BEŞ TARZI SİYASET
İnsanlığın üzerinde yaşamını sürdürmekte olduğu dünyanın yönetimi, beraberinde siyaset olgusunu öne çıkarmakta ve tarihsel gelişmeler de bu çizgide biçimlenmektedir. Yeryüzü haritasında yer alan her ülke ve bölgenin kendine özgü yapısı ve bu nedenle de birbirinden çok farklı yönetimleri vardır. Bu doğrultuda tarihsel süreç geleceğe doğru gelişirken, birçok ülkede yeni olaylar gündeme gelmekte ve bu doğrultuda da her bölgede kendine özgü olaylar birbiri ardı sıra yaşanmaktadır. Kütüphaneler bu birikimi belgeleyen ve günümüze aktaran kaynaklar olarak bugünün kuşaklarına da ışık tutmaktadır. Günümüzde yaşanan olaylar ve onların perde arkasındaki gelişmelere bakıldığı zaman, dönemsel değişikliklerin beraberinde önemli dönüşümlere yol açtığı ve böylesine hareket dolu süreçler içerisinde tüm devletlerin ve milletlerin var olan durumu tespit ederek, yeni ortaya çıkan ortamlara uyum sağlama ve bu doğrultuda geleceğin dünyasında var olarak yoluna devam etme stratejileri ortaya koydukları görülmüştür. Bugün de insanlığın karşı karşıya kaldığı durumları anlayabilmek ve geleceğin dünyasında varlığını koruyarak yola devam etmek çizgisinde, insanlık yeni bir çıkış yolu aramak durumundadır.
Osmanlı
İmparatorluğu yıkılmasaydı Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Osmanlı devletinin
dağılması üzerine meydana gelen merkezi coğrafya alanındaki oluşan otorite
boşluğunun giderilmesi arayışları, ortaya hem bir dünya savaşı hem de savaş
sonrası senaryoları beraberinde getirmiştir. Bu değişim sürecinde orta
dünyadaki büyük devletin sonrası için çalışmalar başlatılmış ve öne çıkan
güçler kendilerini merkeze koyarak ya da kendi merkezli konumları üzerinden
yeni bakış açıları geliştirerek, Osmanlı sonrası için öngördükleri plan ve
projelerini hazırlamaya başlamışlardır. Batı emperyalizminin büyük gücü olan
İngiltere bu doğrultuda çalışmalarını aşamalı planlara bağlayarak geliştirirken;
Fransa, Amerika, Almanya ve Rusya gibi o dönemin diğer önde gelen
emperyalistleri Osmanlı topraklarını kendilerine bağlayacak yeni stratejiler
geliştirmek durumunda kalıyorlardı. Bu hazırlıkların en önde gelenini güneş
batmayan bir dünya imparatorluğu kurmuş olan İngiltere hükümeti yapıyordu. Bir
İngiliz Yahudisi olarak Büyük Britanya İmparatorluğunun başına geçen ve
geleceğe dönük merkezi coğrafya planlar ı yapan Başbakan Benjamin Disrael,
Osmanlı sonrası merkezi coğrafya üzerine hazırlamış olduğu merkezi alan
projesini 1852 yılında uygulama alanına getiriyordu. Türklere dayatılan Sevr
planının ilk hazırlığı olarak hazırlanan bu proje, birinci dünya savaşı
sonrasında iki Atlantik gücünün bir araya gelmesi ile birlikte uygulama alanına
sokuluyordu. Benjamin Disrael bir Yahudi asıllı İngiliz başbakanı olarak,
Britanya İmparatorluğunun başında tek bir dünya devleti için uğraşırken, aynı
zamanda Osmanlı sonrası için orta dünya üzerinde de Hint yarımadası gibi kendilerine
bağımlı olacak bir merkez bölge federasyonunun peşinde koşuyordu.
Yeni
kurulmuş olan Amerika Birleşik Devletleri I800 lü yılların başlarında merkezi
alana gelerek ve yüzden fazla okul ile Amerikan Kolejileri açarak bölgede
yerleşirken, Avrupalı ve Asyalı emperyalistlere karşı merkezi coğrafyanın
paylaşılması kavgasında okyanus ötesi güç olarak kendisinin de var olduğunu
ortaya koyuyordu. Amerikan okullarına gönderilen hocalar ve papazların birer
ajan olarak çalışmaları üzerine, İngiltere’nin Orta Doğu ve Fransa’nın Kuzey
Afrika bölgesindeki çalışmaları daha da hızlanması ile orta dünyanın
bölüşülmesi kavgası gelecekte daha büyük hesaplaşmalara yönelik bir doğrultuda
tırmandırılıyordu. Avrupa kıtası üzerinden dünyaya açılan emperyalist güçler, dünya
kıtalarını tanıdıktan sonra ele geçirme mücadelesine kalkışınca cihan
savaşlarına dönük siyasal hazırlıklar, Balkanlar-Kafkaslar ve Orta Doğu gibi üç
büyük Osmanlı alanında gündeme geliyordu. Büyük İmparatorluklar dünya
haritasını bölüşme kavgası yaparlarken orta dünya sahalarında birbirleriyle
kavga ederek, egemenlik yarışının kazananı durumuna gelmek istiyorlardı. Tüm
emperyalist gelişmelerde baş aktör olarak öne çıkan Büyük Britanya
İmparatorluğu on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında şiddetlenen emperyalist
yarışta en önde olmak ve de için hem plan ve projeler aracılığı ile öne geçmek
istiyor, hem de bu doğrultuda okyanuslardan iç denizlere yönelerek Akdeniz’in
doğusunda Kıbrıs adasını alarak bu coğrafyanın merkezine oturuyordu. Rusya’nın
tam Kafkaslar bölgesinden güneye doğru inmeye başladığı anda İngilizler de
Kıbrıs adasına asker çıkartarak Doğu Akdeniz’e yerleşiyor ve böylece de Rusya‘nın
sıcak denizlere inmesini önlüyorlardı. Rusya güneye inerken İngiltere doğuya
doğru açılım yapıyor ve Fransa’da İngiltere’nin yanın da suç ortağı olarak
Afrika’nın kuzeyi üzerinden doğu açılımı yaparak, Akdeniz’in doğusuna geliyor
ve Lübnan ile Suriye’de kendine bağlı sömürge yapılanmaları kuruyordu. Rusya, Fransa ve İngiltere bu
yayılmaları açıktan yaparken, Amerika Birleşik Devletleri ‘de geleceğin büyük
emperyalist devleti olarak okullar üzerinden gizli ve dolaylı bir merkezi alan
örgütlenmesini, diğer emperyal güçlere karşı çıkarak Osmanlı hinterlandı
üzerinde yapıyordu.
Atlantik
güçleri Avrasya güçlerine karşı örgütlenirken, bir Avrupa gücü olarak
Almanya’da Balkanlar üzerinden aşağıya doğru inerek, Osmanlı devletinin
yıkılmasını önlemek ve Atlantik ile Avrasya imparatorluklarına merkezi
coğrafyayı kaptırmamak üzere, orta Avrupa’dan Balkanlara, daha sonra da Marmara
ve Ege kıyılarına doğru yayılıyordu. Balkanların küçük topluluklarını
Balkanizasyon sürecinde Osmanlı’ya karşı Rusya, İngiltere ve Fransa
kışkırtırlarken, Almanya askeri yardım bahanesi ile İstanbul’a geliyor ve
Atlantikçilerin Çanakkale saldırısına karşı dağılmış olan Osmanlı ordusunu
toparlayarak, Atlantikçilerin Anadolu üzerinden Kafkasya ve Hazar bölgelerine
uzanmalarını önlemeye çabalıyordu. Osmanlı devleti merkezi coğrafyada ayakta
kalabilmek için direnirken, dört bir yandan sürdürülen saldırılar ile Birinci
Dünya savaşına doğru gidiliyor ve bu durumun sonucunda da imparatorluklar
tarihin derinliklerine doğru sürüklenirken, bunlardan boşalan alanlarda Avrupa
modeli yeni ulus devletler dünya sahnesinde boy gösteriyorlardı. Çok geniş
alanlara yayılmış olan Osmanlı devleti ipek yolu üzerinden işleyen dünya
ticaret yollarını, uluslararası ekonominin güvenliği açısından denetlemeye
çalışırken, Kafkasya’dan Macaristan’a, Kırım’dan Libya’ya kadar çok geniş bir
alanın güvenliğini ve devlet düzenini korumaya çalışmış ama bu yüzden de
zamanla zayıflayarak çöküş sürecine doğru sürüklenmiştir. Büyük güçler arasında
çekişme konusu olan orta dünya alanları cihan savaşlarının cephe ülkelerine
dönüşmüştür. Atlantik, Avrupa ve Avrasya güçleri dünyanın merkezini ele
geçirerek orta dünyada bir tek dünya devleti kurmak ve bunun üzerinden de cihan
hegemonyalarını ilan etmek için sürekli bir çaba içinde olmuşlardır.
Fransız
devrimi Avrupa’daki krallıkları çökertirken ve hanedanların arkasından ulusal
toplum yapılanmalarını öne çıkarırken dünya haritası değişmeye başlamıştır.
Avrupa’da milliyetçilik cereyanları tırmanırken, imparatorlukların yerini ulus
devletler almıştır. Avrupa’da esmeye başlayan milliyetçilik cereyanları doğuya
doğru esmeye başladığında Rus Çarlığı, Avusturya Macaristan imparatorluğu ve
Osmanlı devleti alt kimlikçilik üzerinden başlatılan milliyetçilik
cereyanlarına karşı duramamış ve yıkılarak ulus devletler oluşumunun önünün
açılmasına aracı olmuşlardır. İngiliz, Fransız ve Rus imparatorlukları merkezi
alana doğru on dokuzuncu yüzyılın ortalarında yayılmaya başladıkları aşamada, merkezi
devlet Osmanlı İmparatorluğu da kendi geleceğini düşünmeye başlamıştır. Tam bu
aşamaya gelindiğinde Bartholdy’nin yönlendirdiği Paris’teki Türkologlar Osmanlı
devletinden gelen gençleri yetiştirmeye başlamışlar ve Fransa merkezli bir
dünya planı doğrultusunda oluşturdukları gençlere, Jön Türkler adı verilerek
bunların ülkelerine döndüğünde Fransa ve batı Avrupa ile ortak hareket etmeleri
sağlanmaya çalışılmıştır. Benzeri bir biçimde İngiltere’ye giden Osmanlı
gençleri de Londra üzerinden Jön Türk örgütlenmesine yönelmişler ve böylece
Fransız devriminin getirmiş olduğu siyasal yapılanma Osmanlı ülkesine
taşınarak, büyük emperyalistlerin merkezi alandaki devleti ortadan kaldırmasını
önleyecek önlemler alınmaya çalışılmıştır. Paris ve Londra üzerinden Jön Türk
hareketi Osmanlı topraklarında bir batı rüzgârı estirmeye başladığı yıllarda,
Rusya’yı da etkileyen batı rüzgarlarının ve Fransız devriminin verilerinin Rus
aydınlarını etkileyerek yönlendirmeye başladığı görülmüştür. Bu durumun
sonucunda Rusya’nın en önemli kentlerinden birisi olan Kazan’da Tatar
aydınlarının öncülüğünde, Cedit hareketi bir aydın örgütlenmesi olarak doğmuş
ve Avrasya bölgesinde yayılmaya başlayarak siyasal alanda etkili olmuştur.
Fransız
devrimi Rusya’da Cedit hareketini getirirken, Osmanlı ülkesinde de Jön Türk
hareketi aynı dönemde yayılmaya başlayarak yirminci yüzyılda doğu bölgesindeki
yenilikçi gelişmeleri etkilemiştir. Rusya’daki yenilikçiler Cedit Hareketi
olarak Osmanlı bölgelerine gelmişler ve daha sonraki aşamada Fransa’dan gelen
Jön Türkler ile İsviçre’de çalışmalar yürüten Türkçüler ve Turancılar İstanbul’da
bir araya gelerek, işgal ve saldırı halindeki Türk topraklarının geleceğini
konuşmuşlardır. Bu tür çalışmalar
Birinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa’nın doğu toprakları ile Rusya ve
Osmanlı’nın orta alan bölgelerinde ne gibi siyasal yapılanmalara gidilebileceği
konularında Jön Türkler ile birlikte Ceditcilerin görüş alışverişleri olmuş ve
bu doğrultuda ki arayışların daha düzenli ve eşgüdüm altında yürütülmesi karara
bağlanmıştır. Fransız devriminin yarattığı yenilikçi ortamda hangi bölgelerde
ne gibi siyasal yapılanmalara yönelmenin mümkün olabileceği konusu,
ana sorun olarak bütün yenilikçi çevrelerde tartışma konusu olmuştur. Fransız
devrimi sonrasında yaşanan on dokuzuncu yüzyılda meydana gelen gelişmeler
doğrultusunda, bilim ve siyaset çevreleri kendi devletleri ile kamu düzenlerini
korumak, bunları ayakta tutmak ve geleceğin koşullarında varlıklarını sürdürmek üzere topluca harekete
geçiyorlardı. Bu durumda aynı doğrultuda Osmanlı aydınları da yeni arayışlara
yönelerek, kendi devlet ve kamu düzenlerini ayakta tutabilecek farklı öneriler
ve yolları gündeme getirerek bir çıkış yolu arıyorlardı. Emperyalistlerin
hegemonya planlarına karşı, oluşacak yeni durumlara göre, savunma ve yeniden
yapılanma alanlarında farklı düşüncelerle günün koşullarına göre oluşturulacak
gelecek planlarına acilen gereksinme vardı.
Jön
Türkçüler batı ülkelerinde yetiştirildikleri için genelde batı yanlısı bir
tutum çizgisinde hareket ediyorlar ve bu nedenle de batı ülkelerinde
geliştirilmiş olan plan ve projelere karşı sessiz kalarak, dolaylı yollardan
bunlara onay veriyorlardı. Daha çok Osmanlı devletinin gayrimüslim kesimleri
batı ülkelerinin emperyalist planları doğrultusunda kendilerini bu tür
hazırlıklara yakın tutarak, onların projelerinin işbirlikçi taşeronu konumunda
hareket etmeyi tercih ediyorlardı. Ne var ki, ileri batı ülkelerine giderek
orada öğrendikleri yenilikleri benzeri bir biçimde kendi yurdunda uygulamaya
öncelik veren antiemperyalist kadroların bir kısmı ise Jön Türkler ve Ceditcilerin
içinde yer alarak, bu yenilikçi akımların kendi ülkelerinin kurtuluşunda ortaya
batıdan farklı ve bölge ülkelerinin özgün koşullarına uygun daha ulusal plan ve
projeleri kamuoyunun önüne getirmeye çalışıyorlardı. Batılılar doğuluları yok
ederek onların ülkelerine sahip olmaya çalışırken, doğulular ve merkezi
coğrafya da yaşayan toplumlar da batı
emperyalizmine karşı kendini korumanın ve var olarak geleceğin dünyasında daha
güçlü bir biçimde yollarına devam edebilmenin yollarını araştırıyorlardı. Bu
çerçevede, Rusya’da Türkçülük kongrelerini yöneten Cedit hareketinin önde gelen
temsilcilerinden birisi olan Yusuf Akçura İstanbul’a gelerek, Türk Derneği ve
Türk Ocaklarını kurarak ve daha sonra da Türk Yurdu dergisini çıkararak, Osmanlı
ülkesinde yıkılan imparatorluk sonrasında, batı tipi bir ulus devleti merkezi
alanda Türk kimliği altında kurabilmenin yollarını arıyordu.
Yusuf
Akçura Rusya’dan kovulduktan sonra Almanya ve İsviçre’de çalışmalar yapmış,
Almanya kökenli bir Sosyalist ihtilalin sanayileşmiş Almanya yerine kırsal
alanda tarımcılık yapan Rusya’da gerçekleşmesinin nedenlerini araştırmıştır.
Daha sonraları da İsviçre’ye giderek buradaki Türklerin ve de özellikle
Fransa’daki Jön Türklerin, Paris’te yaptıkları çalışmaları yakından inceleyerek
etüd etmiştir. Daha sonrasında ise Osmanlı ülkesine dönerek İstanbul’da
incelemelerini sürdürmüş ve Osmanlı devleti sonrasında aynı topraklar üzerinde
bir Türk devletinin çağdaş ulus devlet olarak kurulabilmesinin ön koşullarını
belirlemeye çalışmıştır. Bu tür çalışmalarını sürdürürken dergilerde yazılar ve
bazı önemli kitaplar yayınlayarak, Osmanlı kamuoyunda geleceğe dönük bir ulusal
oluşum için zemin oluşturmaya çaba göstermiştir. Daha çok çalışmalarını
İstanbul merkezli yürüten Yusuf Akçura, hazırladığı broşürlerinden en
önemlisini Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlayarak hem Osmanlı devletine hem
de bu devletin toprakları üzerinde yaşamakta olan Türk asıllı topluluklara yön
göstermeye çaba göstermiştir. Savaş sonrası ortamda emperyalist plan ve programlar
arasında rekabet ve yarışlar arasında bir tırmanma gündeme geldiğinde, Yusuf
Akçura “Üç tarzı siyaset “başlıklı makalesini TÜRK ismi taşıyan ve Abdülhamit
rejimi ile sürekle kavga eden, Kahire’deki dergilerden birisinde yayınlamıştır.
İmparatorluğun dağılma koşullarında Mısır Türk sınırlarının dışında kalmasına
rağmen, Yusuf Akçura hazırlamış olduğu ve gelecek için gerekli gördüğü üç
siyaset biçimini kamuoyuna açıklarken, eski Osmanlı topraklarını muhatap
aldığını göstermek üzere böylesine bir siyasal bildiriyi Mısır’ın başkentinde
yayınlamıştır. Bu bildiri başta Avrupa başkentlerinde ele alınarak tartışılmış,
ama daha sonra da eski Osmanlı topraklarının ve Türk dünyasının tam ortasında
yer aldığı Avrasya kıtasının her bölgesinde ele alınarak tartışılmıştır.
Yusuf
Akçura bu makalesinde Osmanlı devletini çöküntüden kurtararak yoluna devam
edebilmesi için üç temel siyaseti gündeme getirmiştir. (OSMANLICILIK- İSLAMCILIK-TÜRKÇÜLÜK)
başlıkları altında dile getirilen üç tarzı siyaset makalesinde üç hedef olarak,
önce bir Osmanlı ulusu meydana getirmek, ikinci aşamada İslamcılığa dayanan bir
devlet yapısı oluşturmak, üçüncü adım da ise bir Türk siyasal ulusçuluğu
yaratmak belirtiliyordu. Yusuf Akçura Rusya’dan çıkarak Avrupa ve Asya
ülkelerini gördüğü için çağdaş anlamda bir Osmanlı milleti yaratmaya öncelik
veriyordu. Bunun için din, mezhep, etnik köken ve cins ayrımı gözetilmeksizin
bütün Osmanlı halklarının bir araya
getirilmesiyle, onların oluşturdukları toplumsal birliğe Osmanlı milleti
denilmesini hedefliyordu. Bu noktada dünyanın her ülkesinden gelen göçmenlerin
birlikte yaşayarak kendilerini Amerikan ulusu olarak tanımlamalarını dikkate
alarak, buna benzer konumda olan Osmanlı halklarının da Osmanlı ulusu
oluşturmalarını istiyordu. İmparatorluğun parçalanma ve çöküş süreçlerinden
kurtulmak için var olan sınırların korunarak, milli sınırlar içinde yaşayan tüm
Osmanlı ahalisinin Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yeni bir ulusal yapılanmaya
yönelmesini bir çözüm olarak düşünüyordu. Osmanlı devletinin yola devam
edebilmesinin ancak Osmanlı ulusunun oluşturulması ile mümkün olabileceğini
aksi takdirde Osmanlı imparatorluğunun dağılmaktan kurtulamayacağını
belirtiyordu. Osmanlı ulusunun oluşturulmasıyla birlikte devletin bir Arap
devleti olmaktan kurtulabileceğini belirtiyordu. Bu arada Fransız devrimi
sonrasında kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin çalışmalarında başarısız
kalması da ülkede bir Osmanlı ulusu oluşumuna giden yolu açamıyordu.
İmparatorluk on milyon kilometre karelik çok geniş topraklar üzerinde bir büyük
ülke konumuna sahip olduğu için, milli sınırlar içinde yer alan her ülke kendi
bölgesinin özelliklerine göre kimlik kazanıyor ve bu doğrultuda diğer
bölgelerden farklı bir uluslaşmaya doğru yönelişler ortaya çıkıyordu. Bu
durumda Yusuf Akçura, Osmanlı milletinin oluşturulamayacağını ve bu yüzden de
Osmanlı milleti yaratmaya çalışmanın boş bir çaba ve yorgunluk olmaktan öteye
gidemeyeceğini itiraf ediyordu. Ona göre Osmanlı milleti yaratma çabası, sonuçta
Osmanlının Araplara teslim olmasını gündeme getiriyordu.
Yusuf
Akçura’ya göre üç tarzı siyasetin ikincisi olarak İslamcılık öne çıkıyordu. Dünyada bir İslam Birliği kurulmasının
ana hedef olarak ortaya
çıkartılması ile birlikte Osmanlı devletinin
Arnavutluk’tan Endonezya’ya kadar
uzanan büyük coğrafyada bir din ulusu
yaratılması siyasetinin uzantısı olarak İslamcılık, Osmanlı devletinin önüne
geliyor ama bu kadar, çeşitli ve dağınık bir geniş bölgede İslam adına ulus
yaratabilmenin de mümkün olamayacağını, Yusuf Akçura gene bu üç
tarzı siyaset çalışmasında belirtiyordu
. Ne var ki, din devletine yönelme durumunda bu kez Osmanlı toplumunun farklı
dinler ve mezhepler arasında çekişme alanı olacağını ve bu yüzden de din
temeline dayanan bir millet yaratmanın ulus devlet sürecinde gerçekleşemeyeceğini
gene aynı çalışmasında dile getiriyordu. Bir din devletinin ümmet kavramına
dayanması nedeniyle, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi millet yaratmak açısından
yetersiz kalacağını görerek, Osmanlı devleti içinde yaşayan Yahudi ve Hrıstıyan
dinlerinin mensuplarının bulunması da belirli grupların dışlanmasına neden
olacağı için İslamcılık Osmanlı devletinin batı tipi bir ulus devlet olmasını
sağlamayacaktı. Din esasına dayanan güçlü bir İslam birliği diğer din mensuplarının
bulunduğu toplum yapısında kurulamayacaktı. Ayrıca Müslüman asıllı olan
Arapların Osmanlı ülkesinden ayrılarak bir Arap birliği devleti kurma ihtimali
ile Müslüman Arnavutların Osmanlı sınırlarının dışında kalarak ülke birliğinin
dışına çıkması da Osmanlı devleti açısından din temelli bir uluslaşmanın mümkün
olamayacağını ortaya koyuyordu. Ayrıca Türk dünyası içinde yaşayan Hrıstıyan ve
Yahudi topluluklarının bulunması da Müslüman olmayan Türkler ile İslam
yapılanmasını karşı karşıya getirebileceği için, modern anlamda bir ulus
yaratılmasına karşı engel olabilecek bir yeni durumu öne çıkarıyordu.
Osmanlıcılık
ve İslamcılık akımlarının çağdaş anlamda bir ulus yaratmak için yeterli
olmadığının ortaya çıkması üzerine, Yusuf Akçura, geriye Türk dünyasının
kaldığını ve Osmanlı devleti için Türk dünyasından gelecek Türkçü bir
yapılanmanın soruna çözüm olabileceğini ileri sürerek, Osmanlı toplumunda
küçümsenen Türk kimliğinin yeni devletin toplumsal yapısının oluşumunda
beklenen temeli oluşturabileceğini savunmak durumunda kalmıştır. Osmanlı devleti
giderek dağılırken, dikkate alınacak Türk kimliğinin imparatorluk sınırları
içinde yaşamakta olan Türk asıllı toplulukları büyük çapta bir araya
getireceğini yazarken, Osmanlı ahalisi içinde yaşamakta olan sağ duyulu
kesimler ile Türklüğe sempati ile bakan diğer toplum kesimlerinin de
katılımıyla, imparatorluk ahalisinin en çok Türk kimliği altında bir araya
gelebileceğini dile getirmiştir. Orta Asya, Kuzey Asya, Doğu Avrupa ve Orta
Doğu bölgelerine yayılmış bir biçimde yaşamakta olan Türk toplulukları farklı
isimler altında yaşamlarını sürdürürken, tarihsel araştırmalar sonucunda Türk
asıllı toplulukların içinden geldiklerini öğrendikleri aşamada, Türk kimliğine
ve Türklerin ayrı isimler altında bölünmesine karşı çıkarak, merkezi coğrafyada
bir Türk ulus devletinin oluşturulmasına olumlu bir çizgide yaklaşmışlardır. Daha
önceki dönemlerde Türk tarihi hep imparatorluklar ya da krallıklar üzerinden
yaşandığı için hep devlet bağlantılı Türk olgusu siyasal alanda etkin olduğundan,
siyasal anlamda bir Türkçülük sonradan gelişmiştir. En gelişmiş sosyal ve
siyasal yapının bulunduğu Rusya toplumunda başlayan siyasal Türkçülük akımı sonradan
gelişerek tüm Türk dünyasında etkin olmuştur. Yoğun bir Türk nüfusa sahip
bulunan Rusya’da devlet modern anlamda ulusal olmaya yönelirken, kendi içinde
yaşayan milyonlarca Türkün varlığını kabul etmek istememiş ve Türkçülük
kongrelerini düzenleyenleri ülkeden kovarak Rusya’yı sadece Rusların devleti
yapmak istemiştir. Osmanlıcılık ya da İslamcılık akımlarının peşinden giderek
bir ulus devlet olabilmenin gerçeklerle pek bağdaşmaması nedeniyle, batılı
imparatorlukların doğu bölgelerine saldırdığı aşamada doğu bölgesindeki
halkları birleştirecek en etkili akım olarak Türkçülük ortaya çıkartılmıştır. Ne
var ki, Kırım savaşında Türkleri Rusya’ya karşı koruyamayan Türklerin, Avrasya
bölgesindeki Türk birliğini hiç kuramayacağını ileri süren Türklük karşıtı
yayınlar bazı yayın organlarında ifade edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk asıllı topluluklar
kadar Türk olmayan gruplar da vardı ve birlikte yaşıyorlardı. Türk asıllı
olmayanlar içindeki Müslümanlar da zamanla Türkleşiyorlardı ama gayrimüslimler
Türkleşmeye karşı çıkarak hep farklı bir yapılanma arkasında koşuyorlardı.
Dindeki ortaklık zamanla tüm Osmanlı Müslümanlarının Türkleşmesine yardımcı
oluyordu. Atatürk çağdaş bir cumhuriyet devleti kurarken, Türk asıllı olanlar
kadar Türkler ile birlikte yaşayarak Türkleşen toplum kesimlerini de eşit
statüde Türk vatandaşı olarak kabul etmiştir. Türk devleti cumhuriyetin ilanı
sırasında, mübadele yollarına başvurarak sınır dışında kalan Türklerin de
anavatana getirilerek eşit Türk vatandaşlığı statüsünden yararlanmalarını
sağlamıştır. Böylece çok uluslu bir devletin dağılma aşamasında tek uluslu bir
ulus devlete geçiş mümkün olabilmiştir. Yusuf Akçura’nın önerisi doğrultusunda
Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarının yetersiz kaldığı ulus devlete
erişebilmek için devlet yapısı değiştirilirken Osmanlı yerine Türk kavramı esas
kimlik olarak benimsenmiştir. Böylece üç tarzı siyasetin ilk ikisi devre dışı
bırakılırken üçüncü tarzı siyaset benimseniyor ve Türkçülük akımı siyasal
kadrolaşma tamamlanarak hem Türk milletine hem de Türk devletine
dönüştürülüyordu. Ne var ki, böylesine bir dönüşüm Avrupa tipi ulus devlet
modeli ile tamamlanırken, gene de Misakı Milli sınırları içinde yaşayan ve Türk
olmayı kabul etmeyen toplum kesimleri vardı. Yeni kurulmuş olan ulus devlet, bu
doğrultuda vatandaşlık bağı ile devlete bağlı olan eski Osmanlı ahalisinin her
bireyine de Türk vatandaşlığı statüsünü tanıyarak, bir iç kargaşa ya da savaşa
giden yolun önünü kesiyordu.
Üçüncü
tarz siyaset ile toplumun bütünün taleplerini karşılayamayan yeni ulus devletin
kurucu kadrosu, bu kez bir dördüncü siyaset olarak Atatürkçülük oluşumunu
toplumun önüne getiriyordu. Yeni ulus devlet bütün vatandaşlara eşit statü
sağlarken, Avrupa ulus devlet oluşumunun ulusçuluğunu benimsemekle
yetinmeyerek, aynı zamanda büyük bir Türk nüfusun içinde yaşadığı Sovyetler
Birliği topraklarında millet kavramı yerine benimsenmiş olan halk kavramını da
bir halkçılık akımı anlamında ve yeni bir siyasetin simgesi biçiminde kabul
ederek, kurucu önderin ismi ile bu yeni yapılanmayı, Türkçülük adına değil ama
bu kez dördüncü bir siyaset biçimi olarak ele alıyordu. Ulusal kurtuluş savaşı
sırasında alt kimlikleriyle öne çıkan
nüfus grupları ya da farklı din cemaatlerinin
ayrı devlet isteyerek öne çıkan temsilcilerinin baskılarına rağmen, ulus devlet çatısı altında
herkese eşit vatandaşlık tanınarak devlet modeli değişimi tamamlanmış ama daha
sonra ortaya çıkan farklı kimliklerle hareket etme girişimleri ya da
emperyalist devletlerin gizli servisleri aracılığı ile yurdun doğu bölgelerinde
çıkartılan isyanlar kimlik kavgasına
dönüşünce, yeni ulus devlet yönetimi
Rusya’da olduğu gibi halkçılık kavramını kabul ederek millet ve halk kaynaşması oluşturmayı hedef almış ve bu doğrultuda cumhuriyetin
temel ilkeleri arasına hem milliyetçilik hem de halkçılık birlikte eklenerek, devlet ile millet kaynaşması hedefi
gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Türkçülük
ilkesi devlet kuruluşu sırasında temel dayanak noktası olarak benimsenmiştir.
Ne var ki, bunun dışında kalan kesimlerin devlet çatısı altında oluşturulmuş
olan ulusal uzlaşmaya katılımlarının sağlanabilmesi açısından, Türkiye’ye özgü
bir yolun seçilerek bu yoldan gidilmesi ortaya yeni bir siyaset çıkarmıştır. O
da devletin kuruluş aşamasında ortaya çıkan Türk ve Türk olmayan ayırımın
aşılabilmesi doğrultusunda, milliyetçiliğin yan ısıra halkçılığın da
cumhuriyetin ikinci temel ilkesi olarak benimsenmesidir. Ulusal vatandaşlığın
getirdiği yeni kamu düzeni içerisinde vatandaşlar arasındaki her türlü din, dil,
kültür ve etnik köken ayırımlarının aşılarak tam anlamıyla bir ulusal
bütünleşme hedeflenmiştir. Bu durum normal ulus devlet yapılanmasının ötesinde
geliştirildiği için, kurucu iradeyi temsil eden kurucu önderin ismi Türkçülüğe
paralel yeni bir akımın adı olmuştur. Türkçülüğün gayrimüslim ya da farklı
etnik köken dayanağı olan toplum kesimlerinin isteklerini karşılayamadığı
noktada, Atatürkçülük yeni bir akım yapılanmasıyla dördüncü siyaset tarzı
olarak devreye sokulmuştur. Milliyetçilik halkçılıkla ve de Atatürkçülük
Türkçülük ile birlikte olmuşlardır.
Beşinci
siyaset tarzı ise, daha önce ele alınan dört siyaset tarzının hem temel
dayanağı hem de ana hedefi olarak dile getirilen batı uygarlığı olmuştur. Dünya
tarihi boyunca her zaman önde olmuş bir uygarlık olarak günümüzde de batı
olgusu ön plandaki yerini korumaktadır. Uygarlık yarışında bütün uluslar
geleceğe doğru koşarken, batı uygarlığından yana olmak bir anlamda batıcılık
olarak benimsenmiş ve siyaset alanında batıcılık temel bir siyasal ilke olarak
olumlu açıdan değerlendirilmiştir. Batı bloku sahip olduğu uygarlık düzeyi ile
bütün ülkelere yön gösterirken, gene batı kaynaklı olumsuz bir oluşum olarak
batı emperyalizmi de bugünlere kadar varlığını sürdürmüştür. Bugün gelinen
noktada, evrensel düzeyde emperyalist bir yer küre hegemonyası batı blokunun
dünya uluslarının başına bela yaptığı bir olumsuz durumdur. Günümüzde insanlık
batı uygarlığının batı emperyalizmini ortadan kaldıracağı yeni bir olumlu
sürecin devreye girmesini beklemektedir. İnsanlık her yönden birçok tehdit ile
mücadele ederken, sömürü ve emperyalizmin olmadığı daha mutlu, adil, eşit ve
barışçı bir yeni bir dünya düzeni hayal ederken, hala dünya halkları üzerinde
emperyalist saldırı ve baskı düzenlerini insanlar ortadan kaldıramamışlardır. Türkiye
Cumhuriyeti kurulurken kurucu önder Atatürk ana merkezin belirleyici gücü olmuş
ve bu doğrultuda kurucu iradeden ileri gelen kararlar ve insiyatif, dördüncü
siyaset tarzı olarak Atatürkçülük yolunun hem içeriğini hem de hedeflerini
belirlemiştir. Atatürk Avrupa kıtasının yanı başında Türk devleti kurarken
Avrupa kaynaklı batı uygarlığından en üst düzeyde yararlanarak her zaman için
yüzünü uygarlığa dönmüş ama batının emperyalist saldırıları ile de karşılaştığı
zaman da batının ordularına karşı çıkmaktan ve onlarla savaşmaktan da geri
kalmamıştır.
Çok değerli bir ufuk turu ve analiz olmuş Hocam.
YanıtlaSilEllerinize sağlık.
Saygılarımla.