TÜRKİYE CUMHURİYETİ TÜRKÇÜLÜĞÜ
Türklük tarihin en eski olgularından birisidir
ama Türklüğün uzantısı olarak yirminci yüzyılda dünya haritasında yerini almış
olan Türkiye Cumhuriyeti, son yüzyıllarda insanlığın yaşamış olduğu siyasal
gelişmelerin bir sonucu olarak tarih sahnesindeki yerini almış olan bir devlet
modelidir. Bu yapısı ile yüz yıl önce
tarihsel gerçeklik kazanmış olan Türk devleti bu dönemde yeni bir yüzyılın
içine doğru sürüklenirken, geçmişten gelen yapısı ve modeli giderek tırmanan
bir düzeyde tartışılmaya çalışılmakta ve yeni bir dünya düzeni kurmak isteyen
egemen güçlerin, kendi çıkarları ve projeleri doğrultusunda farklı bir çizgide
yeni baştan kurulmaya çalışılmaktadır. Ortalıkta egemen güçlerin çıkarları
doğrultusundaki plan, program ve projeler uçuşurken, Atatürk’ten Türk ulusuna
miras kalmış olan çağdaş cumhuriyet ve ulus devlet yapılanmalarının giderek
tasfiye girişimleri ya da güç merkezlerinin çıkarlarına uygun düşecek bir
biçimde dönüştürülmek üzere fırsat kollandığı yeni bir aşamaya gelinmiş
bulunmaktadır. Yüz yıl önce gerçekleştirilemeyen alternatif devlet yapıları
yeni güç dengelerine paralel bir biçimde öne sürülürken, son dönemlerde gündeme
getirilen değişik ve farklı devlet modelleri doğrultusunda, Atatürk cumhuriyeti
baskı altına alınmaya ve güdümlü politikalar aracılığı ile Türk ulusunun
çıkarlarına aykırı düşecek yeni bazı macera girişimleri doğrultusunda ortaya Türklük ya da Türkiyecilik modelinden
giderek uzaklaşılan, yeni öneri paketleri ya gizli oturumlarda ya da uluslararası toplantılarda
açıktan gündeme getirilerek, Türk ulusundan bu doğrultularda önemli ölçülerde
ödün talepleri ile, Türkiye Cumhuriyeti devletinin önü her yönü ile kesilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye
ve Türklük karşıtı kesimler ya da siyasal ve ekonomik merkezler, imparatorluk
çöküntüsü üzerine gerçekleştiremedikleri plan ve projelerini bugün yeniden
dayatarak, yüz yıl önce gerçekleştiremediklerini bir yüzyıl sonra yeniden
denemek üzere siyasal gündemin önüne koyarak, Türk ulusu ve devleti ile eskisi
gibi hesaplaşmaya başlamışlardır. Bu yönde ortaya çıkan girişimler incelendiği
zaman uluslararası alanda güçlü yere sahip batının önde gelen devletleri ile,
Türk toplumu içinde var olan etnik, dinsel ve kültürel alt kimlikli topluluklar
arasında yeni yakınlaşmalar ve geleceğe dönük projeler çizgisinde iş birlikleri
ve ortaklıkların kotarıldığı ortaya çıkmıştır. Dünyanın merkezi bölgesinde yer
alan ve Anadolu ile Trakya bölgelerinde yeni devlet
yapılanmalarını öne çıkaran yeni
haritalara bakıldığında, bunların hepsinde
bugünkü çağdaş ulus devlet olarak varlığını koruyan Türkiye Cumhuriyeti’nin
devre dışı bırakıldığı ve bunun garantisi olan Misakı milli sınırlarının
ortadan kaldırıldığı, yerine daha küçük ve eyalet modeli parçalı yapılanmaların
öne çıkarılarak Türk toplumu içinde yer alan ve bugüne kadar varlığını
koruyarak günümüze kadar gelen etnik, dinsel ve kültürel cemaat yapılarına,
eskisinden çok farklı yeni devlet modelleri hazırlandığına tanık olunmaktadır.
Bu gibi düşmanca girişimlere yüz yılı aşan bir süre içinde muhatap olan Türk
devleti yirmi birinci yüzyılın yeni dünya düzeni çerçevesinde, dünyanın merkezi
alanında eskisi gibi büyük orta boy bir ulus devlet olarak bırakılmak
istenmemekte, iki yüz ulus devletin geleceği tartışılırken beş bin alt kimlikli
kültürel yapıdan siyasal bir yeni oluşuma nasıl geçileceği, giderek artan bir
tempoda tartışma konusu yapılmaktadır. Büyük ulus devletler alt kimlikçi yeni
siyasal rüzgarlar doğrultusunda paramparça yapılmaya çalışılırken, Yugoslavya
modeli çözülme ve dağılma projeleri her devletin ya elinden ya da üzerinden
geçmektedir. Devletler arası rekabet düzeni içinde her ulus devlet kendisini
korurken, parçalayıcı senaryo saldırılarına karşı kendini her yönden korumaya
almaktadır. Ulus devletler hem kendi çıkarları için korunma senaryolarına hem
de uluslararası alanda karşı etkinlikler sağlayarak denge kurmak amacıyla daha
aktif politik ve diplomatik yeni girişimlere girmek zorundadırlar. Bu tür girişimlerin birbirini izlemeye
başladığı dönemlerde her devlet önce kendi varlığını korumak ve güvenliğini
savunmak için yeni önlemler almak zorundadır.
İnsanlık
dünya kıtalarına yayılırken önce tek
tanrılı dinler ile bu dağılımı
gerçekleştirmiş ve daha sonra yaşanan gelişmeler sürecinde de üzerinde yaşanan toprak
parçasının vatan olarak benimsenmesiyle,
bu bölgede topluca yaşamakta olan insanlar ülkesel birlik oluşturmak üzere daha büyük bir toplumsal yapılanma sağlanması
için çaba gösterirlerken, savundukları çıkarlarını sistematik bir bütün içinde
bir ilkeler bütününe doğru yönlendirerek, bugünkü milliyetçilik ya da
ulusalcılık akımlarının ortaya çıkması için zemin hazırlamışlardır. Her ülkede
modern toplumlar uluslaşma süreci içinde ortaya çıkarken, kendi çıkarlarını
gerçekleştirmek ve diğer ülke ya da devletler ile yarışmak doğrultularında
kendiliğinden milliyetçilik akımlarına doğru yönelmişlerdir. Türkiye
Cumhuriyeti de yirminci yüzyılın başlarında imparatorluktan ulus devlet
modeline geçiş aşamasında kurulurken, kendi vatanını, milletini ve de siyasal
yapılanmasını düşünerek hareket etmek zorunda idi. Her devlet kuruluş
aşamasında ya dışarıdan ya da içeriden bir inisiyatif sayesinde kuruluşunu
tamamladığından bu güç merkezinin kimliği ve gelecek planı, ulus devletlerin
kuruluşunda ana faktör olarak dikkate alınmalıdır. Kuruluş sırasında ya uluslar
oluşmuştur ve ikinci aşamada kendi devletlerini kuracaklardır ya da dünya planı
doğrultusunda üzerinde yaşanılan toprak parçasında bir ulus devlet kurulması için bir uluslararası inisiyatif devreye
girerek, kurulmuş olan ulus devletin kendi ulusunu yaratması çizgisinde hazırlıkları
ve gelişmeleri yönlendiren bir iradeyi ortaya koyabilmektedir. Bu açıdan,
İtalya devletini kurmuş olan kadronun başındaki liderin artık sıranın İtalyan
ulusunu oluşturmaya geldiği hakkındaki değerlendirmesinin arkasında çok büyük
bir siyasal gerçeklik yatmaktadır. Önce devlet kuruluyorsa, sonradan örgütlenen
toplumsal yapının adı devlet ulus olarak kabul edilmektedir. Ama önce toplumsal
oluşum olarak uluslaşma tamamlanıyorsa, kurulmakta olan devletin adı buna göre ulus
devlet olarak benimsenmektedir.
Türkiye
‘de uluslaşma olgusu Kuvayı Milliye yıllarında tamamlandığı için önce Osmanlı
ahalisinden Türk ulusunun oluşumuna
geçilmiş ve savaş koşullarında çok kısa bir zaman dilimi içinde Türkleşme
tamamlanarak, Türk devleti bölgesel kongreler
yapılması ve Türk Ocaklarının
yurt düzeyinde örgütlenmesi üzerine,
Türkçülük akımının Misakı Milli
sınırları içerisinde yaygınlık kazanması
sonrasında, Türkler ve Türkçüler ulus devletler çağına girilirken, kendi ulus
devletlerini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurmuşlardır. Daha önceden
oluşmuş bir Türkçülük akımı bir milliyetçi potansiyel olarak ortaya çıkarken
Osmanlı ahalisinden geri kalan nüfus, Türkçülük akımını yeni bir kimlik olarak
benimseyerek, Türkleşen toplumun daha sonraki aşamada kendi devleti olarak
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasına giden yolu açıyordu. Osmanlı döneminden kalma
bazı toplulukların alt kimlik kullanması gibi bir durumun yeni dönemde önü
kesilirken, yurt düzeyinde örgütlenen Türk Ocakları örgütlenmesi aracılığı ile
Türkçülük akımı alternatif bir milliyetçilik ideolojisi olarak toplumun önüne
çıkarılıyordu. Osmanlı devletinin teslim olması ve ülke topraklarına batılı
emperyalist devletlerin girerek işgalcilik yapmaları sürecinde ,düşmana karşı antiemperyalist
savaş öncelik kazandığından, emperyal ulus devletlere karşı çıkış ,onlarla
savaşma ve işgal edilen ülke topraklarını geri alma gibi durumlar, Osmanlı
ahalisinin hızla uluslaşma sürecine girmesine ve bu doğrultuda Türk kimliğinin
benimsenerek yeni bir üst kimlik konumunda, eski Osmanlı ahalisi için farklı bir
seçenek olarak öne çıktığı görülmektedir. Daha önceki dönemler de bir ulusal
göç olgusuna bu topraklarda rastlanmadığı için, Anadolu halkı hem çok parçalı
hem de bir imparatorluk coğrafyasının kozmopolit sosyolojik yapılanması olarak
ortada duruyordu. Bu aşamada Birinci Dünya savaşını kaybederek Osmanlı
devletinin çöküşüne yol açanların, yeniden bir imparatorluk düzeni oluşturarak Anadolu’nun
merkezinde yer alacağı bir büyük devlet yapılanması kurmak amacıyla, Orta Doğu
bölgesini bırakarak ve Orta Asya topraklarına yönelerek, Türk dünyasını Rus ve
Çin emperyalizmlerinin elinden kurtarmaya öncelik verdikleri görülmektedir. Savaşı
kaybedenler Orta Asya bölgesinde hayal peşinde koşarlarken, vatansever Türkler,
Orta Doğu’nun zorlu koşullarında büyük bir ulusal kurtuluş savaşına yönelerek, Türk
Ocakları çizgisinde bir Türkçülüğün önünü açıyor ve Anadolu yarımadasını
Türkiye adı ile Türkçülüğün ve Türklerin ana vatanı konumuna getiriyorlardı.
Anadolu
toprakları hem dünyanın merkezi ülkesi olarak zamanla önem kazanıyor hem de üç
büyük tek tanrılı din tarafından kutsal topraklar olarak da ilan ediliyordu.
Sırasıyla Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük tek tanrılı din
Orta Doğu toprakları üzerinde yaygınlık kazanarak din esaslı devlet
yapılanmalarına yöneliyorlardı. Roma imparatorluğu öncesinde bölgede Musevilik
dininin öne geçmesi ama daha sonraki aşamada Roma imparatorluğu aracılığı ile
Hristiyanlık dininin merkezi alanda yaygınlık kazanması sonrasında, Avrupa
kıtasına da bu yapılanma sıçrayınca, üçüncü büyük tek tanrılı din olarak
Müslümanlık sekizinci yüzyılda merkezi alanda dünya sahnesine çıkmış ve kısa bir
zaman diliminde etkinlik sağlayarak, orta dünya bölgelerinde yaygınlık
kazanmıştır. Milattan sonra yaşanan iki bin yıllık tarih üç büyük tek tanrılı
dinin hem dünya hegemonyası hem de merkezi alan egemenliği için çekişmesini
ortaya çıkarmıştır. Orta dünyanın tam merkezinde yer alan Anadolu yarımadası da
böylesine bir sürecin fazlasıyla etkisi altında kalmış ve dinler arası çekişme ve
kavgaların ortaya çıkardığı güçler dengesine göre gündeme gelen yeni siyasal
yapılanmalar da bu yarımada üzerinde birbirinden farklı devlet modellerinin
ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Bu coğrafya dinler arasındaki çekişme ve
yayılma yarışı olarak ele alındığında Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık
olarak üç din tarzı siyaset Orta Doğu bölgesinin yönetiminde ön planda etkili
olmuştur. Dinlerin giderek artan etkileri devlet yapılanmalarında çok etkili
olmaya başladığında, din ve devlet ilişkilerinin normal bir dindarlık ve
ateistlik çekişmesinin ötesinde daha farklı bir rotada ayarlanmak istenmesi, dinlerin
ötesinde sonradan ortaya çıkan ulusların çekişmeleri ya da hegemonyaları üzerinden,
dinden uzaklaşan bir laik yapılanma arayışını da Orta Doğu ve Avrupa
bölgelerinde gündeme getirmiştir.
İki
eski tek tanrılı din olarak Musevilik ve Hristiyanlık bölgede egemenlik
yarışına girdiğinde Roma ve Bizans imparatorlukları üzerinden Helenizm,
Avrupa’nın doğusu üzerinden merkezi alanda Hristiyanlığın daha etkili olması
gerçeğini öne çıkarmıştır. Ne var ki, önce Roma ve daha sonra da Bizans
imparatorluklarının dağılmaları üzerine
Avrupa merkezli on iki Haçlı seferi ile orta dünya Vatikan merkezli Hristiyanlık düzeni
çerçevesinde ele geçirilmeye çalışılmış ve Haçlı seferlerine karşı çıkan Selçuklu
İmparatorluğunun, Kuzey Asya’dan harekete geçerek merkezi alanlara göç etmesi ve daha sonra da
Selçuklu İmparatorluğunun merkezi bir devlet olarak kurulmasıyla birlikte,
yeniden Roma ve Bizans hegemonyasının orta alanda meydana çıkmasına
izin verilmemiştir. İsa’nın ortaya çıkışından sonra Musevilik ve Hristiyanlık her yerde çekişme
sürecine girdikleri için, Orta Doğu’da bu nedenle meydana çıkan otorite
boşluğunun giderilmesinde İslamiyet önemli bir rol oynamıştır. İslam önce Emevi
ve daha sonra da Abbasi hanedanları aracılığı ile merkezi imparatorluklara
dönüşerek kutsal topraklar üzerinde etkisini yaygınlaştırırken, iki büyük dünya
savaşının çıkmasına neden olan siyasal gelişmeler bu topraklar üzerinde birbiri
ardı sıra gündeme gelerek, insanlığın bir kıyamet senaryosu ile karşı karşıya
gelmesi gibi olumsuz durumlar da yaratılmıştır. Avrupa üzerinden Orta Doğuya
gelerek hegemonya kuran Romalılar ve Bizanslılar gibi Hrisiıyan uygarlıklar, Helenizm
gibi bir sosyokültürel oluşumun etkisiyle hareket etmişler ve Helenizm ile
İbranilik tartışılırken, Roma ve Bizans imparatorluklarının içeriden
çökertilmesi gibi olumsuz gelişmelere de yol açmışlardır. Helenizm Hristiyanlığı
temsilen Avrupa üzerinden bölgeye gelirken, İbranilik de Museviliğin uzantısı
olarak Hristiyanlığın yerini alan Helenizm ile karşı karşıya kalmıştır. Bölgede
tam anlamıyla bir düzen kurulabilmesi dinler arası çekişmeler yüzünden hep
geride kalmıştır. Romalılar bölgeye geldiklerinde var olan iki Yahudi devletini
yıkarak açıktan bir İsrail ve Yahudi karşıtlığını öne çıkarıyorlardı. Sonraki
aşamada ise Hristiyanlığın Roma ve Bizans çöküşü sonrasında merkezi alanda
etkinlik kurmasını önlemek üzere, Emevi ve Abbasi gibi Müslüman imparatorluklar
ile birlikte, daha sonraki aşamada da
Selçuklu ve Osmanlı gibi iki Türk imparatorluğu devreye girmiştir. Bugün
gelinen noktada orta dünyanın geleceği eskisinden çok farklı bir noktaya doğru
sürüklenmek istenmekte ve dünyanın merkezi alanı bütünüyle bölgesel bir yeni
imparatorluğa dönüştürülmek istenmektedir. İki büyük Türk imparatorluğu
sonrasında bir Siyonist imparatorluk planı bölge halkına dayatılmaktadır.
İmparatorluklardan
ulus devletlere geçiş sürecinde merkezi alanda hiç ulus devlet bulunmamasına
rağmen, yeni dünya düzeni oluşturma
sürecinde yirminci yüzyılın başlarında her bölgede olduğu gibi ,merkezi alanda
da ulus devlet yapılanması öne geçiyordu. Ülkenin önde gelen düşünce birikimini
temsil eden kadrolar imparatorluk sonrasında önce Osmanlı ulusu yaratmaya
öncelik vermişler ama bu konuda başarılı olamayınca da bu kez Orta Doğu’nun
üç tek tanrılı dininden bir İslam ulusu yaratarak Osmanlı devletinin
devamlılığını sağlayamaya çalışmışlar ama Balkanlar’da yaşamakta olan
gayrimüslim topluluklar İslam ulusu oluşumuna karşı çıkınca, üçüncü aşamada Türk asıllı bir halk çoğunluğunun imparatorluk
sınırları içinde yaşamasını dikkate alarak, yeni kurulacak ulus devletin buna dayanarak Türk
ulusu kimliği ile örgütlenmesi
gerektiğine inanarak, Osmanlı sonrası dönemin hazırlıklarını Türk
kimliği ve Türklük olgusu üzerinden
tamamlamaya öncelik vermişlerdir. Böylece daha sonra Türkiye adını
alacak olan Anadolu yarımadası üzerinde
Türklüğün ve Türklerin ana vatanı olarak
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yol açılmıştır. Bu coğrafyanın
iki bin yıllık tarihi incelendiği zaman doğu ve batı arasında esen siyasal
rüzgarların bölge haritalarını değiştirdiği ve bu doğrultuda da ortaya çıkan
göç hareketlerinin de bölge ülkelerindeki nüfus yapılanmalarını yönlendirdiği görülmüştür. Sürekli göçler nedeniyle Kafkaslar ve Balkanlar küçük topluluklardan oluşan
yeni bir yapılanmaya sürüklenmiş ama bu iki bölge arasında yer alan Anadolu
yarımadası üzerinden bir ulus devlet oluşturulurken, geçmişten gelen bütün göç
dalgalarının miras olarak bıraktığı belirli nüfus kalıntılarının, Osmanlı
imparatorluğu döneminde de bölge nüfusunun yeniden yapılanması ya da ortaya
çıkan farklı durumlara göre biçimlenmesi ,Osmanlı ahalisinin oluşumunu yakından etkileyerek yarımada üzerinde ulus
devlet oluşumunu sağlamıştır.
Orta
Doğu bölgesinin tarihi Anadolu merkezli olarak incelendiğinde herhangi bir,
ülke ya da bölgeden topluca bir nüfus göçüne rastlanmamaktadır. Öncelikle
Türkistan’dan çok büyük bir Türk göçünün tarihin herhangi bir döneminde
gerçekleşmediği görülmektedir. Ne var ki, Anadolu yarımadasının üç kıtanın tam
ortasında yer alması nedeniyle her dönemde kıtalar arasındaki göçler ve yeni
siyasal yapılanmalar doğrultusunda farklı devlet biçimleri uygulamada öne
çıkarken, nüfusun da bu duruma göre yenilenmeye doğru sürüklendiği göze
çarpmaktadır. Türkistan’dan toplu bir göç hiçbir zaman Anadolu üzerinde olmamış
ama Milattan sonra yaşanılan iki bin yıllık dönemde Türkistan ve civarındaki
Türk ülke ve topluluklarından ayrı ayrı ve azar azar belirli Türk kökenli
toplulukların, Ön Asya bölgelerine indikleri ve bu sırada içlerinden bazı
grupların da Anadolu’nun çeşitli bölgelerine gelerek yerleştikleri görülmüştür.
Bugünkü Türkiye nüfusu bu nedenle iki bin yıllık dünya ve Orta Doğu tarihinin
bir uzantısı olarak ele alınmalıdır. Asya’dan Avrupa’ya veya tamamen tersi
biçimde Avrupa’dan Asya’ya veya Afrika’dan Asya’ya gibi göçler tarihin her
döneminde devam etmiş ve her göç olayının gerçekleşme döneminde, bazı boyların
ya da kalıntıların merkezi coğrafya da kaldıkları ve zaman içerisinde bölge
halkları ile kaynaşarak ortak yaşama katılmaları her zaman için gündeme
gelmiştir. Tarih içinde Romalıların Bizanslaşması ya da Selçukluların
Osmanlılaşması gibi dönemsel nüfus dönüşümleri ile de karşılaşılmış ve bu gibi
değişimlerin bölge halkları ile birlikte Anadolu halkını da yakından etkilediği
anlaşılmıştır. Orta ve Kuzey Asya’dan dünya sahnesine çıkmış olan Türk
topluluklarının zaman içinde dünyaya açılmaya çalıştıkları aşamada, ilk
geldikleri yer Anadolu’nun tam ortasında yer aldığı Ön Asya toprakları olmuştur.
Bugün Anadolu yarımadasının geleceğinin bir ulus devlet olarak yeniden
yapılandırma dönemine gelindiğinde Türklük olgusunun esas alınması ve buna
dayalı bir biçimde Türk kimliğinin öne çıkarılmasının ardında yatan tarihsel
geçmişin dikkate alınmasıyla birlikte, Osmanlı adına kurulamayan ulusal
yapılanmanın Türklük adına yapılabildiği açıkça görülmüştür. Her türlü engel ve
baskılara rağmen, birbiriyle yarışan emperyalist plan ve projelerin devre dışı
bırakılarak, Türklük olgusu üzerinden Türkçülük akımına dayanılması, Türkiye
Cumhuriyeti devletinin bilimsel kaynaklardan gelen özel ulusal yapılanmasının öne
çıkarılarak dikkate alınması yüzündendir. Tarihte yer almış olan Türklerin
öncülüğünde Türkçülük yapılarak Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti kurulmuştur.
Anadolu
yarımadası üzerinde Türk devleti kurulması Türkçülük hareketlerinin birbiri
ardı sıra yükselmesi ve bunların sonucunda da çeşitli toplantılar ile
uluslararası alanda Türkçülük toplantılarının birbiri ardı sıra yapılarak
geleceğe dönük kararlar alınmasıdır. Rusya’da çarlık yönetimi çöktükten sonra
ortaya çıkan otorite boşluğu döneminde birbirini izleyen dört Türkçülük
Kongresi yapılarak bir Türk devleti kurma çalışmaları öne geçmiş ama bunlardan
sonuç alınamayınca, Rus polisi Türkçülük Kongreleri düzenleyen Türkçüleri
Rusya’dan kovmuştur. Rusya’dan kovulan Türkçülerin bir kısmı Türkiye’ye gelerek
Türk Ocakları çatısı altında örgütlenmiş, bir kısmı da Almanya, İsviçre ve de
Fransa gibi Avrupa ülkelerine dağılarak Avrupa devletlerinin desteği ile yeni bir
Türk devleti arayışı içinde olmuşlardır. Rusya’daki dört Türkçülük Kongresinden
sonra beşinci Kongre Birinci Dünya savaşı çıkmadan İsviçre’nin Cenevre kentinde
yapılmıştır. Bu toplantıya Türkiye ve Rusya’dan gelen Türkçüler ile birlikte
Jön -Türk hareketinin önde gelen temsilcileri de katılmıştır. On dokuzuncu
yüzyılın son yıllarında İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist
Kongre de dünyanın önde gelen Siyonistleri, Filistin’i anavatan ilan ederek bu
ülkede İsrail devletini kuracaklarını açıklamaları dünya kamuoyunda önemli
dalgalanmalar yaratınca, Cenevre’de toplanmış olan Türkçülük akımının öncüleri
de Japonya’dan Polonya’ya kadar uzanan geniş coğrafya içerisinde neresinin
Türklerin ana vatanı olması gerektiği tartışılmıştır. Asya kıtasının
ortalarının ve kuzey bölgelerinin Türk asıllı toplulukların yaşadığı bölgeler
olması ve Hazar göçleri ile birlikte
Doğu Avrupa bölgesinde yeri asır devam eden Osmanlı hegemonyasının
bıraktığı izlerden yola çıkılarak, Türklerin anavatanlarının neresi olması
gerektiği her yönü ile tartışılarak önemli bir karara varılmıştır. Cenevre
Türkçülük Kongresi sırasında, Türkçülüğün önde gelen temsilcileri Siyonistlerin
Filistin’i anavatan ilan etmesi nedeniyle Türkçüler’de eski çağlardan kalma
Proto-Türk toplulukların yaşadığı bölgeleri öncelikle dikkate alarak Anadolu
yarımadasını Türklüğün ve Türkçülüğün anavatanı olarak ilan etmişlerdir.
Cenevre
toplantısı sonrasında Rusya, Osmanlı devleti ve Avrupa ülkelerine dağılmış olan
Türkçülerin çalışmaları, giderek daha fazla bir biçimde Anadolu merkezli olarak
yürütülmeye başlanmıştır. Bu doğrultuda Rusya’daki Türkçüler yavaş yavaş
Anadolu şehirlerine gelerek yerleşmeye başlamışlardır. Osmanlı dönemi
Türkçüleri ise İstanbul, İzmir ve Ankara gibi merkezlere gelerek, gelecekte
verilecek bağımsızlık mücadelesi için ön hazırlıklara girişmişlerdir. Cenevre
toplantısı için İsviçre’ye gelmiş olan Jön-Türkler, daha önce bu ülkeye yüksek
öğrenim için gelmiş ve Osmanlı devletini kurtarmak için çeşitli siyasal
çalışmalar yapan diğer Türkleri ve Türkçüleri de devreye sokarak, güçlü bir
Türk devleti kurulabilmesi doğrultusunda iş birliklerine girişmişlerdir. Bu
arada Türk Ocakları’nın İsviçre şubesi açılmış ve böylece Avrupa’daki Türkçüler,
İsviçre Türk Ocağı aracılığı ile Türkçülüğün anavatanı olarak ilan edilen
Anadolu yarımadasına doğru yönlendirilmişlerdir. Türkler Türk devleti kurulması
yolunda ilerlerken, Türklük ve Türkçülük kavramlarının her yönü ile tartışılarak
içeriğinin tarih, sosyoloji ve coğrafya biliminin verileri ile doldurulmasına
dikkat edilmiştir. Tarih boyunca üç kıtada at koşturmuş olan Türk boyları, kurdukları
devletler ile farklı coğrafyaların egemen gücü olmuşlar ama her dönem
değişikliğinde de farklı güç merkezleri oluşumu yüzünden çeşitli coğrafyalar
arasında nüfus kaymaları ortaya çıkararak, göç olayları üzerinden ciddi nüfus
değişiklikleri yaşamışlardır. Göçler ve nüfus değişiklikleri Türkleri her
dönemde farklı devletler kurmaya yönlendirmiştir. Tarih boyunca kurulmuş olan
Türk devletleri arkalarında önemli sayıda insan topluluğu bıraktığı için, bu
gibi eski nüfus yapılanmaları aracılığı ile günümüze gelmiş olan Türk
toplulukları, dünya haritasının çeşitli yerlerinde varlıklarını koruyarak
hareket içinde olmuşlardır. Türk devletinin öncüleri bu yüzden kendilerine bir
Türkçülük tabanı ararken zorluk çekmemişler ve eski Türk topluluklarının
yaşamlarını sürdürdükleri coğrafyalarda yeniden keşiflere yönelerek birbirinden
çok farklı Türk asıllı topluluklar ile karşı karşıya gelmişlerdir. Bu nedenle
ilk Türkçüler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda adım atarak
ilerlerken, bu gibi topluluklar ile yakın ilişki ve bağlar kurulmuş, ayrıca yeni
anavatan ilan edilen Anadolu yarımadasının her tarafında ve bu alanı çevreleyen
orta dünya bölgelerinde, çeşitli Türk boyları ve akraba topluluklar ile
karşılaşılmıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, dünyaya Türk asıllı birisi olarak geldiği
için kendisini çok şanslı olduğunu söyleyerek, Türklüğü ve Türkçülüğü överek göklere
çıkarmış ve bu doğrultuda yeni kurulmakta olan devletin bir Türk devleti olması
gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Atatürk bir tarihçi olmadığı için, Türk
tarihinin derinliklerinde Türklük aramamış ama bir subay olarak sahip olduğu
jeopolitik bilgi birikimi ile tarih ve coğrafyanın kesişme noktalarını yerinde
tespit ederek, Anadolu bölgesi üzerinde müstakbel Türkiye Cumhuriyeti
devletinin kuruluşunu örgütlemeye çalışmıştır. Atatürk Türk ulusu adına Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türkçü hareketin öncü lideri olduğu için, Türklük
konusunu devlet olgusu ile birlikte ele almıştır. Onun Türklük ile ilgili
olarak söylediği sayısız vecize bugünün Türkçülük hareketi ve Türk ulusu için
yön gösterirken, devletin kurucu unsuru içinde belirleyici olan hukuk kadroları,
Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir “ biçimindeki
açıklamasını devletin temel bilgi dayanak noktası olarak kabul etmişlerdir. Atatürk
Türk devleti ya da Türklük tanımlarını yaparken dış Türkler ya da Türk
boylarının çatısı altında yaşadıkları Türki devletleri değil ama, Türkçülük
akımının öncülerinin anavatan olarak ilan ettikleri Anadolu yarımadası
üzerindeki, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları içinde yaşayan Türk
vatandaşlarının birliğinden doğan Türk toplumunu ve Türkçülüğü öne
çıkarmaktadır. Dünyanın merkezi alanında bağımsız bir Türk devleti, Türklük
kimliği ile varlığını sürdürürken ve bu alanın çevresinde bulunan diğer
devletlerin çatısı altında onların vatandaşı olarak yaşayan Türk alt kimliğine
sahip topluluklar varken, Atatürk bunları bir yana bırakarak yeni kurulan Türk
devleti ile bağlantılı bir Türk ulusu ya da benzeri biçimde Türklük açıklaması
yapması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ne kadar çağdaş hukuk birikimine uygun kurulduğunu
göstermektedir.
Batının
önde gelen devletlerinin kamu hukuku birikimi içinde yer alan “Temel Norm”
anlayışı bütün devletlerin olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin de kendi iç yapısında
ya da çekirdek devlet olarak tanımlanan alt yapısında temel dayanak noktası
olarak ele alınan bir kural vardır ve bu ilke temel norm olarak da devletin anayasal
kamu hukuku düzeninin içeriğini belirlemektedir. Yeni kurulmuş olan Türk
devleti bir cumhuriyet yapılanmasına dayanmaktadır ve bu doğrultuda cumhuriyet
rejimini kuran devletin temelindeki cumhurun temsilcisi olarak Türk
vatandaşlarından oluşan bir Türk toplumu varsa, o zaman devletin kurucusu olan
Türk toplumu içinde geçmişten gelen alt kimliği doğrultusunda hareket eden
insanların da Türk devletinin vatandaşı olarak yer almaları ve burada devlet
ile halk kaynaşması içinde hareket eden
toplumun vatandaşlık bağı aracılığı sayesinde devlet rejimi ile bütünleşmeleri öne çıkmaktadır. İngiltere
bir imparatorluktur ve devleti en üst düzeyde temsil eden imparator devleti
yasalardan aldığı yetki ile yönetir. ABD bir federasyondur ve bu federal
yapılanmanın içinde yer alan eyaletler, Amerikan devletinin bir parçası olarak,
her dört senede bir yapılan genel seçimler sayesinde devletin yönetilmesine
aracı olurlar. Anayasalarında her devletin temel kuralları bulunmakta ve bu
kurallar doğrultusunda ulus devletlerin çatısı altında uluslar ve devletlerin
biçimlenmesi sağlanmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye’ye bakıldığında, Türkiye
Cumhuriyeti Türklerin kurmuş olduğu bir ulus devlettir ve bu devlet ulus
kaynaşması içinde yer alan her T.C. vatandaşı, Türk ulusunun bir parçası olarak
diğer Türklerle birlikte eşit hak ve özgürlüklere sahiptir. Bu durumda, Türk
devletinin kuruluşunda yer alan her Türk vatandaşı ya da onların çocukları
farklı bir alt kimlikten gelseler bile vatandaşlık bağı sayesinde eşit
koşullarda devlet ve ulus kaynaşmasının içinde yer almaktadırlar. Bu durumda,
Türk anayasasına göre bütün Türk vatandaşları eşit koşullarda ve kazanılmış
haklarıyla Türk ulusunun ve toplumunun temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Türkiye
devleti bir cumhuriyet olduğuna göre cumhuriyet rejimi ile yönetilecek ve bu
durumda cumhuru temsil eden Türk toplumu, Türklüğünü devletin temel normunda
var olan Türkçülük akımından alacaktır. Türk devletinin cumhuriyet olması, cumhurbaşkanlığınca
yönetilmesi ve devlete hukuken bağlı olan Türk vatandaşlarının farklı alt
kimliklerinin ötesinde bir üst kimlik olarak ve Türk vatandaşlığı statüsünü
kullanarak, Türk devleti çatısı altında kendi kendini yönetim hakkını ve
özgürlüğünü elde etmeleri, Türk devletinin temel normunun gereğidir.
İmparatorluk
sonrasında Anadolu yarımadası üzerinde bir ulus devlet kurulurken bütün merkezi
coğrafyanın yapısı ve özellikleri dikkate alınarak hareket edilmiştir. Bu
doğrultuda nüfusun çoğunluğunun Asya kökenli olması ile Türkiye’nin Avrupa’nın yanı başında
kurulması gibi bir ana çelişki kuruluş sırasında giderilmeye çalışılmıştır. Türklerin
Asya kökenli olmaları milliyet oluşumunun Kuzey Asya bölgelerinden gelmesini, bir
yönü ile de Rusya Türklerinde gelişen milliyet arayışının canlı bir biçimde
devletin kimliğinin belirlenmesinde etkin olmuştur. Avrupa kıtasındaki Osmanlı
aydınları millet fikri ekseninde bir ulus ve ulus devlet arayışına yöneldikleri
zaman, Avrupa tipi bir ulus devlet olma gereksinmesi öne çıkmıştır. Bu aşamada
milliyet fikri Rusya üzerinden Anadolu’ya taşınırken araya Balkanlar
bölgesinden gelen Avrupa tipi ulus oluşumu girmiştir. Böylece Anadolu ahalisi
Osmanlı dönemi sonrasında Türk olarak kabul edilmiş ve Türklük ile Türkçülüğün
anavatanı olarak bu merkezi yarımada benimsenmiştir. Milliyetlerin oluşumu
aşamasında Türkleşme çizgisindeki bir milliyet gerçeği Anadolu yarımadası
üzerinde ortaya çıkarken, Avrupa tipi Balkan ulusçuluğu Balkan savaşı
sonrasındaki göçler ve mübadele oluşumları çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu
nedenle, eski Osmanlı döneminden gelen ahalinin büyük çoğunluğu yeni ulus
devletin vatandaşları olarak Türk devletinin nüfus idarelerinde Türk olarak
kayıtlara geçmiştir. Balkan ülkeleri katı bir ulusçuluk ile imparatorluktan
koparlarken, Anadolu’yu merkez topraklar bilerek gelip yerleşen eski Osmanlılar
yeni Türk devletinin eşit koşullarda vatandaşları olarak Türk nüfusuna
geçirilmişlerdir. Millet kavramı Avrupa ülkelerinde milliyetleşme süreçlerinin
tamamlanmasına yardımcı olurken, Türkiye’de Asya tipi milliyetleşme ile Avrupa
tipi ulus devlet kaynaşması devletin kuruluş aşamasında birlikte ortaya çıkarak,
Türkiye sentezinin gerçekleşmesi aşamasında etkili bir rol oynamışlardır. Bu
nedenle Türk devleti hem Avrupa hem de Asya kökenli vatandaş topluluklarını
içinde barındırmaktadır.
Tarihteki
Türk devletlerinden ileri gelen Türk kavmiyetçiliği fikri, Köktürk
imparatorluğunda başlamış ve daha sonraki Türk devletleri aracılığı ile de devam
ederek, Osmanlı devletinin son
aşamasına kadar gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulurken, tarihin
derinlerinden gelen Türk kavmiyetçiliği, Türklerin ana vatanı olarak kabul
edilen bu topraklarda, Türklüğün çağdaş ulus devletlerde olduğu gibi yeniden
örgütlenmesine temel dayanak noktası olmuştur. Devlet kuruculuğunda
birleştirici bir ortam yaratılması için, Türk kavmiyetçiliği çıkış noktası
olmuş ve daha sonra Türk milliyeti oluşumu bunun üzerine benimsenmiştir. Türkiye
Cumhuriyeti ulus devletine giden yol da Türk toplulukları bir araya gelerek
uluslaşma olgusunun alt yapısını hazırlamışlardır . Türkler hiçbir zaman zorla
ya da baskı ile devlet kurmaya yönelmemişler, aksine devletlerin çöküş ya da
dağılma aşamalarında öne geçerek, Türk kavmiyetçiliğinden gelen güçle yıkılan
devletlerin yerine yeni siyasal yapılanmaları gündeme getirebilmişlerdir.
Devlet kuran Türk toplulukları varlıklarını koruyarak geleceğe doğru yollarına
devam edebilmişlerdir. Devlet kuramayan Türk toplulukları ise değişim süreci
içinde eriyerek varlıklarını koruyamamışlar ama daha sonra devlet kuran Türk
toplulukları ile kaynaşarak yeni Türk devletlerinin nüfus yapılanmasını oluşturmuşlardır.
Türklerin sürekli devlet kurmaktan ileri gelen yüksek kültür ve uygarlık
birikimi, geçmişin değerlerini bugüne taşımakta ve bu doğrultuda Türklük olgusu
ile Türkçülük akımının güç kazanmasını sağlamaktadır. Batı ülkelerinden
kaynaklanan emperyalizm sürekli olarak Orta Doğu ve Asya coğrafyalarına doğru
saldırdıkça, bölge halkları da Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu çatıları
altında direnerek teslim olmamıştır. Bugün Türkler Türkiye vatandaşı olarak
Türkiye Cumhuriyeti’nin çatısı altında toplanmışlardır. Önümüzdeki dönemde
dünya yeniden kurulurken, Türkler artık tek başına değil ama Türk dünyasını
oluşturan diğer devletler ile birlikte savunma ve korunma gereksinmelerini
karşılayacaklardır. Türkiye Cumhuriyeti Türklük ve Türkçülüğe sahip çıkarken, Türk
kimliği en üst düzeyde güçlendirilecek ve hem kendisini Türk görenler, hem de
vatandaşlık yolu ile Türkiye Cumhuriyetine hukuken bağlananlar da Türk olmanın
onuruna, Türkiye Cumhuriyeti Türkçülüğü
sayesinde sahip olacaklardır. Bu nedenle, söylenecek tek söz “Ne mutlu
Türküm diyene”dir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder