan unsuru olan ulusal toplumları parçalamasına
giden yolu açmışlardır. Afrika’nın yoksulları göç ederken kendi ulusal
yapılarını bozdukları gibi aynı zamanda Avrupa’nın ulus devletlerini de tehdit
ederek çağdaş ulus devlet modelinin ortadan kalkmasına yardımcı olmaktadırlar.
Balkan ve Kafkas bölgelerinde yaşanan azınlık sorunları tarihsel süreç içinde Türk
dünyası ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal bütünlüğünü fazlasıyla
bozarak, ülke birliğini tehdit etmiştir.
Yeni
Osmanlıcılık akımı Türkiye’nin ve Türk dünyasının sorunlarını çözmede yetersiz
kalmıştır, çünkü Osmanlı devletinin yıkılışını önlemek üzere önce Osmanlı
aydınları Osmanlıcılık ilkesi ile Osmanlı milleti yaratmaya çalışmış ama bir
imparatorluk olan Osmanlı devletinde yeni Osmanlıcılık siyaseti üzerinden bir
Osmanlı milleti yaratılamamıştır. Bunun üzerine ikinci aşamada İslam dini
üzerinden İslam milliyetçiliği ile Avrupa tipi bir İslam ulusu yaratılarak
Osmanlı devleti bir İslam imparatorluğuna dönüştürülmek istenmiş ama bu girişim
de bir millet yaratılması konusunda yetersiz kalmıştır. Bunun üzerine Osmanlı
aydınları bir üçüncü millet denemesini Türkçülük ilkesi üzerinden gündeme
getirmişler ve bu doğrultuda başarılı olmuşlardır. Rusya sınırları içinde
yaşamakta olan Türk topluluklarının zaman içinde Balkan, Kafkas ve Anadolu
bölgelerine göç etmeleri nedeniyle bu bölgelerde Türkleşme başlamış ve halk
kitleleri arasında en çok benimsenen milli kimlik olma noktasına gelince, Türk
milleti kimliği yaygınlık kazanarak imparatorluk sonrasında kurulan ulus
devletin milli kimliği olmuştur. Türkler Osmanlıcılığı benimsemediği için Türk
kimliğinde anlaşılmış ama küreselleşme sürecine geçilmesi sonrasında,
ABD-İsrail ikilisi eski Osmanlı topraklarını Kudüs merkezli bir Büyük İsrail
imparatorluğuna dönüştürürken, Yeni Osmanlıcılık kavramını yeniden piyasaya
sürerek merkezi coğrafyada da din
ağırlıklı bölgesel bir devletin Evanjelik
tarikatının öne çıkardığı gibi
kurulmasını hedeflemişler ama Atatürk’ün Türk milletine miras olarak bıraktığı
laik-ulus devlet sayesinde bu tür bir emperyalist din projesi geride kalmıştır.
Yeniden bir Osmanlı imparatorluğu kurulamayacağına göre Yeni Osmanlıcılık
hareketi bölgedeki Osmanlı ülkelerini ve halklarını oyalamaktan başka hiçbir
şeye yaramayacaktır. Asıl amaç Büyük Orta Doğu görünümlü bir Büyük İsrail
imparatorluğunun kurulmasıdır. Yeni Osmanlıcılık kavramının böylesine
emperyalist bir proje olarak kullanılmasına, Türk milletinin izin vermeyeceğini
Osmanlı tarihi ortaya koymuştur. Osmanlılık tarih kitaplarında yer alan bir
geçmişin öyküsüdür, Türklük ise yaşayan bir gerçekliktir.
Osmanlı
tartışmaları ile Türklerin geçmişe yönlendirilmesine karşı çıkan Atatürk Türk
milletinin atası olarak çok güçlü bir ulus devlet kurmuştur. Ne var ki, Hristiyan
Avrupa kadar, Büyük İsrail’ci Musevi Orta Doğu ile birlikte Rusya, Hindistan ve
Çin gibi doğu dünyasının gayrimüslim ülkelerinin ve de önde gelen Müslüman Arap
ülkelerinin Atatürk’ün kurmuş olduğu laik ve ulusal çağdaş Türk Cumhuriyeti’ne
karşı çıktıkları görülmektedir. Osmanlıcılığın kurtaramadığı Türk devletini en
son aşamada Türkçülüğün kurtardığı gerçeği görülerek hareket edilirse, o zaman
Yeni Osmanlıcılık ile Atlantik emperyalizmi ya da İsrail Siyonizm’ine alet olma
gibi bir olumsuz durumdan Türk milleti kurtulabilecektir. Yıllarca Avrupa
Birliği kapılarında bekletilen Türkiye’nin, çağdaş bir demokratik devlet olarak
batı uygarlığı çizgisinde ilerlemek istemesine, ABD’nin tarikat mensubu Evanjelikleri
ile İsrail’in Siyonistleri karşı çıkarken, Türkiye’nin bu doğrultuda yoluna
devam edebilmesi için Kemalist kimliğini koruyarak hareket etmesi gerekmektedir.
Bunun için de Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün izinden gitmesi,
Atatürk’ün cumhuriyet devleti modelini koruması ve kurucusunun ortaya koyduğu
ulusal - üniter devlet modelinden vazgeçmemesi gerekmektedir. Bu durumu gören
bazı batılı merkezler ise, Türkiye’nin bir Neo-Kemalizm politikasına
gereksinmesi olduğunu açıktan dile getirmeye başlamışlardır. Türkiye’nin katı
bir Kemalist cumhuriyet olmasına karşı çıkan batılı merkezler, Türk devletinin
bir yumuşak güç olarak davranarak hem bölgesindeki hem de batılı merkezlerle
olan ilişkilerinde daha dikkatli bir yol izlemesiyle başarılı olabileceğini öne
sürmektedirler. Kemalist devletin laik yapılanmasının hiçbir biçimde dinsel
kamu alanında tesettürü ya da dinsel gereklilikler çerçevesindeki toplumsal
hareketleri tümüyle yasaklaması hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Ne var ki,
batı emperyalizmine karşı Kemalizm her zaman antiemperyalist çizgide olmuştur
ve laik devleti koruma yolunda da Orta Doğu ülkelerinden kaynaklanan şeriatçı
girişimlere karşı da sağlam bir laiklik uygulamasına girerek, Türkiye’yi
yeniden sömürge ya da orta çağ düzeni gibi geriye kaydıracak olumsuz
gelişmelere karşı çıkmıştır. Yeni Osmanlıcılık oyunları ile Türkiye’nin siyasal
düzeninin saptırılmasına da Kemalist sistem her zaman için karşı çıkarak çağdaş
cumhuriyet yönetiminden hiçbir ödün bugüne kadar verilmemiştir.
Günümüzde
Türkiye için Neo-Kemalizm olamaz çünkü, Kemalizm antiemperyalist, bir çizginin
görüşüdür. Neo-Kemalizm ise batı emperyalizminin yeniden Türkiye’yi yanına
çekerek kullanmaya çalışmasının savunulduğu bir karşıt görüştür. Merkezi
coğrafyada bir tarafta Müslüman ülkelerin İslam dünyası, diğer tarafta da
ABD’yi kontrolü altına almış olan Siyonizm’in dünya ülkelerine yayılmış olan
kadrolarını yönlendiren İsrail yapılanmasının arasında kalan Türkiye ve Türk
dünyası önümüzdeki dönemde, birlikte hareket ederek böylesine ağır bir
çıkmazdan çıkabilmenin çabalarını göstereceklerdir. Batılı gizli servislerin
Neo-Kemalizm kavramını kullanarak Türkiye ve Türk dünyasını eskiden olduğu gibi
yeniden aldatmalarına, Türk ulusu kesin karşı çıkarak direnecektir. Zamanında
Türkiye’ye karşı her türlü emperyalizmi uygulayan sömürgeci büyük devletlerin,
yeniden Türkiye gibi bir ülkeyi kendi çıkarları doğrultusunda kucaklarına
oturtarak kullanabilmelerini sağlayacak yumuşak görünümlü yeni emperyal
oyunları, Türkiye’nin kabul etmesi artık mümkün değildir. Önümüzdeki dönemde
yaşanacak çeşitli olaylar ya da gelişmeler karşısında, Türkiye artık çok daha
dikkatli ve ilkeli bir tutum ve davranış içerisinde olması beklenmektedir. Bu
doğrultuda Türkiye Neo-Kemalizm oyununa izin vermeyecektir. Ne var ki,
Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşı verdiği zaman diliminden bugüne kadar bir
yüzyıl geçmiştir ve bugün yeni bir dünya vardır. Cumhuriyet kurulurken bu bölgede Sovyetler
Birliği vardı ve İsrail yoktu. Bugün ise yüzyıllık zaman dilimi içinde
Sovyetler Birliği gibi dünyanın en büyük devletinin dağılarak ortadan kalktığı,
ama arkadan iki dünya savaşının sonucunda bölgede küçük bir İsrail devletinin kurulduğunu
görmek gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, çok önemli bir jeopolitik konuma
sahip olan nevi şahsına mahsus orta boy bir devlettir ama jeopolitik konumunu
kullanarak dünyanın büyük devletlerine karşı koyabilecek güce sahip olduğunu
ulusal kurtuluş savaşı sırasında kanıtlamış olan gerçek bir devlettir. Bütün
dünya ülkelerinin bu durumu görerek hareket etmelerinde dünya barışı açısından yarar
vardır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder