17 Aralık 2021 Cuma

YENİ DÜNYADA TÜRKİYE‘NİN YERİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 

YENİ DÜNYADA TÜRKİYE‘NİN YERİ

                Son yıllarda dünyadaki değişim giderek hızlanmış ve bu doğrultuda küresel alanda birbirini izleyen beklenmedik yenilikler zamanla ortaya çıkmıştır. Eski dünya düzeni daha ortadan kalkmadan, yeni dünya düzeninin önde gelen bazı atılımlarının birbiri ardı sıra öne çıktığı görülmektedir. Değişim bir genel kural olarak devrede olmasına rağmen, birbirini izleyen bazı gelişmelerin değişim beklentisi ötesinde ciddi bir dönüşümü gündeme getirerek, yavaş yavaş uluslararası konjonktür üzerinden var olan devlet düzenlerine doğru, dışarıdan yönlendirme ve baskılar uygulanmakta ve bu gibi durumlar beklenmedik gelişmelere yol açmaktadır. Gelinen son aşamada birçok yenilik birbiri ardı sıra öne çıkarak sıraya girerken, dünya düzeni fazlasıyla sarsılmakta ve bazı yönlerden beklenmeyen boyutta   çöküş ve bitişleri insanlığın karşısına çıkarmaktadır. Tarih boyunca bu gibi olumsuz gelişmeler ile sürekli olarak karşı karşıya kalan insanoğlu, her zaman için bocalamış ama yaşam mücadelesi vererek ayakta kalmasını da bilmiştir. Bugünün koşullarında yüzyılların tarihsel birikiminin günümüzde yeniden ele alınarak incelenmesi gereği bir kez daha gündeme gelmiştir. Bütün dünya devletleri yeryüzünde kapladıkları ülke genişliği boyutlarında geçmişten gelen düzeninin ötesine sürüklenerek, daha farklı konumlarda yeni durumlar ile karşı karşıya kalmıştır. Günümüzde yüz yıllık değişim aşamasında, yeni bir dünya düzeni değişimi de genel anlamda insanlığa dayatılmaktadır.

                Yer yüzü jeopolitiğinin merkez ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti, jeopolitik alanda ortaya çıkan yeni yapılanmaların etkisi altında kalmış ve bu gibi durumlardan en fazla etkilenen merkezi devlet olarak yeni dünya düzeninin oluşum sürecinde, eskisinden çok farklı başka bir düzene doğru sürüklenmek durumunda kalmıştır. Normal koşullarda dünyanın ortası olarak görülen merkezi coğrafyada Türkiye tam ortalarda yer alırken, yeni gündeme gelen küresel ve bölgesel değişimler karşısında Türkiye’nin merkezi ülke konumu daha da güçlenerek etkinliğini artırmıştır. Batılı ülkeler tarafından Orta Doğu ismi ile tanımlanan merkezi coğrafyaya yansıyan gelişmeler, eski Osmanlı hinterlandı olarak açıklanan bu bölgede, eskisinden çok daha farklı siyasal oluşumların araştırılmasını ve bir süre sonra da denenmesini gündeme getirmiştir. Böylesine bir süreç içinde güç merkezlerinin yerlerinin değiştiği, bazı güç merkezleri eski güçlerini yitirirken, yeni yeni farklı ülkelerin ya da devletlerin daha fazla etkili güç merkezleri olarak devreye girdikleri görülmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında belirlenmiş olan güç merkezleri kuvvetlerini kaybederken, eski dönemde yeryüzü haritasında çok gerilerde bırakılmış olan bazı devletlerin, yeni güç merkezleri olarak öne geçerek, dünya haritası aracılığı ile eskisinden çok farklı bir jeopolitik merkez durumuna geldikleri göze çarpmaktadır. Geçen yüzyılda güç merkezleri doğu ve batı ekseninde belirlenirken, dünya siyaseti iki kutuplu bir düzen içinde yönlendiriliyordu. Ne var ki, yirmi birinci yüzyılın derinliklerine doğru yıllar geçerken, doğu ve batı eksenindeki güç merkezlerinin yavaş yavaş devre dışı kaldıkları görülürken, merkezi alandaki gelişmeler aracılığı ile dünyanın orta bölgesinde eskisinden çok daha farklı bir güç yığılmasıyla karşılaşılmaktadır. Siyasal projeler doğrultusunda güç kaydırması orta bölge alanına doğru yönlendirilirken, İsrail’in Siyonizmi ile ABD’nin Atlantikçiliği emperyalist çizgide sahip oldukları büyük güçleri orta dünyanın yeniden fethedilmesinde kullanmaya başlamışlardır. İngiliz Atlantikçiliği ile Almanya Avrupacılığı da merkezi coğrafyadaki güç kaydırması yarışında yerlerini alırken, Rusya’da sıcak denizlere inerek tarihin derinliklerinden gelen Avrasyacılığı yeniden canlandırarak, orta dünya yarışında diğer rakiplerine karşı bir çizgide konumlandırılmıştır. Yeni bir dünya düzeni oluşturma yarışında var olan siyasal ve ekonomik güçler kıtaların merkezine doğru yönlendirilirken, dünyanın değişen jeopolitik konumu da dikkate alınarak hareket edilmiştir. Bu aşamada yeni kutup merkezleri oluşurken, merkezi coğrafya dünya hegemonyası açısından eskisine oranla daha da önem kazanarak ön plana geçmiştir.

                Eskiden dünya karalarının doğu ve batı olarak bölünmesiyle ortaya çıkmış olan iki kutuplu dünya projesi, yeni dönemdeki güç kaymalarının merkezi alana doğru yönlendirilmesiyle geçerliğini yitirmiştir. İki kutuplu dünyada Asya ve Amerika gibi iki büyük kıtanın merkezi konumu esas alınarak yeni dünya düzeni oluşturulurken, merkezi alandaki eski büyük dünya devleti olarak Osmanlı devletinin yıkılması üzerine, merkezi dünyadaki güç merkezi ortadan kalkmış ve böylece doğu ve batının büyük güçleri merkeze gelerek, orta dünyayı bölüşme gibi bir siyasal yarışa soğuk savaş sonrasında ikinci kez soyunmuşlardır. Bu nedenle dünyanın kutupları değişirken, siyasal gücün yeniden merkezi alana doğru yayılması gündeme gelmiştir. Siyasal güç dünyanın orta bölgelerine doğru yeniden akarken, bu durumdan en çok yararlanan ülke Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Bugünün siyasal güçleri bu aşamada en çok Türkiye’ye akarak ve bu ülkeyi ele geçirerek bölgeyi yeniden fethetmenin yollarını ararken, eski dünya düzeninden yenisine doğru bir açılım yapılmakta ve bu aşamada eskisinden farklı bir yapılanma öne çıkarken, Asya ve Amerika kıtalarının büyüklüğü geride kalmakta ve merkezi alana kaymakta olan siyasal güç birikimi, giderek yeni bir dünya oluşumu doğrultusundaki hızlı adımların atılmasında belirleyici olmaktadır. Dünyayı beş yüz yıl yöneten Avrupa kıtasının küçüklüğü zamanla yeni harita üzerinde açıkça ortaya çıkarken, iki büyük dünya devi olarak Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği de tarihsel misyonlarını tamamlayarak, siyaset sahnesinin gerisine doğru kaydırılmışlardır. Dünyanın siyasal geleceğinin giderek orta dünyaya doğru yönlendirilmesiyle eskisinden çok farklı bir yapılanma düşünülürken ,doğu ve batı blokları arasında gerçekleştirilmiş iki kutuplu dünya geride bırakılacak çizgide yeni  bir harita düzenlemesi yapılarak, çok kutuplu bir hedefe doğru gelişmeler yönlendirilmiştir. Uzun süre ABD merkezli tek kutuplu bir dünyaya doğru sürüklenmek istenen dünya düzeni, ABD içindeki çekişme ve çatışmalar yüzünden gerçekleştirilememiş ve yeni dünya düzeni kurmak isteyenlerle, eski dünya düzeninin kurucuları arasında çok büyük çekişmeler ve çatışmalar yaşanmıştır. Bu gibi olaylar sonucunda da siyasal güç birikimi merkezi alana doğru kaydırılırken, yeni dünya düzeni doğu ve batı çekişmelerinin ötesinde çok kutuplu bir yapılanmaya doğru ilerlemiştir.

                Jeopolitik biliminin verilerine göre  dünyanın merkezi bölgeleri ile yan bölgeleri arasında  var olan farklılıkların giderek güncel gelişmeler doğrultusunda eskisinden çok değişik bir biçimde öne çıkmasıyla, yirminci yüzyıl jeopolitik dengeleri ortadan kalkmış ve yeni gelinen aşamada  kıtaların doğu ve batı bölgeleri dışarıda kalırken, üç kıtanın ortalarında yer alan merkezi coğrafya sadece harita üzerinde değil ama uluslararası ilişkiler ve de  yeni devlet yapılanmaları oluşumlarının da tam ortalarına doğru kaymalar göstermiştir. Daha önceki yüzyıllarda Asya ve Avrupa üzerinden gelişmiş olan uygarlık merkezleri coğrafya üzerinden yeryüzüne doğru yayılmıştır. Ne var ki, yirmi birinci yüzyılın başlarındaki jeopolitik gelişmeler, doğudaki büyük kıta Asya ile batıdaki büyük kıta Amerika arasında yeni bir çekişme dönemini merkezi alana kayan yeni konjonktür çizgisinde yönlendirmiştir. Normal koşullarda güç merkezlerinin tam ortasında bulunduğu yeni jeopolitik gelişmeler birbiri ardı sıra yeryüzü karaları üzerinden öne çıkarken, bu kez merkezlerin yan kıtalara doğru kaydırıldığı bir aşamada merkezi alanda yeni jeopolitik merkezler oluşturulmaya çalışılmış ya da kenar kıtalarda kalan eski güç merkezleri merkezi alanda yeni oluşmaya başlayan merkezleri ellerine geçirmek için birbirleriyle yeni bir yarışa kalkışmışlardır. Her devlet bulunduğu konumu esas alarak yeni açılımlar peşinde koşarken, diğer devletlerin de benzeri bir çaba içine girmesiyle birlikte beş kıta üzerinde geçmişten gelen devletler arası rekabet düzeni kıtaların içlerine doğru kayma yaratmış ve böylece jeopolitik hegemonya kavgası, dünyanın ortalarında yer alan büyük kentler olarak İstanbul, Kudüs, Atina, Ankara, Tahran, Bakü ve Kahire’nin ele geçirilmesi gibi yeni bir yönlenmeyi ortaya çıkarmıştır. Merkezi alan bölgeleri ele geçirilirken var olan büyük kentler üzerinden hareket edilmesi yeni bir durum yaratmış ve bu nedenle bölge devletleri kendilerini korumak ve bölge dışı devletlerin değişen jeopolitik hegemonya girişimlerine karşı yeni savunma stratejileri geliştirmeye başlamışlardır. Eski yöntemler geride kalırken yeni açılımlar birbiri ardı sıra merkezi alana doğru yönlendirilmiştir.

                Dünyanın jeopolitik açıdan merkezi bölgeleri kıtaların iç bölgelerinden öne çıkarken, dünyanın Pekin, Washington, New York ve Londra gibi kenar ülke merkezleri üzerinden evrensel bir yönetimin pek mümkün olamayacağı geçmişte yaşanan olaylar ile ortaya çıkmıştır. Dünyanın ana karaları olarak Asya, Avrupa ve Amerika gibi üç kıtanın birleştiği orta dünya yapılanması içinde yeryüzü düzeninin bu jeopolitik dengelere bakılarak  kurulması gerekirken ve  geçmişte yaşanmış olan tarihi gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden yeni bir jeopolitik denge düzeninin oluşturulması gerekirken ,dünyanın resmi  merkezinin  Washington, Pekin  ya da Moskova gibi merkezi bölge dışında kalan ama büyük devletlerin başkenti konumuna sahip oldukları için, merkez olarak gösterilmeye çalışılan bu bölge dışı büyük kentler ile  dünyanın merkezi  sorununun  çözülemeyeceği  ve bu büyük kentlerin üzerinde yeni merkez olarak, bölge ülkelerinin bulunduğu orta alandaki eski büyük kentlere yönelmek gerektiği tartışılmaya başlanmıştır. Büyük devletler kendi ülkelerinin sınırları içindeki büyük alanları kendi malları olarak gördükleri gibi aynı zamanda merkezi coğrafyanın ülkelerini de yeni merkez yapılanmaları sırasında ele geçirerek, bu kentler üzerinden hegemonya düzeni oluşturma girişimleri göze çarpmaktadır. Bu süreçte ABD ve İngiltere İstanbul’u yeni dünya düzeni merkezi olarak öne çıkarırlarken, İsrail’in Kudüs’ü, Rusya’nın Moskova’yı, Çin’in Bakü’yü öne sürerek bütün dünyanın yeni başkenti olabilecek bir mega kent oluşumu için, merkezi coğrafya sınırları içerisinde bu sorunu kendi çıkarları açısından çözüme kavuşturma çabası içine girdikleri görülmektedir. Tarih boyunca dünyaya egemen olan büyük devlet ya da imparatorlukların başkentleri her zaman dünyanın merkezi olarak ilan edilirdi.  Ne var ki, bugün gelinen yeni aşamada dünyanın yönetimi ile ilgili meseleler orta coğrafya üzerinden çözülmeye çalışıldığı için, dünya haritası üzerinde merkezi konuma sahip olan büyük kentlerin Londra ya da New York’un yerini almaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu süreçte eski dünya düzeninin kurucusu İngiltere İstanbul’u dünya merkezi yapmaya çalışırken, Siyonizm ve teknolojik üstünlüklerin getirdiklerini kullanan İsrail yeni dönemde Kudüs’ü hem merkezi coğrafyanın hem de dünyanın başkenti yapabilmek için uğraşmaktadır.

                Dünyanın gelecek haritası Londra-Pekin hattı üzerinden, yeni ipek yolu aracılığı ile çizilirken, bir merkezi coğrafya ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti, limanları, yolları ve ulaşım düzeni ile bir kuşak bir yol adı ile yeryüzünün yeni ekonomik yapılanması içinde ülke ve devlet olarak yerini almaktadır. Bu çerçevede, Türkiye yeniden düzenlenen bölgesel yapılanmalar içinde orta kuşaktaki yerini yeniden ele alarak sahip olduğu jeopolitik konumunu daha da güçlendirmek zorunda kalmaktadır. Üç kıta arasında  yeryüzünün yeniden yapılandırılması gerçekleştirilirken, Türkiye’nin geçmişte sahip olduğu köprü ya da cephe ülkesi gibi konumlar geride kalmakta ve yeni dönemin yapılanması  çizgisinde, İstanbul ya da Ankara kentlerinin  dünyanın başkenti konumuna getirilmesi gibi yeni konjonktüre uygun bir durumun dikkate alınmasıyla, eskiden doğu ya da batı olarak düşünülen merkezi yapılanmada, son dönemin küresel konjonktürüne uygun bir merkezileşmeye doğru büyük kentler üzerinden gidildiği ortaya çıkmaktadır. İstanbul ya da Ankara’nın merkezi alanının büyük kentleri olarak kabul edilerek, bunların tam ortasında yer aldığı yeni bir dünya düzeni İngiltere ve Çin ortaklığı üzerinden bir orta kuşak alternatifi görünümünde gündeme getirilmektedir. Hegemonya mücadeleleri doğrultusunda Türkiye’nin üzerine kurulu bulunduğu topraklar, barış dönemlerinde kıtalar arasında köprü, savaş gündeminde cephe ülkesi ya da bugün gündeme geldiği gibi orta dünya ya da orta kuşak yolu yapılanması açısından, dünyanın başkenti olabilecek bir ciddi konum ile siyasetin gündeminde öne geçirildiği göze çarpmaktadır. Özellikle uluslararası konjonktürel gelişmelerin giderek orta kuşak çizgisinde merkezi alanı yeniden yapılanmaya zorlaması, özel bir durum olarak üç kıtanın kesişme noktalarında eskisinden çok farklı bazı dayatmalar, emperyalist ülkelerin araya girmesiyle dışarıdan geliştirilen manüplasyonlar aracılığı ile dış müdahalelere zemin hazırlamaktadır. Şimdiden bir ulus devlet olan Türkiye’nin başkentinin Ankara’dan İstanbul’a taşınmak istenmesi ya da ya Kanal İstanbul adı ile gerçekleştirilmek istenen uydurma projenin İstanbul kentinin yapılanmasını değiştirmeye çalışması normal durumun ötesinde gelişmelerdir.

                Son birkaç senedir bir yandan Kanal İstanbul, diğer yandan da Boğaziçi’nin tam ortasında bulunan Boğaziçi Üniversitesinin üzerinde kurulu bulunduğu alanının sürekli olarak gündem de tutulması da merkezi alanda normalin ötesinde bir girişim olarak öne çıkmaktadır. İstanbul’u dünyanın merkezi haline getirmek isteyenler ile, Ankara’nın tarihsel anlama sahip bulunan ve Atatürk Kültür Merkezi projesi ile kamulaştırılarak başkent Ankara’nın tam ortasında cumhuriyet rejiminin kazandırmış olduğu kamusal alan yapılanmasının iptal edilerek, yerine kentin ana yapısını ve trafik düzenini  tümüyle değiştirerek merkez kavramını çok farklı anlamlara yönlendiren bir çok katlı gökdelenler yığılmasını, cumhuriyet Ankara’sının tam orta yerine  kondurarak, Türk devletini kuran Türkiye’nin başkenti Ankara’nın siyasal ya da hukuksal yapılanmasının ötesinde, rant ekonomisine teslim olmasının önünün açılarak merkezi alandaki yeni yapılanmalara uygun düşen bir biçimde ele alındıkları görülmektedir. Ankara’nın tarihsel öneme sahip olan orta alanı, Ankara’nın merkezi cumhuriyet devletinin kamusal alanı olarak Atatürk Kültür Merkezi adı ile Türk ulusunun  geleceğe dönük özgürlükçü yönetim anlayışı doğrultusunda kurumlaştırılmaya çalışılırken ,küreselleşme adı altında bütün dünya ülkelerini altüst eden emperyalist müdahalecilik  aracılığı ile Ulusal Müze, Hipodrom, Ulusal Stadyum ve Cumhuriyetin ilan edildiği Milli Meclis gibi bölümlerden oluşan ve Atatürk Kültür Merkezi adıyla yasalaştırılan ulusal kamu alanının tam ortasına on beş tane gökdelen oturtularak, başkent Ankara’nın tam merkezindeki kamusal alan özelleştirilerek, yabancı şirketlerin kullanımına açılmaktadır. Türkiye’ye yatırım yapan yabancı şirketlerin temsilciliklerinin gökdelenler karmaşası içinde başkent Ankara’nın göbeğine monte edilerek, Ankara kentinin başkent olmasının ana göstergesi olan kamusal alan ortadan kaldırılarak, Anadolu’nun herhangi bir kentinde görüldüğü gibi küresel ekonominin şehir devletlerine geçiş ile ilgili adımların , bilinçli bir biçimde Kuvayı Milliye mücadelesinin tarihsel başkentinde atılarak, Atatürk’ün başkenti Ankara’da diğer kentlerde görülen ekonomik başkalaşma rüzgarlarına maruz bırakılmaktadır. Başta Ankara Büyük Şehir Belediyesinin sorumlu konumda olduğu Atatürk Kültür Merkezi isimli kamusal alanın neden ortadan kaldırıldığını, kamusal alan temsilcileri ile yöneticilerinin öncelikle Türk ulusuna açıklamaları gerekmektedir.

                Başkent Ankara, Merkez Ankara Projesi ile geride bırakılarak küresel emperyalizmin merkezi coğrafyaya yeni bir müdahalesi sağlanırken, benzeri bir “Merkez İstanbul” projesi de Kanal İstanbul adı altında İstanbul kentinin tam ortalarında yapılmak istenmektedir. Ankara’da yeni merkez Atatürk Kültür Merkezinin tam ortasına oturtulurken, İstanbul kentinde de böylesine bir merkezi alan yapılanmasının Boğaziçi’nin tam ortasındaki bölgelere Kanal İstanbul projesi ile getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Kanal İstanbul Projesi ile Boğaziçi Üniversitesinin aynı dönemde gündeme getirilmesinin ana sebebinin gelecekte “Merkez İstanbul “olarak değerlendirilecek bir İstanbul adasının Kanal İstanbul aracılığı ile yapılacağı ve burada tıpkı New York kentinde olduğu gibi şehrin tam ortasına Kanal İstanbul’un oturtulmasıyla, boğazın ortasında bir İstanbul adası tıpkı Manhattan adası gibi gündeme getirilmeye çalışılmaktadır. Boğaz’ın Anadolu ve Avrupa kıyıları arasında yapılacak bir İstanbul adası tıpkı Hong Kong yapılanması gibi bir İst-Kong yapılanmasını Boğaziçi’nin tam ortasında meydana getirecektir. Boğaz’ın iki kıyısında kalan topraklarda uygulanacak hukuk ve siyaset yapılanmasının dışında gündeme gelmekte olan İstanbul adası, küresel sermayenin yeni bir yerleşim düzenine kavuşturulacaktır. Avrasya geçidi ile İstanbul’un iki yakası birbirine  yeni ipek yolu üzerinden  bağlanırken, şimdi de Kanal İstanbul üzerinden İstanbul adasının karşı kıyılardan ayrılarak, Boğaziçi’nin  tam ortasında küresel sermayenin dünya egemenliği çizgisinde merkezi olacak  ve başka bir açıdan bir anlamda Kapitalist düzenin merkezinde olacak “CAPİTAL” isimli kent düzeni, Türklerin elinden alınmak istenen Boğaziçi bölgesinde İstanbul adası aracılığı ile  oluşturulurken, dünyanın merkezi bölgesindeki bir ülkenin parçalanarak  dünyanın yeni merkezine yol açılmak istendiği görülmektedir. Ankara’daki Bankaların ve ekonomik kamu kurumlarının merkezlerinin İstanbul’a taşınmaları da bu açıdan atılan adımların tamamlanmak istendiğini açıkça göstermektedir.

                Başkent Ankara’nın İstanbul’a taşınması, Kanal İstanbul  aracılığı ile Boğaz’ın tam ortalarında bir İstanbul adası inşa edilmek istenmesi, tam bu aşamada Boğaziçi Üniversitesinin yeni bir sorun olarak gündeme getirilmeye çalışılması, Boğaz bölgesindeki bütün semtlerin fazlasıyla dolu olması ve bu yüzden İstanbul adasında bir “Merkez İstanbul” yapacak boş alan ya da arsa kalmaması nedeniyle, Boğaziçi Üniversitesi’nin sahip olduğu arsa ve bahçelerin, bu üniversitenin elinden alınarak, “Merkez İstanbul “projesinin  Boğaziçi’nde yerleşim alanı olarak kullanılmasını sağlayacak biçimde  değerlendirilmesi mümkün olabilecektir. Bu doğrultuda Boğaziçi Üniversitesi yasası değiştirilerek yeni fakülteler eklenmiş ve bundan sonra da üniversitenin bugünkü yerinin yetmezliği tezi öne sürülerek, Boğaziçi Üniversitesinin boğaz kıyısından iç bölgelere doğru taşınması gündeme getirilmiştir. Boğaziçi Üniversitesinin başka yere taşınmasından sonra da üniversitenin bugünkü arazisinin üzerine gelecekte bir Merkez-İstanbul projesinin yapılabileceği düşünülmüştür. Böylece Başkent Ankara’da ekonomik merkez yaratma projesinin sonrasında, İstanbul’da da benzeri bir merkezi proje ile küresel çizgide yeni yapılanmalara devam edilmek istenmiştir. Ankara ve İstanbul’un küresel merkez projeleri ile yeni döneme uygun bir duruma getirilmeleri ile Türkiye’nin ulus devlet modelinden yeni bir uzaklaşma sağlanarak, her iki büyük kent de küresel projelere uygun bir durum yaratılmaya çalışılmıştır. Ankara siyasal merkez olmaktan çıkarken, ekonomik bir merkez projesi ile yeniden yapılandırılmakta, İstanbul ise daha da ileri bir çizgiye götürülerek, Avrupa ve Asya kıtaları arasında küresel bir emperyal projenin uluslararası merkezi durumuna getirilirken, Türklerin ve Türkiye’nin kenti olmaktan çıkartılarak, küresel sermayenin Avrupa üzerinden Avrasya bölgesine açılan yeni uluslararası odak noktası olarak ilan edilmeye hazırlanmaktadır. Yeni seçilen İstanbul belediye başkanı, artık İstanbul’un Ankara’dan yönetilemeyeceğini açıkça söyleyerek bir anlamda İstanbul’un bağımsızlığını dolaylı bir yaklaşım aracılığı ile dile getirmiştir. Kanal İstanbul ile kurulacak İstanbul adasının gelecekte Hong-Kong gibi küresel sermayenin bağımsız merkezi biçiminde, boğazın ortasına oturtulmasının planlandığı basına yansıyan haberlerle ortaya çıkmıştır.

                Küreselleşme sürecinin yeni döneminde dünya jeopolitiğindeki yeni rüzgarlar daha çok kenarlardan merkeze doğru kayarken, merkezi bölgede yer alan devletlerin ve şehirlerin konumları da değişiklik göstermekte ve orta dünyada bir küresel yapılanma oluşturulmaya çalışılırken, bölgede var olan bir ulus devletin büyük kentlerinden birisi olarak İstanbul kenti batı emperyalizminin Avrasya başkenti konumuna doğru yönlendirilmektedir. Bu noktada, batı blokunun hegemonyasının  yeni dönemde de sürdürülmesi planlanmakta ve İstanbul başkent Ankara’dan koparılarak küresel bir merkeze doğru dönüştürülürken, Atatürk’ün Türk ulusuna armağan ettiği çağdaş cumhuriyetin ve Kuvayı Milliye mücadelesinin merkezi olan Ankara vilayetinin de bir, ulus devlet başkenti olmaktan çıkarılarak Bizans İmparatorluğu  öncesinde Galatya adı ile Galatlar tarafından kurulmuş olan ve bu süreçte Frigya ile Hitit devletlerine ev sahipliği yapmış olan orta Anadolu bölgesinde, ulus devletten daha küçük boyutlarda bir orta boy  bölge devletinin tasarlandığı görülmektedir. Yeni dönemde İstanbul kıtasal oluşumların merkezi konumuna getirilirken, Ankara Sevr haritasında Türklere bırakılmış olan orta Anadolu topraklarında yeni Galatya ülkesinin ekonomik merkezi konumunda yapılandırılmaya çalışılırken, yeni belediye başkanının söylediği gibi İstanbul Ankara’dan yönetilemez bir duruma getirilmektedir. Batı emperyalizmi İstanbul’u merkez yaparak Avrupa, Asya ve Afrika gibi üç büyük kıtayı Boğaziçi’nin tam da ortasından yönetmeye hazırlanırken, Seferihisar’dan İzmir’in başına gelen yeni belediye başkanı da  öncelikle İzmir’i Ege’nin başkenti ilan etmiş ve daha sonraki aşamada da gelecekte İzmir’in Akdeniz ve Avrupa ile  kucaklaşacağını açıklarken, sırtını başkent Ankara’ya dönmüş ve Ege bölgesinin merkezinde yer alan bu  tarihi kenti, Balkanlar ile birlikte bir bölgesel federasyona dönüştürebilmenin sinyallerini vermeye devam etmiştir . Uluslararası şehirler ve yerel yönetimler birliği gibi bir küresel örgütün Avrupa merkezli yönlendirmeleriyle, gene batı emperyalizmi Avrupa Birliği gibi bir batı merkezinden dünyanın jeopolitik merkez ülkesi olan Türkiye’nin iç işlerine bölücü müdahaleler ile karışmaya devam etmiştir.

                Siyasal olayların ve bunları izleyen gelişmelerin sürekli olarak birbiri ardı sıra aynı yönde gelişmeler göstermesiyle birlikte, dünyanın ortalarında Türkiye devletinin varlığını ve geleceğini tehdit eden emperyal projeler öne sürülmeye başlanmış ve bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin orta boy bir ulus devlet olarak ayakta kalması, ya da geleceğe dönük varlığını koruyabilmesi giderek çok zor bir noktaya gelmiştir. Dünya tarihine bakıldığında kıtasal organizasyonların küresel örgütlere dönüşmesiyle birlikte eski devletlerin haritadan silindiği ya da yeni kıtasal yapılanmalar çizgisinde eskisinden çok farklı yeni devlet modellerinin büyük gücü ele geçirmiş olan emperyalist merkezler tarafından bölge halklarına baskı yaparak, ya da var olan devlet düzenlerini tehditlerle ortadan kaldırarak eskisinden farklı haritalar çizdikleri görülmektedir. Orta Doğu bölgesinde savaşlar aracılığı ile on yeni devletin kurulacağını söyleyen ABD genel kurmay başkanının söyledikleri ile  merkezi coğrafya da yirmi iki devletin sınırlarının değişeceğini söyleyen papaz kızı bir Amerikalı dışişleri bakanının dile getirdiği gerçekler ile son yıllarda yaşanan jeopolitik gelişmeler ve yer değiştirmeler bir araya getirildiği zaman, eski Osmanlı hinterlandının tam ortasında yer alan Türkiye ve diğer komşu devletlerin hepsini ortadan kaldıracak bir emperyalist  proje ile bölge halklarının ve devletlerinin karşı karşıya  kaldıkları ve bu nedenle de  merkezi alanın yeniden yapılandırılmasında, Türkiye ve komşu devletleri yok  edebilecek düzeyde kapkara bir saldırı ve savaş senaryolarının beklediği açıkça görülmektedir. Her yeni güç merkezi kendi çıkarlarını savunan projeler ile merkezi dünyaya geldiği zaman, eski dönemlerden bu yana bölgede kendi emperyalizmini gerçekleştirmeye çalışan güçlerle karşılaşmakta ve onların oluşturduğu kaos ortamına katılarak merkezi alanının daha fazla kaos ve kargaşa ortamına sürüklenmelerine yol açarak savaş tehlikeleri yaratılmaktadır.

                Enerji kaynaklarının büyük çoğunluğu bu bölgede olmasına rağmen, birinci dünya savaşı sonrasında harita yeniden çizilirken bölgenin merkezi devleti olan Türkiye’nin elinden bütün enerji kaynaklarını almışlardır. Şimdi de benzer bir biçimde su kaynaklarına el konulmaya çalışılırken, yerel düzeyde daha küçük siyasi yapılanmaların önü açılmak istenmektedir. Çevre ülkelerin hepsinde petrol ve doğal gaz kaynakları bulunurken, Osmanlı sonrasında bu kaynakların Türklerin elinden alınması gibi olumsuz bir durum ile Türkiye karşı karşıya bırakılmıştır. Misakı Milli haritasında var olan Kerkük, Musul ve Batum gibi kentler daha sonraları haritadan çıkartılarak merkezi alan düzenlenmiştir Yeni dönemde ise petrol biterken aynı uygulama su kaynakları üzerinden yapılmaya çalışılmaktadır. Enerji kaynakları tükenirken madenler dönemi başlamakta ve merkezi alanın hemen her bölgesinde çok kıymetli madenler bulunurken, bunlar dünya kamuoyundan gizlenmekte ve bir an önce şehir devletleri ya da küçük eyalet devletçikleri kurularak, yerel yönetimler üzerinden yeni maden yataklarına el koyabilmenin girişimleri yapılmaktadır. Yeni bulunan maden yataklarının geleceğin dünyasında çok büyük dayanak sağlayacağı görülürken, Irak, Suriye, Mısır ve Arabistan gibi bölge devletlerinin iç savaşlar sonrasında yeni eyaletlere bölündüğü ve bunların batılı ülkeler tarafından hemen tanınarak var olan ulus devletlerin elinden bu bölgelerdeki maden yataklarının küresel emperyalist düzenin kontrolüne yönlendirildiği, son yıllardaki müdahaleci uygulamalar ile görülmektedir. İşte bu aşamada küresel şirketlerin ulus devletlere saldırıları artmakta ve yeni tutumun devamı da şehir devletleri ile yerel yönetimlerin küresel güç merkezleri tarafından var olan ulus devlet başkentlerine karşı desteklendikleri görülmektedir. Anadolu yarımadası üzerinde Osmanlı İmparatorluğundan Türk ulus devletine geçiş kolay olmamış, bir imparatorluk sahibi olan Türklerin geniş alanların ellerinden alınmasını bir türlü kabul edemediği anlaşılmıştır. Yüzyıllarca çeşitli devletler ve de imparatorluklar kurmuş olan Türklerin, neredeyse imparatorluğun onda biri bir alan olarak Anadolu yarımadasına hapsedilmelerini Türk dünyası hiçbir zaman benimsememiştir. Emperyalizmin Türkiye’yi çevreleyen ülkelere dönük saldırı, savaş ve işgalleri devam ederken, merkezi ülke olan Türkiye’de de ülkenin iç işlerine ve milli devlet modeline yönelen saldırı ve yıkım girişimleri görmezden gelinemez ve bu doğrultuda Türk ulusunun milli refleksi ile karşı çıkılması gerekmektedir.

                Şimdiye kadar Türkiye’nin komşusu ülkelerde uygulama alanına getirilen saldırı, savaş ve işgal senaryolarına yeni dönemde, Türkiye’nin de dahil edilmeye çalışıldığını son gelişmeler açıkça ortaya koymaktadır. Küresel şirketlerin ve emperyalizmin, dünya haritasının dış bölgelerinde yer alan ABD ve Çin gibi iki süper gücü dışlayarak, merkezi alana yönelmelerinin ana nedenin, bölgede var olan yeraltı zenginlikleri ile birlikte su kaynaklarının ele geçirilmek istenmesidir. Bu nedenle, yüz yıl önce bu devletin kuruluşunu kabul etmek zorunda kalan büyük devletlerin, Türkiye Cumhuriyeti’ni yüz yıllık bir parantez olarak değerlendirdikleri için, bugün artık sürenin dolduğunu Büyük Ermenistan, Büyük Kürdistan ve Büyük Yunanistan devletlerinin kurulmasının zamanının geldiğini hiç çekinmeden dile getirmektedirler. Hatta daha da ileri gidilerek ABD ordusunun tanklarıyla ve toplarıyla gelerek Yunanistan’ın topraklarına yerleşmesini de bu açıdan yeni bir başlangıcın ilk adımı olduğunu söyleyebilmektedirler. İstanbul’da Kanal İstanbul’u destekleyenlerin, ABD ordusunun Yunanistan’a getirilmesini de olumlu buldukları görülmektedir. Ankara’nın göbeğinden Atatürk Kültür Merkezi alanını kaldırarak, cumhuriyetin birikimini reddedenlerin ve onlarca gökdelen ile kurulmaya çalışılan Merkez Ankara gibi emperyalist müdahale planını da destekledikleri artık iyice anlaşılmıştır. Aynı dönemde birbirini izleyerek gündeme getirilen bu girişimler ve bu doğrultuda atılan adımlar, Türk devleti ve ülkesi üzerinden emperyalist saldırılar aracılığı ile geçerken hem Atatürk’ün devlet modeli hem de Türkiye’nin yeni çağdaki alternatif ulusal yapılanma modeli devre dışı bırakılmaktadır. Anadolu’da Türk devletinin varlığına son verilmek istenirken, Türkiye kendisine karşı yapılan büyük haksızlıklara karşı çıkarak, yeniden bir var oluş mücadelesine ikinci Kuvayı Milliye hareketi gibi ulus devlet refleksleri aracılığı ile kalkışmalıdır.  

                Dünyayı yönlendiren büyük güçler kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir küresel düzen oluşturmaya çalışırlarken, ulus devletleri ciddiye almayarak ezip geçmek istemektedirler. Bütün ulus devletleri geçici bir aşama olarak gören emperyalist devletler, karşılarına çıkan her devleti yıkıp parçalayarak, kendi istedikleri düzeni oluşturmanın arayışı içine girmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti gelinen son aşamada bütün gelişmeleri yerinde izleyerek, küresel alanın tam merkezindeki konumunu sonuna kadar korumak zorundadır. Türkler bugün dünya jeopolitiğinin en önemli ülkesinin Türkiye olduğunu bilerek hareket etmek durumundadır. Orta boy bir devlet olan Türk devleti jeopolitik konumunu koruyarak hareket ederse, yeni mücadele döneminden ulusal yarar sağlayarak çıkabilir. Büyük devletlerin emperyalist projelerine karşı orta boy devletler jeopolitik avantajlarını uygulama alanına getirerek karşı çıkabilmektedir. Bu nedenle, Türkiye büyük devletlere karşı ulusal direniş ve savaşla kendi ulusal çıkarlarını savunurken, sahip olduğu jeopolitik konumun özelliklerini de öne çıkaran bir savunma ve mücadele yolu izlemek durumundadır. Türkiye bu açılardan son derece büyük bir potansiyele sahip bulunmaktadır. Uluslararası konjonktürün getirdiği yeni koşulları da dikkate alan bir ulusal savunma, merkezi alandaki tüm emperyalist ve Siyonist planları önleyebilecektir. Dünyanın geleceğinde merkez bölgenin hem konjonktürel olarak öne geçmesi ve bu doğrultuda devletlerin hareket etmesi yüzünden, birbirini izleyen birçok olay ve gelişme son dönemde Karadeniz-Akdeniz ya da Balkanlar-Kafkaslar hatlarında öne çıkmaktadırlar. İki orta deniz ile iki sıradağlar bölgesi eski Osmanlı coğrafyasının doğal sınırları olarak öne çıktıkça, olaylar ve siyasal gelişmelerin de bu çizgide gündeme geldikleri görülmektedir. Türkiye’nin yeri eskiden de merkezi bölgede idi, bugün de gene merkezi bölge sınırları içinde varlığını sürdürmektedir. Her önüne gelenin istediği gibi yeni dünya düzeni kurulamayacağı açıktır. Artık nelerin olamayacağı ortaya çıktığına göre, nelerin olabileceği konusunda yeni önerilerin ve projelerin devreye girmesi ve insanlığın geleceğini ilgilendiren böylesine büyük projelerin her yönü ile evrensel kamuoyu önünde tartışılarak, dünya halklarının ve devletlerinin bu konularda bilgilendirilmesi küresel barış açısından son derece önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlere karşı komşu ve soydaş devletler ile bir araya gelerek, bölgesel dayanışma içinde yoluna devam edecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder