İSTANBUL İST-KONG OLAMAZ
Türkiye Cumhuriyeti yeni bir genel
seçime doğru hızla giderken, iki dönem ülkeyi yöneten hükümetin başbakanı seçim
programının ötesine giderek son derece çılgın olduğunu iddia ettiği yeni bir
projeyi kamuoyunun önüne getirdi. Başkent Ankara’nın önceliği dururken, küresel
sermayenin bu bölgenin başkenti yapmaya çalıştığı İstanbul’u öne çıkaran yeni
projede, İstanbul eski belediye başkanı olarak hareket etmeye öncelik veren bir
tavır içerisine girerek ve başkent Ankara’daki merkezi devleti ikinci plana
bırakarak bir “Kanal İstanbul Projesi” resmen ilan edilmiştir. Bir kara
ülkesinin tam ortasında yer alan Ankara’ya su getirmek ve çevre ırmaklardan
kanal açarak Ankara’yı Karadeniz’e açmak ya da Menderes hükümeti döneminden kalma
başkente deniz getirmek gibi merkezi devlet yönetimi açısından son derece
önemli ve öncelikli projeler varken, İstanbul boğazına paralel bir doğrultuda yeni
bir boğazın yerini tutacak doğrultuda iki deniz arasına kanal açmak, bugün
gelinen aşamada Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal öncelikleri arasında yer alacak
gibi görünmemektedir. Ne var ki, gerçek durum böyle olmasına rağmen, genel seçimler
öncesinde Türkiye bir olupbitti ile Kanal İstanbul projesi ile karşı karşıya
bırakılmıştır. Türkiye için fazlasıyla lüks ve anlamsız görülen böylesine bir
çılgın bir projenin önümüzdeki dönemde gerçekleştirilebilmesi de son derece güç
hatta imkânsız olarak görülmektedir. Özel bir basın toplantısı ile açıklanan bu
çılgın atılıma karşı ilgili ve yetkili çevrelerden ilk gelen tepkilere de
bakıldığında, bindir gece masalları gibi bir hayal dünyası ile Türkiye’nin
karşı karşıya getirildiği anlaşılmaktadır.
Proje
ile ilgili olarak açıklanan resmi metin incelendiğinde; bu konuda tam olarak
hazırlanmış bir bilimsel araştırma ya da proje olmadığı görülmekte, sadece başbakanın
seçim heyecanı ile böylesine bir çılgın projeyi gündeme getirerek partisine
olan ilgiyi daha da yükseltme çabası içine girdiği göze çarpmaktadır. Uzun
süredir İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Trakya bölgesi arasında sürüp giden ihtilaflı
durumu kökünden kazıyıp atmak ve İstanbul merkezli yeni bir projeyi devreye
sokarak İstanbul kentinin genişletilmesi doğrultusunda, Trakya bölgesinin tam
ortasından bir su kanalı geçirilerek iyice şişmiş olan İstanbul’u batıya doğru yaymak
gibi bir yaklaşımın yeni açılacak kanal üzerinden uygulama alanına aktarılmak
istendiği belli olmaktadır. Trakya Üniversitesinin öncülüğünde hazırlanmış olan
Trakya bölge planının hazırlanması sırasında bu bölgedeki bütün sivil toplum
kuruluşları ile beraber meslek örgütleri de çalışmalara katılmışlar ve
geleceğin Trakya bölgesini bilimsel esaslara uygun olarak yeniden projelendirmek
üzere, üniversitedeki uzman bilim adamlarının öncülüğünde bir bölge kalkınma
planını hazırlayarak devletin ve Türkiye’nin ilgili ve yetkili kurumlarına
sunmuşlardır. Trakya Üniversitesi’nin eski rektörü olan Prof.Dr.Osman İnci’nin Cumhuriyet
yayınları arasında çıkmış olan “Trakya Direniyor“ başlıklı kitabı, bu
konuda gerçek durumu her yönü ile ortaya koymakta ve İstanbul gibi giderek
azmanlaşan bir kentsel yapının saldırılarına karşı bölgenin haklarını korumak
ve savunmak için nasıl bir büyük mücadeleye giriştiğini açıkça kanıtlamaktadır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi kentin
geleceği ile ilgili metropoliten planı hazırlarken, bu kentin hukuki sınırları
dışına çıkarak, bütün Trakya bölgesini İstanbul kentinin arka bahçesi gibi
görmüş, Trakya bölgesinde yer alan üç vilayeti ve bunlara bağlı bütün ilçeleri
atlayarak sanki Bizans dönemindeki gibi Trakya bölgesini kendine bağlı bir
eyalet yapılanması içerisinde görmüştür. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin
böylesine anayasa ve yasaları çiğneyen bir tavır içerisinde Trakya bölgesini
yutmaya hazırlanmasının arkasında, İstanbul eski Belediye Başkanının
önderliğindeki hükümet ile aynı parti çatısı altında bir arada bulunması gösterilmiş,
hükümet ile belediye yönetimlerinin aynı partinin iktidarının uzantıları olması
gerçeği karşısında, İstanbul Belediyesi kentin sınırlarını aşarak bütün Trakya
bölgesini yutma cesaretini kendisinde bulabilmiştir. Türk anayasal sistemi
çerçevesinde kesinlikle düşünülemeyecek böylesine bir yaklaşımın arkasında ne
gibi oluşumların bulunduğu tartışılırken, birden Kanal İstanbul projesi ortaya
atılmıştır. İstanbul belediyesinin kendi sınırları içerisinde bir kanal
oluşturma hakkı varken, bütün Trakya bölgesini ortadan ikiye ayıracak düzeyde
bir suyolunun açılması, büyükşehir belediyesini aşarak bütün ülkeyi
ilgilendiren yeni bir yapılanma olarak hükümetin omuzlarına düşmüştür. Başbakan
düzeyinde projenin açıklanmasının arkasında, İstanbul kenti ile Trakya bölgesi
arasında yıllardır sürüp giden anlaşmazlıkların bulunduğunu öne sürmek gerçekçi
bir açıklama olacaktır, çünkü İstanbul’u genişleten bu proje Trakya bölgesini
küçültmekte ve gene bu mega kentin arka bahçesi konumuna getirmektedir.
İstanbul belediyesinin bu konudaki hukuk dinlemez tutumuna karşı çıkan bütün
Trakya halkı, bir araya gelerek ve kenetlenerek Trakya üniversitesinin bölge
için bilimsel esaslara ve bilgi birikimine uygun olarak hazırlamış olduğu bölge
kalkınma planına sahip çıkmış, açıkça İstanbul’dan gelen her türlü saldırıya
karşı direnerek bir hukuk devleti çatısı altında sahip olduğu kazanılmış
haklarını sonuna kadar korumaya kararlı bir tutum sergilemiştir.
İstanbul belediyesinin kendi hazırladığı metropoliten
plana devleti karıştırmamasının arkasında, küresel emperyalizmin geleceğe dönük
bölgesel planlarında yeni bir Bizans yapılanmasının bulunmasının rolü
bulunmaktadır. Hıristiyan batı dünyası Fener Rum patrikhanesine destek çıkarak,
yeniden eski Bizans benzeri bir bölgesel büyük devlet peşinde koşarken İstanbul’un
giderek büyümesi desteklenmiş ve bugün için bir mega kent konumuna gelen bu
hastalıklı yapının ihtiyacı olan her türlü gereksinimleri karşılayabilme
doğrultusunda çevre illeri rahatsız edebilecek çeşitli adımlar yasalara aykırı
bir doğrultuda hiç çekinilmeden atılabilmiştir. Birkaç yıl önce papanın
İstanbul’a gelerek Fener Rum patrikhanesini ziyaret etmesinin arkasında böylesine
gelişmeler doğrultusunda Vatikan’ın da esaslı bir desteğinin bulunduğunu ortaya
koymuştur. Papa destekli yeni Bizans yapılanması doğrultusunda birbiri ardı
sıra adımlar atılırken, Türklerin Ortodoks yapılanması geride bırakılarak
dışlanmıştır. Papa’dan sonra İstanbul’a ziyaret için gelen eski ABD başkanı da Topkapı
sarayını ziyaret ederken Türkiye Cumhuriyeti başbakanına açıkça, Ankara’yı
bırak, İstanbul’a yerleş ve Osmanlı döneminde olduğu gibi ülkeyi boğazın
kenarından yönet diye açık bir yönlendirme yapmaktan çekinmemiştir. Birbiri
ardı sıra gündeme gelen batılı otoritelerin bu ziyaretleri, başkent Ankara’yı
iyice devre dışı bırakarak, Yeni Bizans projesi doğrultusunda İstanbul merkezli
yeni bir yapılanma dönemini ortaya çıkarmıştır. Hıristiyan dünya ile yakın
ilişkiler ve batı bloğundan gelen sıkı destekler ile bu yöneliş hızla
ilerlerken, başkent Ankara ve Türk devletinden gelebilecek tepkileri halk
kitlelerinin desteği ile karşılayabilme doğrultusunda Müslüman duyarlılığını kaşıyacak
doğrultuda bir Yeni Osmanlı vizyonu icat edilerek ulusal kamuoyu
yönlendirilmeye ve toplumsal tepkiler önlenmeye çalışılmıştır.
Bugünün koşullarında yaşanmaz bir kent
konumuna sürüklenen İstanbul kenti, aslında tıpkı Bizans ve Osmanlı
imparatorluklarının son dönemlerinde olduğu gibi üçüncü bir çöküş döneminin içine
girmiştir. Batılı emperyalist ve Siyonist çevrelerin eski Osmanlı hinterlandını
daha kolay kontrol edebilmek üzere geliştirmiş oldukları bölgesel yapılanma
projeleri doğrultusunda hareket eden sermaye çevreleri, Bizans artığı gayrimüslim
lobiler ile son zamanlarda bütünleşme içine girince, açıkça Türkiye
Cumhuriyetinin varlığına karşı çıkan ve kasteden belirli projelere angaje
olmuşlardır. İstanbul’da yeni bir Bizans arayan Ermeni ve Rum lobileri Fener
patrikhanesi ile işbirliği yaparak İstanbul’u yeniden Bizans’a çevirebilmenin
girişimlerini sürdürürlerken, yüzyıllardır bu kentte ticaretin seyrini elinde
tutan Yahudi lobileri de İsrail merkezli Siyonist ve ABD merkezli Neo-con
politikalarının ülkedeki temsilcileri olmuşlar ve hem Büyük Orta Doğu hem de
Büyük İsrail projelerinin Truva atı rolünü oynamaya soyunmuşlardır. Tıpkı
Bizans’ın son dönemlerinde olduğu gibi birbirleriyle amansız bir yarışa
kalkışan bu gayrimüslim lobiler, Ankara’daki Türkiye Cumhuriyeti devleti
engelini aşabilmek üzere İstanbul merkezli yeni yapılanmaları sürekli olarak
gündemde tutmuşlardır. Cumhuriyet rejimi altında bütün Türkiye illerinden para
kazanan bu gayrimüslim lobiler, kazandıklarını İstanbul’a getirmişler, sadece
bu kentin civarına yatırım yaparak ülkenin diğer bölgelerinin geri kalmalarına
neden olmuşlar, İstanbul’da oluşturdukları sermaye birikimini ise hızla
dışarıya transfer ederek, Türkiye’nin kalkınmasına yeterince katkıda
bulunmamışlardır. Türkiye’den kazandıkları paraları dışarıya kolaylıkla götüren
bu gayrimüslim lobiler, yabancı şirketler ile ortaklıklar kurarak daha çok
yabancı insanın ve işadamının İstanbul’a gelmesine ve bu kentin böylece
Bizanslaşmasına yardımcı olmuşlardır. Bu doğrultuda, eski Bizans’ın başkenti yeniden
bir Bizans yapılanmasının merkezi konumuna girmiştir.
İstanbul’daki bu gelişmeleri yakından
izleyen Avrupa ülkeleri bu mega kent ile daha yakından ilgilenmeye başlamışlar,
İstanbul’daki Yahudi lobilerinin ağırlığına karşılık Edirne kentini bir giriş
kapısı ya da köprü olarak seçerek, bu kent üzerinden geleceğe dönük bir Trakya
Cumhuriyeti oluşumunu gizli gizli örgütlemeye çalışmışlardır. Her ay düzenli
olarak Edirne’ye gelen Avrupa Birliği temsilcileri ve özellikle İngiltere, Almanya
ve Hollandalı temsilciler, doğu ve batı Trakya ile beraber Kırcaali bölgesini
birleştirecek ve Edirne’nin başkent olacağı bir Trakya Cumhuriyetini kurabilme
doğrultusunda bölge halkı üzerinde çalışmalarını hızlandırmışlardır. Avrupa
Birliği temsilcileri; Anadolu’nun küçük Asya olduğunu ve Asya kıtasının bir
parçası olduğu için Avrupa olmadığını, bu nedenle Anadolu yarımadasının hiçbir
zaman Avrupa Birliği içinde yer alamayacağını, ama Trakya bölgesinin durumunun
çok farklı olduğunu, İstanbul’a kadar uzanan Trakya bölgesinin Avrupa kıtasının
bir parçası olduğunu bu nedenle de ilk fırsatta Trakya’nın bir cumhuriyet
devleti olarak Avrupa Birliğine tıpkı Kıbrıs gibi üye yapılacağını açıkça dile
getirmişlerdir. Trakya halkının kafasını karıştıran bu gibi çalışmaları Avrupa
Birliği uzmanları, halen birlik üyesi olan Yunanistan’ın batı Trakya bölgesi
ile Bulgaristan’ın Kırcaali vilayetinde de sürdürmüşlerdir. Boğazlar bölgesi coğrafya
kitaplarına göre Avrupa ve Asya kıtaları arasında doğal sınır olarak kubur edildiği
için, Trakya bölgesi ile beraber İstanbul kenti de Avrupa yakası ile Avrupa
kıtasının sınırları içerisinde yer almaktadır. Avrupalılar ve birlik
yöneticileri İstanbul’a geldikçe ve bu kenti ziyaret ettikçe, İstanbul’un
yerinin Avrupa olduğunu, istenirse hemen İstanbul kentini Avrupa Birliği içine
almaya hazır olduklarını açıkça söylemekten çekinmemişlerdir. Trakya
Cumhuriyeti ile beraber İstanbul kent devletini berberce Avrupa Birliğinin
içine almağa çaba gösteren Avrupalıların bu girişimleri, bir anlamda böylece
sadece Anadolu yarımadasına hapsolacak Türk devletini Avrupa’nın dışına itmek
anlamına gelecekti. Avrupa Birliğinin bu gibi gizli planları ve hazırlıkları
açığa çıkınca, ABD ve İsrail ikilisi ve bu ülkelerin İstanbul’daki ortakları
ile lobileri hemen harekete geçerek Avrupa’nın önünü kesmek doğrultusunda
çeşitli planları ve senaryoları devreye sokmuşlardır.
Kanal İstanbul projesi harita üzerinde
incelendiği zaman Avrupa Birliğinin önünün kesilmesi atılımı olarak öne
çıkmaktadır. Trakya‘nın tam ortasından geçecek bir suyolu olarak kanal İstanbul
kenti ile Avrupa kıtasını birbirinden ayıracak ve böylece İstanbul’u bir ada
konumuna getirerek, Avrupa Birliğinin bu kenti ele geçirmesini ya da kendi
bağlamasını önleyecektir. Genel seçimler ile ilgili olarak iktidar partisi programını
açıklarken, İstanbul’un çok büyüdüğünü ve bu nedenle yaşanmaz bir kent konumuna
geldiğini, bu doğrultuda kentin doğusunda ve batısında iki yeni kent kurularak bu
mega kentin rahatlatılmaya çalışılacağını ilan etmişti. Daha sonraki aşamada
ilan edilen çılgın proje ise, İstanbul kentini Avrupa’dan koparırken, kentin
Avrupa yakasını ada haline getirmekte ve böylece ortaya bir ada ve iki
yarımadadan oluşan yeni bir oluşum gündeme getirilmektedir. Kanal İstanbul ile
Trakya bölgesi tam ortadan ikiye bölünürken, Boğaz ile kanal arasında İstanbul bir
ada kenti konumuna gelmektedir. Kent bir anlamda kanal açılmasıyla beraber
batıya doğru genişlerken Trakya bölgesinin yarısını içine alarak yutmakta ama aynı
zamanda ada konumuna geldiği için de kentin Anadolu yakasından kopmaktadır.
Boğaz ile kanal arasına sıkışan bir ada kenti olarak İstanbul farklı bir yapılanma
ile öne çıkarken, Anadolu ve Trakya bölgeleri birer yarımada olarak, ada
kentinin iki yanında tamamlayıcı unsurlar durumuna gelmektedir. Böylesine bir
yeni yapılanma, Türkiye Cumhuriyetinin iller düzenini bozacağı için iki
yarımada arasında yer alacak bir İstanbul adasının nasıl bir yönetim biçimine
sahip olacağı sonraki aşamada tartışma konusu olacaktır. Normal bir vilayetin
ötesinde oluşmakta olan böylesine bir üçlü yeni yapı, Türkiye’nin idari
taksimatını bozacağı gibi, sonraki aşamada da yeni bir siyasal yapılanmayı
zorlayacaktır. Bu kenti Avrupa’nın ve Hıristiyan dünyasının yutmasına izin
vermek istemeyen, İstanbul’daki Yahudi lobileri, Amerika’daki benzeri lobiler
ile işbirliği yaparak hem bölgesel hem de küresel oluşumlarda İstanbul’u merkez
konumuna getirmeye çalışmaktadırlar. İsrail’i kurtaracak bir bölgesel
yapılanmada İstanbul bölge merkezi olarak Arap ve İslam dünyasına karşı şemsiye
olabilir ya da, Amerika’dan dünya kapitalist sistemini yönetmekte zorlanan
küresel sermaye, İstanbul’a gelerek üç kıtanın ortasından ve dünyanın merkezi
bölgesinden bütün kıtalara yönelik yeni bir yönetim ve yönlendirme sistemi kurabilir.
Washington Amerikan devletinin başkentidir ama
Newyork’da dünya devletinin merkezidir. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Alman
birliğine karşı ABD ve İngiltere’nin zenginlerinin bir araya gelerek
oluşturdukları bu yapılanma, oluşturulan dünya kapitalist devletinin bugünkü
merkezi, ABD merkez bankası olan Federal Rezerv üzerinden New York kentidir. Bu
nedenle bütün dünya devletlerinin üye olarak temsil edildiği Birleşmiş
Milletler örgütünün merkezide New York’tadır. Bu kent hem dünya kapitalizminin
hem de dünya devletinin başkentidir. Soğuk savaşın sonlarına kadar kapitalist
sistemin para babaları dünya ekonomisini bu merkezden yönetebilmişlerdir. Ne
var ki, yirmi birinci yüzyılda Çin, Hindistan, Rusya ve İran gibi büyük devletlerin
batıya karşı güçlü ekonomileri ile dünya sahnesine çıkmalarından sonra, batı
kapitalist sistemi aksamaya başlamış doğunun büyük dev ülkeleri okyanus
ötesinden kontrol edilemez bir noktaya gelmiştir. Doğunun büyük devletlerini
yakından kontrol edebilmek ve dünya jeopolitik yapılanmasının merkezi alanı
olan Avrasya’yı İstanbul üzerinden denetim altında tutabilmek üzere küresel
kapitalizmin baş patronu olan uluslar arası finans kapitalin İstanbul’a gelmesi
zorunlu olmuştur. On bin kilometre öteden dünyanın merkezi alanını
denetleyemeyen kapitalist enternasyonal Newyork’tan vazgeçerek yeni merkez
olarak belirlediği İstanbul’a gelmeye başlamıştır. İstanbul boğazının kenarları
ile Avrupa yakasının son yıllarda tıpkı New York benzeri gökdelenler ile
doldurulması yeni bir Manhattan ya da Broadway yapılanmasına doğru İstanbul’da
bir gidişin başladığını göstermektedir. Dünyanın en büyük bankaları ile beraber
tekelci şirketlerin merkezlerinin bulunduğu Manhattan adası benzeri yeni bir
yapılanma doğrultusunda İstanbul’un Avrupa yakasının da adaya dönüştürülmesi,
Kanal İstanbul projesi ile ikinci bir boğaz geçişinin Marmara ve Karadeniz
arasında yapılmak istenmesi, İstanbul kentinin küresel sermayenin yeni
Manhattan adasına dönüştürülmeye çalışıldığını açıkça ortaya koymaktadır. New
York gibi bir kentin tam ortasında Manhattan gibi bir ada yönetimi çatısı
altında son derece serbest bir çalışma düzeni içerisinde gelişen küresel
sermayenin, benzeri bir çalışma ortamını kanal İstanbul projesi üzerinden ada
İstanbul bölgesinde gerçekleştirmeye çalıştığı artık iyice ortaya çıkmıştır.
Son zamanlarda batılı beş bir şirketin Avrasya ve Asya bürolarının İstanbul’a
taşınmaya başlaması da, böylesine planlı bir oluşumun açık bir göstergesi
olmaktadır. Ayrıca İstanbul’un son yıllarda sürekli olarak kültür, spor ve
ticaretin başkentleri olarak ilan edilmesi de,küresel sermayenin denetimi
altında olan medya ve basın organlarının da bu proje doğrultusunda
yönlendirildiğini göstermektedir.
İstanbul belediyesi ekibi tam bu projelerin devreye
girdiği aşamada başkent Ankara’daki merkezi devletin başına gelmiştir. Büyük
Orta Doğu ya da ılımlı İslam projelerinin iktidarı olarak işbaşına gelen yeni
hükümet işbaşına geldiği günden bu yana sürekli olarak İstanbul öncelikli
projelere ağırlık vermiş ve bu doğrultuda başkent Ankara’nın içinin
boşaltılarak İstanbul’a taşınmasının önünü açmıştır. Devletin en üst
düzeyindeki yöneticiler, boğaz kenarındaki eski Osmanlı saraylarında yeni
çalışma mekânları oluştururlarken, Türk devletinin işleri başkent Ankara yerine
müstakbel küresel sermaye merkezi olarak seçilen İstanbul’da yürütülmeye
başlanmıştır. Anayasa değişmeden ve resmen Ankara’nın başkent olması ile ilgili
anayasal madde değiştirilmeden hukuka aykırı bir biçimde, torba yasalar ya da
bazı kanun kuvvetindeki kararnameler aracılığı ile bazı kamu kurumları ve
bankaları daha şimdiden bu yeni merkeze taşınmaya başlanmıştır. Bir hukuk
devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin çeşitli kamu organlarının anayasaya rağmen İstanbul’a
götürülmesi, devletin içerisinde hem bir ikilik yaratmış hem de geleceğe dönük
bir doğrultuda bir devlet krizinin oluşumuna giden yolu açmıştır. Bu durumu ört
bas etmek isteyen çevreler ise hemen yeni anayasa isteklerini öne çıkararak,
hemen bu hukuka aykırı durumdan kurtulmak istemişler ve bir anlamda genel
seçimlere doğru, yeni anayasa tartışmalarını bu yüzden tırmandırarak, batı
emperyalizminin güdümünde gelişerek Türkiye’nin ulusal çıkarlarını tehlikeye
atan böylesine bir olumsuz durumdan kurtulmak istemişlerdir. Artık herkes
gerçeği görmekte ve genel seçimler sonrasında Türkiye’ye dayatılacak yeni
anayasa ile başkentin Ankara’dan İstanbul’a taşınacağını görmektedir. Bu yüzden
şimdiden İstanbul’a yönelik göç oranında ciddi bir yükselme görülmüştür.
Hükümet İstanbul’dan geldiği Ankara’da dönüşüm işlerini tamamladıktan sonra
yeniden İstanbul’a dönüşün hazırlıklarını tamamlamış görülmektedir. Yeni
anayasanın kabul edilmesiyle de proje tamamlanacak ve İstanbul üçüncü kez
tarihte payitaht olarak yerini alacaktır.
Küresel
sermayenin dünyanın merkezi coğrafyasına gelerek kendi kontrolü altında bir
dünya kapitalist imparatorluğu kurabilmesi amacıyla gündeme getirilen İstanbul’un
payitaht yapılması girişimleri, Kanal İstanbul ile beraber yeni Manhattan
adasını İstanbul’da kurmayı hedeflerken aslında bilmeden İstanbul’u Hong Kong’a
çevirmektedirler. İngiltere merkezli batı kapitalist sistemi bütün dünyayı bir
sömürge imparatorluğu ile çevrelerken, Çin’in güneyindeki bu ada kentini bütün
Asya kıtasını çevrelemekte bir istasyon ve merkez olarak kullanmışlardır.
İngilizler on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Hindistan yarımadasını ele
geçirdikten sonra, Uzakdoğu bölgelerini ve kıta Çin’ini denetim altına alabilme
doğrultusunda Hong Kong adasını doğu bölgesinin merkezi üssü olarak seçmişlerdir.
Bütün Çin kıtasının uzun süreli uyuşturucu ile uykuya yatırılmasında bu ada
kenti üs olarak kullanılmış ama aynı zamanda kapitalizmin uzak doğuya
taşınmasında da Hong Kong önemli bir merkez olma görevini yerine getirmiştir. Yanı
başındaki Makao ile beraber aynı zamanda uyuşturucu ve diğer maddelerin
kaçakçılığının merkezi olma misyonunu da yerine getiren Hong Kong tam anlamıyla
karışık ve kozmopolit yapılanmasıyla, batı kapitalizminin doğu yarıküreyi ele
geçirmesinde önemli misyonlar üstlenmiştir. Kıta Çin’ine giriş kapısının önünde
yer alan Hong Kong adası, batılı şirketlerin buraya gelerek şubelerini açmaları
ve yirminci yüzyılda da batılı bankaların adaya gelmesiyle beraber de bölgenin
ticaret merkezi olma hakkını elde etmiştir. Çin 1842 yılında Nankin Anlaşmasıyla
adayı İngiltere’ye bırakarak, İngiliz üstünlüğünü kabul etmiş ama sonraki
aşamada da İngilizler ada üzerinden geliştirdikleri uyuşturucu ticaretiyle
bütün kıta Çin’ini yüzyıldan fazla bir süre uyuşturarak uykuya yatırmışlardır.
İngilizler Hong Kong adasını her türlü amaç için kullanmışlar ve böylece
yerkürenin doğu bölgelerinde de üstünlük sağlayarak Çin’in ve Japonya’nın önünü
uzun süre kesmişlerdir.
Batakhaneleriyle ünlenen Hong Kong adası aynı
zamanda bankalarıyla ve borsasıyla da dünya ticaretinin doğu bölgesindeki en
önemli üssü konumuna gelmiştir. İngiltere Çin’den kiraladığı adayı tam iki binli
yıllara girerken 1998 yılında Çin’e iade etmek zorunda kalmıştır. Ne var ki,
Hong Kong tam anlamıyla bir kapitalist kent devleti olarak Çin’in içerisine uluslar
arası kapitalist sistemin taşınmasında da üs olarak kullanılmış ve böylece
komünist Çin devletinin sahiller üzerinden dışarıya açılması sağlanmıştır. Uzun
yıllar İngiliz devletler topluluğunun bir üyesi olarak hareket eden Hong Kong adası, kozmopolit yapılanmasıyla bütün uzak
doğu ülkelerinden gelen işçilerin ve iş adamlarının ortak yaşadıkları ve küresel
kapitalist sistem içerisinde ortak gelecek aradıkları bir buluşma merkezi
olarak da dünya tarihindeki yerini almıştır. Batılı iş adamları uzun süre bu
ada üzerinden doğu ülkeleriyle ilişkiler kurmuşlar, Hong Kong bankaları doğu ve
batı arasındaki ticaretin örgütlenmesinde başı çekmişler ve böylece dünya
ticaretinin doğu bölgesine yayılarak küreselleşmesinde önemli katkılar sağlamışlardır.
Adaya gelen yoksullar kısa zamanda zenginleşince Hong Kong’u terk etmişler,yerlerine
yenileri gelmiştir. Böylece yoksulların geldiği ve zenginlerin gittiği bir yapılanma
içerisinde Hong Kong adası batı kapitalizminin bölgesel üssü olma görevini yerine
getirmiştir. Bin yüz kilometre karelik bir alanda on beş milyon insanın
yaşadığı Hong Kong adası denilince akla hem dünya ticareti, hem Çin’in giriş
kapısı hem de bankalarıyla beraber batakhaneleri gelmektedir. Bankalar ile
batakhanelerin bu küçük ada ülkesinde birlikte yer almaları kapitalist sistemin
yapılanmasını açıkça göstermekte, bu sistem içinde kumar oynayanların
kazanmaları halinde bankalar ile kaybetmeleri durumunda da batakhaneler ile
karşı karşıyla kaldıklarını göstermektedir. Hong Kong türü bir kapitalizm hiç
de iç açıcı olmadığı gibi, küresel kapitalizmin kumarhane yüzünü öne çıkarmakta
ve batılı kapitalist merkezlere olan bağımlılığı açıkça ortaya sermektedir. Hong
Kong borsası egemenliğini sürdürdüğü müddetçe,ada ülkesi kapitalist sistem
içerisindeki önemini sürdürmekte ama doğu ülkelerinin yoksulları için bir umut
kapısı görünümüyle de, batakhanelere yeni müşterileri düşüren bir çarkın içinde
de ada devleti bocalamaya devam etmektedir.
Resmi rakamlara göre nüfusu on beş milyonu
bulan ama gayri resmi kaynaklara göre ise çoktan yirmi milyonu bulan nüfusu ile
bugün İstanbul giderek Hong Kong’a benzemektedir. Her gün bu kente gelen
binlerce iç göç mağduru Türk insanı ile beraber, civar ülkelerden kaçak gelen yüzlerce
yabancı İstanbul sokaklarında bir araya gelebilmekte ve her geçen gün Hong
Kong’un kozmopolit nüfus yapısından daha beter bir insan güruhunu kent nüfusu
olarak öne çıkarmaktadır. Tıpkı Hong Kong’da olduğu gibi İstanbul’da dünya
bankaları ve büyük şirketlerinin toplandığı bir ticaret merkezine dönüşürken, nüfus
olarak aşırı zenginler ile beraber aşırı yoksulların bir arada bulunduğu bir mekân
konumuna sürüklenmektedir. Aşırı zenginler yoksulların saldırılarından
korunabilmek üzere korumalı sitelerde yaşamaya başlarken, kent yoksulları da ilçe
belediyelerinin önünde çorba kuyruklarına girmektedirler. Boğazın iki yakasında
süper lüks oteller ve kulüpler zenginleri ağırlarken, İstanbul’un izbe sokakları
ve yollarındaki batakhaneler de kent yoksullarının buluşma mekanları olarak
devreye girmektedir. Bugünkü hali ile tam bir yaşanamaz kent haline dönüşmüş
olan İstanbul’un acil bir yaşam düzeni programına gereksinmesi varken, iktidar
partisinin seçimleri kazanabilmek doğrultusunda iki yeni şehir ve bir de yeni
kanal projeleriyle ortaya çıkması tam anlamıyla ters bir adımdır. İstanbul’a
eklenecek iki yeni şehir bu kenti iyice yaşanmaz bir duruma getirecek ve
nüfusun kısa zamanda otuz milyona yaklaşmasının önünü açacaktır. Yabancılar ve
batılı şirketler için cazibe merkezi yaratmak ve küresel sermayenin
dokunulmazlığı doğrultusunda yeni bir Manhattan adası ortaya çıkarabilmek
düşünceleriyle ortaya atılan kanal İstanbul projesi ise, bu kentin Manhattan’a
değil ama tamamen tersi bir doğrultuda gerçek anlamıyla Hong Kong’a dönüşmesine
neden olacaktır. Bir anlamda, yeni bir Hong Kong olarak, öne çıkacak olan
İstanbul kenti yeni hali ile İst-Kong olarak
yeni bir isme kavuşabilecektir. Küresel sermaye bu kenti dünyanın merkezi
yapmak isterken, izlenen yanlış politikalar ve projeler doğrultusunda İstanbul
hızla İst-Kong olacaktır. Yanlışlıklar zinciri önlenemezse o zaman Manhattan
hayalleri ile yola çıkanlar İst-Kong yapılanmasıyla yetinmek zorunda
kalacaklardır. Hong Kong adasında on beş milyon insanın büyük çoğunluğu
batakhanelerde yok olup giderken, İst-Kong adasında da otuz milyon insan
benzeri bir sefalete sürüklenerek içinden çıkılmaz bir çıkmaza düşmüş
olacaklardır. İst-Kong olma bataklığına sürüklenebilecek İstanbul’da, ortaya
çıkacak yeni mafya ve yer altı örgütlenmeleri çizgi filmlerdeki dev canavar
King-Konglar gibi hem insanları hem de şirketleri ve kurumları yok ederek, bu
merkezi ada kentini kısa zamanda cehenneme çevirebileceklerdir.
İstanbul’a olan iç ve dış göç
durdurulamazsa, kanal İstanbul ile bir Manhattan adası değil ama tamamen tersi
bir doğrultuda İst-Kong adası yaratılacaktır. Aşırı göç ile iyice
kozmopolitleşen İstanbul kenti bu hali ile hem Türklükten uzaklaşmakta hem de
Türkiye’den kopmaktadır. Bizans kalıntısı gayrimüslim lobiler de bu kentin Türk
kimliğini silebilmek üzere güneydoğudan üç milyonu aşkın Kürt asıllı insanın
İstanbul’a taşınmalarını sağlayarak kozmopolitleşme sürecinin hızlanmasını
sağlamışlardır. Irak da bir Kürdistan kurulurken, İstanbul dünyanın en büyük
Kürt kenti haline getirilerek, Türkiye’nin ulusal ve üniter yapısı planlı
olarak zorlanmaktadır. Güneydoğunun İstanbul’a taşınması da bu kentin hızla
İst-Kong’a dönüşmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. Kanal İstanbul ile İstanbul
kenti bir kent devleti olmaya doğru adım atarken, aynı zamanda merkezi
coğrafyaya egemen olma çabası içerisindeki küresel sermayenin Manhattan
dayatmasıyla karşı karşıyadır. Ne var ki, sürecin tamamen tersi bir doğrultuda İst-Kong’a
doğru işlemesi, Kanal İstanbul projesinin ertelenmesine neden olacaktır.
İstanbul’un önceliği kanal ya da ikinci bir boğaz değil ama hem nüfusun hem de
sanayi tesislerinin orta ve doğu Anadolu kentlerine taşınmasıdır. Bu gerçeği
görmezden gelerek, küresel sermayenin projelerine alet olanlar İstanbul’u içine
sürüklendiği çıkmazdan kurtaramazlar. Nüfusun yarısının geldikleri bölgelere geri
gönderilmesi ve sanayi tesislerinin ülkenin uygun bölgelerine taşınmasıyla, İstanbul
yeniden yaşanabilir bir kent konumuna gelebilecektir. O zaman, İstanbul
boğazının her açıdan yeterli olduğu ve doğal yapıyı zorlayacak çılgın kanal
projelerine gerek olmadığı bir kez daha anlaşılacaktır. Deprem riskine karşı
kuzey bölgelerinde yeni yerleşim alanları yapılabilir ama kanal açmak gibi çevre
koşullarını zorlayabilecek çılgınlıklardan uzak durmak gerekecektir. İstanbul’un
İst-Kong’a dönüşmesine kesinlikle izin verilmemelidir.
NOT: Konuya ilgi duyanlar; http://www.kemalistyaklasim.info
internet adresinde “Makaleler” bölümünde
yayınlanan, ”Trakya Cumhuriyeti Kurulamaz”, ”İstanbul Üçe Bölünmelidir” ve “İstanbul
Trakya’yı Yutamaz” başlıklı makalelerime bakabilirler.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder