LİBERALLER KEMALİST OLUYOR
Her
zaman olduğu gibi, Türkiye son günlerde gene Kemalizm tartışmalarına sürüklendi
ve bu doğrultuda birçok insan hem yazılar yazdılar hem de konuşarak kamuoyu
oluşturmaya çalıştılar. Türk devletinin kurucu önderinin ismi ile dile
getirilen bu düşünce sistemi ya da ulus devlet modeli, zaman içerisinde orta
dünyada bağımsız bir büyük devlet olarak ayakta kaldıkça ya da varlığını
geliştirerek geleceğe dönük bir biçimde yol alarak hedefine doğru gittikçe, her
zaman ilgi odağı olarak çeşitli siyasal tartışmaların tam da göbeğinde yer almaktadır.
Aslında her devlet için bu yönde çeşitli görüşler öne sürülebilmekte ve bunlar
üzerinden çeşitli tartışma konuları birbirini izleyerek öne çıkarılabilmektedir.
Dünya tarihi incelendiği zaman her devletin ortaya çıkışı ve de gelişerek
büyümesi ile birlikte, tarih sahnesinden geri çekilmesine kadar geçen zaman
dilimleri, farklı bölümler halinde ele alınarak tartışma konusu yapılabilmektedir. Dünya jeopolitiğinin tam merkezinde büyük bir devlet olarak
ayakta kalabilmenin zorlukları ya da sorunları, Türkiye’nin çeşitli
dönemlerinde ortaya çıkarak hem gerginlik hem de tartışma konusu
olabilmektedir. Bugün içinden geçilmekte olan zaman diliminde bu doğrultuda
yeni sahnelerin ortaya çıkması ile benzeri tartışmaların yeniden gündeme
geldiği görülmektedir. Bu konuları bilen ve izleyen toplum kesimlerinin bir
anda ortaya çıkan tartışmalara kapılıp gitmesiyle, Türk kamuoyunda yeni
tartışma seansları birbirini izlemiştir.
Bu
yazının başlığında belirtilen normal olmayan yeni durum, son tartışma süreci
içinde gündeme getirilmiş ve karşıt kesimlerin birbirine yönelik verdiği
yanıtlar ile de devam ederek bugüne kadar gelmiştir. Türk toplumunu oluşturan
çeşitli kesimler ya da grupların birlikte var olmasıyla Türkiye Cumhuriyeti bir
çağdaş demokratik ülke doğrultusunda emin adımlar atarak, yirmi birinci
yüzyılın ilk çeyreğini yavaş yavaş geride bırakmaktadır. Zamanın ilerlemesiyle
birlikte çağdaş yapı ve koşulların da değişimi kendiliğinden gündeme gelmiştir.
Yedi yüzyıllık bir imparatorluktan çağdaş bir ulus devlete geçerken ortaya
çıkan siyasal kutuplaşmalar ve toplumsal gruplaşmalar, Türkiye siyaset
sahnesine uzun süreli bir yapılanma getirmiştir. Merkezi alanda bir sosyalist
federasyon dünyanın altıda bir oranda topraklarını kuşatırken, o dönemin
koşullarına göre bir siyasal yapılanma kazanmış ve o dönemin koşullarından
gelen yansımalar çizgisinde, Türk toplumu içinde bloklaşma oluşumları siyasal
doktrinler doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Avrupa’dan ve batı dünyasından gelen
rüzgarlar sayesinde liberalizm imparatorluğun son yıllarında siyaset sahnesinde
etkisini göstermeye başlamıştır. Daha doğru dürüst bir demokratik ortama
geçilmeden ve batılıların baskılarıyla liberalizm siyaset sahnesinde boy
gösterirken, Türkiye’nin kuzeyindeki Rusya bölgesinden önce sosyalizm daha
sonra da yeni bir devletler birliği kurulurken de komünizm farklı ideolojiler
olarak ortaya çıkmıştır. Orta dünyanın kuzey yarı küresinde Avrupa ve Asya
modelleri olarak liberalizm ve sosyalizm gündeme gelirken, güney bölgelerinden
de Müslüman halk çoğunluklarına dayanarak siyasal İslamcı bazı yeni akımların
öne çıkmasıyla, liberalizm ve sosyalizm karşıt çizgide ama aynı zamanda da emperyalizme
de karşı çıkmada bir araya gelen, bazı ortak gelişmeler içine girdiği
anlaşılmıştır. Balkan savaşları ile başlayan yeni dönemde ülkenin daha çok batı
bölgeleri emperyalizme karşı direnerek bir ulusal kurtuluş savaşına yönelirken,
güneyden gelen siyasal İslamcılığa karşı ülkenin batı ve merkezi bölgelerinde
bir ulusal kurtuluş savaşı ile birlikte, yeni bir siyasal akımın ortaya çıkarak
kendisini herkese hissettirdiği bir farklı durum ile karşılaşılmıştır. Ulusal
kurtuluş savaşının doğal önderi olarak kendisini dünyaya kabul ettiren
Atatürk’ün, daha sonraları Kemalizm olarak adlandırılacak olan düşünce ve
ilkelerinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olması yolunda, bütün
kurtuluş savaşı katılımcılarının desteği ile güçlendirilerek, Osmanlı
ahalisinin Türk ulusuna dönüşmesi ve bu yönde bir Türk ulus devleti kurulması
gibi yeni adımlar, birbirini izleyen çizgide bağımsızlık yapılanması doğrultusunda
atılmıştır.
Günümüz
dünya haritası içinde çok önemli bir merkezi konumda bulunan Türkiye
Cumhuriyeti, kurtarıcısı ve kurucusu Atatürk’ün izinden giderek cumhuriyetin
yüzüncü yılına girerken Kemalizm Türk ulusunun ve devletinin ana çizgisi olarak
daha derinleşmiş ve bugünkü siyasal yapının ortaya çıkmasında ana etken
olmuştur. Yüzüncü yılına girerken Türkiye Cumhuriyeti birçok dönemi geride
bırakırken, uygulama alanına getirilen beş ayrı anayasal düzen içinde siyasal
olarak varlığının devamlılığını sağlamıştır. Türk devleti siyasal kimlik
kazanırken temel dayanak noktası Kemalizm olmuş, birbirini izleyen anayasaların
giriş bölümlerinde belirtilen Atatürk ve cumhuriyet ilkeleri her zaman için
Türkiye’ye yol göstermiş ve temel siyasal yapılanmanın biçimlenmesinde önde
gelen bir ağırlığa sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının giriş
bölümünde ısrarla belirtilen bu maddelerden oluşan siyasal yapılanma, Türkiye’de
var olan devlet düzeni açısından her yönü ile yasal zemindeki meşruiyet
arayışının ana kriterleri olarak değerlendirildiği için, Kemalizm bugünün
Türkiye’sinde fazlasıyla önemli bir yere sahiptir. Türk siyasal rejimine sahip
çıkanlar Kemalizm sayesinde yollarına istikrarlı bir çizgide devam ederlerken,
Kemalizm karşıtı çizgide Türkiye’nin siyasal rejimi ile hesaplaşmaları
olabilmekte, batıdan gelen liberalizm ve doğudan gelen sosyalizm ile birlikte
güneyden gelen İslamcılık arasında merkezi Türk devleti sıkışıp kalmaktadır. Üç
dünya arasında bir orta dünya devleti olarak öne çıkan Türkiye Cumhuriyeti, Kemalizm
çizgisinde kuruluş modeline sahip çıkarak her türlü saldırı ve siyasal
senaryolardan kendisini kurtarmasını bilmiştir. Bu çerçevede Türkiye ve Atatürk
kavramları arasında bir bütünleşme vardır. Türk kimliğine dayanan Türk ulus
devleti Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşürken, geçmişten gelen yapılanmasını daha
da güçlendirerek ve dışarıdan gelen siyasal tehditlere karşı önlem alarak
kendisini savunmasını bilmiştir. En az Atatürkçüler kadar Atatürk düşmanları ya
da karşıtları da Türkiye’nin bir Ata-Türkiye devleti olduğunu, ulusal kurtuluş
savaşı sonrasında Atatürk ile Türkiye’nin kucaklaşarak bütünleştiğini bilmek durumundadırlar.
Atatürk ve Türkiye kavramlarının tıpkı Bolivya’da devletin kurucusu
antiemperyalist siyasal önder olan Bolivar ile onun kurduğu devletin
bütünleşmesi gibi, Türkiye ‘de de Atatürk ile birlikte Türkiye’nin bütünleşmesi
Bolivya ile birlikte Venezuella devletinin de Bolivar cumhuriyeti olarak
adlandırılmasını gündeme getirmiştir. Venezuella devriminin önderi olan Chavez
devleti yeniden kurarken ve Venezuella Bolivar Cumhuriyeti adı ile yeniden
örgütlerken, Bolivya ile birlikte Venezuella devletinin de ortak bir güney
Amerika devlet modelinde bir araya gelmesini savunmuştur. Amerika kıtası güney
ve kuzey olarak ikiye ayrılırken kıtanın kuzeyinde Anglo-saksonlar, güneyinde
de Spanik adı verdikleri İspanyol ve Portekiz kökenlilerden meydana gelen bir
nüfus yapısına sahip bulunmaktadır. Kıtasal oluşum ve İspanyol asıllı halk
tabanına dayanış gibi özel koşullar, Kuzey Amerika emperyalizmine karşı güney
kıtasının mazlum uluslarının bir araya getirilmesini zorunlu kılmış ve bu
yüzden İspanyol emperyalizmine karşı Bolivarcı bir anti emperyalist cephenin
oluşturulması zorunluluk kazanmıştır. Simon Bolivar Güney Amerika kıtasındaki
devletlerin hem kurucusu hem de kurtarıcısı olarak tarih sahnesinde yeniden öne
çıkarken, benzeri bir süreçten geçerek bugünün dünyasına çağdaş ve onurlu bir
üye olarak katılmıştır. Ulus devletlerin kuruluş aşaması olan yirminci yüzyılda
Bolivya, Venezuella gibi Türkiye Cumhuriyeti de ulusların ve ulus devletlerin
çağında bağımsızlık statüsüne kavuşmuşlardır. Devletin kuruluşu aşamasında
Türkiye daha ayrı bir yol izleyerek kurucu önderinin değil ama kurucu
milletinin adı ile devletin kurulması daha uygun olarak görülmüştür. O nedenle
Ata-Türkiye adı değil ama Türkiye adı devletin adı olarak karara bağlanmıştır.
Bolivya’daki devlet ve kurucu önder isminin kucaklaşması modeli yerine, Türkiye
modelinde ulusun ve devletin isimleri kucaklaştırılarak yeni bir ulus devlet
kurulması yoluna gidilmiştir. Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupa’nın emperyalist
geçmişlerine karşılık, Türkiye ve eski Osmanlı ülkeleri antiemperyalist
geleneğin temsilcileri olarak, emperyalizme karşı bir tam bağımsızlık ve ulusal
egemenlik düzeninin kurucusu olmaya çalışmışlardır. Güney Amerika ile Orta Doğu
ülkeleri batı emperyalizminin değerlendirmelerinde bu gibi ortak özellikleri
yüzünden aynı çizgide bir merkez çevre ilişkili jeopolitik konuma sahip olmuşlardır.
Dünya
sürekli olarak değişirken her değişim kuşağının
getirdiği yeni koşullarda, Orta Doğu birbirinden farklı koşulların dayatmaları
ile karşılaşmış ve bu gibi kaypak zeminlerde bile Türk devleti Atatürk’ün
devlet modelinden vazgeçmeyerek ve cumhuriyetin
temel ilkelerine sahip çıkarak, çağdaş uygarlık dünyasının onurlu bir üyesi
olabilmek için elinden gelen her yolu denemiştir. Böylesine büyük bir özveri
gösterilirken, Türk milletinin onurlu üyeleri her zaman Atatürk’ün yanında
olmuşlar ve onun ilkelerini ve devrimlerini çağdaş uygarlık hedefi
doğrultusunda sonuna kadar savunmuşlardır .Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni
savaş döneminde kuran Osmanlı yapılanmasından dan geri kalan eski imparatorluk ahalisi, savaş yılları
içinde batının emperyalist ordularına karşı savaşarak, yeni Türk devletinin
başarıyla kurulabilmesi için çaba göstermiştir. Osmanlı sonrası dönemde eski
Osmanlı topraklarında tüm emperyalist güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda
gündeme getirdikleri plan ve projeler üzerinden, merkezi alanda yeni bir
siyasal yapılanmaya doğru gidilirken İngiltere, Fransa ve Almanya gibi büyük
devletlerin hesapları ve çıkışları gündeme gelmiştir. Silahlı savaş sonrasında
batının emperyalist devletleri merkezi coğrafyayı kendilerine bağlamaya
çalışırken, Rusya gibi bir dev ülke bir devrim yaparak yeni siyasal
ideolojisine dayalı bir sosyalist emperyalizm gündeme getirerek eski Osmanlı
ülkelerini kendisine bağlamak istemiştir. Bu aşamada İngiltere öncülüğünde batı
bloku cihan savaşını kazandığı için onların plan ve projeleri doğrultusunda
sınırları çizilmiştir. Ne var ki, bu tür girişimler de sonuç vermeyince,
Osmanlı nüfusu içinde yer alan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler geleceğin Orta
Doğusu için kendi planlarını ortaya koyarak ayrıca batı, doğu ve güney Anadolu
bölgelerinde devlet kurma hakları olduğunu öne sürerek, bölgeyi Müslüman nüfusa
bırakmayacak düzeydeki gayrimüslim devlet yapılanmalarını, bu bölgedeki İslam
ağırlığını dengelemek üzere öne çıkarmışlardır. Bir tarafta Atatürk’ün
öncülüğünde Türk ulusu yeniden uyanarak dünya tarihindeki geçmişten gelen misyonunu
yerine getirmeye çalışırken, diğer yandan da batılı gayri müslim topluluklar merkezi
coğrafyadaki varlıklarını korumak ve yeniden bir büyük İslam imparatorluğu
çatısı altında erimemek üzere önlemler alarak ve Türkiye’nin doğu, batı ve
güney bölgelerinden toprak alarak, kendi küçük devletlerini kurabilmenin çabası
içine girmişlerdir.
Eski
Osmanlı ahalisi olan gayrimüslim unsurlar kısa zamanda toparlanarak bütün
Misak-ı Milli topraklarına egemen olan yeni Türk devleti ile baş
edemeyeceklerini gördükleri aşamada, Avrupa’nın önde gelen gayrimüslim
devletleri ile iş birliği içine girmişlerdir. Almanya gayrimüslim Balkan
ülkelerine sahip çıkarken, İngiltere Yunanistan, Fransa Ermenistan, ABD ise
geleceğin müstakbel İsrail’i gibi devletlerin kuruluşuna çalışırken, Osmanlı
sonrası dönemde merkezi alanının yeniden yapılandırılmasını öne çıkarmıştır. Türk
ulusunun direnişi ile kırılan emperyalist kuşatmanın sonradan Kuvayı Milliye
güçlerinin büyük taaruza geçmesi ve Türklüğün ulusal kurtuluş savaşının zaferi
ile Türk devleti geleceğini güvence altına alacak biçimde, dünya tarihine şanlı
bir sayfa, Türklerin çıkışları ve büyük zaferleri sayesinde yazılmıştır. Kurtuluş
savaşı sonrasında Türk devletinin kuruluşu tamamlanınca, kurtuluş ve kuruluş
aşamalarından sonra üçüncü dönem olarak devletin kurumlaşması aşamasına
gelinmiştir. Atatürk otuz yıllık yöneticilik döneminde ilk iki dönemi başarıyla
tamamladıktan sonra, kurmuş olduğu ulusal cumhuriyet devletinin geleceğe dönük
kurumlaşmasına öncülük yapmıştır. Yapmış olduğu devrimleri sonsuza kadar
yaşatacak ve bu doğrultuda da yenilenen Türk devletinin dünyanın büyük
emperyalist devletlerine karşı koyarak geleceğin dünyasında daha güçlü bir yer
edinebilecek aşamaya gelebilmek için, o dönemin koşullarında var olan bütün
yollar denenmiştir. Atatürk’ün
önderliğinde Türk ulusunun önüne güvenceli bir gelecek oluşturabilmek üzere,
Türk ulusunun her açıdan yararlanabilmesi doğrultusunda, devrimci bir
cumhuriyetçilik akımı büyük önder tarafından örgütlenmiş ve Türk ulusu da
kurucu önderinin çizgisinde ilerleyerek çağdaş cumhuriyet yönetiminin estirdiği
yeni rüzgarlar yönünde, dünyanın önde gelen büyük devletleri ile rekabet düzeni
içine girilmiştir. Atatürk ömrünün son döneminde, cumhuriyetin üçüncü aşaması
çizgisinde kurumlaşmaya bütünüyle yönelirken, bir ulus devlet olan Türkiye
Cumhuriyeti üzerinden, dünya tarihinde öne çıkan iki yüz civarındaki ulus
devlete de kalıcı bir model yaratmıştır.
İmparatorluklardan
ulus devletlere geçerken, batı dünyasının önde gelen emperyalist devletleri ile
onların uzantısı olarak Osmanlı toprakları üzerinde var olmaya çalışan
gayrimüslim topluluklar, uluslaşma sürecinin dışında kalarak ve uluslaşmayı
önleyerek gene eskisi gibi Osmanlı toprakları üzerinde hegemonya arayışlarına
doğru yönelmişlerdir. Ulus devletler
büyük devletlerin bu gibi saldırgan tutumlarına karşı kendilerini koruyabilmek
amacıyla ya uluslararası ya da bölgesel antlaşmalara giderek, büyük güçlere
teslim olmamak üzere yeni güçlenme arayışları içine girdikleri görülmüştür.
Devletler ve uluslar arasında her türlü rekabet giderek katılaşan bir çizgide
sürüp giderken, batının önde gelen büyük emperyal devletleri ile Müslüman
ülkelerin gayrimüslim azınlıkları ulus devletlere karşı siyasal iş birliği
planları geliştirerek, bu çizgide işbirlikçi girişimler ile ulusları
dağıtabilmenin ve bireycilik senaryoları üzerinden toplumları atomize
edebilmenin çabası içinde hareket etmişlerdir. Yirminci yüzyıl başlarında dünya
haritasında yer alan on civarındaki imparatorluk, iki yüz civarında ulus devlete
dönüşürken, aynı zamanda ulus devletler içinde yer alan etnik, kültürel ve dinsel grupların durumları da
gündeme gelmiş ve bu gibi küçük toplulukların ulus olma şanslarının çok az
olması yüzünden, ulus devletlerin çatısı altında bu gibi insan toplumlarına da
aynı ulusun kimliğini yansıtan ulus devlet çatısı altında var olabilme ve yaşayabilme
şansları, çağdaş uygarlık düzeni içinde kabul edilmiştir. Bazı ülkelerde alt
kimlikli gruplar daha geniş alan kaplayan ulus devlet sahası içinde ulusun tam
ortasında yer almak ve ulusal egemenlik
gücünün ulus devlet tarafından kullanılmasını benimserken, daha
kalabalık nüfusa sahip olan ya da ortak bir tarih ve kültür aracılığı ile
geçmişten gelen bir yapılanma ile bağımsız devlet olmaya yönelen yeni ulus
devlet adaylarının ,geçmişten gelen eski ulus devlet yapılanmasını zaman içinde
red ederek, kendi ulus devletini kurma yoluna yönelmeleri, dünyanın her
ülkesinde ortaya çıkabilmekte ve bu doğrultuda egemen ulus devlet ile buna
bağlı olarak yaşayan küçük etnik devletler
arasında ciddi çekişmeler yaşanmaktadır. Eğer böylesine bir süreç önlenemezse, o
zaman da iç savaş senaryoları devreye sokularak, var olan eski ulus devlet
yapılarının bölünmesi aracılığı ile, yeni ulus devletlerin oluşumuna giden
senaryolar dünyanın bütün kıtaları üzerinden uygulama alanlarına
sokulabilmektedir.
Büyük
ve küçük ulus devletler arasına emperyalizmin nifak sokmaya başladığı aşamalara
gelindiğinde, küçük devletlerin bağımsızlık isteği ile bağlı bulunduğu büyük
ulus devletlerden ayrılmaları söz konusu olabilmekte, böylesine bir bölünme
sonrasında ise büyük ulus devletler ya ortadan kalkabilmekte ya da emperyalist devletlerin baskı gücü ile daha
küçük bir devletçik yapısında yaşamını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Her ulus
devlet dünya konjonktürünün el verdiği aşamada bağımsızlık statüsü elde
ettikten sonra, daha da büyüyerek diğer ulus devletlerden daha öne geçerek
kuvvetlenmeye çalışırken, sınırları içinde daha küçük etnik grupları barındıran
büyük ya da orta boy ulus devletlerin önce parçalanması, sonraki aşamada da
dağılma noktasına sürüklenmesi çeşitli devletlerin ülke sınırları içerisinde
gündeme gelmektedir. Alt kimlikli grupların kalabalıklaşarak halk kitleleri
haline dönüşmesi gibi gelişmeler, yeryüzünde var olmaya devam eden bütün ulus
devletlerde öne çıkarak, onların birlik ve bütünlüğünü tehdit etmektedir. Bazı küçük topluluklar da kendi bağımsız
gelecekleri için bağımsızlık arayışına girerken, bugünün koşullarında hemen
hemen her devletin çatısı altında benzeri senaryolar ile karşılaşmak mümkün
olmaktadır. Uluslararası alanda güç sahibi olan belirli siyasal ya da ekonomik
merkezler, kendi güçlerini daha da artıracak biçimde dünya haritası üzerinde
oynamayı marifet sayarak, tüm dünya ülkelerini siyasal kaos darboğazlarına
doğru sürükleyebilmektedir. Yüzlerce yıl önceden gelen etnik gruplar ve dini
tarikatlar kendilerinin özel çıkarları için dünya haritasındaki sınırları
değiştirmeye çalışırlarken, yeni aşamada bu gruplara bir de küresel sermaye ve
tekelci bankalar eklenerek, kendi çıkar düzenlerini koruyacak ve onları merkezi
bir çizgide güçlendirerek içinde bulundukları ulus devlet düzenlerini
bozabilecek derecede, dünyayı kaosa sürükleyebilecek oluşumlara meydan
verebilmektedirler. Büyük devletler orta ve küçük boy devletlerde hegemonya
kurabilme çalışmalarını sonuca yaklaştırmak istedikleri noktada, bölgedeki
etnik, dinsel ve kültürel unsurları bölücü ve parçalayıcı güçler olarak
kullanabilmektedirler.
Böl-parçala-yönet
ilkesi, bütün emperyalist devletler tarafından bir ilke olarak kullanırlarken, tüm
alt kimlikli topluluklar emperyalizmin ulus devletleri bölerek dağıtma
operasyonunun bir parçası konumuna gelmektedir. Devletlerin bölünmesi,
parçalanması ve çökertilmesi için geliştirilen farklı planlar, dünya
devletlerini her türlü maceraya sürükleyecek düzeyde uygulama alanına
getirilirken, yirmi iki devletin sınırları değişeceği ya da Orta Doğu
bölgesinde on tane yeni devletin kurulacağı gibi görüşler birer varsayım olarak
öne sürülebilmektedir Osmanlı sonrası
dönemde çekişme alanı olarak devreye giren eski imparatorluk toprakları
üzerinde, gene eskisi gibi çok farklı devletler ya da bölgeler oluşturma
çabalarının zaman zaman öne çıktığı görülebilmektedir.
Emperyalist devletlerin hegomoni boşluğu alanlar için geliştirdiği yeni
egemenlik planları, Amerika’nın Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail,
İngiltere’nin Yakındoğu Konfederasyonu, Almanya’nın Avrupa Birliği ya da
Rusya’nın Avrasya Birliği gibi emperyal projelerine karşılık, bir de Osmanlı
döneminden kalan gayrimüslüm unsurların öne çıkarmaya çalıştığı Büyük
Ermenistan, Büyük Yunanistan, Büyük İsrail gibi bölge ağırlıklı küçük yerel
yapılanmalar da görülebilmektedir. Böylece emperyalist devletler merkezi
coğrafyaya egemen olabilme girişimleri aracılığı ile, bölgedeki geçmişten gelen
eski unsurlar ile iş birliği yaparak onların yerel devletler oluşturma
planlarına dış destek sağlamaktadırlar. Bölgedeki Müslüman nüfus ağırlığına
karşı direnecek bir yeni siyasal yapılanma geçmişten kalan gayrimüslim
unsurların bir araya getirilmeleriyle mümkün olabileceği için, eski Doğu Roma
İmparatorluğu topraklarında Hrıstıyanlar, Museviler ve de diğer büyük din ve
mezheplere bağlı olarak yaşayan nüfus gruplarının, ulus devletlerin ve onların
üniter devlet düzenlerinin ortadan kalkmasına gidebilecek bir olumsuz yolu, kendiliğinden
gündeme getirebileceği görülmektedir. Emperyal devletler ile gayrimüslim
topluluklar arasında var olan siyasal düzeni reddetme çizgisindeki birliktelik,
büyük emperyal planlar ile küçük var olma planları arasında yakınlaşma ve ortak
düşman olan ulus devleti yerel yönetimleri güçlendirerek ortadan kaldırma, ya
da Türk ve Müslüman nüfus ağırlığına karşı gayrimüslim büyük devlet ile küçük
topluları birleştirme çabaları, sonuç almaya yönelik bir biçimde yukarıya doğru
tırmandırılarak hedefe ulaşılmaya çaba gösterilmektedir
Ulus
devletlerin kurulması ile işin bitmediği, ulus devlet kimliğini benimsemeden
vatandaşlık statüsü üzerinden ulusal toplumun içine girmiş olanlar ulusal
kimliği benimserlerse, o zaman problem çıkmamakta ve bir toplumsal uyumluluk
içerisinde yaşamlarını geçmişten gelen devlet yapısı ile birlikte sürdürebilmektedirler.
Ne var ki, ulus devlet vatandaşlarının kayıtlı oldukları devletin ulusal
kimliğini benimsemeyerek ona karşı çıkan bir çizgide, geçmişten gelen alt
kimliklerini sürdürerek ve ulusal toplum yapılanması içinde alt kimlikçi bir
etnik, dinsel ya kültürel farklı bir topluluk yaratma girişimleri, ulusal
toplum ve üniter devlet düzenleri açısından kesinlikle bölücü bir anlama
gelmektedir. Hiçbir ulusal toplum ya da üniter devlet düzeni kendisini yok
edecek bu tür girişimlere izin vermediği gibi, aynı zamanda tümüyle bir kopuş
sürecine gidebilecek bir ayrılma izni ya da yeni yapılanmayı benimseme gibi bir
karar aşamasına da uzak durarak, küçük toplulukların uluslaşması ya da ulus
devlet kurması aşamasına gelebilmelerine kesinlikle izin vermemektedirler.
Dünya haritası üzerinde yer sahibi olmuş devletler bu açıdan sahip oldukları
statükoyu korumaya yönelirken, statüko öncesi ya da sonrasında gündeme
getirilebilecek yeni bir siyasal yapılanmayı da kendi çıkarları açısından kabul
etmemek durumundadırlar. Küresel güç merkezleri ya da küresel şirketler dünya halklarına
zarar verebilecek bazı gelişmeleri hoşgörü ile karşılamış gibi görünmelerine
rağmen, temelde varlıklarını korumaktan en küçük bir çizgide
vazgeçmemektedirler. Bu nedenle, küresel güçler uluslararası alanda yeni hukuk,
yeni düzen ya da insan hakları gibi konuları öne çıkararak ya da bu gibi
kavramların arkasına saklanarak, küçük ve orta boy devletlerin ellerinden
haklarını alabilmekte ve yeni küçük devletlerin kurulmasını desteklerken, eski
büyük devletlerin bu tür oluşumlarda önleyici bir tutum takınmalarına da karşı
çıkarak, geliştirme görünümünde ulus
devletlerin tasfiyesi ve de eyalet ile şehir devletleri merkezli yeni siyasal
yapılanmalara gidilmesi doğrultusunda da en üst düzeyde bölücü ve yıkıcı
etkilerini sürdürmektedirler.
Bu
makalenin başlığında yazılı bulunan kavramların geride tutularak, bir ön
çalışma yapılması ve bu bölümde dile getirilen başlık konularının daha iyi
anlaşılabilmesi için siyaset bilimi ve kamu hukuku ile çeşitli uluslararası
alanlarındaki bilgi birikimini yansıtmak, bu makalenin bütünlüğü açısından
gerekli olmuştur. Yazının başlığında yer alan iki ideoloji kavramı arasında
yaşanan gel gitler ya da daha farklı ilişkiler açısından konuya bakıldığında, ana
konu olan Liberalizm ve Kemalizm kavramları geçmişten gelen önemle öne
geçmektedirler. İdeolojilerin ortaya çıkışı, yaşaması ya da zamanla önemini
yitirerek konumunu elinden kaçırması gibi durumlarda ortaya çıkan farklı
konumlar hem kavramların anlamı ile değerini hem de birbirlerini etkileyecek
düzeyde bir etkileşim sürecini gündeme getirmektedir. Siyasal tarih çalışmaları
bu iki kavramın sahip olduğu güçlü potansiyeli ortaya koymaktadır. Liberalizm bir uluslararası ideoloji olarak,
Kemalizm ise bir ulusal düşünce modeli ve akımı olarak Türkiye siyaseti üzerinde
fazlasıyla etkin bir konumdadırlar. Batı uygarlığı ortaya çıkarken, Adam Simit
gibi düşünürler zenginliklerin kaynakları üzerine kitaplar yazmışlar ve bu
doğrultuda bugün dünya ekonomisine egemen olan Liberalizmin önünü açarak
gelişmesini sağlamışlardır. Kapitalizm bir ekonomik sistem olarak bugün yeniden
gündeme gelirken, Liberalizm hem bu sistemin hem de ideolojinin temel dayanak
noktası olarak gelişmeler göstermiştir. Liberalizm temelde serbestiyet ya da
her açıdan özgür olma durumunu yansıtan bir anlama sahiptir. Çeyrek yüzyıl önce
insanlığın içine sürüklendiği küreselleşme aşamasında ise, Liberalizm yeni
biçimi ile Neo-Liberalizm olarak serbesiyetçiliği geride bırakmakta ve egemen
güçlerin girişimleri ile yıkıcılık anlamını almaktadır. Küreselleşme tek bir
dünya devleti yaratabilme hedefine ulaşabilmek için bu doğrultuda yeni bir
dünya düzeni kurmaya çalışırken, yüzyılların Liberalizm uygulamalarını ortadan
kaldırarak ve kapitalist ulus devlet düzenlerini de yıkarak, bugün için yeni
bir dünya düzeni kurmaya çalışmaktadır. Kapitalist sistem Neo-Liberalizm’in
yıkıcılığından fazlasıyla yararlanarak ve ulus devletlerin tasfiyesine yardımcı
olarak, aslında bir anlamda kendi sonunu da hazırlamaktadır. Liberalizm her
türlü milliyetçilik akımlarına eskiden beri karşı çıkarken, Neo-Liberalizm ulus
devletler ile birlikte kapitalist devlet düzenlerini de yıkarak, şehir
devletlerinden oluşacak bir dünya Konfederasyonu için yeni küresel dünya düzeni
arayışı içine girmiştir. Son çeyrek yüzyılda tekelci şirketler küresel
örgütlere dönüşürken, ulus devletleri başlıca hedef konumuna getirmektedirler.
Bugünün koşullarında liberal toplum kesimleri ulusal devletler ile birlikte ulusal yapılara da dönük bir toplu tasfiye etme süreci yaşarken, liberal kesimlerin Türkiye’nin ulusalcı devlet modelinin dayanağı olan Kemalist devlet modeli üzerine olumlu çizgilerde konuşarak ve dolaylı yollardan bu görüşü savunarak yeni bir kamuoyu yaratmaya çalışmaları, çatışmalar içinde bocalayan Türk siyaset hayatı açısından barış rüzgarları estiren son derece olumlu bir gelişmedir. Türk siyaset sahnesinde karşı karşıya var olan ve sürekli çatışan bu iki akımının içinden gelen liberallerin, dünya siyasetindeki son gelişmeler karşısında, Atatürk ve Kemalizm üzerine böylesine yeni ve olumlu bir oluşuma yönelmeleri, ancak siyasal alanda gündeme gelen son gelişmeler ile açıklanabilecektir. Böylesine beklenmeyen bir durumun aydınlanabilmesi ve açıklanarak anlaşılabilmesi hem liberalizm hem de Kemalizm’in son gelişmeler karşısındaki tutumlarının açıklığa kavuşturulması ile mümkün olabilecektir. Tam bu aşamada Liberallerin Kemalizm konusuna yönelmeleri ve bu çizgiye yakın durarak neredeyse kendilerini de Kemalist olarak tanımlamaları gibi, geçmişten gelen çizgilere ters düşecek bir adımın atılmasının arkasında yatan nedenlerin bugünün koşullarında açıklanması gerekmektedir. Liberalizm Kemalizm değildir aksine Kemalizm gibi ulus devlet yaratan ulusalcı görüşlere de bütünüyle karşıdır. Durduk yerde Liberalizm taraftarı bazı aydınların kendilerini son noktada Kemalist olarak ilan edercesine hareket etmeleri, dünyanın ve Türkiye’nin gidişinde ciddi bir anormal durum olduğunu açıkça göstermektedir. Yüz yıllardır geleneksel olarak milliyetçilik ve de Kemalizm gibi ulusalcılık akımlarına karşı çıkarken, bugün gelinen noktada liberal kesimlerin Kemalizm güzellemeleri yapmalarının arkasındaki ana neden, büyük bir savaş tehlikesi olarak yakınlarda ortaya çıkan Afganistan’daki Taliban oluşumunun tüm insanlığı tehdit etmesidir.
Türk
kamuoyunda, “Bayram değil, seyran değil Liberaller Kemalizm’i neden öptü
“sorusu ile gündeme gelen Liberalizm ve Kemalizm akımlarının yakınlaşmasının
arkasında yatan gerçek nedenler araştırıldığında, demokrasi ve insan hakları
kavramlarını siyasal amaçlı olarak kullanan küresel emperyalizmin iflasının ana
neden olduğu görülmektedir. Bunun üzerine artık yeryüzünde hak ve özgürlüklere
dayanan bir olumlu küreselleşme değil ama zamanla artan tepkiler, karşı
çıkışlar ve terör ile savaş gibi sıcak çatışmalar üzerine giderek yükselen
siyasal tepkilerin, dünyayı bir kaos ortamına doğru sürüklediği açıkça anlaşılmaktadır.
Afganistan’da yaşanan kaotik terör ve savaş olaylarının bu ülke üzerinden tüm
Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerine hızla yayılması, çağdaş uygarlık düzeninin
gelişmiş dünya ülkeleri ile birlikte, Türkiye gibi çağdaş bir cumhuriyet
devletini de dünyanın geride kalan otoriter ve gerici kesimlerinin siyasal
olarak gündeme getirdikleri dini modele bağlı otoriter rejimlerle hesaplaşmaya
doğru yönlendirmektedir. Uygar ve gelişmiş ülkelerin devletlerin birçoğunda
önde gelen aydın toplum kesimlerinin dinsel ve ekonomik baskılar ile sürekli
olarak karşılaşmaları yüzünden, giderek artan bir gerginlik ve tepki gösterme
sürecine girdikleri gözlemlenmektedir. Süper güç konumundaki Amerika’nın son
dönemlerde dünya hegemonyası için savaş yolunu seçtiğini ve bu doğrultuda kendi
yetiştirdiği bir terör ve savaş örgütü olan Taliban isimli karanlık örgüte, Afganistan
gibi yüz yılı aşkın bir süredir devlet olma hakkını elinde tutan eski ve köklü
Afgan devletinin yönetimini terk etmesi üzerine, gelecekte bir evrensel bir
dünya barış düzeni bekleyen insanlığın büyük çoğunluğunda umutları kırmış ve
dünya kamuoyunu savaş ortamına doğru sürüklemiştir. İşte bu süreç içinde,
Taliban olgusu bir dönüm noktası olmuştur. Dünyanın en büyük gücü olarak bugüne
kadar küresel düzeni yönlendiren ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve bu çizgide
kendi yetiştirdiği Taliban isimli terör örgütüne bir devletin ve kırk milyonluk
ülke halkının geleceğinin teslim edilmesi üzerine, artık eski dünya düzeni
ortadan kalkmış ve yerine yeni bir düzen kurulamadığı için de kaos ve savaş
ortamı bütün dünya ülkelerine doğru yayılmıştır.
Taliban
örgütünün dünya sahnesine çıkışı ile birlikte batı blokunun dünya
hegemonyasının geride kaldığı görülmektedir. Taliban’ın çıkışı bütün dünya
ülkelerindeki düzenleri alt üst ederken Türkiye’ye de yansımış ve bu aşamada
liberallerin saf değiştirerek Kemalizm çizgisine doğru yönelmeye karar
verdikleri açıklığa kavuşmuştur. Liberalizmin gerektiği gibi siyaset sahnesinde
etkili olabilmesi için bir dünya barışı düzenine gereksinme vardır. Bugün
gelinen aşamada artık böylesine bir barış ortamının terör örgütleri aracılığı
ile ortadan kaldırıldığı görülürken, özgürlükçü Liberallerin Kemalizm’e doğru
direksiyon kırmalarının tek nedeni Taliban’ın siyaset sahnesine çıkışıdır.
Taliban çizgisi dünya siyasetinde öne çıktığı aşamada Liberaller, kurulu bir
düzene ve güvenlikçi bir devlet modeline dayanan Kemalizm’in, Türkiye
Cumhuriyeti devleti ve Türk ulusunun geleceğinin güvence altına alınabilmesi
açısından ulusal çıkarlara daha uygun olduğunu gören Liberallerin, Türkiye
Cumhuriyeti devletinin kurucu önderinin yanında yer almayı bugünün olumsuz
koşulları açısından gerekli gördükleri anlaşılmaktadır. Şimdiye kadar hiçbir
siyasal gücün engelleyemediği liberal grupların ortaya çıkan Taliban tehlikesi
karşısında, kendi kendilerine Kemalizm’e yakın durma çizgisini tercih ettiklerinden
dolayı, son olarak yayınlanan Atatürk’e övgü ve Kemalizm’e saygı yazılarından sonra
Türkiye siyasetinde bir tek çizgi öne geçmektedir. O da ülkenin, devletin ve
ulusun toplu güvenliğinin acilen sağlanmasıdır. Türkiye siyaseti ve diplomasisinin
önümüzdeki dönemde güvenlik öncelikli bir çizgide ele alınması bu açıdan
zorunlu görünmektedir. Taliban gibi bir örgütün ortaya çıkmasıyla liberallerin
eski özgürlükçü söylemleri sona ermektedir. Dünya hegemonyası için, savaşın
önünü açan emperyalist güçlere karşı, bütün ülkelerin aydınları ve okumuş
insanları, yeni bir dünya güvenliği şemsiyesi altında bir araya gelebilmenin
yollarını arayacaktır. Dünya hem emperyalistlerden hem de Taliban gibi terör
örgütlerinden yeterince büyüktür ve var olabilmek için yeni bir dünya savaşını
önleyecek güce sahiptir. Gelinen aşamada Atatürk’ün ve Kemalizm’in önemini yeni
anlayan Liberallerin, artık İngiliz, Amerikan ve İsrail muhipliğini bir yana
bırakarak, antiemperyalizm çizgisinde Türkiye’nin ulusal çıkarlarından yana
yeni bir Kuvayı Milliye savunmasına yönelmeleri gerekmektedir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder