ATATÜRK VE ECEVİT
(Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi,
Ocak 2007, Sayı: 100)
Atatürk gibi büyük bir kurtarıcı
ve devlet adamı ile beraber bir siyasal lider olarak Ecevit'i bir araya
getirmek ve karşılaştırmalı bir değerlendirme yapmak belki zorlama bir yaklaşım
gibi görülebilir; ama ikisinin de aynı partinin genel başkanlık koltuğuna
oturduğu ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran siyasal partinin başkanları olarak en
azından bir siyasal örgüt çerçevesinde aralarında tarihsel ve siyasi bağ
bulunduğu dikkate alınırsa, o zaman Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan
günümüze kadar geçen süreçte belirli bir siyasal çizgi açısından karşılaştırma
yapılması seksen beş yıllık devlet yaşamı açısından zorunluluk olarak ortaya
çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün kurmuş
olduğu siyasal partinin üçüncü genel başkanı Ecevit olmuştur. İkisinin arasında
Kurtuluş Savaşı'nın ikinci adamı olan İsmet İnönü yer almıştır. İnönü,
Atatürk'ün eserini yaşatmak ve geleceğe dönük kurumlaştırmak için tam yarım
yüzyıl uğraşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun yolunda ilerlemesi ve
O'nun ilkeleri doğrultusunda çağdaş uygarlığın bir üyesi olması konusunda İsmet
İnönü ikinci adam olarak, Atatürk sonrası dönemde önemli bir mücadele
vermiştir.
Devletimizin kurucusu olan
siyasal parti, ulusal kurtuluş savaşı sırasında kurulmuş olan Kuvayı Milliye ve
Müdafaa-i Hukuk kuruluşlarının bir araya gelmelerinden sonra tarih sahnesine
çıkmıştır. Ulusal kurtuluş savaşını yürüten halk iradesinin daha sonra bir
bütünsellik içinde örgütlenmesiyle, devletimizin kurucu partisi olan Cumhuriyet
Halk Fırkası adı altında tarih sahnesine çıkmıştır. Halkın gücünü bir
Cumhuriyet devleti kurmak üzere yönlendiren bu partinin ilk genel başkanı
kurucu önder olarak Mustafa Kemal olmuş, daha sonra da İsmet İnönü ikinci adam
olarak Atatürk sonrasında hem genel başkan hem de ulusal önder olarak devlet
başkanı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye'yi kurtaran bir siyasal
önder olan İsmet İnönü yirminci yüzyılın ikinci yarısında demokrasiye geçişi
örgütlemiş ve bu aşamadan sonra Atatürk'ün partisinde Bülent Ecevit adında bir
genç, milletvekili olarak meclise girmiştir.
Robert Kolej mezunu olarak basın
yayın genel müdürlüğüne giren Ecevit, daha sonra bir üniversite tahsili
yapamamıştır. Kayıtlı olduğu fakülteyi bitiremeyen Ecevit sahip olduğu kolej
İngilizcesinin yardımı ile İngiltere'nin başkenti Londra'ya basın ataşesi
olarak gönderilmiştir. Böylece, İstanbul doğumlu Bülent Ecevit Atlantik
okyanusunun kıyılarına adım atmıştır. Londra'da birkaç sene kaldıktan sonra
Türkiye'ye dönmüş ve bu arada bir yaz döneminde birkaç aylığına ABD'ye davet
edilerek, Henry Kissenger'ın öncülüğündeki kurslardan geçerek siyasal bir
eğitim almıştır.
1957 seçimleri öncesinde ABD'den
dönen Ecevit, İsmet İnönü'nün damadı olan Amerika'ya yakın bir gazeteci olan
Metin Toker'in yerine Ankara'dan milletvekili adayı gösterilerek meclise girmiştir.
Üniversite tahsili olmayan birisinin tepeden inme paraşütle politikaya girmesi,
Türkiye'de pek de görülmeyen bir olay olmasına rağmen, Metin Toker gibi
Amerika'ya yakın bir gazetecinin organizasyonunda gerçekleşmesi, sonraki
gelişmeler dikkate alındığında pek de tesadüfe benzememektedir.
İsmet İnönü gibi bir muhalefet
liderinin damatlığına Celal Bayar’ın refakat muhabirliğinden gelen Metin Toker,
daha sonraki dönemlerde bir kontenjan senatörü olarak meclise girme şansını
elde edebilmiştir; ama Ecevit kendisini meclise sokan arkadaşını hiçbir zaman
yanına almamıştır. Genel başkan olarak partisinin listelerini düzenlerken Metin
Toker'i dışlaması, Ecevit'in karakteri ve siyasal üslubu açısından son derece
ilginç bir örnektir. Siyasal basamakları arkadaşlarının ve yakınlarının
omuzlarına basarak tırmanan Ecevit hiçbir zaman dönüp arkasına bakmamış ve
kendisini o noktaya getiren yakınlarını her zaman ihmal ederek, yalnız adamlık
misyonunu tercih etmiştir.
Soğuk Savaş döneminin ikinci
yarısında, Türkiye demokrasiye geçerken ciddi bir Atlantik çıkartması ile karşı
karşıya kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile beraber ilk olarak
bölgeye gelen Atlantik gücü İngiltere olmuştur. Onu Fransa izlemiş ve Birinci
Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı coğrafyasının haritasını bu iki büyük Atlantik
emperyalisti çizmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte ABD
1946'da bölgeye gelmiş ve diğer Atlantik güçlerinin desteği ile Orta Doğu'da
iki bin yıl sonra yeniden bir Yahudi devletinin kurulmasını sağlamıştır. Daha
savaş yıllarında Türkiye'de etki kurmak isteyen ABD, İngiltere ile iş birliği
yapmış ve bu durumdan yararlanan Siyonistler de savaşın hemen sonrasında
İsrail'i kurmuşlardır. ABD bölgeye geldikten sonra Türkiye'yi merkez üs olarak
seçmiş, dünyanın merkezi ülkesini ele geçirmek üzere hazırlık ve girişimlerini
Türkiye üstünden yürütmüştür.
1950'li yıllarda Türkiye'nin
NATO'ya girmesiyle beraber Atlantik emperyalizmi gücünü artırmış ve bu
doğrultuda genç kadrolar ABD'ye davet edilerek yetiştirilmiş, Türkiye'de bir
yerlere getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda Türkiye'nin yönetiminde etkili
olan iki siyasi liderden birisi Rockefeller, diğeri Eisonhower bursu ile
yetiştirilmiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye adeta Atlantik
emperyalizminin Eisonhower ve Rockefeller kıskacına sürüklenmiştir. Merkez
sağın önderi Eisonhower, merkez solun lideri Rockefeller bursu ile yetiştirilip
Türkiye'ye gönderildikten sonra Atatürk'ün Cumhuriyeti Atlantik merkezli bir
siyasal yönetime kaydırılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında
ortaya çıkan bu durum Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bağımsız kıldığı Türkiye
Cumhuriyeti'ni yeniden Osmanlının son dönemindeki gibi yarı sömürge durumuna
düşürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik emperyalizminin
kıskacına düşen Türkiye hem bağımsızlığını yitirmiş hem de Atlantik güçlerinin
dünyanın merkezini ele geçirme girişimlerinde kullanılmıştır. On bin km öteden
ABD bu merkezi bölgeye gelerek yerleşirken Türkiye'deki NATO üslerini
kullanmıştır. ABD için bölgeye giriş kapısı olarak kullanılan Türkiye aynı
zamanda İsrail için de bir şemsiye olmuştur. Küçücük İsrail Orta Doğu'da Arap
ve Müslüman çoğunluğa karşı ayakta kalırken Türkiye'yi lobileri aracılığıyla
kullanmış, bir Müslüman ülke olan Türkiye Cumhuriyeti'nin komşuları ile
düşmanlığa sürüklenmesine neden olmuştur. Türkiye'nin ulusal çıkarlarına açıkça
aykırı düşen bu durum İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik emperyalizmi ve
siyonizmin etkisi altında kalan Türk hükümetlerinin basiretsizliği yüzünden
ortaya çıkmıştır. Eisonhower ve Rockefeller kıskacı bu aşamada Türkiye'nin yarı
sömürgeleşmesine giden yolu açmıştır.
Atlantik emperyalizmi, Siyonizm
ile iş birliği yaparak, dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirirken
Türkiye'nin Avrupa'dan uzak kalmasını sağlamıştır. Eisonhower ve Rockefeller
çizgisindeki yönetimler Türkiye'yi Atlantik emperyalizminin etkisi altına
sürüklenirken, Atatürk'ün çağdaş uygarlığa yönlendirdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni
Avrupa'dan uzak tutmuşlardır. Elli yıllık çabaya rağmen bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin
AB'nin dışında kalmasında diğer başbakan ve hükümetlerle beraber Ecevit'in de
sorumluluğu bulunmaktadır.
Ecevit Avrupa'yı zaman zaman
ırkçılıkla suçlarken Siyonistlerle aynı paralele düşmüş, bu çağdaş uygarlığın
beşiği olan kıta ile ilişkilerini İskandinav ülkeleri üzerinden yürütmeyi
tercih etmiştir. İsrail'in Ortadoğu barışı için çalışmalarını Oslo gibi kuzey
ülkelerinin başkentinden yürüttüğü gibi Bülent Ecevit de Norveç ve İsveç gibi
kuzey ülkeleriyle yakınlaşarak, Avrupa'nın merkezi ülkeleri olan Almanya ve
Fransa'ya mesafeli durmuştur. AB'yi hiçbir zaman ciddiye almamış, Avrupa'nın
geçmişten gelen sorunlarını zaman zaman öne çıkararak Türkiye'nin Avrupa'dan
uzak kalmasına çaba göstermiştir.
Atatürk, Osmanlı imparatorluğunun
sona ermesi Anadolu'yu işgale kalkışan Atlantik emperyalistleriyle savaşarak,
Türkiye'yi bağımsız bir ülke konumuna getirmiştir. Ne var ki, ikinci dünya
savaşı sonrasında bu kez ABD öncülüğünde bölgeye gelen Atlantik emperyalizmi
savaşarak değil ama kendine bağlı kadrolarla Türkiye'yi içerden ele
geçirmiştir. Bülent Ecevit’in tarih sahnesine çıkması ve görev yaptığı dönem
Atlantik emperyalizminin Atatürk Cumhuriyetini kıskaca aldığı aşamadır. Soğuk
savaşın bütün baskısı sürerken, Sovyet tehdidi Türkiye üzerinde giderek
etkisini artırırken o dönemin politikacıları ABD'ye yakın durmayı bir çıkış
noktası olarak görmüşler ve bu yüzden Türkiye bir yarı bağımlı ülke haline
gelmiştir.
Atatürk bağımsızlık sürecinin
önderi olarak tarih sahnesine çıkarken Ecevit bağımlılık döneminin siyasal
liderlerinden birisi olarak siyaset sahnesinde etkinliğini göstermiştir. İki
liderin ortaya çıktığı dönemler farklı olduğu için politikaları da birbirinden
farklı olmuştur. Atatürk'ün partisinin genel başkanı olmak, Ecevit'in Atatürk
çizgisinde politika yapmasını sağlayamamıştır. Siyasete paraşütle inen Ecevit,
Atatürk'ün partisinin üçüncü genel başkanı olmasına rağmen, Atatürk'ten çok
ayrı çizgide bir politikanın hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olmuştur. İsmet
İnönü'nün yanında yetiştikten sonra eline geçen ilk fırsatta İnönü'yü devre
dışı bırakmış, hızla kendine bağlı kadrolar kurarak partinin geleneksel
çizgisini izleyen eski kadrolarını tasfiye etmiştir.
27 Mayıs askeri dönemi sonrasında
demokrasinin savunucusu olarak bu döneme karşı çıkan Ecevit koalisyon
hükümetlerinde Çalışma Bakanı yapılarak ülkedeki işçi ve çalışan kitleler
potansiyelinin onun inisiyatifine geçebilmesi için elverişli bir ortam
hazırlanmıştır. Onun Çalışma Bakanlığı sırasında iş ve sendika yasalarının gene
tepeden inme ve hiçbir mücadele verilmeden çıkartılması da Ecevit'e çalışan
kesimlerin önderliği konumunu kazandırmıştır. Bu durumdan fazlasıyla yararlanan
Ecevit Zonguldak gibi bir işçi merkezinin milletvekili olarak toplumsal
potansiyeli ile beraber Türkiye solunun önderliği konumunu yakalamıştır.
İnönü'yü tasfiye ettikten sonra daha önce başlatmış olduğu ortanın solu
politikasını batı tipi bir sosyal demokrasiye dönüştürmüş ama Avrupa'nın merkez
ülkelerinden uzak kalabilmek için İskandinav sosyalizmini örnek alarak hareket
etmiştir. Sık sık İskandinav ülkelerine gidip gelen Ecevit SSCB'ye karşı
ortanın solu politikalarını sosyal demokrat çizgide tutmaya özen göstermiştir.
Ne var ki, Türkiye’yi Avrupa'dan uzak tutmayı hedeflediği için hiçbir zaman
Avrupa solu anlamında bir sosyal demokrasiyi benimsememiştir. Sosyalist
enternasyonali bu aşamada bir denge unsuru olarak kullanmış, Sovyet sistemi
dışında kalan dünya ülkelerindeki sol partilerle yakınlaşarak Avrupa ve Sovyet
sistemlerinin dışında kalmaya özen göstermiştir. Sovyet tipi bir sosyalizmin,
Türkiye'de gelişmesini önleyebilmek amacıyla halk tabanındaki sola kayışı
ortanın solu çizgisinde tutmaya çaba göstermiş ama bu tür çalışmalarında er
zaman için Avrupa'nın dışında hareket etmiştir. Brand ve Kreisky gibi liderlerle
olan kişisel dostluklarını bu alandaki hareket serbestîsini koruyabilmek için
başarıyla kullanmıştır. Siyasal uzaklığını kişisel yakınlıklarla dengeleyerek
yoluna devam eden Ecevit her zaman için Atlantik inisiyatifini izlediği çizgiye
dikkat ederek hareket etmiştir.
Önceleri 27 Mayıs hareketini
çağdaş bir atılım olarak destekleyen Ecevit daha sonra demokrat kesilerek bu
harekete karşı çıkmıştır. Onun 27 Mayıs sonrasında Ulus gazetesinde yazdıkları
bu çelişkili tutumun açık kanıtları olarak ortadadır. Daha sonraki askeri
dönemlerde de karşıt tutumunu sürdürerek demokrat görünümü ile halk
kitlelerinin desteğini almasını bilmiştir. Gazeteci kimliği ile dünya basınını
yakından izlediği için dünya konjonktürünün Türkiye'ye yansımasını iyi hesap
ederek her zaman için suyun üstünde duran bir tutum izleyebilmiştir. 9 Mart
girişimine karşılık 12 Mart muhtırası verilince bunu kendisine karşı bir
hareket ilân ederek bu bölgedeki İsrail ve İngiltere çekişmesini görmezden
gelmiştir. Almanya ve Fransa karşıtı tutumunu pekiştirirken, soğuk savaş
döneminin dengelerinden yararlanmasını bilmiştir. Atlantik inisiyatifinin
desteğindeki askeri rejimlere karşılık tam olarak tavır almamış ama halk
kitlelerini arkasında tutabilmek için karşıt bir tutumu basın aracılığıyla kamuoyunda
sürdürmüştür.
Basından geldiği için, basını en
iyi kullanan genel başkan olmuş, teknolojik gelişmeler medya olgusunu öne
çıkardığı zaman Türkiye'nin ilk medyatik lideri olmuştur. İyi bir medya
izleyicisi olarak, medya kanallarını kendi politikalarını yaymak için
kullanmıştır. Şiir yazmasını şairlik olarak göstermiş, üniversite mezunu bir
meslek sahibi olmamayı şairlik iddiasıyla dengelemeye çalışmıştır. Edebiyat
otoriteleri onu şair olarak kabul etmemelerine rağmen, medya kanallarındaki
görüntüsünü şairlikle süslemesini bilmiştir. Entelektüel bir görüntü vermeyi
medyada daha etkin olabilmek için her zaman sürdürmüş ve medya aracılığı ile
her zaman politik rakiplerine üstünlük sağlayabilmiştir. Onun bu başarısında
Atlantik emperyalizmine bağlı mandacı kadroların büyük etkisi olmuştur.
Ecevit yanındaki bütün politikacı
ve arkadaşlarını dışlarken medya yardımı ile halk desteğini yanında
tutabilmiştir. Sürekli olarak eşi ile beraber bir yalnız adam görüntüsü vermeye
çalışmış, değişen koşullarda çevresine hesap vermemek için yalnız adamlığını
sürdürmüş ve bu durumu da eşini yanında tutarak dengelemeye çalışmıştır. Tepeden
inme geldiği Atatürk partisini ele geçirirken ve daha sonra yönetirken, bu
partinin geleneksel kadrolarını ve ekolünü zaman içinde tasfiye etmiş,
dışarıdan getirdiği kadrolarla siyasetini sürdürmenin yollarını aramıştır.
Politikada vefa duygusunun olmadığını gösteren bir tutumla sürekli olarak kadro
değiştirmiş, getirdiği kadrolar politikada yer yapmaya başlayınca yeni isimleri
politikaya sokarak kendi üstünlüğünü koruyabilmenin çabası içinde olmuştur. Bu
nedenle, Ecevit'in siyasal yaşamına genel olarak bakılırsa harcanan insanlar
kalabalığı görülecektir. Siyasetin her aşamasında sürekli olarak yeni isimlerle
yola devam eden Ecevit, Türk siyaset sahnesinde en çok adam harcayan önder
sıfatını kazanmıştır.
Türk siyaset sahnesinde yerini
sağlamlaştırmak için Atatürk'ün partisini kullanan Ecevit, 12 Eylül NATO
harekâtı olunca hemen Atatürk'ün partisini terk ederek bu siyasal kuruluşun
tarihsel misyonunu tamamladığını ilan etmiştir. Askeri rejimlere karşı
çıkarken, kendisini önder konumuna getiren Atatürk'ün partisini hemen terk
etmesi kendisine inanan çevrelerde kızgınlığa yol açmış ve bu aşamadan sonra
Atatürk'ün partisi ile Ecevit'in yolları ayrılmıştır. Atatürk'ün partisi ile
beraber Ecevit Atatürkçülerle de yollarını ayırmış ve kendine göre bir
misyon izleyerek küreselleşme döneminde yeni yüzü ile ortaya çıkmıştır.
Atatürk'ün partisinin siyaset sahnesine kazandırdığı Ecevit'in ilk fırsatta bu
partiyi terk etmesi ve bu partinin tarihi misyonunu tamamladığını ilan etmesi
aslında Ecevit'in Atatürk'ten ne kadar uzak olduğunu gösteren bir olaydır.
Atatürk'ün koltuğunu yıllarca işgal etmiş, O'nun partisine uzun bir süre genel
başkanlık yapmış birinin en küçük bir zorluk aşamasında bu partiyi ve geleneği
terk etmesi üzerinde geleceğin siyaset bilimcilerinin önemle duracağı açıktır. Dünyadaki
değişim rüzgârları bu bölgeye doğru eserken, emperyalizm saldırılarına karşı
koymak için kurulmuş olan Atatürk'ün partisinin terk edilmesi bir anlamda
antiemperyalist gelenekten vazgeçilmesi anlamına geliyordu.
NATO harekâtı ile Türkiye'yi tam
kontrol altına alan Atlantik emperyalizmi, Türkiye'nin siyasal yapısını tümüyle
değiştirebilmek için bütün siyasal parti ve kuruluşları kapatmıştır. Daha sonra
yeniden normal koşullara dönüldükten sonra eski partilerin ve geleneklerin
ortaya çıkmaları önlenmek istenmiş, bu doğrultuda siyasal vetolar
kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletini Türk ulusu adına kurmuş olan Atatürk'ün
partisi bu NATO harekatı döneminde kapatılarak Türkiye bütünüyle Atlantikçi
güçlerin eline geçmiştir. Ara rejim sonrasında yeniden normal koşullara
geçilirken, yeni siyasal partiler ve önderlerin çıkması istenmiş, bu aşamada
Ecevit Atatürkçü kadroları dışlayarak yeni insanlarla kendi partisini
kurmuştur. Avrupa tipi sosyal demokrasiye karşı olduğu için bu ismi partisine
koymamış, Avrupa'nın dışındaki sol partiler gibi bir parti kurmaya çalışırken
sosyalizm kavramından da uzak durmuştur. Bu nedenle içi boş bir kavramı partisi
için ad olarak seçmiştir. Her tarafa çekilebilecek bu yeni kavramla beraber,
Atatürk geleneğinin dışında, Atlantik rüzgârlarına uygun düşecek bir başka
gelenek yaratabilmenin çabası içine girmiştir. Türkiye'yi Avrupa kıtası ve Sovyet
sisteminin dışında tutan bu yaklaşım aslında yeni Orta Doğu ya da Büyük Orta
Doğu planlarının istediği noktaya doğru çekmeye uygun düşüyordu. AB ya da İslam
dünyası dışında kalacak bir Türkiye Atlantik güçlerinin yeni Orta Doğu
planlarının bu uygulama merkezi konumuna sürükleniyordu ki Ecevit'in açılımı bu
sürece paralel bir doğrultuda ortaya çıkmıştır.
Ecevit yeni partisini kurarken,
Atatürk'ün partisi daha yeniden açılmamıştı. Eski partisinin kadrolarını
dışlayan Ecevit, oluşturmak istediği yeni geleneğe uygun olarak yepyeni
isimleri siyaset sahnesine taşımıştır. Partiyi kurarken kullandığı kişileri daha
sonra meclise sokmamış, partisini ile meclis grubunu birbirinden ayrı tutarak
siyasal inisiyatifi hiçbir partili ile paylaşmamıştır. Parti yönetiminde etkili
olmak isteyen herkesi devre dışı bırakan Ecevit, sürekli olarak yeni ve
deneyimsiz insanları yanına alarak devam etmiştir. Siyaseti hiç bilmeyen
insanlar, medyanın büyüttüğü Ecevit imajı altında küçülerek ezilmişler ve
Ecevit'in kemiksiz politikasına alet olmuşlardır. Aradan geçen yıllar Ecevit
adını büyüttükçe, politikaya yeni giren deneyimsiz kadrolar Ecevit'in tek
adamlığına teslim olmuşlardır.
Ecevit Atatürk'ün partisine genel
başkan olmuştur ama hiçbir zaman Atatürkçü olmamıştır. Türkiye İşçi Partisine
karşı ortanın solu ile tavır alırken, bu kavramın içini tam olarak doldurmamış,
Marksist anlamda sosyalizm gelişirken buna karşı Kemalizm'i ideolojik bir
yapılanmaya götüren Doğan Avcıoğlu hareketine uzak kalmıştır. Yirminci yüzyılın
ikinci yarısında, Atatürk Cumhuriyeti kendine bir yol ararken ortaya Yön
Hareketi çıkmış ama Ecevit, eski Kemalistlerin devamı olarak ortaya çıkan bu
harekete de karşı çıkarak, Atatürkçülüğün yeniden yorumlanma ya da günün
koşullarına uygulanması denemelerine sürekli olarak mesafeli durmuştur.
Atatürk'ün partisine genel başkan olduğu yıllarda bile, O'nun düşünce ve siyasal
sistemine uzak duran bir yaklaşım benimseyen Ecevit, günün değişen koşullarına
göre belirlediği farklı politikaları gündeme getirmiştir. Bu nedenle de
kemikleşen bir tutumun izleyicisi hiçbir zaman olmamıştır.
Atatürk'ün partisine genel sekreter olur olmaz, Atatürk'ün gazetesini
kapatan Ecevit, içinden yetiştiği bu ocağı söndürürken, geçmişin tüm
değerlerine son vermenin ilk örneğini gösteriyordu. Daha sonraları partiyi terk
ederek yeni bir partiye yönelirken de aynı tutumu ısrarla izlediği görülmektedir.
Ecevit'in Atatürk ile en büyük ilgisi O'nun hakkında bir kitap yazmak olmuştur.
"Atatürk ve Devrimcilik" adını taşıyan bu kitabında Ecevit
Atatürk devrimlerini küçümseyerek onları bir üst yapı reformu olarak gördüğünü
açıklamıştır. Atatürk'ün diğer ilkeleri dururken devrimcilik ilkesini öne
çıkaran Ecevit, devrimciliği Atatürkçülüğe son vermek olarak algılamıştır. Devrimlerin
sürekliliğini öne sürerken, Atatürk'ün geride kaldığı ve O'nun ilkelerinin
artık geçersiz olduğu ifade edilmek istenmiştir. Atatürk'ün yarattığı Kemalist
Türkiye'nin geride bırakılmasında Ecevit'in Atatürk'e mesafeli yaklaşımının
önemli etkileri olmuştur. Atatürk devrimciliğinin, Atatürkçülüğün tasfiyesi
için kullanılması Türk siyasal yaşamı açısından talihsiz bir girişim olmuştur.
Ecevit resmi günler dışında
Atatürk'ün adını ağzına almamaya dikkat etmiş, devleti kuran partinin
geleneksel kadrolarının Atatürk'ü referans gösteren tutumlarına uzak bir
yaklaşım sergilemiştir. Atatürk'e karşı olan din kesimleri ile diyalog kurarken
Atatürkçülük ya da Atatürk ilkeleri yokmuş gibi hareket etmiştir. Özellikle son
zamanlarda Atlantik emperyalizmi ve siyonizmin BOP ya da BİP doğrultusunda,
laiklik yerine ılımlı İslam'a yakın duran bir dinlere saygılı laiklik kavramını
geliştirmeye çaba göstermiştir. Vatandaşların dini inançlarına saygı göstermeyi
geleneksel laiklik anlayışından vazgeçme biçiminde anlayan Ecevit, Atlantik
güçlerinin koruması altındaki bazı din adamları ile görüşmekten de
çekinmemiştir. Atatürk'ün laiklik ilkesi ile uygarlığın beşiği Avrupa'ya
yönelen Türkiye Cumhuriyeti daha sonraları Ecevit'in önderliğinde dini
inançlara saygılı bir yaklaşım ile BOP çerçevesinde ılımlı İslam uygulamalarına
yakın duran bir politikaya doğru yol almıştır. Sağ kanat partilerini etki
altına alan din çevreleri ve cemaatler, Ecevit'in dinlere saygılı yaklaşımı ile
sol kesimleri de ılımlı İslam'ı benimsemeye yönlendirmiştir. Bazı cemaat yayın
organlarında bu durumun açık göstergesi olan yayınlar kamuoyunu etkilemek için
yapılmıştır. Atatürk laikliğe yönelirken, Ecevit dinsel yaşama yönelen bir
tutum geliştirmeye çalışmıştır.
"Halkçı Ecevit" sloganı
ile kendisine kamuoyunda yer yapan Ecevit, uzun süre halk sektörünü halk
kitlelerinin ekonomik ve sosyal çıkarları doğrultusunda savunurken, daha
sonraki aşamalarda bu tutumundan vazgeçmiştir. Avrupa'ya giden işçilerin
dövizleri ile oluşturulması planlanan halk şirketleri Atatürk'ün halkçılık
anlayışına son derece uygun düşerken, sonraki dönemlerde Ecevit bu
politikasından da vazgeçmiş ve Atlantik güçlerinin savunduğu liberal
politikaların öne çıkmasına yol açan bir durum yaratmıştır. Ecevit eğer
Atatürk'ün halkçılık anlayışını savunsaydı halk sektörü projelerini sonuna
kadar takip ederek bunların gerçekleşmesi için çaba gösterirdi. Ne yazıktır ki,
küreselleşme döneminde küresel ekonomi politikalarına alternatif olabilecek
politikalar üretmeden partisinin liderliğini yapan Ecevit, neoliberal
politikaları savunan sağ partilerle koalisyon yaparak, halk kitlelerinin zarar
görmesine, orta sınıfların çökmesine yol açmıştır. Atatürk halkçılığı halk
kitlelerinin yararını öne çıkarırken, liberal partilerle koalisyon, Ecevit'i bu
çizginin tam aksine çekmiştir. Halkçı Ecevit, iktidar dönemlerinde halk
kitlelerinin yararına olabilecek ciddi bir girişim gerçekleştirememiştir. Halk
sektöründen vazgeçerken, halk kitlelerinin gerilemesine seyirci kalmıştır.
Atatürk'ün partisinin kapalı
oyduğu ara dönemde Ecevit kendi partisini kurarken, Atatürkçüleri dışlamıştır. Atatürk
geleneğinin dışında, Atlantik ve BOP arasında bir sol çizgi oluşturmaya
çalışırken, hem Atatürkçüleri dışlamış hem de Atatürkçü kesimlerin
örgütlenmesini önlemeye çalışmıştır. Ecevit Atatürkçüleri dışlayarak kendi
partisine örgütlerken, Atatürkçüler de kendi başlarının çaresine bakmak için
Atatürkçü Düşünce Derneği'nde bir araya geliyorlardı. Kemalist Türkiye'yi
dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirmek için tasfiye etmek isteyen emperyal
güçler Atatürkçüler bir dernek çatısı altında bir araya gelirken, toplumun
tanıdığı Kemalist yazar ve bilim adamları terör olaylarına hedef olmuştur. Bu
aşamada Atatürkçü Düşünce Derneği'ni yakından izleyen Ecevit, bu derneğin
yöneticilerini çağırarak onlarla konuşmuş ve Atatürkçüleri ayrı bir dernek
çatısı altında örgütlenmekten vazgeçirmeye çalışmıştır. Atatürkçüleri partisine
almayan Ecevit, onların ayrı bir kuruluş çatısı altında örgütlenmelerini de
önlemek istemiş ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmuştur.
Seçimlerde Atatürkçü kadroları
listesine almayan Ecevit, zaman zaman genelgeler yayınlayarak ve sözlü uyarılarda
bulunarak Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerinin partiye alınmamaları konusunda
kendi örgütünün yöneticilerine baskılar uygulamıştır. Atatürk'ü tarihin tozlu
sayfalarına havale etmek isteyen Ecevit, Atatürkçülüğü yaşatacak kadroların
yeniden Atatürkçü bir örgütlenme ile Türk halkının karşısına çıkmasını
engellemek istemiştir; çünkü Atatürkçü gelenek devam ettikçe kendisinin yeni
bir geleneği yaratamayacağını iyi biliyordu. Daha sonraları Vehbi Koç'un
girişimleriyle yeniden kurulan Atatürk'ün partisinin kuruluş aşamasında Ecevit
yeniden devreye girerek bu oluşumu önlemek istemiş, önleyemeyince de bir ara
başına geçmek istemiş; fakat başarılı olamamıştır. Kendi partisinin başında
iken Atatürkçü Düşünce Derneği'ne sürekli olarak uzak durmuş, Atatürk ilke ve devrimlerinin
korunması için hiçbir zaman ADD ya da Atatürkçü bir kuruluşla ortak çalışma
içine girmemiştir. Zaman içinde Atatürkçü Düşünce Derneği'nin hızla Türkiye'nin
en büyük kitle örgütü haline gelmesi, Ecevit'in Atatürkçü geleneğin dışlanması
çabalarını boşa çıkarmıştır. Günümüzde Atatürkçü Düşünce Derneği, birçok
siyasal partiden daha büyük ve etkin bir konumdadır. Ecevit gibi bir
politikacının girişimleri bile Atatürk geleneğinin tasfiyesini sağlayamamıştır.
Ecevit'in dışladığı bu gelenek günümüzde Ecevit sonrası dönemde de daha
güçlenerek varlığını sürdürmektedir. Ecevit sonrasında partisinin sahipsiz bir
biçimde ortada kalması, onun bütün çabalarına rağmen Atatürk geleneğine
alternatif olabilecek yeni bir gelenek oluşturamadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Ecevit bir pazar günü Ankara'yı
gezerken, başkentin çok büyüdüğünü artık daha fazla büyümemesi gerektiğini öne
sürmüştür. Bu düşüncesini öne çıkarırken, Ankara'nın iki misli büyümüş olan
İstanbul'u görmezden gelmiştir. Eski bir İstanbullu olarak Ankara'ya gelerek
devlet yöneten Ecevit'in Ankara'nın büyümesinden rahatsız olması üzerine
düşünmek gerekir. Bugün başkenti İstanbul'a taşımak isteyen küreselciler Ankara
düşmanlığı yaparken, konu artık iyice açığa çıkmakta ve batı emperyalizminin
artık Ankara'yı başkent olarak görmek istemediği ortaya çıkmaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti'ne 4 kez başbakanlık yapmış olan Ecevit,'in başkent Ankara'nın
büyümesinden rahatsız olması ve bu arada İstanbul'un Ankara'nın iki misli
büyüklüğe eriştiğini görmezden gelmesi küreselleşme döneminin genel eğrilerine
paralel görülmektedir. Yıllarca Türkiye Cumhuriyeti'ne başbakanlık yapan
Ecevit, Ankara'nın büyümesinden rahatsız olurken acaba Türk devleti ve onun
başkenti İstanbul'u geçici olarak mı görüyordu?
Kalıcı olan Büyük Ortadoğu
Projesi miydi? Bu soruların yanıtlarını zaman içerisinde Türk vatandaşları
gelişmeler karşısında değerlendirmeler yaparak vereceklerdir, Ankara'nın büyümesinden rahatsızlık, Türkiye Cumhuriyeti'nin de geçici
bir devlet olarak görülmesini gündeme getirmektedir. Bu doğrultuda Türkiye'nin
güneydoğusundaki ayrılıkçı gelişmeler öne çıkmaktadır. Ecevit kendi partisini
kurduktan sonra açıktan bir güneydoğu karşıtlığı yaparak meclise girme şansını
elde etmiştir. Güneydoğu Bölgesi ile ilgili olarak emperyal güçler bir
Kürdistan devletini Türkiye'ye dayatırken, güneydoğu halkının karşıya alınması
bu bölgenin Türkiye'den kopmasına giden yolu açmaktadır. 1991 seçimleri
sırasında Ecevit'in yeni partisi ile böylesine kopuşa karşı dışlayıcı tutum
izlemesi ulusalcı kesimlerde ve Atatürkçü taban üzerinde çok ciddi kuşkular
yaratmıştır. Ayrıca Ecevit bir gün demeç verirken, "Kuzey Irak'ta çağdaş
bir devlet doğuyor" diyerek Irak'ı ve daha sonra Türkiye'yi bölecek olan
müstakbel Kürdistan' sanki onaylıyormuş gibi yaklaşım sergilemiş ve bu nedenle
Türkiye'de çok ciddi tartışmalara yol açmıştır. Irak'ı ve Türkiye'yi yeni bir
devlet oluşumunu çağdaş bir oluşum diye açıklamak böylesine bir gelişmenin
onaylanması anlamına gelmektedir. Bu noktada, Ecevit'in Atatürk'ün ulusal kurtuluş
savaşı vererek Türk ulusu ile beraber çizmiş olduğu Misak- Milli sınırlarının
korunmasında Atatürkçüler ve ulusalcılar kadar hassas olmadığı görülmüştür. Bu
durumda, sanki onun yeni bir Ortadoğu istediği ve bu yeni yapılanmada Kürtlere
de ayrı bir devlet istediği biçiminde yorumlanmıştır. Ayrıca yaşamının son
yıllarında babasının Kürt asıllı olduğunu açıklaması da Kuzey Irak'taki oluşumu
neden çağdaş bir gelişme olarak gördüğünü açıklığa kavuşturan yeni bir demeç
olarak görülebilir.
Ecevit sürekli olarak ulusalcı
olduğunu söylemiş ama partisinin adını koyarken bu sıfatı kullanmamıştır.
Demokratik kelimesi her türlü anlamlandırmaya ve harekete açık olduğu için yeni
partinin politikasının belirlenmesinde Ecevit'e önemli ölçüde hareket
serbestisi kazandırmıştır. Atatürk gelecek için belirli ilkeler koyarak kendi
düşüncesini bir ilkeler bütününe kavuşturmayı hedeflerken, Ecevit tamamen aksi
yönde hareket etmiş ve belirli ilkelerle kendisini bağlamamıştır. Türkiye bugün
her aşamada Atatürk ilkelerini tartışmaktadır ama günümüzde Ecevit sonrası için
bir ilkeler bütününden söz etmek mümkün değildir. Demokratik sol gibi ne olduğu
belli olmayan ve her anlama çekilebilecek esnek bir kavram ile hareket etmek
Ecevit'e gelecek için değişen koşullara göre hareket etme şansını
kazandırmıştır. Demokrasi içinde her tür düşünceye yer olduğu gibi demokratik
kavramı da her türlü anlama çekilebilecek bir yapıya sahiptir. Ecevit bu
kavramın genişliğinden yararlanarak bazen ulusalcı, bazen halkçı, bazen
liberal, bazen laik, bazen dini inançlara saygılı, bazen batıcı, bazen çağdaş,
bazen gelenekçi politikalarla halk kitlelerinin önüne çıkabilmiş ve değişen
dönemlerde kalıcı ve sürekli olabilmek için esnek bir yaklaşımı kararlı bir
biçimde sürdürmüştür. Bu sayede ülkenin Atatürkçü ve ulusalcı kadrolarından
uzaklaşarak kendine yeni bir siyasal taban yaratmıştır.
Atatürk ilkelerinden önde gelen
devletçilik anlayışına Ecevit her zaman karşı çıkmıştır. Böylece Atatürkçü
geleneği yumuşatarak özel sektörde gelişmenin önünü açmıştır. Kendisine halkçı
dedirtmesine rağmen, özel sektör ağır basınca halk sektöründen vazgeçebilmiştir.
İsrail türü Kibotzlar ya da Sovyet türü Sovkhozlara benzeyen Köykent modelini
ise bir şair ruhu ile ütopik olarak sürekli bir biçimde savunmuştur. Devletçiliği
dışlarken Atatürk'ün altı ilkeden oluşan sisteminden de uzak durmuştur. Hiçbir
zaman tam anlamıyla bir altı ok savunuculuğu yapmamış, batılı entelektüeller
gibi liberalizmden yana olmuştur. Bu doğrultuda ulusalcılıkta da ısrarcı
olmamış, ancak sıkışınca ya da zor durumlarda ulusalcılığa sahip çıkar
görünmüştür. Gerçek anlamda bir ulusal solcu olsaydı, ortanın solu aşamasında
olduğu gibi bu isimle kitap yazardı ya da yeni partisinin adında ulusal sol
kavramını kullanırdı. Ecevit aynı zamanda Avrupa tipi sosyal demokrasiye de
mesafeli davranırken bu düşüncenin Marksist kökeninden uzak durmuş, Türkiye'yi
Avrupa'ya mesafeli kalabilmesi için de demokratik sol kavramını öne
çıkarmıştır. Avrupa dışı sol genel olarak demokratik sosyalizm kavramı ile
kendisini adlandırırken, Ecevit sosyalizm kavramını kullanmamış ama genel
anlamlı bir sol kavramı içinde günü değişen koşullarına uygun düşen politik
yaklaşımlar geliştirmiştir. Bu çerçevede Ecevit sonrasında demokratik sol
düşüncenin gelişebilmesi ve kalıcı olabilmesi için bu görüşün öncüsü sağlam bir
temel kurmamış ve kendinden sonrası için de Atatürk gibi yeni bir gelenek
oluşturamamıştır.
Kıbrıs Barış Harekatı sırasında
bir ara ikinci Atatürk ilan edilen Ecevit bu yakıştırmalara hiç sahip çıkmamış,
Atatürk sonrasında yeni bir yapılanmanın peşinde koşmuştur. Atatürk
Türkiye'sinin bugünü ve geleceği açısından Ecevit'in girişimlerinin yararlı
olup olmadığı bugün çok tartışmalıdır. "Bu Düzen Değişmelidir" adında
bir kitap yayınlayarak politikaya giren Ecevit, bu düzeni değiştirmeyi
bırakarak, "Ben değiştim" açıklamasıyla dış güçlerin İMF reçeteli
hükümetlerine bile başkanlık yapmıştır. Düzeni değiştiremeyince kendisi
değişmek gibi kolay bir yola giren Ecevit, halk kitlelerini bu haksız sömürü
düzeninin değiştirileceği umuduyla arkasına çekerken, IMF reçeteleri ile halk
kitlelerinin ekonomik ve sosyal çöküntüye sürüklenmelerine seyirci kalmıştır.
Son başbakanlığı döneminde bir IMF komiserine ülkeyi terk etmesi tam anlamıyla
bir teslimiyet olarak Türk siyaset tarihine geçmiştir. Kapitalist emperyalizmin
dişlileri arasında her gün biraz daha ezilen Türk halkı Ecevit'i bir umut
olarak görmüş ve dağlara taşlara onun adını yazarak umudun iktidarında kurtuluş
aramıştır. Ne var ki, bu kadar uzun süren umudun sonu hüsran olmuş, halk
sektörü iddiasıyla yola çıkan Ecevit, halk kitlelerini ezen IMF programlarının
uygulayıcısı konumuna düşmüştür.
Atatürk ve Ecevit isimleri, bir
partinin genel başkanları olarak tarihte yerlerini almıştır. Ne var ki, Atatürk
sonrasında O'nun koltuğuna gelen Ecevit'in Türkiye'nin kurtarıcısının yolundan
gitmesi beklenirken, O'nun geleneğinden saparak Atatürk geleneğini devre dışı
bırakacak girişimlerde bulunması Türk ulusunun Atatürkçü yapılanmasında derin
yaralar açmıştır. Türkiye'yi Avrupa'dan uzaklaştırmak, BOP ya da BİP 'e
çekebilecek gelişmeler sürecinde Türkiye Cumhuriyeti'nin yeniden Atatürk yoluna
dönmesi beklenirken, Ecevit'in başka denemeleri gündeme getirmesi, yeni bir
Kemalist uyanışı engellemiştir. Kendisinden sonra partisi ve destekçilerinin
sahipsiz kaldıkları görülmektedir. Şimdi bu kesimlere düşen görev, yeniden
çıkış noktası olan Atatürkçülüğe geri dönmektir. Ecevit dönemi bir ara dönem
olarak geride kalacak ve orta solun tabanı yeniden Atatürk çizgisinde bir araya
gelecektir. Atatürk çizgisi antiemperyalist bir politika olarak Avrupa
emperyalizmine olduğu kadar Atlantik emperyalizmine de karşı çıkmaktadır.
AB'nin dışladığı Türkiye Cumhuriyeti'nin Atlantik emperyalizminin işgal ve
senaryolarına alet olmaması için yeniden kurucusu Atatürk'ün yoluna dönmesi
gerekmektedir. Türk ulusunu tarih sahnesine çıkaran, Türkiye Cumhuriyeti'ni
bağımsız bir devlet olarak kuran, Cumhuriyetimizin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk
bugün ilke ve düşüncesi ile yine Türk ulusuna yol göstermektedir. Ecevit'in
girişimleri yeni bir siyasal gelenek yaratamamıştır. Bu aşamada, yeniden
Atatürk çizgisine yönelmek Türk ulusunun içinde bulunduğu dar boğazdan
kurtulması için tek çözüm olarak görülmektedir. Atatürk devrimciliği süreklidir
ve Ecevit'i de geride bırakacak kadar güçlüdür. Ecevit bir kuyruklu yıldız gibi
kayarak tarihe mal olmuştur. Atatürk ise bir kutup yıldızı gibi Türk ulusuna
yön göstermeye devam etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder