ANKARA KALESİ
AVRUPA OLMADI, AFRİKA OLUR MU?
Türkiye
Cumhuriyeti dünyanın tam ortalarında kurulmuş bir devlet olarak çok geniş bir
jeopolitik alan ile yakın bağlantıları bulunan bir ülke olarak her zaman için
dünya haritası üzerinde alternatif durum ve konumlar ile karşı karşıya gelen
bir ülkedir. Bu çerçevede kuzeyden gelen tehditlere karşı güney bölgesine
kayarak ya da güney bölgesinden gelen olumsuz siyasal gelişmelere karşı kuzeye
doğru yönelerek, bir alternatif arayış her zaman için Türkiye’nin diplomatik
etkinlikleri sırasında gündeme gelebilmektedir. Bu duruma paralel olarak gene
aynı biçimde Türkiye batı bölgesinden gelen olumsuz siyasal gelişmelere karşı, doğuya
doğru yeni açılımlar geliştirebilir ya da bunun tamamen tersi bir çizgide doğu
bölgesinden gelen saldırı ya da işgal kalkışmalarına karşı Türk devleti yüzünü
batıya dönerek, batı bölgesi ile geliştirilecek yakın ilişkiler çerçevesinde
doğu bölgesinden kaynaklanan tehdit ya da benzeri olumsuz girişimlere karşı farklı
bir alternatif arayışı içinde daha güvenli bir diplomasi için çalışabilir.
Dünyanın batısında, doğusunda, kuzeyinde ya da güneyinde yer alan bölgelerde
bulunan ülkelerin hiç birisinin sahip olmadığı böylesine geniş bir harekât
alanına sahip olmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük avantajlarından birisi
olarak Türk devleti ve Türk ulusuna büyük katkılar getirmektedir. Bu doğrultuda geliştirilecek diplomatik
atılımlar uluslararası alanda yeni ilişkiler ya da dengelerin geliştirilmesinde,
Türklere diğer ülkelerden daha fazla avantajlı bir jeopolitik konum kazandırdığı
burada görülmek zorundadır.
Türkiye
Cumhuriyeti tek yönlü bir konuma sahip olmadığı için, her an her yöne dönük
ilişki kurabilmekte ve dünya haritasının diğer bölgesinde yer alan ülkeler ile
yakın ilişkiler kurarak, büyük devletlere karşı gelebilmekte ve bu doğrultuda
kendi ulusal çıkarlarını en üst düzeyde
gündeme getirebilecek bir konumda kendi alternatiflerini büyük
devletlere ya da süper güçlere karşı öne sürerek, onların
Türkiye aleyhine gündeme getirdikleri
diplomatik açılımlarına karşı çıkabilmekte ya da çevrede yer alan komşu
devletler ile yeni projeleri geliştirerek bozulabilecek dünya dengelerini yeniden tesis edebilecek girişimleri gündeme getirebilmektedir. Bu
doğrultuda Jeopolitik kitaplarında yer alan bir bilimsel düşüncenin
doğrulanarak öne çıktığı anlaşılmaktadır. Bu düşünceye göre, devletler büyük,
orta ve küçük gruplar olarak boylarına göre tasnif edilirler. Bu doğrultuda
büyük devletler orta ve küçük boy devletlerde kendi ulusal çıkarları çizgisinde
rekabet içine girerek bu devletleri kendi kontrolleri altına almaya çalışırlar.
Büyük devletler bu gibi girişimleri orta ve küçük devletler üzerinden
geliştirirken, orta boy devletler de büyük devletlere paralel bir çizgide küçük
devletler üzerinde hegemonya kurabilmenin arayışları içine girebilirler. Bu
duruma benzer bir biçimde kendi jeopolitik konumunu iyi değerlendirebilen ya da
komşu devletler ile bulunduğu bölgelerin özelliklerine uygun düşebilecek yeni
açılımları örgütleyebilen orta boy devletler, büyük devletlerin ya da bölgesel
imparatorlukların saldırı ve de işgal girişimlerine karşı bölgesel alternatif plan
ya da projeleri öne çıkararak her türlü emperyalist baskı ya da saldırılara
karşı çıkabilmektedirler. Yeryüzü haritası üzerindeki konumunu iyi değerlendirebilen
ve kendi merkezli projelerin bölgesel düzeyde uygulama alanına getirilmesiyle, bugünün
ulus devletleri küresel saldırganlık girişimlerine karşı kendilerini koruyarak,
ulusal çıkarlara uygun alternatif yaklaşımları birbiri ardı sıra uygulama alanına
getirebilmektedirler. Devletlerarası yarış alanında her devlet güçlü yanlarıyla
savaşları ya da çatışmaları kazanmaya çalışırken, büyük, orta ve küçük boy devletler
arasındaki çekişmeler dünyanın her bölgesinde sürüp gitmektedir. Dünyaya egemen
olmak isteyen emperyalist devletler huylarından vazgeçmeyerek dünya devletleri
üzerinde çekişmeye devam ederken, jeopolitik konumlarını iyi kullanarak büyük
devletler ve de emperyalist güçlere karşı kendilerini koruyarak var olmaya
devam ettikleri görülmektedir. Doğu-batı-kuzey-güney eksenlerindeki her türlü
gelişmenin doğal alternatifi var olan devletler arasındaki ilişkiler tarafından
denenebilmektedir.
Her
devlet dünya haritasında yer alan diğer ülkelere kendi ülkesinin başkentinden
bakar ve kendisini merkeze koyarak diplomatik ilişkilerini geliştirebilir. İnsanlık
tarihi buyunca ortaya çıkan büyük devletler ya da imparatorluklar kendilerini
merkeze koyan hegemonya alanları oluştururken çevredeki diğer devletleri
ortadan kaldıran ya da yok sayan yaklaşımlar sergileyerek, emperyal planlarını gerçekleştirmek için çalışmalarını
sürdürmektedirler. Bu tür planların içinde bölgesel yaklaşımlar olduğu kadar
küresel açılımlar da devreye girebilmekte ve böylece değişik bakış açıları
aracılığı ile farklı yapılanmalar gündeme getirilebilmektedir. Türkiye merkezli
orta dünyanın geçmişten gelen tarihine bakıldığı zaman, kıtalar ve de karalar
üzerinden her dönemde birbirinden farklı oluşumlar, var olan koşulların izin
verdiği ölçülerde gerçeklik kazanmıştır. Asya ve Avrupa gibi iki büyük kıtada
gerçekleşen siyasal değişiklikler merkezi alana doğru yönelmeye başladıkları
zaman, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet devletlerinin işgal ettiği orta dünyanın
egemenliği sorunu öne çıkmıştır. Asya’da tarih sahnesine çıkan büyük devletler
merkezi alana gelerek bir dünya hegemonyası ararlarken, Avrupa kıtasından
toplanan askerler ile ondan fazla Haçlı seferi gene Türk devletlerinin yer
aldığı orta alanın kontrolü amaçlı olarak geliştirilmiştir. En büyük kıta Asya
ile en gelişmiş kıta Avrupa her zaman için dünya hegemonyasında rekabet ederek,
yirminci yüzyıla damga vurmaya çalışmışlardır. Üç büyük kıtanın kesişme
noktasında bir araya gelen Türk toplulukları merkezi noktadan dünyaya bakarak,
kıtalar ile ilişkilerin geliştirilmesine çaba göstermişlerdir. Türkler merkezi
alanın egemen gücü olarak uygarlık nerede gelişirse yüzlerini o tarafa
dönmüşlerdir. Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki bu çizgideki yarışta
uygarlıkların etkileyici yönlendirmesi olmuştur. Türk tarihi bu tür
uygarlıkların birbirini izleyerek değişik bölgelerde dünya medeniyetinin devamlılığını
sağlamıştır. İnsanlığın bugün gelmiş olduğu uygarlık düzeyinin ortaya
çıkmasında merkezi alanın üzerindeki siyasal yapılanmanın önde gelen rolü
olmuştur.
İnsanlık
tarihinin başlangıç dönemlerinde Çin ve Hint uygarlıkları üzerinden ilk çağ
uygarlıkları belirleyici olmuş ve bu dönemde Orta Asya kökenli Türkler Çin ve
Hint uygarlıklarına yönelik bir süreçten geçmişlerdir. Bugünkü uygarlık, Çin ve
Hint uygarlıklarının birbirini tamamlayarak Mezopotamya’ya doğru bir gelişme
süreci çizgisinde batıya doğru yönelmesiyle meydana gelmiştir. Türklerin orta
ve kuzey Asya topraklarından ön Asya bölgesine geçişleri ile birlikte Asya merkezli
insanlığın bütün dünya kıtalarına göç etmelerini sağlamıştır. Mezopotamya’da başlayan
ilk yerleşimler insanlığın göçebe kültüründen uzaklaşmasını sağlamış ve daha
sonraları da yerleşik uygarlık düzenine geçiş tarihsel dönemlerin birbirini
izlemesi sonrasında gerçekleştirilmiştir. Asya uygarlıkları ilk ortaya çıkan
örnekler olarak tarihin ilk dönemlerinde yer alırken, daha sonraki aşamalarda
uygarlığın Asya kıtasından Avrupa kıtasına doğru bir geçiş süreci yaşadığı
görülmüştür. Avrupa kıtası Asya’dan gelen uygarlık oluşumuna sahip çıkarak,
bunu bütün dünya kıtalarına yayma çabası içinde olmuştur. Böylesine bir yöneliş,
Avrupa ülkelerini hem emperyalist hem de sömürgeci yapmıştır. Bütün dünyaya
uygarlık götürdüğünü söyleyen Avrupalı emperyalistler aynı zamanda gittikleri
ülkelerin yer altı ve üstü tüm zenginliklerine el koyarak ve bunların en önemli
örneklerini Avrupa kıtasına taşıyarak, bu kıtayı tümüyle bir müze görünümüne dönüştürmüşlerdir. Dünyayı beş yüzyıl yönetmiş olan Avrupa
emperyalizmi, bu kıtaya taşımış olduğu uygarlığın nimetlerinden fazlasıyla
yararlanarak, Avrupa dışında kalan bütün dünya topraklarını ve ülkelerini
sömürgecilik girişimlerine alet etmiştir. İki büyük dünya savaşının birbirini
izleyerek gündeme gelmesiyle birlikte Avrupa kıtasında uygarlık sona ererken,
eski bir Avrupa sömürgesi olan Amerikan kıtasının kuzey bölgesinde çağdaş
uygarlığın yeni bir versiyonu olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde yeni bir
süper güç ve devletin dünya sahnesine çıkışı hazırlanmıştır. Medeniyet Asya’da
ortaya çıkarken ve Asya’dan Avrupa’ya doğru gelişmeler gösterirken dünyanın
ortalarında yer alan Afrika kıtası sürekli olarak dışlanarak geride bırakılmış
ve dünyanın en geri kıtası olmaya mahkûm edilmiştir. Geri bırakıldığı için
Avrupalı emperyalistler ile mücadele edemeyen Afrika kıtası, emperyalistlerin
sömürgesi olmaktan kurtulamamış ve bu kıta üzerinde Avrupalılar elli beş
sömürge devleti oluşturmuşlardır.
Avrupa’nın
yanı başında kurulmuş olan Türk devletleri bu kıtanın emperyalist devletleri
ile bir medeniyet savaşına girişmişler ve altı yüzyıl süren bu savaşlar
yüzünden Osmanlı devleti zayıflayarak çökmekten kurtulamamıştır. Selçuklu
döneminde orta dünyaya gelen Türkler, daha sonraki aşamada Osmanlı devletini
kurarak ve bir merkezi coğrafya hegemonyasını oluşturarak, Avrupalılar ile merkezi egemenlik için yarışmışlardır.
Osmanlı döneminde Türkler Balkanlar ile Kafkaslar, Akdeniz ile Karadeniz
bölgeleri arasında kalan geniş bir merkezi coğrafya yapılanmasını geliştirmişlerdir.
Tam bu aşamada Akdeniz’e Osmanlılar egemen olurken, bu denizin güneyindeki
kıyılarda yer alan Afrika kıtası ile Türklerin geliştirdiği hegemonya düzeni
kesişme noktasına gelerek, birbirlerine yakınlaşma aşamasına ulaşmışlardır.
Türklerin orta Asya bölgesinde Müslümanlığı benimsemeleriyle İslam coğrafyası
genişlerken, Türklerin öncülüğünde kurulan Selçuklu ve Osmanlı devletleri Orta
Doğu üzerinden Afrika kıtasına da girmek zorunda kalmışlardır. Asya
topraklarında kurulmaya başlayan Türk hegemonyası daha sonraki aşamada Avrupa
kıtasına doğru yönlenirken, Avrupalı emperyalist devletler ile Akdeniz
kıyılarında önemli deniz savaşları birbirini izlemiştir. Bu çerçevede
Osmanlılar Asya ve Avrupa kıtalarından sonra Afrika kıtasını da içine alan geniş
topraklar üzerinde hegemonya düzenini genişletmek için, daha sonraki dönemlerde
askeri birliklerini Arap yarımadasının tamamına göndermişlerdir. Hegemonya
savaşları devam ederken Osmanlı ordusu, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir Fas, Çad, Etiyopya
ve diğer orta Afrika ülkelerini hegemonyası altına alarak, Avrupa kaynaklı Haçlı
emperyalizminin önünü kesmiştir. Osmanlılar bu dönemde bir yandan Hristiyan
Avrupa ile savaşırken, Afrika kıtasının kuzey yarıküresinde yaşamakta olan zenci
kökenli Afrikalıları da Müslüman yapmak için uğraşıyorlardı.
Avrupa
ülkeleri Afrika’da yeni sömürgeler kurmaya çalışırken, Haçlı emperyalizminin
hedefi konumuna getirilen zenci Afrikalıları Osmanlı devleti Müslümanlaştırarak
ve kendi tebaası içine alarak onları batılı emperyalistlerden korumaya
çalışıyordu. Afrika topraklarının geleceği belirlenirken, Osmanlı devleti
Müslüman dünya adına hareket ederek, Hristiyanların Haçlı emperyalizmini bu
kıtadan atabilmenin çabası içine giriyordu. Osmanlı İmparatorluğu dünyanın
merkezi devleti olarak tarih sahnesine çıkarken öncelik ilk adımlar Asya
topraklarında atılıyor ve bu doğrultuda Anadolu yarımadası, Kafkasya bölgesi
ile Orta Doğu topraklarında Osmanlı devletinin genişleme siyaseti devam
ediyordu. İstanbul’un fethi ile başlayan ikinci yayılma döneminde Osmanlılar
artık Avrupa topraklarını da sınırları içine alarak merkezi coğrafyanın batı
bölgesine de egemen oluyordu. Bu doğrultuda Avrupa toprakları üzerinde
Osmanlılar yürüyüşe geçerlerken, Saraybosna kentinin çevresini ele geçirerek
Balkan yarımadasındaki Türk hegemonyası öne çıkıyordu. Yüzyıllarca Osmanlı
egemenliği altında kalmış olan Bosna bölgesinin en uç kenti olan Bihaç da
Müslümanların bayrağı dalgalanıyor ve Vatikan’ın karşısında yükselmekte olan
İslam medeniyetinin oluşturduğu yapılanma Hristiyan Avrupa kıtasının ortalarına
kadar geliyordu. İstanbul’un fethi sonrasında Osmanlılar Ege üzerinden
Akdeniz’e inerek aynı zamanda bir deniz devleti olma konumunu da elde
ediyorlardı. Anadolu topraklarında kurulmuş olan Osmanlı devleti zamanla
genişlerken, önce Orta Doğu topraklarından güneye doğru inerek, Arapların
yaşamakta olduğu bölgeleri kendi sınırları içerisine dahil ediyordu.
İstanbul’un fethi sonrasında Balkanlar üzerinden Avrupa kıtasında imparatorluk
sınırları genişletilirken, aynı zamanda Akdeniz kıyılarından batı Avrupa
bölgesine doğru bir fetih dalgası Türklerin üzerinden yaygınlaştırılıyordu.
Osmanlılar Dalmaçya kıyılarından Akdeniz’in ortalarına doğru ilerlerken, karşı
kıyıda uzanmakta olan uçsuz bucaksız Afrika toprakları ile de ilgilenmek
zorunda kalıyorlardı. Türklerin ilk kez Afrika toprakları ile tanışmaları,
Osmanlı donanmasının Akdeniz seferleri üzerinden güneydeki kara kıtaya yönelmesiyle
oluyordu. Osmanlı askerleri Afrika
topraklarına ayak basarak Türklerin hegemonyasının üçüncü bir kıta üzerinde
genişlemesini sağlıyordu. Osmanlı devleti merkezi coğrafyanın doğusu ile
batısını ve de kuzeyi ile güneyini bir araya getirirken, Afrika kıtasının kuzey
yarısını da orta dünya yapılanmasına doğru yönlendiriyordu. Böylece orta alanda
kuzey ve merkez bölgeleri bir araya getiriliyordu.
Dünya
kıtaları arasında en güneyde kalan Afrika zenci nüfusunun çok fazla olması
nedeniyle, Kara Afrika olarak adlandırılmış ve bu bölge insanının ayrı bir
ırktan geldiği ileri sürülerek, buradaki devlet yapılanmaları kuzey yarıkürenin
dışında değerlendirilmiştir. İlk çağlardan bu yana bazı ilkel devletler ile
başlayan bir tarihe sahip olan Afrika kıtası, on beşinci yüzyıl sonrasında
İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi Hristiyan emperyalist batı Avrupa
devletlerinin sömürgeci saldırıları ile karşılaşınca, bu kez Orta Doğu
toprakları üzerinde dünya sahnesine çıkmış olan İslam dininin haçlı
emperyalizmine karşı örgütlenen İslam’ın direnişi ile karşılaşılmıştır.
İslamiyet dininin tarihinde Arap devletlerinin hükümranlığı bitince, bunun
yerini Türklerin hegemonyası almış ve Selçuklu İmparatorluğu ile başlatılan
Türklerin yönetimi, son aşamada Afrika kıtasının kuzey bölgesinde de
Müslümanlığın yayılması ile başlamış ve Birinci Dünya savaşının sonlarına kadar
devam etmiştir. Batı ülkeleri kıtanın batısından girerek aşağı doğru yayılırken,
Osmanlı İmparatorluğu da Akdeniz’deki karşı kıyısı olan Afrika’nın kuzey
kesiminden içeri doğru girerek, zaman içinde Mısır, Libya, Tunus, Fas, Cezayir,
Etiyopya, Çad ve Orta Afrika topraklarını sınırları içine alıyordu. Dünyanın
merkezi bölgesinde bir Türk hegemonyası oluşturulurken, en son kıta olan
Afrika’nın kuzey bölgesi de böylesine bir yapılanmanın içinde yer alıyordu.
Osmanlılar on beşinci yüzyılda Afrika kıtası ile tanışırken, Türk yönetimi aynı
zamanda bu bölgedeki eyalet ve şehirlerin de dahil olacağı yeni bir siyasal
yapılanmayı bölgeye getirmiştir. Dünyayı yöneten büyük devletler hep kuzey yarı
küresi üzerinden ortaya çıkarak hegemonya peşinde koşarlarken, güney bölgesine
de ağırlık vermek isteyince Afrika toprakları üzerinde egemen olabilmenin yol
ve yöntemlerini de aradıkları zaman, Afrika kıtası her zaman önlerine bir sorun
olarak çıkmıştır. Batılı emperyalistler hegemonya peşinde koşarken, Orta Doğu
ve Kuzey Afrika’nın Müslüman halkları batı emperyalizmi ile sürekli olarak
savaşan Osmanlı ordularının himayeleri altına girmişlerdir. Böylece tarihteki
Türklerin Afrika macerası başlamıştır.
Batılı
emperyalistler Afrika’nın batı bölgelerini teslim alırlarken, bu bölgenin yerli
halklarını köle ticaretinde mal olarak kullanmışlar ve böylece Batı Avrupa ile
Kuzey Amerika bölgelerinde köleci ekonomilerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır.
Afrika kıtası uzun yıllar batılı emperyalistler tarafından köle deposu olarak
kullanılmıştır. Daha sonraki aşamada ise Afrika ülkeleri tam olarak sömürge
olmaya yönlendirilmişlerdir. Bu gibi politikaların sonucunda Afrika kıtası
batılı sömürgecilerin çekişme alanına dönüşürken, kıtanın kuzey bölgesinde
yaşamakta olan Müslüman halklar Osmanlıların tebası konumuna gelmişlerdir.
Kuzey bölgesinin Müslüman ülkeleri Osmanlı imparatorluğunun güney eyaletleri
konumuna gelirken, birinci dünya savaşının sahneleri Almanlar ve İtalyanların Akdeniz
kıyılarında dolaşmaları yüzünden Afrika topraklarına taşınmıştır. Bu yüzden Türklerin
kurtarıcısı olarak tarih sahnesine çıkmış olan Atatürk ulusal kurtuluş
savaşının ilk cephelerini Libya devletinin sınırları içinde yer alan Trablus ve
Bingazi kentlerinde, işgalci İtalyan askerlerine karşı durarak antiemperyalist
direnişi Afrika kentlerinde kurmuştur. On beşinci yüzyıldan yirminci yüzyıla
kadar yaşayan batı sömürgeciliği, iki cihan savaşı sonrasında modern bir dünya
düzeni kurulurken tasfiye edilerek, yerine ulus devletler düzeni
oluşturulmuştur. Birleşmiş Milletler örgütü bir evrensel yeni yapılanmayı
gündeme getirirken, bağımlı sömürgelerden bağımsız ulus devletlere geçiş
aşaması tamamlanmış ve dünya haritasında elliye yakın Afrika ülkesi bağımsız
devletler olarak yerlerini almışlardır. Zenci Afrika halkları ile sürekli
olarak çatışan sömürge yönetimleri daha sonraki aşamada, sömürgeci devletlerin
destekleri ile Birleşmiş Milletlere üye olarak, bağımsız devletler statüsünü
kazanmış oldular. İkinci dünya savaşı sonrasında bağımsız devletler olarak
Birleşmiş Milletler çatısı altında yerlerini alan Afrika devletleri, gene
eskisi gibi sömürgeci devletlerin yönlendirmesi ile karşı karşıya kalınca,
Vatikan devreye girerek Hristiyan dininin çatısı altında bunları batı blokunun
bir parçası haline getirmeye çalışıyordu. Batı ve güney Afrika ülkeleri Hristiyan
batının denetimi altına girerken, eski Osmanlı sömürgesi olan kuzey ve doğu
Afrika ülkeleri de İslam dininin oluşturduğu yakınlaşma sürecinde kuzeye ve
doğuya doğru açılarak ve Osmanlı devletinin bölgedeki mirasçısı olan Türkiye
Cumhuriyetine yanaşarak, İslam dini kimliği ile
yeni denge arıyorlardı.
Bağımsızlığına kavuşan Afrika devletleri soğuk
savaş sonrasında dışarıya açılarak tüm ülkeler ile diplomatik ilişkilere
girerlerken, Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasına sıkışan
Avrupa kıtası gibi bir kıtasal birlik arayışına yönelmiştir. Bu gibi çabaların
sonucunda Afrika Birliği Kongresi oluşturulmuş ve emperyalist büyük ülkelere
karşı geliştirilen bir karşı koyma mücadelesi sonucunda Afrika Birliği, tüm
Afrikalı ülkelerinin dayanışması sayesinde gerçeklik kazanmıştır. Tam anlamıyla
batılı birlikler kadar olmasa da Afrika Birliği kara Afrika’nın özgürlüğü
yolunda önemli bir adım olmuştur. Ne var ki, Afrika ülkelerinin hem emperyalist
batı ülkeleri hem de Hristiyan dünyasının uluslararası kuruluşları karşısında
zorlanmaları yüzünden, Afrika ülkeleri de kendi uluslararası kuruluşlarını
oluşturarak dünya üzerinde hegemonya yarışına katılmak zorunda kaldıkları için,
Afrika Birliği Kongresi Afrika kıtasının sesi olarak dünya çapında güçlü bir
örgüt konumuna gelmiştir. Küreselleşme döneminde taşlar yerinden oynatılarak
yeni bir dünya düzeni kurulurken, Afrika Birliği örgütünün kıtasal birliğin ve
ülkeler arası dayanışmanın temsilcisi olarak, geleceğin kıta devletinin önünü
açmaya çalıştığı görülmektedir. Özellikle Avrupa Birliği oluşumunu yakından
izleyen Afrika’lılar benzeri bir uluslararası organizasyonu, Afrika Birliği
Kongresi çatısı altında yapabilmenin çabası içinden olmuşlardır. Küreselleşme
oluşumunun sonlarına gelindiği bir aşamada dünyanın her yerinde bölgeselleşme
oluşumlarının gündeme gelmesiyle birlikte kıtalar üzerinde yer alan bütün
ülkeler, kendi bulundukları alanlarda çıkarlarına uygun bölgeselleşme
hareketlerine katıldıkları görülmektedir. Afrika Birliği Konferansı’nın böylesine bir
yeni noktada Avrupa Birliği gibi kıtasal devlet olabilme mücadelesi içine
girmiş olduğu son yıllardaki gelişmeler aracılığı ile gündeme gelmiştir. Hepsi
Birleşmiş Milletler gibi evrensel bir oluşum içinde yer alan Afrika Devletleri,
bunun yeterli olarak devreye giremediği noktada Afrika Birliği gibi bir kıtasal
devlet oluşumuna kalkışmasını, geçmişten gelen sömürgecilik anıları
canlandığında iyi anlamak gerekmektedir. Artık dünya halkları yeniden
emperyalizmin tozlu çizmeleri altında kalarak ezilmek istememektedirler.
Bölgeselleşme
oluşumları dünyanın her kıtasında her bölgenin özelliklerine göre farklı farklı
çizgilerde öne çıkarken, tam ortasında Türkiye Cumhuriyeti devletinin bulunduğu
merkezi coğrafyada da benzeri durumlar ortaya çıkmakta ve bu doğrultuda her
devlet kendi çıkarlarını güven altına alacak biçimde bölgesel yapılanma
alternatiflerine yönelebilmektedir. Avrupa Birliğinin gösterdiği yolda değişik
kıtalar üzerinde yer alan bütün ülkelerin gelecekte, büyük emperyalist
devletlerin saldırı ya da işgal girişimlerine karşı bir dayanışma modeli olarak
bölgesel birliklerin ya da kıtasal devlet yapılarının ya da benzeri oluşumların
öne çıktığı yeni bir dönemden dünya geçerken, Türkiye Cumhuriyeti eski Osmanlı
İmparatorluğunun varisi olarak öne çıkmakta ve Osmanlıların yakın ilişkiler
kurarak kendine bağlı eyaletlerin oluşturulduğu
kuzey Afrika ülkeleri ile yeniden yakın ilişkiler tesis ederek şimdikilerden çok farklı bir bölgeselleşme
örneğini ortaya koymaktadır. Batı hegemonyası tarihinde İngiltere-Fransa
ortaklığı dönemi geride kalırken, bunun yerini ABD-İsrail ittifakının aldığı
açıkça görülmektedir. ABD İngiltere’nin eski sömürgelerine girerek el koyarken,
İsrail’de Fransa’nın yerini alarak, Amerikan gücünü kendi çıkarları
doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedir. İkinci dünya savaşı
sonrasında merkezi coğrafya ya Amerikan devletinin gelmesi, Türkiye’nin Nato’ya
üye olarak girmesi ve en önemlisi, İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte
Türkiye’nin kendi bölgesindeki konumu değişmiş, daha önceden var olan İngiltere
ile ilgili sorunlar ABD’nin omuzlarına yüklenmiş, Fransa ile olan sorunlar ise
İsrail’in yeni konumuna uygun düşecek bir çizgide çözüm arayışlarına
yönlendirilmiştir. Yeni kurulan Nato‘nun bu bölgeye Türkiye üzerinden
gelmesiyle de Türkiye’nin batı ittifakı ile olan ilişkileri Sovyetler
Birliğinin karakolu konumundaki bir ülke fikri üzerinden yeniden kurulmak
istenmiş ve batı dünyasının çıkarlarının korunması amacıyla Türkiye Sovyet
alanı ile Müslüman alan arasında bir tampon devlet konumunda yeniden
kurgulanmaya çalışılmıştır. Bu yeni dönemde, Türkiye eski Osmanlı eyaletleri
olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine doğru bir köprü olarak ABD-İsrail
ikilisi tarafından kullanılmaya çalışılmıştır. Eski Osmanlı eyaletleri, Osmanlı
devletinin mirasçısı olan bir büyük devlet olarak, Türkiye’nin ilgi alanına
doğru yönlendirilmiştir.
Kuzey
Afrika’nın Orta Doğu bölgesi ile doğru
dürüst bir ilişkisinin olamayacağını öne sürenler, Afrika’nın kuzey ülkelerine
gittikleri zaman yanıldıklarını anlamaktadır. ABD’nin merkezi coğrafyayı
bütünleştirecek bir biçimde geliştirmiş olduğu Büyük Orta Doğu projesi yeterli
olmamış ve bu proje daha sonraki aşamada yeniden ele alınırken “Genişletilmiş
Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu” olarak ismi değiştirilmiş ve dünyanın
güvenliği açısından bu iki bölgenin yaşamsal öneme sahip olduğu bir kez daha
dile getirilmiştir. Bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten bazı
politikacılara, “Büyük Orta Doğu Projesinin eş başkanlığı “önerilmiş ve bu gibi
kadrolar aracılığı ile merkezi alanda güçlü bir bölgesel yapılanmanın
oluşturulması hedeflenmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya
çıkan otorite boşluğu alanını kimseye kaptırmamak amacıyla, Amerikan
emperyalizmi merkezi coğrafya da yeni
bir hegemonya projesini uygulama alanında uygulamaya başlarken, önce Afrika
kıtasını dikkate almamış ama daha sonraki aşamada uygulamaya geçerken ve Orta
Doğu’dan Orta Asya’ya doğru bir egemenlik kuşağı ortaya koyarken, bu projenin adını
da değiştirerek, yeni projenin adını “Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu
projesi olarak gündeme getirmiştir. Böylece, Orta Doğu ve Orta Asya bölgeleri
için orta dünyada hazırlanacak bütün hegemonya planlarının çıkış noktası ve
temel dayanağı olarak kuzey Afrika bölgesi öne çıkarılmıştır. Atlantik
emperyalizmi merkezi alanda kendi hegemonyasını kurarken, hem kuzey Afrika
üzerinden harekete geçmiş hem de Atlantikçiliğin bölgedeki ortağı konumundaki
İsrail devletinin uluslararası alanda örgütlemiş bulunduğu Siyonizmin getirdiği
destek yapıların avantajlarını da kullanmıştır. Osmanlı ve Sovyet düzenlerinin
çökmüş olduğu merkezi alanda yeni bir siyasal düzen kurmaya yönelen
Atlantikçilik, bölgede var olan bütün devletlerin içlerine sızarak ABD
paralelinde lobiler oluşturmuş ve bunları Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük
Orta Doğu projesinin hayata geçirilmesi için seferber etmiştir. Soğuk savaş
döneminde kuzey Afrika, doğu ve batı emperyalizmlerinin çekişme alanı olarak
birçok darbe ya da provokasyon senaryolarının çatışma bölgesi olarak öne
çıkmıştır.
Soğuk
savaş döneminde Afrika kıtasında devletlerin bölüşümü gündeme gelirken,
İngiltere ve Fransa İspanya ile birlikte öne çıkmış ve daha sonraki aşamada da
Sovyetler Birliği’nin bölgeye yakın bir ilgi göstererek yoğunlaşması üzerine,
Rusya’nın kontrolü ele geçirdiği Habeşistan, Cezayir, Sudan, Mısır ve Libya
gibi Afrika ülkelerinde batı karşıtı siyasal çıkışlar sosyalist sistemin
destekleri ile ortaya çıkmıştır. Ne var ki, İngiltere ve Fransa’nın eski
sömürgeleri üzerindeki kontrollerini kararlı biçimde sürdürmeleriyle, Sovyet
sosyal emperyalizmi Amerika ve Avrupa kıtaları üzerinde devam edip giden Batı
blokuna karşılık, Sovyetler Birliğinin öncülüğünde Asya ve Afrika ülkelerini
bir araya getirerek karşı çizgide bir dünya dengesi oluşturmak üzere gene
Afrika kıtası ile birlikte Afrika devletleri yeniden gündeme gelmişlerdir.
Sovyetler Birliği dağılana kadar uluslararası alanda devam edip giden doğu ve
batı bloklaşması, küreselleşme aşamasına geçilmesiyle birlikte sona ermiş ve
bunun üzerine bu bölgeye sızmak üzere Genişletilmiş kuzey Afrika projesi, Büyük
Orta Doğu projesi ile birleştirilerek uygulama alanına getirilmiştir. Sosyalist
dünya düzeninin çökmesi üzerine önce tek kutuplu dünya düzeni ABD merkezli
olarak sürdürülmek istenmiş ve bu doğrultuda ABD bölge devletlerine baskı
yapmaya başlamış ama tam bu aşamada ortaya çıkan İngiltere ve İsrail
çekişmeleri, Amerikan devletini içten sarsmıştır. Afrika kıtası üzerinden
bölgeye yönelik Atlantikçi yaklaşımların, Amerikan devletini içeriden ele
geçiren Siyonist lobiler tarafından yönlendirilmeye başlanması üzerine, ABD
insiyatifi giderek İsrail’in kontrolünde bir yeni hegemonya arayışı haline
gelmiştir. Küreselleşme döneminde bir yandan İngiltere ve Fransa eski
sömürgelerine sahip çıkmaya çalışırken, ABD ve İsrail ikilisinin Afrika kıtası
üzerinde yepyeni emperyalist düzen arayışına yönelmişlerdir. Atlantik güçleri
bu aşamada ikiye bölünmüş, ABD ve İngiltere karşı karşıya gelirken, Fransa ve
İsrail devletleri de birbirlerinin rakipleri olarak Afrika kıtası üzerinde
çekişmelerini sürdürmüşlerdir. Türk devleti tam bu aşamada ABD-İsrail ikilisi
ile İngiltere-Fransa ikilisi arasında kalmış, her iki ittifak eski Osmanlı
mirası üzerinde Müslümanlığın etkin olduğu kuzey Afrika ülkelerinde karşı
karşıya gelince, bölgenin merkez ülkesi olan Türkiye bu iki ittifakın taşeronu
olarak devreye sokulmak istenmiştir.
Geçen
ay içinde kırktan fazla Afrika ülkesinin üçüncü Afrika Zirvesi toplantısında
bir araya gelmeleriyle, Afrika kıtasının bağımsız bir gelecek arayışının en
önemli adımı gerçekleştirilmiştir. Elliden fazla devletin bulunduğu Afrika
kıtasındaki devletlerin tamamına yakın bir çizgide toplantıya katılım
sağlanması, Afrika ülkelerinin böylesine bir uluslararası toplantıda ortak bir
dayanışma içinde hareket ettiklerini göstermektedir. Toplantının Türkiye’de ve
İstanbul gibi bir bölge merkezi mega kentte yapılması, Osmanlı döneminden gelen
Türk-Afrika yakınlaşmasının en son örneği olarak gerçekleşmiştir. Hepsi
Birleşmiş Milletler üyesi olmalarına rağmen, bu büyük örgütün yönetim kurulunda
Afrikalı temsilcilere yer verilmemesi bu toplantıda dile getirilerek karşı
çıkılmış, geleceğin dünyasında Afrika devletlerinin de eşit koşullarda yer
alacağı, yeni bir Birleşmiş Milletler yapılanması talebi tüm üyelerin
destekleriyle benimsenmiştir. Afrika’nın devlet sayısının fazla olmasına rağmen,
Birleşmiş Milletler yönetim kurullarında Afrikalı temsilcilerin bulunmaması, emperyalizmin
yeni bir uygulaması olarak bu toplantıda eleştirilmiştir. Yeni dönemin
koşullarında Rusya ve Çin’in iki süper güç olarak Afrika ülkelerinde yeni siyasal
ve ekonomik ilişkilere girişmesi üzerine, batı bloku Türkiye’nin eski Osmanlı
hinterlandında devreye girerek, doğu bölgesinden gelen Çin, Rus ve Hint
emperyalizmlerine karşı bir cephe ülkesi konumunda mücadele etmesini
istemişlerdir. Avrupa ve Atlantik emperyalizmleri kendi aralarındaki rekabet
düzeninde Türkiye’yi birbirlerine karşı kullanmaya çalışırlarken, aynı zamanda
iki grubun batı bloku olarak Afrika’ya yöneldikleri aşamada doğu blokunun önde
gelen emperyalist güçleri olan Çin, Rus ve Hint devletleri ile şirketlerine
karşı, öne çıkan cephelerde geçmişten gelen batı hegemonyasının yeni bekçisi
olmasını istemektedirler. Türkiye’nin kendi hegemonya planlarını engelleyen
batılı emperyalistler hiç utanmadan kendi hegemonyaları için Türkiye’yi bölge
ülkesi olarak bir saha taşeronu konumuna getirmeye çalışmaktadırlar.
Türkiye’nin
bir büyük bölge ülkesi olarak düzenlemiş bulunduğu Afrika zirvesi toplantısında,
insan odaklı kalkınma kavramına geniş yer verilmiştir. Ekonomi, sağlık, eğitim,
bilim, teknoloji, turizm, çevre ve kültür gibi ana alanlarda iş birliği ve
dayanışma çalışmalarını daha düzenli bir biçimde sürdürülmesi, kongre
kararlarında açıkça belirtilerek, emperyalist devletlerin dışarıdan
dayattıkları manipülasyonlara açık kapı bırakılmamıştır. Avrupa Birliğinin
Amerika Birleşik Devletleri’ne benzer bir biçimde kıtasal federasyona yönelmesi
gibi bir benzeri kıtasal federasyonu da Afrika devletleri Afrika Birliği
Kongresi çatısı altında aramaktadırlar. Zenci nüfusun çok olduğu Afrika
ülkelerinin tek bir Afrika ulusu ya da devleti olmak istemesi, yüzyıllar süren
emperyalist çekişmeler yüzünden sürekli olarak ertelenmiştir. İstanbul’da
yapılan son zirve toplantısında Afrikalı temsilciler batı blokunun
emperyalizmine karşı, Asya ülkeleriyle bir araya gelerek eskiden olduğu gibi
yeni bir Asya-Afrika dayanışma düzeni oluşturmalarının zorunlu olduğunu her
fırsatta gündeme getirmişlerdir. Obama Afrika’nın maden zenginliklerinin Şangay
örgütünün eline geçmemesi gerektiğini söylerken, Afrika ülkelerini gene eskisi
gibi batı merkezli sömürgeci bir geleceğe mahkûm edebilmenin yollarını arıyordu.
Avrupa basını, Afrika zirvesini bu kıtadaki Türk atılımı olarak açıklarken, Amerikan
basını da Türkiye ile Afrika arasında yeni bir savunma birliğinin doğulu
emperyalistlere karşı örgütlendiğini öne sürmüştür. Etiyopya, Çad, Orta Afrika
gibi kıtanın ortasındaki alanlarda iç savaşlar devam ederken, batılı
basın-yayın organlarının Türkiye’yi bölgenin yeni koruyucusu olarak ilan
etmeleri de batının önde gelen güçlerinin Afrika kıtasını doğunun yeni
emperyalistlerine bırakmayacağını ve Türkiye gibi eski bir müttefik bölge
ülkesinin bölgedeki çatışma alanlarında uzaktan kumandalı taşeron devlet
konumuna getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Son dönemde Türkiye bir merkezi
alan ülkesi olarak kuzey Afrika ile Orta doğu ve Orta Asya arasında köprü
konumuna gelirken, batılı emperyalist güçlerin Afrika kıtasındaki çıkarlarının
bekçisi olmamalıdır. Türkiye tarihsel birikim açısından konuya baktığı zaman,
emperyalist ülkelerin çıkarları ile karşı karşıya ama Asya ve Afrika
ülkelerinin çıkarları ile de bir mazlum ülke olarak yan yana olduğunu hiçbir
zaman unutmamak durumundadır. Türkiye Afrika yollarına doğru açılırken,
kendisini orta dünyada bekleyen Balkanlar, Kafkaslar, Akdeniz ve Karadeniz
bölgelerinde var olan çıkarlarını unutmamalı, hiçbir zaman bunlara ters
düşmemelidir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Değerli Anıl Hocam,
YanıtlaSilYönetim kadrolarına izlemeleri gereken politikalar konusunda yol gösteren bu önemli değerlendirme ve yorumlar için teşekkürler.
Değerli Anıl Hocam,
YanıtlaSilYönetim kadrolarına izlemeleri gereken politikalar konusunda yol gösteren önemli tespitleriniz ve yorumlarınız için teşekkürler.