ANKARA KALESİ
YENİ DÜNYADA TÜRKİYE‘NİN YERİ
Son
yıllarda dünyadaki değişim giderek hızlanmış ve bu doğrultuda küresel alanda
birbirini izleyen beklenmedik yenilikler zamanla ortaya çıkmıştır. Eski dünya düzeni daha ortadan kalkmadan,
yeni dünya düzeninin önde gelen bazı atılımlarının birbiri ardı sıra öne
çıktığı görülmektedir. Değişim bir genel kural olarak devrede olmasına rağmen,
birbirini izleyen bazı gelişmelerin değişim beklentisi ötesinde ciddi bir
dönüşümü gündeme getirerek, yavaş yavaş uluslararası konjonktür üzerinden var
olan devlet düzenlerine doğru, dışarıdan yönlendirme ve baskılar uygulanmakta
ve bu gibi durumlar beklenmedik gelişmelere yol açmaktadır. Gelinen son aşamada
birçok yenilik birbiri ardı sıra öne çıkarak sıraya girerken, dünya düzeni
fazlasıyla sarsılmakta ve bazı yönlerden beklenmeyen boyutta çöküş ve bitişleri insanlığın karşısına
çıkarmaktadır. Tarih boyunca bu gibi olumsuz gelişmeler ile sürekli olarak
karşı karşıya kalan insanoğlu, her zaman için bocalamış ama yaşam mücadelesi
vererek ayakta kalmasını da bilmiştir. Bugünün koşullarında yüzyılların
tarihsel birikiminin günümüzde yeniden ele alınarak incelenmesi gereği bir kez
daha gündeme gelmiştir. Bütün dünya devletleri yeryüzünde kapladıkları ülke
genişliği boyutlarında geçmişten gelen düzeninin ötesine sürüklenerek, daha
farklı konumlarda yeni durumlar ile karşı karşıya kalmıştır. Günümüzde yüz yıllık
değişim aşamasında, yeni bir dünya düzeni değişimi de genel anlamda insanlığa
dayatılmaktadır.
Yer yüzü
jeopolitiğinin merkez ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti, jeopolitik alanda ortaya
çıkan yeni yapılanmaların etkisi altında kalmış ve bu gibi durumlardan en fazla
etkilenen merkezi devlet olarak yeni dünya düzeninin oluşum sürecinde, eskisinden
çok farklı başka bir düzene doğru sürüklenmek durumunda kalmıştır. Normal
koşullarda dünyanın ortası olarak görülen merkezi coğrafyada Türkiye tam
ortalarda yer alırken, yeni gündeme gelen küresel ve bölgesel değişimler
karşısında Türkiye’nin merkezi ülke konumu daha da güçlenerek etkinliğini
artırmıştır. Batılı ülkeler tarafından
Orta Doğu ismi ile tanımlanan merkezi coğrafyaya yansıyan gelişmeler, eski
Osmanlı hinterlandı olarak açıklanan bu bölgede, eskisinden çok daha farklı
siyasal oluşumların araştırılmasını ve bir süre sonra da denenmesini gündeme
getirmiştir. Böylesine bir süreç içinde güç merkezlerinin yerlerinin değiştiği,
bazı güç merkezleri eski güçlerini yitirirken, yeni yeni farklı ülkelerin ya da
devletlerin daha fazla etkili güç merkezleri olarak devreye girdikleri
görülmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında belirlenmiş olan güç merkezleri
kuvvetlerini kaybederken, eski dönemde yeryüzü haritasında çok gerilerde
bırakılmış olan bazı devletlerin, yeni güç merkezleri olarak öne geçerek, dünya
haritası aracılığı ile eskisinden çok farklı bir jeopolitik merkez durumuna
geldikleri göze çarpmaktadır. Geçen yüzyılda güç merkezleri doğu ve batı
ekseninde belirlenirken, dünya siyaseti iki kutuplu bir düzen içinde
yönlendiriliyordu. Ne var ki, yirmi birinci yüzyılın derinliklerine doğru
yıllar geçerken, doğu ve batı eksenindeki güç merkezlerinin yavaş yavaş devre
dışı kaldıkları görülürken, merkezi alandaki gelişmeler aracılığı ile dünyanın
orta bölgesinde eskisinden çok daha farklı bir güç yığılmasıyla
karşılaşılmaktadır. Siyasal projeler doğrultusunda güç kaydırması orta bölge
alanına doğru yönlendirilirken, İsrail’in Siyonizmi ile ABD’nin Atlantikçiliği
emperyalist çizgide sahip oldukları büyük güçleri orta dünyanın yeniden
fethedilmesinde kullanmaya başlamışlardır. İngiliz Atlantikçiliği ile Almanya
Avrupacılığı da merkezi coğrafyadaki güç kaydırması yarışında yerlerini
alırken, Rusya’da sıcak denizlere inerek tarihin derinliklerinden gelen
Avrasyacılığı yeniden canlandırarak, orta dünya yarışında diğer rakiplerine
karşı bir çizgide konumlandırılmıştır. Yeni bir dünya düzeni oluşturma
yarışında var olan siyasal ve ekonomik güçler kıtaların merkezine doğru
yönlendirilirken, dünyanın değişen jeopolitik konumu da dikkate alınarak
hareket edilmiştir. Bu aşamada yeni kutup merkezleri oluşurken, merkezi
coğrafya dünya hegemonyası açısından eskisine oranla daha da önem kazanarak ön
plana geçmiştir.
Eskiden
dünya karalarının doğu ve batı olarak bölünmesiyle ortaya çıkmış olan iki
kutuplu dünya projesi, yeni dönemdeki güç kaymalarının merkezi alana doğru
yönlendirilmesiyle geçerliğini
yitirmiştir. İki kutuplu dünyada Asya ve Amerika gibi iki büyük kıtanın merkezi
konumu esas alınarak yeni dünya düzeni oluşturulurken, merkezi alandaki eski büyük
dünya devleti olarak Osmanlı devletinin yıkılması üzerine, merkezi dünyadaki
güç merkezi ortadan kalkmış ve böylece doğu ve batının büyük güçleri merkeze gelerek,
orta dünyayı bölüşme gibi bir siyasal yarışa soğuk savaş sonrasında ikinci kez
soyunmuşlardır. Bu nedenle dünyanın kutupları değişirken, siyasal gücün yeniden
merkezi alana doğru yayılması gündeme gelmiştir. Siyasal güç dünyanın orta
bölgelerine doğru yeniden akarken, bu durumdan en çok yararlanan ülke Türkiye
Cumhuriyeti olmuştur. Bugünün siyasal güçleri bu aşamada en çok Türkiye’ye
akarak ve bu ülkeyi ele geçirerek bölgeyi yeniden fethetmenin yollarını
ararken, eski dünya düzeninden yenisine doğru bir açılım yapılmakta ve bu aşamada
eskisinden farklı bir yapılanma öne çıkarken, Asya ve Amerika kıtalarının
büyüklüğü geride kalmakta ve merkezi alana kaymakta olan siyasal güç birikimi, giderek
yeni bir dünya oluşumu doğrultusundaki hızlı adımların atılmasında belirleyici
olmaktadır. Dünyayı beş yüz yıl yöneten Avrupa kıtasının küçüklüğü zamanla yeni
harita üzerinde açıkça ortaya çıkarken, iki büyük dünya devi olarak Amerika
Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği de tarihsel
misyonlarını tamamlayarak, siyaset sahnesinin gerisine doğru kaydırılmışlardır.
Dünyanın siyasal geleceğinin giderek orta dünyaya doğru yönlendirilmesiyle
eskisinden çok farklı bir yapılanma düşünülürken ,doğu ve batı blokları
arasında gerçekleştirilmiş iki kutuplu dünya geride bırakılacak çizgide yeni bir harita düzenlemesi yapılarak, çok kutuplu
bir hedefe doğru gelişmeler yönlendirilmiştir. Uzun süre ABD merkezli tek
kutuplu bir dünyaya doğru sürüklenmek istenen dünya düzeni, ABD içindeki
çekişme ve çatışmalar yüzünden gerçekleştirilememiş ve yeni dünya düzeni kurmak
isteyenlerle, eski dünya düzeninin kurucuları arasında çok büyük çekişmeler ve
çatışmalar yaşanmıştır. Bu gibi olaylar sonucunda da siyasal güç birikimi
merkezi alana doğru kaydırılırken, yeni dünya düzeni doğu ve batı çekişmelerinin
ötesinde çok kutuplu bir yapılanmaya doğru ilerlemiştir.
Jeopolitik
biliminin verilerine göre dünyanın
merkezi bölgeleri ile yan bölgeleri arasında
var olan farklılıkların giderek güncel gelişmeler doğrultusunda
eskisinden çok değişik bir biçimde öne çıkmasıyla, yirminci yüzyıl jeopolitik
dengeleri ortadan kalkmış ve yeni gelinen aşamada kıtaların doğu ve batı bölgeleri dışarıda
kalırken, üç kıtanın ortalarında yer alan merkezi coğrafya sadece harita
üzerinde değil ama uluslararası ilişkiler ve de yeni devlet yapılanmaları oluşumlarının
da tam ortalarına doğru kaymalar
göstermiştir. Daha önceki yüzyıllarda Asya ve Avrupa üzerinden gelişmiş olan
uygarlık merkezleri coğrafya üzerinden yeryüzüne doğru yayılmıştır. Ne var ki,
yirmi birinci yüzyılın başlarındaki jeopolitik gelişmeler, doğudaki büyük kıta
Asya ile batıdaki büyük kıta Amerika arasında yeni bir çekişme dönemini merkezi
alana kayan yeni konjonktür çizgisinde yönlendirmiştir. Normal koşullarda güç
merkezlerinin tam ortasında bulunduğu yeni jeopolitik gelişmeler birbiri ardı
sıra yeryüzü karaları üzerinden öne çıkarken, bu kez merkezlerin yan kıtalara
doğru kaydırıldığı bir aşamada merkezi alanda yeni jeopolitik merkezler
oluşturulmaya çalışılmış ya da kenar kıtalarda kalan eski güç merkezleri
merkezi alanda yeni oluşmaya başlayan merkezleri ellerine geçirmek için
birbirleriyle yeni bir yarışa kalkışmışlardır. Her devlet bulunduğu konumu esas
alarak yeni açılımlar peşinde koşarken, diğer devletlerin de benzeri bir çaba
içine girmesiyle birlikte beş kıta üzerinde geçmişten gelen devletler arası
rekabet düzeni kıtaların içlerine doğru kayma yaratmış ve böylece jeopolitik
hegemonya kavgası, dünyanın ortalarında yer alan büyük kentler olarak İstanbul,
Kudüs, Atina, Ankara, Tahran, Bakü ve Kahire’nin ele geçirilmesi gibi yeni bir yönlenmeyi
ortaya çıkarmıştır. Merkezi alan bölgeleri ele geçirilirken var
olan büyük kentler üzerinden hareket edilmesi yeni
bir durum yaratmış ve bu nedenle bölge devletleri kendilerini korumak ve bölge
dışı devletlerin değişen jeopolitik hegemonya girişimlerine karşı yeni savunma
stratejileri geliştirmeye başlamışlardır. Eski yöntemler geride kalırken yeni
açılımlar birbiri ardı sıra merkezi alana doğru yönlendirilmiştir.
Dünyanın
jeopolitik açıdan merkezi bölgeleri kıtaların iç bölgelerinden öne çıkarken, dünyanın
Pekin, Washington, New York ve Londra gibi kenar ülke merkezleri üzerinden
evrensel bir yönetimin pek mümkün olamayacağı geçmişte yaşanan olaylar ile
ortaya çıkmıştır. Dünyanın ana karaları olarak Asya, Avrupa ve Amerika gibi üç
kıtanın birleştiği orta dünya yapılanması içinde yeryüzü düzeninin bu
jeopolitik dengelere bakılarak kurulması
gerekirken ve geçmişte yaşanmış olan
tarihi gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden yeni bir jeopolitik
denge düzeninin oluşturulması gerekirken ,dünyanın resmi merkezinin Washington, Pekin ya da Moskova gibi merkezi bölge dışında kalan
ama büyük devletlerin başkenti konumuna sahip oldukları için, merkez olarak
gösterilmeye çalışılan bu bölge dışı büyük kentler ile dünyanın merkezi sorununun
çözülemeyeceği ve bu büyük
kentlerin üzerinde yeni merkez olarak, bölge ülkelerinin bulunduğu orta
alandaki eski büyük kentlere yönelmek gerektiği tartışılmaya başlanmıştır. Büyük
devletler kendi ülkelerinin sınırları içindeki büyük alanları kendi malları
olarak gördükleri gibi aynı zamanda merkezi coğrafyanın ülkelerini de yeni
merkez yapılanmaları sırasında ele geçirerek, bu kentler üzerinden hegemonya
düzeni oluşturma girişimleri göze çarpmaktadır. Bu süreçte ABD ve İngiltere
İstanbul’u yeni dünya düzeni merkezi olarak öne çıkarırlarken, İsrail’in
Kudüs’ü, Rusya’nın Moskova’yı, Çin’in Bakü’yü öne sürerek bütün dünyanın yeni
başkenti olabilecek bir mega kent oluşumu için, merkezi coğrafya sınırları
içerisinde bu sorunu kendi çıkarları açısından çözüme kavuşturma çabası içine
girdikleri görülmektedir. Tarih boyunca dünyaya egemen olan büyük devlet ya da
imparatorlukların başkentleri her zaman dünyanın merkezi olarak ilan
edilirdi. Ne var ki, bugün gelinen yeni
aşamada dünyanın yönetimi ile ilgili meseleler orta coğrafya üzerinden
çözülmeye çalışıldığı için, dünya haritası üzerinde merkezi konuma sahip olan
büyük kentlerin Londra ya da New York’un yerini almaya çalıştıkları
anlaşılmaktadır. Bu süreçte eski dünya düzeninin kurucusu İngiltere İstanbul’u
dünya merkezi yapmaya çalışırken, Siyonizm ve teknolojik üstünlüklerin
getirdiklerini kullanan İsrail yeni dönemde Kudüs’ü hem merkezi coğrafyanın hem
de dünyanın başkenti yapabilmek için uğraşmaktadır.
Dünyanın
gelecek haritası Londra-Pekin hattı üzerinden, yeni ipek yolu aracılığı ile
çizilirken, bir merkezi coğrafya ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti, limanları, yolları
ve ulaşım düzeni ile bir kuşak bir yol adı ile yeryüzünün yeni ekonomik yapılanması
içinde ülke ve devlet olarak yerini almaktadır. Bu çerçevede, Türkiye yeniden
düzenlenen bölgesel yapılanmalar içinde orta kuşaktaki yerini yeniden ele
alarak sahip olduğu jeopolitik konumunu daha da güçlendirmek zorunda
kalmaktadır. Üç kıta arasında yeryüzünün
yeniden yapılandırılması gerçekleştirilirken, Türkiye’nin geçmişte sahip olduğu
köprü ya da cephe ülkesi gibi konumlar geride kalmakta ve yeni dönemin
yapılanması çizgisinde, İstanbul ya da
Ankara kentlerinin dünyanın başkenti
konumuna getirilmesi gibi yeni konjonktüre uygun bir durumun dikkate
alınmasıyla, eskiden doğu ya da batı olarak düşünülen merkezi yapılanmada, son
dönemin küresel konjonktürüne uygun bir merkezileşmeye doğru büyük kentler
üzerinden gidildiği ortaya çıkmaktadır. İstanbul ya da Ankara’nın merkezi
alanının büyük kentleri olarak kabul edilerek, bunların tam ortasında yer
aldığı yeni bir dünya düzeni İngiltere ve Çin ortaklığı üzerinden bir orta
kuşak alternatifi görünümünde gündeme getirilmektedir. Hegemonya mücadeleleri doğrultusunda
Türkiye’nin üzerine kurulu bulunduğu topraklar, barış dönemlerinde kıtalar
arasında köprü, savaş gündeminde cephe ülkesi ya da bugün gündeme geldiği gibi
orta dünya ya da orta kuşak yolu yapılanması açısından, dünyanın başkenti
olabilecek bir ciddi konum ile siyasetin gündeminde öne geçirildiği göze
çarpmaktadır. Özellikle uluslararası konjonktürel gelişmelerin giderek orta
kuşak çizgisinde merkezi alanı yeniden yapılanmaya zorlaması, özel bir durum
olarak üç kıtanın kesişme noktalarında eskisinden çok farklı bazı dayatmalar, emperyalist
ülkelerin araya girmesiyle dışarıdan geliştirilen manüplasyonlar aracılığı ile
dış müdahalelere zemin hazırlamaktadır. Şimdiden bir ulus devlet olan
Türkiye’nin başkentinin Ankara’dan İstanbul’a taşınmak istenmesi ya da ya Kanal
İstanbul adı ile gerçekleştirilmek istenen uydurma projenin İstanbul kentinin
yapılanmasını değiştirmeye çalışması normal durumun ötesinde gelişmelerdir.
Son
birkaç senedir bir yandan Kanal İstanbul, diğer yandan da Boğaziçi’nin tam
ortasında bulunan Boğaziçi Üniversitesinin üzerinde kurulu bulunduğu alanının
sürekli olarak gündem de tutulması da merkezi alanda normalin ötesinde bir
girişim olarak öne çıkmaktadır. İstanbul’u dünyanın merkezi haline getirmek
isteyenler ile, Ankara’nın tarihsel anlama sahip bulunan ve Atatürk Kültür
Merkezi projesi ile kamulaştırılarak başkent Ankara’nın tam ortasında
cumhuriyet rejiminin kazandırmış olduğu kamusal alan yapılanmasının iptal
edilerek, yerine kentin ana yapısını ve trafik düzenini tümüyle değiştirerek merkez kavramını çok
farklı anlamlara yönlendiren bir çok katlı gökdelenler yığılmasını, cumhuriyet
Ankara’sının tam orta yerine kondurarak,
Türk devletini kuran Türkiye’nin
başkenti Ankara’nın siyasal ya da hukuksal yapılanmasının ötesinde, rant
ekonomisine teslim olmasının önünün açılarak merkezi alandaki yeni yapılanmalara uygun
düşen bir biçimde ele alındıkları görülmektedir. Ankara’nın tarihsel öneme
sahip olan orta alanı, Ankara’nın
merkezi cumhuriyet devletinin kamusal alanı olarak Atatürk Kültür Merkezi adı
ile Türk ulusunun geleceğe dönük özgürlükçü yönetim anlayışı
doğrultusunda kurumlaştırılmaya çalışılırken ,küreselleşme adı altında bütün
dünya ülkelerini altüst eden emperyalist müdahalecilik aracılığı ile Ulusal Müze, Hipodrom, Ulusal Stadyum ve Cumhuriyetin
ilan edildiği Milli Meclis gibi bölümlerden oluşan ve Atatürk Kültür Merkezi adıyla
yasalaştırılan ulusal kamu alanının tam ortasına on beş tane gökdelen
oturtularak, başkent Ankara’nın tam merkezindeki kamusal alan özelleştirilerek,
yabancı şirketlerin kullanımına açılmaktadır. Türkiye’ye yatırım yapan yabancı
şirketlerin temsilciliklerinin gökdelenler karmaşası içinde başkent Ankara’nın
göbeğine monte edilerek, Ankara kentinin başkent olmasının ana göstergesi olan
kamusal alan ortadan kaldırılarak, Anadolu’nun herhangi bir kentinde görüldüğü
gibi küresel ekonominin şehir devletlerine geçiş ile ilgili adımların , bilinçli
bir biçimde Kuvayı Milliye mücadelesinin tarihsel başkentinde atılarak, Atatürk’ün
başkenti Ankara’da diğer kentlerde görülen ekonomik başkalaşma rüzgarlarına
maruz bırakılmaktadır. Başta Ankara Büyük Şehir Belediyesinin sorumlu konumda
olduğu Atatürk Kültür Merkezi isimli kamusal alanın neden ortadan
kaldırıldığını, kamusal alan temsilcileri ile yöneticilerinin öncelikle Türk
ulusuna açıklamaları gerekmektedir.
Başkent
Ankara, Merkez Ankara Projesi ile geride bırakılarak küresel emperyalizmin
merkezi coğrafyaya yeni bir müdahalesi sağlanırken, benzeri bir “Merkez
İstanbul” projesi de Kanal İstanbul adı altında İstanbul kentinin tam
ortalarında yapılmak istenmektedir. Ankara’da yeni merkez Atatürk Kültür
Merkezinin tam ortasına oturtulurken, İstanbul kentinde de böylesine bir
merkezi alan yapılanmasının Boğaziçi’nin tam ortasındaki bölgelere Kanal
İstanbul projesi ile getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Kanal İstanbul
Projesi ile Boğaziçi Üniversitesinin aynı dönemde gündeme getirilmesinin ana
sebebinin gelecekte “Merkez İstanbul “olarak değerlendirilecek bir İstanbul
adasının Kanal İstanbul aracılığı ile yapılacağı ve burada tıpkı New York
kentinde olduğu gibi şehrin tam ortasına Kanal İstanbul’un oturtulmasıyla,
boğazın ortasında bir İstanbul adası tıpkı Manhattan adası gibi gündeme
getirilmeye çalışılmaktadır. Boğaz’ın Anadolu ve Avrupa kıyıları arasında
yapılacak bir İstanbul adası tıpkı Hong Kong yapılanması gibi bir İst-Kong
yapılanmasını Boğaziçi’nin tam ortasında meydana getirecektir. Boğaz’ın iki
kıyısında kalan topraklarda uygulanacak hukuk ve siyaset yapılanmasının dışında
gündeme gelmekte olan İstanbul adası, küresel sermayenin yeni bir yerleşim
düzenine kavuşturulacaktır. Avrasya geçidi ile İstanbul’un iki yakası
birbirine yeni ipek yolu üzerinden bağlanırken, şimdi de Kanal İstanbul
üzerinden İstanbul adasının karşı kıyılardan ayrılarak, Boğaziçi’nin tam ortasında küresel sermayenin dünya
egemenliği çizgisinde merkezi olacak ve
başka bir açıdan bir anlamda Kapitalist düzenin merkezinde olacak “CAPİTAL”
isimli kent düzeni, Türklerin elinden alınmak istenen Boğaziçi bölgesinde İstanbul
adası aracılığı ile oluşturulurken,
dünyanın merkezi bölgesindeki bir ülkenin parçalanarak dünyanın yeni merkezine yol açılmak istendiği
görülmektedir. Ankara’daki Bankaların ve ekonomik kamu kurumlarının
merkezlerinin İstanbul’a taşınmaları da bu açıdan atılan adımların tamamlanmak
istendiğini açıkça göstermektedir.
Başkent
Ankara’nın İstanbul’a taşınması, Kanal İstanbul aracılığı ile Boğaz’ın tam ortalarında bir
İstanbul adası inşa edilmek istenmesi, tam bu aşamada Boğaziçi Üniversitesinin
yeni bir sorun olarak gündeme getirilmeye çalışılması, Boğaz bölgesindeki bütün
semtlerin fazlasıyla dolu olması ve bu yüzden İstanbul adasında bir “Merkez
İstanbul” yapacak boş alan ya da arsa kalmaması nedeniyle, Boğaziçi
Üniversitesi’nin sahip olduğu arsa ve bahçelerin, bu üniversitenin elinden
alınarak, “Merkez İstanbul “projesinin
Boğaziçi’nde yerleşim alanı olarak kullanılmasını sağlayacak
biçimde değerlendirilmesi mümkün
olabilecektir. Bu doğrultuda Boğaziçi Üniversitesi yasası değiştirilerek yeni
fakülteler eklenmiş ve bundan sonra da üniversitenin bugünkü yerinin yetmezliği
tezi öne sürülerek, Boğaziçi Üniversitesinin boğaz kıyısından iç bölgelere
doğru taşınması gündeme getirilmiştir. Boğaziçi Üniversitesinin başka yere
taşınmasından sonra da üniversitenin bugünkü arazisinin üzerine gelecekte bir
Merkez-İstanbul projesinin yapılabileceği düşünülmüştür. Böylece Başkent Ankara’da
ekonomik merkez yaratma projesinin sonrasında, İstanbul’da da benzeri bir
merkezi proje ile küresel çizgide yeni yapılanmalara devam edilmek istenmiştir.
Ankara ve İstanbul’un küresel merkez projeleri ile yeni döneme uygun bir duruma
getirilmeleri ile Türkiye’nin ulus devlet modelinden yeni bir uzaklaşma sağlanarak,
her iki büyük kent de küresel projelere uygun bir durum yaratılmaya çalışılmıştır.
Ankara siyasal merkez olmaktan çıkarken, ekonomik bir merkez projesi ile
yeniden yapılandırılmakta, İstanbul ise daha da ileri bir çizgiye götürülerek, Avrupa
ve Asya kıtaları arasında küresel bir emperyal projenin uluslararası merkezi
durumuna getirilirken, Türklerin ve Türkiye’nin kenti olmaktan çıkartılarak,
küresel sermayenin Avrupa üzerinden Avrasya bölgesine açılan yeni uluslararası
odak noktası olarak ilan edilmeye hazırlanmaktadır. Yeni seçilen İstanbul
belediye başkanı, artık İstanbul’un Ankara’dan yönetilemeyeceğini açıkça söyleyerek
bir anlamda İstanbul’un bağımsızlığını dolaylı bir yaklaşım aracılığı ile dile
getirmiştir. Kanal İstanbul ile kurulacak İstanbul adasının gelecekte Hong-Kong
gibi küresel sermayenin bağımsız merkezi biçiminde, boğazın ortasına
oturtulmasının planlandığı basına yansıyan haberlerle ortaya çıkmıştır.
Küreselleşme
sürecinin yeni döneminde dünya jeopolitiğindeki yeni rüzgarlar daha çok
kenarlardan merkeze doğru kayarken, merkezi bölgede yer alan devletlerin ve
şehirlerin konumları da değişiklik göstermekte ve orta dünyada bir küresel
yapılanma oluşturulmaya çalışılırken, bölgede var olan bir ulus devletin büyük
kentlerinden birisi olarak İstanbul kenti batı emperyalizminin Avrasya başkenti
konumuna doğru yönlendirilmektedir. Bu noktada, batı blokunun
hegemonyasının yeni dönemde de
sürdürülmesi planlanmakta ve İstanbul başkent Ankara’dan koparılarak küresel
bir merkeze doğru dönüştürülürken, Atatürk’ün Türk ulusuna armağan ettiği
çağdaş cumhuriyetin ve Kuvayı Milliye mücadelesinin merkezi olan Ankara
vilayetinin de bir, ulus devlet başkenti olmaktan çıkarılarak Bizans
İmparatorluğu öncesinde Galatya adı ile
Galatlar tarafından kurulmuş olan ve bu süreçte Frigya ile Hitit devletlerine
ev sahipliği yapmış olan orta Anadolu bölgesinde, ulus devletten daha küçük
boyutlarda bir orta boy bölge devletinin
tasarlandığı görülmektedir. Yeni dönemde İstanbul kıtasal oluşumların merkezi
konumuna getirilirken, Ankara Sevr haritasında Türklere bırakılmış olan orta
Anadolu topraklarında yeni Galatya ülkesinin ekonomik merkezi konumunda
yapılandırılmaya çalışılırken, yeni belediye başkanının söylediği gibi İstanbul
Ankara’dan yönetilemez bir duruma getirilmektedir. Batı emperyalizmi İstanbul’u
merkez yaparak Avrupa, Asya ve Afrika gibi üç büyük kıtayı Boğaziçi’nin tam da
ortasından yönetmeye hazırlanırken, Seferihisar’dan İzmir’in başına gelen yeni
belediye başkanı da öncelikle İzmir’i
Ege’nin başkenti ilan etmiş ve daha sonraki aşamada da gelecekte İzmir’in
Akdeniz ve Avrupa ile kucaklaşacağını
açıklarken, sırtını başkent Ankara’ya dönmüş ve Ege bölgesinin merkezinde yer
alan bu tarihi kenti, Balkanlar ile
birlikte bir bölgesel federasyona dönüştürebilmenin sinyallerini vermeye devam
etmiştir . Uluslararası şehirler ve yerel yönetimler birliği gibi bir küresel örgütün
Avrupa merkezli yönlendirmeleriyle, gene batı emperyalizmi Avrupa Birliği gibi
bir batı merkezinden dünyanın jeopolitik merkez ülkesi olan Türkiye’nin iç
işlerine bölücü müdahaleler ile karışmaya devam etmiştir.
Siyasal
olayların ve bunları izleyen gelişmelerin sürekli olarak birbiri ardı sıra aynı
yönde gelişmeler göstermesiyle birlikte, dünyanın ortalarında Türkiye
devletinin varlığını ve geleceğini tehdit eden emperyal projeler öne sürülmeye
başlanmış ve bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin orta boy bir ulus devlet olarak
ayakta kalması, ya da geleceğe dönük varlığını koruyabilmesi giderek çok zor
bir noktaya gelmiştir. Dünya tarihine bakıldığında kıtasal organizasyonların
küresel örgütlere dönüşmesiyle birlikte eski devletlerin haritadan silindiği ya
da yeni kıtasal yapılanmalar çizgisinde eskisinden çok farklı yeni devlet
modellerinin büyük gücü ele geçirmiş olan emperyalist merkezler tarafından
bölge halklarına baskı yaparak, ya da var olan devlet düzenlerini tehditlerle
ortadan kaldırarak eskisinden farklı haritalar çizdikleri görülmektedir. Orta
Doğu bölgesinde savaşlar aracılığı ile on yeni devletin kurulacağını söyleyen
ABD genel kurmay başkanının söyledikleri ile
merkezi coğrafya da yirmi iki devletin sınırlarının değişeceğini
söyleyen papaz kızı bir Amerikalı dışişleri bakanının dile getirdiği gerçekler ile son yıllarda
yaşanan jeopolitik gelişmeler ve yer değiştirmeler bir araya getirildiği zaman,
eski Osmanlı hinterlandının tam ortasında yer alan Türkiye ve diğer komşu devletlerin
hepsini ortadan kaldıracak bir emperyalist proje ile bölge halklarının ve devletlerinin
karşı karşıya kaldıkları ve bu nedenle
de merkezi alanın yeniden
yapılandırılmasında, Türkiye ve komşu devletleri yok edebilecek düzeyde kapkara bir saldırı ve
savaş senaryolarının beklediği açıkça görülmektedir. Her yeni güç
merkezi kendi çıkarlarını savunan projeler ile merkezi dünyaya geldiği zaman, eski
dönemlerden bu yana bölgede kendi emperyalizmini gerçekleştirmeye çalışan
güçlerle karşılaşmakta ve onların oluşturduğu kaos ortamına katılarak merkezi
alanının daha fazla kaos ve kargaşa ortamına sürüklenmelerine yol açarak savaş
tehlikeleri yaratılmaktadır.
Enerji
kaynaklarının büyük çoğunluğu bu bölgede olmasına rağmen, birinci dünya savaşı sonrasında
harita yeniden çizilirken bölgenin merkezi devleti olan Türkiye’nin elinden
bütün enerji kaynaklarını almışlardır. Şimdi de benzer bir biçimde su
kaynaklarına el konulmaya çalışılırken, yerel düzeyde daha küçük siyasi
yapılanmaların önü açılmak istenmektedir. Çevre ülkelerin hepsinde petrol ve
doğal gaz kaynakları bulunurken, Osmanlı sonrasında bu kaynakların Türklerin
elinden alınması gibi olumsuz bir durum ile Türkiye karşı karşıya
bırakılmıştır. Misakı Milli haritasında var olan Kerkük, Musul ve Batum gibi
kentler daha sonraları haritadan çıkartılarak merkezi alan düzenlenmiştir Yeni
dönemde ise petrol biterken aynı uygulama su kaynakları üzerinden yapılmaya
çalışılmaktadır. Enerji kaynakları tükenirken madenler dönemi başlamakta ve
merkezi alanın hemen her bölgesinde çok kıymetli madenler bulunurken, bunlar
dünya kamuoyundan gizlenmekte ve bir an önce şehir devletleri ya da küçük
eyalet devletçikleri kurularak, yerel yönetimler üzerinden yeni maden
yataklarına el koyabilmenin girişimleri yapılmaktadır. Yeni bulunan maden
yataklarının geleceğin dünyasında çok büyük dayanak sağlayacağı görülürken,
Irak, Suriye, Mısır ve Arabistan gibi bölge devletlerinin iç savaşlar
sonrasında yeni eyaletlere bölündüğü ve bunların batılı ülkeler tarafından
hemen tanınarak var olan ulus devletlerin elinden bu bölgelerdeki maden
yataklarının küresel emperyalist düzenin kontrolüne yönlendirildiği, son
yıllardaki müdahaleci uygulamalar ile görülmektedir. İşte bu aşamada küresel
şirketlerin ulus devletlere saldırıları artmakta ve yeni tutumun devamı da
şehir devletleri ile yerel yönetimlerin küresel güç merkezleri tarafından var
olan ulus devlet başkentlerine karşı desteklendikleri görülmektedir. Anadolu
yarımadası üzerinde Osmanlı İmparatorluğundan Türk ulus devletine geçiş kolay
olmamış, bir imparatorluk sahibi olan Türklerin geniş alanların ellerinden
alınmasını bir türlü kabul edemediği anlaşılmıştır. Yüzyıllarca çeşitli
devletler ve de imparatorluklar kurmuş olan Türklerin, neredeyse imparatorluğun
onda biri bir alan olarak Anadolu yarımadasına hapsedilmelerini Türk dünyası
hiçbir zaman benimsememiştir. Emperyalizmin Türkiye’yi çevreleyen ülkelere
dönük saldırı, savaş ve işgalleri devam ederken, merkezi ülke olan Türkiye’de
de ülkenin iç işlerine ve milli devlet modeline yönelen saldırı ve yıkım girişimleri
görmezden gelinemez ve bu doğrultuda Türk ulusunun milli refleksi ile karşı
çıkılması gerekmektedir.
Şimdiye
kadar Türkiye’nin komşusu ülkelerde uygulama alanına getirilen saldırı, savaş
ve işgal senaryolarına yeni dönemde, Türkiye’nin de dahil edilmeye çalışıldığını
son gelişmeler açıkça ortaya koymaktadır. Küresel şirketlerin ve emperyalizmin,
dünya haritasının dış bölgelerinde yer alan ABD ve Çin gibi iki süper gücü
dışlayarak, merkezi alana yönelmelerinin ana nedenin, bölgede var olan yeraltı
zenginlikleri ile birlikte su kaynaklarının ele geçirilmek istenmesidir. Bu
nedenle, yüz yıl önce bu devletin kuruluşunu kabul etmek zorunda kalan büyük
devletlerin, Türkiye Cumhuriyeti’ni yüz yıllık bir parantez olarak
değerlendirdikleri için, bugün artık sürenin dolduğunu Büyük Ermenistan, Büyük
Kürdistan ve Büyük Yunanistan devletlerinin kurulmasının zamanının geldiğini
hiç çekinmeden dile getirmektedirler. Hatta daha da ileri gidilerek ABD
ordusunun tanklarıyla ve toplarıyla gelerek Yunanistan’ın topraklarına
yerleşmesini de bu açıdan yeni bir başlangıcın ilk adımı olduğunu
söyleyebilmektedirler. İstanbul’da Kanal İstanbul’u destekleyenlerin, ABD
ordusunun Yunanistan’a getirilmesini de olumlu buldukları görülmektedir.
Ankara’nın göbeğinden Atatürk Kültür Merkezi alanını kaldırarak, cumhuriyetin
birikimini reddedenlerin ve onlarca gökdelen ile kurulmaya çalışılan Merkez
Ankara gibi emperyalist müdahale planını da destekledikleri artık iyice
anlaşılmıştır. Aynı dönemde birbirini izleyerek gündeme getirilen bu girişimler
ve bu doğrultuda atılan adımlar, Türk devleti ve ülkesi üzerinden emperyalist
saldırılar aracılığı ile geçerken hem Atatürk’ün devlet modeli hem de Türkiye’nin
yeni çağdaki alternatif ulusal yapılanma modeli devre dışı bırakılmaktadır.
Anadolu’da Türk devletinin varlığına son verilmek istenirken, Türkiye kendisine
karşı yapılan büyük haksızlıklara karşı çıkarak, yeniden bir var oluş
mücadelesine ikinci Kuvayı Milliye hareketi gibi ulus devlet refleksleri aracılığı
ile kalkışmalıdır.
Dünyayı
yönlendiren büyük güçler kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir küresel düzen
oluşturmaya çalışırlarken, ulus devletleri ciddiye almayarak ezip geçmek
istemektedirler. Bütün ulus devletleri geçici bir aşama olarak gören
emperyalist devletler, karşılarına çıkan her devleti yıkıp parçalayarak, kendi
istedikleri düzeni oluşturmanın arayışı içine girmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti
gelinen son aşamada bütün gelişmeleri yerinde izleyerek, küresel alanın tam
merkezindeki konumunu sonuna kadar korumak zorundadır. Türkler bugün dünya
jeopolitiğinin en önemli ülkesinin Türkiye olduğunu bilerek hareket etmek
durumundadır. Orta boy bir devlet olan Türk devleti jeopolitik konumunu koruyarak
hareket ederse, yeni mücadele döneminden ulusal yarar sağlayarak çıkabilir.
Büyük devletlerin emperyalist projelerine karşı orta boy devletler jeopolitik
avantajlarını uygulama alanına getirerek karşı çıkabilmektedir. Bu nedenle, Türkiye
büyük devletlere karşı ulusal direniş ve savaşla kendi ulusal çıkarlarını
savunurken, sahip olduğu jeopolitik konumun özelliklerini de öne çıkaran bir
savunma ve mücadele yolu izlemek durumundadır. Türkiye bu açılardan son derece
büyük bir potansiyele sahip bulunmaktadır. Uluslararası konjonktürün getirdiği
yeni koşulları da dikkate alan bir ulusal savunma, merkezi alandaki tüm
emperyalist ve Siyonist planları önleyebilecektir. Dünyanın geleceğinde merkez
bölgenin hem konjonktürel olarak öne geçmesi ve bu doğrultuda devletlerin
hareket etmesi yüzünden, birbirini izleyen birçok olay ve gelişme son dönemde
Karadeniz-Akdeniz ya da Balkanlar-Kafkaslar hatlarında öne çıkmaktadırlar. İki orta deniz ile iki sıradağlar bölgesi
eski Osmanlı coğrafyasının doğal sınırları olarak öne çıktıkça, olaylar ve
siyasal gelişmelerin de bu çizgide gündeme geldikleri görülmektedir. Türkiye’nin yeri eskiden de merkezi bölgede idi, bugün de gene merkezi bölge
sınırları içinde varlığını sürdürmektedir. Her önüne gelenin istediği gibi yeni
dünya düzeni kurulamayacağı açıktır. Artık nelerin olamayacağı ortaya çıktığına
göre, nelerin olabileceği konusunda yeni önerilerin ve projelerin devreye
girmesi ve insanlığın geleceğini ilgilendiren böylesine büyük projelerin her
yönü ile evrensel kamuoyu önünde tartışılarak, dünya halklarının ve
devletlerinin bu konularda bilgilendirilmesi küresel barış açısından son derece
önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlere karşı komşu ve soydaş devletler
ile bir araya gelerek, bölgesel dayanışma içinde yoluna devam edecektir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder