3 Ocak 2020 Cuma

İSTANBUL İST-KONG OLAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


İSTANBUL İST-KONG OLAMAZ

Türkiye Cumhuriyeti yeni bir genel seçime doğru hızla giderken, iki dönem ülkeyi yöneten hükümetin başbakanı seçim programının ötesine giderek son derece çılgın olduğunu iddia ettiği yeni bir projeyi kamuoyunun önüne getirdi. Başkent Ankara’nın önceliği dururken, küresel sermayenin bu bölgenin başkenti yapmaya çalıştığı İstanbul’u öne çıkaran yeni projede, İstanbul eski belediye başkanı olarak hareket etmeye öncelik veren bir tavır içerisine girerek ve başkent Ankara’daki merkezi devleti ikinci plana bırakarak bir “Kanal İstanbul Projesi” resmen ilan edilmiştir. Bir kara ülkesinin tam ortasında yer alan Ankara’ya su getirmek ve çevre ırmaklardan kanal açarak Ankara’yı Karadeniz’e açmak ya da Menderes hükümeti döneminden kalma başkente deniz getirmek gibi merkezi devlet yönetimi açısından son derece önemli ve öncelikli projeler varken, İstanbul boğazına paralel bir doğrultuda yeni bir boğazın yerini tutacak doğrultuda iki deniz arasına kanal açmak, bugün gelinen aşamada Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal öncelikleri arasında yer alacak gibi görünmemektedir. Ne var ki, gerçek durum böyle olmasına rağmen, genel seçimler öncesinde Türkiye bir olupbitti ile Kanal İstanbul projesi ile karşı karşıya bırakılmıştır. Türkiye için fazlasıyla lüks ve anlamsız görülen böylesine bir çılgın bir projenin önümüzdeki dönemde gerçekleştirilebilmesi de son derece güç hatta imkânsız olarak görülmektedir. Özel bir basın toplantısı ile açıklanan bu çılgın atılıma karşı ilgili ve yetkili çevrelerden ilk gelen tepkilere de bakıldığında, bindir gece masalları gibi bir hayal dünyası ile Türkiye’nin karşı karşıya getirildiği anlaşılmaktadır.

Proje ile ilgili olarak açıklanan resmi metin incelendiğinde; bu konuda tam olarak hazırlanmış bir bilimsel araştırma ya da proje olmadığı görülmekte, sadece başbakanın seçim heyecanı ile böylesine bir çılgın projeyi gündeme getirerek partisine olan ilgiyi daha da yükseltme çabası içine girdiği göze çarpmaktadır. Uzun süredir İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Trakya bölgesi arasında sürüp giden ihtilaflı durumu kökünden kazıyıp atmak ve İstanbul merkezli yeni bir projeyi devreye sokarak İstanbul kentinin genişletilmesi doğrultusunda, Trakya bölgesinin tam ortasından bir su kanalı geçirilerek iyice şişmiş olan İstanbul’u batıya doğru yaymak gibi bir yaklaşımın yeni açılacak kanal üzerinden uygulama alanına aktarılmak istendiği belli olmaktadır. Trakya Üniversitesinin öncülüğünde hazırlanmış olan Trakya bölge planının hazırlanması sırasında bu bölgedeki bütün sivil toplum kuruluşları ile beraber meslek örgütleri de çalışmalara katılmışlar ve geleceğin Trakya bölgesini bilimsel esaslara uygun olarak yeniden projelendirmek üzere, üniversitedeki uzman bilim adamlarının öncülüğünde bir bölge kalkınma planını hazırlayarak devletin ve Türkiye’nin ilgili ve yetkili kurumlarına sunmuşlardır. Trakya Üniversitesi’nin eski rektörü olan Prof.Dr.Osman İnci’nin Cumhuriyet yayınları arasında çıkmış olan “Trakya Direniyor“ başlıklı kitabı, bu konuda gerçek durumu her yönü ile ortaya koymakta ve İstanbul gibi giderek azmanlaşan bir kentsel yapının saldırılarına karşı bölgenin haklarını korumak ve savunmak için nasıl bir büyük mücadeleye giriştiğini açıkça kanıtlamaktadır.
      İstanbul Büyükşehir Belediyesi kentin geleceği ile ilgili metropoliten planı hazırlarken, bu kentin hukuki sınırları dışına çıkarak, bütün Trakya bölgesini İstanbul kentinin arka bahçesi gibi görmüş, Trakya bölgesinde yer alan üç vilayeti ve bunlara bağlı bütün ilçeleri atlayarak sanki Bizans dönemindeki gibi Trakya bölgesini kendine bağlı bir eyalet yapılanması içerisinde görmüştür. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin böylesine anayasa ve yasaları çiğneyen bir tavır içerisinde Trakya bölgesini yutmaya hazırlanmasının arkasında, İstanbul eski Belediye Başkanının önderliğindeki hükümet ile aynı parti çatısı altında bir arada bulunması gösterilmiş, hükümet ile belediye yönetimlerinin aynı partinin iktidarının uzantıları olması gerçeği karşısında, İstanbul Belediyesi kentin sınırlarını aşarak bütün Trakya bölgesini yutma cesaretini kendisinde bulabilmiştir. Türk anayasal sistemi çerçevesinde kesinlikle düşünülemeyecek böylesine bir yaklaşımın arkasında ne gibi oluşumların bulunduğu tartışılırken, birden Kanal İstanbul projesi ortaya atılmıştır. İstanbul belediyesinin kendi sınırları içerisinde bir kanal oluşturma hakkı varken, bütün Trakya bölgesini ortadan ikiye ayıracak düzeyde bir suyolunun açılması, büyükşehir belediyesini aşarak bütün ülkeyi ilgilendiren yeni bir yapılanma olarak hükümetin omuzlarına düşmüştür. Başbakan düzeyinde projenin açıklanmasının arkasında, İstanbul kenti ile Trakya bölgesi arasında yıllardır sürüp giden anlaşmazlıkların bulunduğunu öne sürmek gerçekçi bir açıklama olacaktır, çünkü İstanbul’u genişleten bu proje Trakya bölgesini küçültmekte ve gene bu mega kentin arka bahçesi konumuna getirmektedir. İstanbul belediyesinin bu konudaki hukuk dinlemez tutumuna karşı çıkan bütün Trakya halkı, bir araya gelerek ve kenetlenerek Trakya üniversitesinin bölge için bilimsel esaslara ve bilgi birikimine uygun olarak hazırlamış olduğu bölge kalkınma planına sahip çıkmış, açıkça İstanbul’dan gelen her türlü saldırıya karşı direnerek bir hukuk devleti çatısı altında sahip olduğu kazanılmış haklarını sonuna kadar korumaya kararlı bir tutum sergilemiştir.
     İstanbul belediyesinin kendi hazırladığı metropoliten plana devleti karıştırmamasının arkasında, küresel emperyalizmin geleceğe dönük bölgesel planlarında yeni bir Bizans yapılanmasının bulunmasının rolü bulunmaktadır. Hıristiyan batı dünyası Fener Rum patrikhanesine destek çıkarak, yeniden eski Bizans benzeri bir bölgesel büyük devlet peşinde koşarken İstanbul’un giderek büyümesi desteklenmiş ve bugün için bir mega kent konumuna gelen bu hastalıklı yapının ihtiyacı olan her türlü gereksinimleri karşılayabilme doğrultusunda çevre illeri rahatsız edebilecek çeşitli adımlar yasalara aykırı bir doğrultuda hiç çekinilmeden atılabilmiştir. Birkaç yıl önce papanın İstanbul’a gelerek Fener Rum patrikhanesini ziyaret etmesinin arkasında böylesine gelişmeler doğrultusunda Vatikan’ın da esaslı bir desteğinin bulunduğunu ortaya koymuştur. Papa destekli yeni Bizans yapılanması doğrultusunda birbiri ardı sıra adımlar atılırken, Türklerin Ortodoks yapılanması geride bırakılarak dışlanmıştır. Papa’dan sonra İstanbul’a ziyaret için gelen eski ABD başkanı da Topkapı sarayını ziyaret ederken Türkiye Cumhuriyeti başbakanına açıkça, Ankara’yı bırak, İstanbul’a yerleş ve Osmanlı döneminde olduğu gibi ülkeyi boğazın kenarından yönet diye açık bir yönlendirme yapmaktan çekinmemiştir. Birbiri ardı sıra gündeme gelen batılı otoritelerin bu ziyaretleri, başkent Ankara’yı iyice devre dışı bırakarak, Yeni Bizans projesi doğrultusunda İstanbul merkezli yeni bir yapılanma dönemini ortaya çıkarmıştır. Hıristiyan dünya ile yakın ilişkiler ve batı bloğundan gelen sıkı destekler ile bu yöneliş hızla ilerlerken, başkent Ankara ve Türk devletinden gelebilecek tepkileri halk kitlelerinin desteği ile karşılayabilme doğrultusunda Müslüman duyarlılığını kaşıyacak doğrultuda bir Yeni Osmanlı vizyonu icat edilerek ulusal kamuoyu yönlendirilmeye ve toplumsal tepkiler önlenmeye çalışılmıştır. 

        Bugünün koşullarında yaşanmaz bir kent konumuna sürüklenen İstanbul kenti, aslında tıpkı Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının son dönemlerinde olduğu gibi üçüncü bir çöküş döneminin içine girmiştir. Batılı emperyalist ve Siyonist çevrelerin eski Osmanlı hinterlandını daha kolay kontrol edebilmek üzere geliştirmiş oldukları bölgesel yapılanma projeleri doğrultusunda hareket eden sermaye çevreleri, Bizans artığı gayrimüslim lobiler ile son zamanlarda bütünleşme içine girince, açıkça Türkiye Cumhuriyetinin varlığına karşı çıkan ve kasteden belirli projelere angaje olmuşlardır. İstanbul’da yeni bir Bizans arayan Ermeni ve Rum lobileri Fener patrikhanesi ile işbirliği yaparak İstanbul’u yeniden Bizans’a çevirebilmenin girişimlerini sürdürürlerken, yüzyıllardır bu kentte ticaretin seyrini elinde tutan Yahudi lobileri de İsrail merkezli Siyonist ve ABD merkezli Neo-con politikalarının ülkedeki temsilcileri olmuşlar ve hem Büyük Orta Doğu hem de Büyük İsrail projelerinin Truva atı rolünü oynamaya soyunmuşlardır. Tıpkı Bizans’ın son dönemlerinde olduğu gibi birbirleriyle amansız bir yarışa kalkışan bu gayrimüslim lobiler, Ankara’daki Türkiye Cumhuriyeti devleti engelini aşabilmek üzere İstanbul merkezli yeni yapılanmaları sürekli olarak gündemde tutmuşlardır. Cumhuriyet rejimi altında bütün Türkiye illerinden para kazanan bu gayrimüslim lobiler, kazandıklarını İstanbul’a getirmişler, sadece bu kentin civarına yatırım yaparak ülkenin diğer bölgelerinin geri kalmalarına neden olmuşlar, İstanbul’da oluşturdukları sermaye birikimini ise hızla dışarıya transfer ederek, Türkiye’nin kalkınmasına yeterince katkıda bulunmamışlardır. Türkiye’den kazandıkları paraları dışarıya kolaylıkla götüren bu gayrimüslim lobiler, yabancı şirketler ile ortaklıklar kurarak daha çok yabancı insanın ve işadamının İstanbul’a gelmesine ve bu kentin böylece Bizanslaşmasına yardımcı olmuşlardır. Bu doğrultuda, eski Bizans’ın başkenti yeniden bir Bizans yapılanmasının merkezi konumuna girmiştir.
     İstanbul’daki bu gelişmeleri yakından izleyen Avrupa ülkeleri bu mega kent ile daha yakından ilgilenmeye başlamışlar, İstanbul’daki Yahudi lobilerinin ağırlığına karşılık Edirne kentini bir giriş kapısı ya da köprü olarak seçerek, bu kent üzerinden geleceğe dönük bir Trakya Cumhuriyeti oluşumunu gizli gizli örgütlemeye çalışmışlardır. Her ay düzenli olarak Edirne’ye gelen Avrupa Birliği temsilcileri ve özellikle İngiltere, Almanya ve Hollandalı temsilciler, doğu ve batı Trakya ile beraber Kırcaali bölgesini birleştirecek ve Edirne’nin başkent olacağı bir Trakya Cumhuriyetini kurabilme doğrultusunda bölge halkı üzerinde çalışmalarını hızlandırmışlardır. Avrupa Birliği temsilcileri; Anadolu’nun küçük Asya olduğunu ve Asya kıtasının bir parçası olduğu için Avrupa olmadığını, bu nedenle Anadolu yarımadasının hiçbir zaman Avrupa Birliği içinde yer alamayacağını, ama Trakya bölgesinin durumunun çok farklı olduğunu, İstanbul’a kadar uzanan Trakya bölgesinin Avrupa kıtasının bir parçası olduğunu bu nedenle de ilk fırsatta Trakya’nın bir cumhuriyet devleti olarak Avrupa Birliğine tıpkı Kıbrıs gibi üye yapılacağını açıkça dile getirmişlerdir. Trakya halkının kafasını karıştıran bu gibi çalışmaları Avrupa Birliği uzmanları, halen birlik üyesi olan Yunanistan’ın batı Trakya bölgesi ile Bulgaristan’ın Kırcaali vilayetinde de sürdürmüşlerdir. Boğazlar bölgesi coğrafya kitaplarına göre Avrupa ve Asya kıtaları arasında doğal sınır olarak kubur edildiği için, Trakya bölgesi ile beraber İstanbul kenti de Avrupa yakası ile Avrupa kıtasının sınırları içerisinde yer almaktadır. Avrupalılar ve birlik yöneticileri İstanbul’a geldikçe ve bu kenti ziyaret ettikçe, İstanbul’un yerinin Avrupa olduğunu, istenirse hemen İstanbul kentini Avrupa Birliği içine almaya hazır olduklarını açıkça söylemekten çekinmemişlerdir. Trakya Cumhuriyeti ile beraber İstanbul kent devletini berberce Avrupa Birliğinin içine almağa çaba gösteren Avrupalıların bu girişimleri, bir anlamda böylece sadece Anadolu yarımadasına hapsolacak Türk devletini Avrupa’nın dışına itmek anlamına gelecekti. Avrupa Birliğinin bu gibi gizli planları ve hazırlıkları açığa çıkınca, ABD ve İsrail ikilisi ve bu ülkelerin İstanbul’daki ortakları ile lobileri hemen harekete geçerek Avrupa’nın önünü kesmek doğrultusunda çeşitli planları ve senaryoları devreye sokmuşlardır.
         Kanal İstanbul projesi harita üzerinde incelendiği zaman Avrupa Birliğinin önünün kesilmesi atılımı olarak öne çıkmaktadır. Trakya‘nın tam ortasından geçecek bir suyolu olarak kanal İstanbul kenti ile Avrupa kıtasını birbirinden ayıracak ve böylece İstanbul’u bir ada konumuna getirerek, Avrupa Birliğinin bu kenti ele geçirmesini ya da kendi bağlamasını önleyecektir. Genel seçimler ile ilgili olarak iktidar partisi programını açıklarken, İstanbul’un çok büyüdüğünü ve bu nedenle yaşanmaz bir kent konumuna geldiğini, bu doğrultuda kentin doğusunda ve batısında iki yeni kent kurularak bu mega kentin rahatlatılmaya çalışılacağını ilan etmişti. Daha sonraki aşamada ilan edilen çılgın proje ise, İstanbul kentini Avrupa’dan koparırken, kentin Avrupa yakasını ada haline getirmekte ve böylece ortaya bir ada ve iki yarımadadan oluşan yeni bir oluşum gündeme getirilmektedir. Kanal İstanbul ile Trakya bölgesi tam ortadan ikiye bölünürken, Boğaz ile kanal arasında İstanbul bir ada kenti konumuna gelmektedir. Kent bir anlamda kanal açılmasıyla beraber batıya doğru genişlerken Trakya bölgesinin yarısını içine alarak yutmakta ama aynı zamanda ada konumuna geldiği için de kentin Anadolu yakasından kopmaktadır. Boğaz ile kanal arasına sıkışan bir ada kenti olarak İstanbul farklı bir yapılanma ile öne çıkarken, Anadolu ve Trakya bölgeleri birer yarımada olarak, ada kentinin iki yanında tamamlayıcı unsurlar durumuna gelmektedir. Böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye Cumhuriyetinin iller düzenini bozacağı için iki yarımada arasında yer alacak bir İstanbul adasının nasıl bir yönetim biçimine sahip olacağı sonraki aşamada tartışma konusu olacaktır. Normal bir vilayetin ötesinde oluşmakta olan böylesine bir üçlü yeni yapı, Türkiye’nin idari taksimatını bozacağı gibi, sonraki aşamada da yeni bir siyasal yapılanmayı zorlayacaktır. Bu kenti Avrupa’nın ve Hıristiyan dünyasının yutmasına izin vermek istemeyen, İstanbul’daki Yahudi lobileri, Amerika’daki benzeri lobiler ile işbirliği yaparak hem bölgesel hem de küresel oluşumlarda İstanbul’u merkez konumuna getirmeye çalışmaktadırlar. İsrail’i kurtaracak bir bölgesel yapılanmada İstanbul bölge merkezi olarak Arap ve İslam dünyasına karşı şemsiye olabilir ya da, Amerika’dan dünya kapitalist sistemini yönetmekte zorlanan küresel sermaye, İstanbul’a gelerek üç kıtanın ortasından ve dünyanın merkezi bölgesinden bütün kıtalara yönelik yeni bir yönetim ve yönlendirme sistemi kurabilir.
       Washington Amerikan devletinin başkentidir ama Newyork’da dünya devletinin merkezidir. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Alman birliğine karşı ABD ve İngiltere’nin zenginlerinin bir araya gelerek oluşturdukları bu yapılanma, oluşturulan dünya kapitalist devletinin bugünkü merkezi, ABD merkez bankası olan Federal Rezerv üzerinden New York kentidir. Bu nedenle bütün dünya devletlerinin üye olarak temsil edildiği Birleşmiş Milletler örgütünün merkezide New York’tadır. Bu kent hem dünya kapitalizminin hem de dünya devletinin başkentidir. Soğuk savaşın sonlarına kadar kapitalist sistemin para babaları dünya ekonomisini bu merkezden yönetebilmişlerdir. Ne var ki, yirmi birinci yüzyılda Çin, Hindistan, Rusya ve İran gibi büyük devletlerin batıya karşı güçlü ekonomileri ile dünya sahnesine çıkmalarından sonra, batı kapitalist sistemi aksamaya başlamış doğunun büyük dev ülkeleri okyanus ötesinden kontrol edilemez bir noktaya gelmiştir. Doğunun büyük devletlerini yakından kontrol edebilmek ve dünya jeopolitik yapılanmasının merkezi alanı olan Avrasya’yı İstanbul üzerinden denetim altında tutabilmek üzere küresel kapitalizmin baş patronu olan uluslar arası finans kapitalin İstanbul’a gelmesi zorunlu olmuştur. On bin kilometre öteden dünyanın merkezi alanını denetleyemeyen kapitalist enternasyonal Newyork’tan vazgeçerek yeni merkez olarak belirlediği İstanbul’a gelmeye başlamıştır. İstanbul boğazının kenarları ile Avrupa yakasının son yıllarda tıpkı New York benzeri gökdelenler ile doldurulması yeni bir Manhattan ya da Broadway yapılanmasına doğru İstanbul’da bir gidişin başladığını göstermektedir. Dünyanın en büyük bankaları ile beraber tekelci şirketlerin merkezlerinin bulunduğu Manhattan adası benzeri yeni bir yapılanma doğrultusunda İstanbul’un Avrupa yakasının da adaya dönüştürülmesi, Kanal İstanbul projesi ile ikinci bir boğaz geçişinin Marmara ve Karadeniz arasında yapılmak istenmesi, İstanbul kentinin küresel sermayenin yeni Manhattan adasına dönüştürülmeye çalışıldığını açıkça ortaya koymaktadır. New York gibi bir kentin tam ortasında Manhattan gibi bir ada yönetimi çatısı altında son derece serbest bir çalışma düzeni içerisinde gelişen küresel sermayenin, benzeri bir çalışma ortamını kanal İstanbul projesi üzerinden ada İstanbul bölgesinde gerçekleştirmeye çalıştığı artık iyice ortaya çıkmıştır. Son zamanlarda batılı beş bir şirketin Avrasya ve Asya bürolarının İstanbul’a taşınmaya başlaması da, böylesine planlı bir oluşumun açık bir göstergesi olmaktadır. Ayrıca İstanbul’un son yıllarda sürekli olarak kültür, spor ve ticaretin başkentleri olarak ilan edilmesi de,küresel sermayenin denetimi altında olan medya ve basın organlarının da bu proje doğrultusunda yönlendirildiğini göstermektedir.

       İstanbul belediyesi ekibi tam bu projelerin devreye girdiği aşamada başkent Ankara’daki merkezi devletin başına gelmiştir. Büyük Orta Doğu ya da ılımlı İslam projelerinin iktidarı olarak işbaşına gelen yeni hükümet işbaşına geldiği günden bu yana sürekli olarak İstanbul öncelikli projelere ağırlık vermiş ve bu doğrultuda başkent Ankara’nın içinin boşaltılarak İstanbul’a taşınmasının önünü açmıştır. Devletin en üst düzeyindeki yöneticiler, boğaz kenarındaki eski Osmanlı saraylarında yeni çalışma mekânları oluştururlarken, Türk devletinin işleri başkent Ankara yerine müstakbel küresel sermaye merkezi olarak seçilen İstanbul’da yürütülmeye başlanmıştır. Anayasa değişmeden ve resmen Ankara’nın başkent olması ile ilgili anayasal madde değiştirilmeden hukuka aykırı bir biçimde, torba yasalar ya da bazı kanun kuvvetindeki kararnameler aracılığı ile bazı kamu kurumları ve bankaları daha şimdiden bu yeni merkeze taşınmaya başlanmıştır. Bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin çeşitli kamu organlarının anayasaya rağmen İstanbul’a götürülmesi, devletin içerisinde hem bir ikilik yaratmış hem de geleceğe dönük bir doğrultuda bir devlet krizinin oluşumuna giden yolu açmıştır. Bu durumu ört bas etmek isteyen çevreler ise hemen yeni anayasa isteklerini öne çıkararak, hemen bu hukuka aykırı durumdan kurtulmak istemişler ve bir anlamda genel seçimlere doğru, yeni anayasa tartışmalarını bu yüzden tırmandırarak, batı emperyalizminin güdümünde gelişerek Türkiye’nin ulusal çıkarlarını tehlikeye atan böylesine bir olumsuz durumdan kurtulmak istemişlerdir. Artık herkes gerçeği görmekte ve genel seçimler sonrasında Türkiye’ye dayatılacak yeni anayasa ile başkentin Ankara’dan İstanbul’a taşınacağını görmektedir. Bu yüzden şimdiden İstanbul’a yönelik göç oranında ciddi bir yükselme görülmüştür. Hükümet İstanbul’dan geldiği Ankara’da dönüşüm işlerini tamamladıktan sonra yeniden İstanbul’a dönüşün hazırlıklarını tamamlamış görülmektedir. Yeni anayasanın kabul edilmesiyle de proje tamamlanacak ve İstanbul üçüncü kez tarihte payitaht olarak yerini alacaktır.
         Küresel sermayenin dünyanın merkezi coğrafyasına gelerek kendi kontrolü altında bir dünya kapitalist imparatorluğu kurabilmesi amacıyla gündeme getirilen İstanbul’un payitaht yapılması girişimleri, Kanal İstanbul ile beraber yeni Manhattan adasını İstanbul’da kurmayı hedeflerken aslında bilmeden İstanbul’u Hong Kong’a çevirmektedirler. İngiltere merkezli batı kapitalist sistemi bütün dünyayı bir sömürge imparatorluğu ile çevrelerken, Çin’in güneyindeki bu ada kentini bütün Asya kıtasını çevrelemekte bir istasyon ve merkez olarak kullanmışlardır. İngilizler on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Hindistan yarımadasını ele geçirdikten sonra, Uzakdoğu bölgelerini ve kıta Çin’ini denetim altına alabilme doğrultusunda Hong Kong adasını doğu bölgesinin merkezi üssü olarak seçmişlerdir. Bütün Çin kıtasının uzun süreli uyuşturucu ile uykuya yatırılmasında bu ada kenti üs olarak kullanılmış ama aynı zamanda kapitalizmin uzak doğuya taşınmasında da Hong Kong önemli bir merkez olma görevini yerine getirmiştir. Yanı başındaki Makao ile beraber aynı zamanda uyuşturucu ve diğer maddelerin kaçakçılığının merkezi olma misyonunu da yerine getiren Hong Kong tam anlamıyla karışık ve kozmopolit yapılanmasıyla, batı kapitalizminin doğu yarıküreyi ele geçirmesinde önemli misyonlar üstlenmiştir. Kıta Çin’ine giriş kapısının önünde yer alan Hong Kong adası, batılı şirketlerin buraya gelerek şubelerini açmaları ve yirminci yüzyılda da batılı bankaların adaya gelmesiyle beraber de bölgenin ticaret merkezi olma hakkını elde etmiştir. Çin 1842 yılında Nankin Anlaşmasıyla adayı İngiltere’ye bırakarak, İngiliz üstünlüğünü kabul etmiş ama sonraki aşamada da İngilizler ada üzerinden geliştirdikleri uyuşturucu ticaretiyle bütün kıta Çin’ini yüzyıldan fazla bir süre uyuşturarak uykuya yatırmışlardır. İngilizler Hong Kong adasını her türlü amaç için kullanmışlar ve böylece yerkürenin doğu bölgelerinde de üstünlük sağlayarak Çin’in ve Japonya’nın önünü uzun süre kesmişlerdir.
       Batakhaneleriyle ünlenen Hong Kong adası aynı zamanda bankalarıyla ve borsasıyla da dünya ticaretinin doğu bölgesindeki en önemli üssü konumuna gelmiştir. İngiltere Çin’den kiraladığı adayı tam iki binli yıllara girerken 1998 yılında Çin’e iade etmek zorunda kalmıştır. Ne var ki, Hong Kong tam anlamıyla bir kapitalist kent devleti olarak Çin’in içerisine uluslar arası kapitalist sistemin taşınmasında da üs olarak kullanılmış ve böylece komünist Çin devletinin sahiller üzerinden dışarıya açılması sağlanmıştır. Uzun yıllar İngiliz devletler topluluğunun bir üyesi olarak hareket eden Hong Kong  adası, kozmopolit yapılanmasıyla bütün uzak doğu ülkelerinden gelen işçilerin ve iş adamlarının ortak yaşadıkları ve küresel kapitalist sistem içerisinde ortak gelecek aradıkları bir buluşma merkezi olarak da dünya tarihindeki yerini almıştır. Batılı iş adamları uzun süre bu ada üzerinden doğu ülkeleriyle ilişkiler kurmuşlar, Hong Kong bankaları doğu ve batı arasındaki ticaretin örgütlenmesinde başı çekmişler ve böylece dünya ticaretinin doğu bölgesine yayılarak küreselleşmesinde önemli katkılar sağlamışlardır. Adaya gelen yoksullar kısa zamanda zenginleşince Hong Kong’u terk etmişler,yerlerine yenileri gelmiştir. Böylece yoksulların geldiği ve zenginlerin gittiği bir yapılanma içerisinde Hong Kong adası batı kapitalizminin bölgesel üssü olma görevini yerine getirmiştir. Bin yüz kilometre karelik bir alanda on beş milyon insanın yaşadığı Hong Kong adası denilince akla hem dünya ticareti, hem Çin’in giriş kapısı hem de bankalarıyla beraber batakhaneleri gelmektedir. Bankalar ile batakhanelerin bu küçük ada ülkesinde birlikte yer almaları kapitalist sistemin yapılanmasını açıkça göstermekte, bu sistem içinde kumar oynayanların kazanmaları halinde bankalar ile kaybetmeleri durumunda da batakhaneler ile karşı karşıyla kaldıklarını göstermektedir. Hong Kong türü bir kapitalizm hiç de iç açıcı olmadığı gibi, küresel kapitalizmin kumarhane yüzünü öne çıkarmakta ve batılı kapitalist merkezlere olan bağımlılığı açıkça ortaya sermektedir. Hong Kong borsası egemenliğini sürdürdüğü müddetçe,ada ülkesi kapitalist sistem içerisindeki önemini sürdürmekte ama doğu ülkelerinin yoksulları için bir umut kapısı görünümüyle de, batakhanelere yeni müşterileri düşüren bir çarkın içinde de ada devleti bocalamaya devam etmektedir.
      Resmi rakamlara göre nüfusu on beş milyonu bulan ama gayri resmi kaynaklara göre ise çoktan yirmi milyonu bulan nüfusu ile bugün İstanbul giderek Hong Kong’a benzemektedir. Her gün bu kente gelen binlerce iç göç mağduru Türk insanı ile beraber, civar ülkelerden kaçak gelen yüzlerce yabancı İstanbul sokaklarında bir araya gelebilmekte ve her geçen gün Hong Kong’un kozmopolit nüfus yapısından daha beter bir insan güruhunu kent nüfusu olarak öne çıkarmaktadır. Tıpkı Hong Kong’da olduğu gibi İstanbul’da dünya bankaları ve büyük şirketlerinin toplandığı bir ticaret merkezine dönüşürken, nüfus olarak aşırı zenginler ile beraber aşırı yoksulların bir arada bulunduğu bir mekân konumuna sürüklenmektedir. Aşırı zenginler yoksulların saldırılarından korunabilmek üzere korumalı sitelerde yaşamaya başlarken, kent yoksulları da ilçe belediyelerinin önünde çorba kuyruklarına girmektedirler. Boğazın iki yakasında süper lüks oteller ve kulüpler zenginleri ağırlarken, İstanbul’un izbe sokakları ve yollarındaki batakhaneler de kent yoksullarının buluşma mekanları olarak devreye girmektedir. Bugünkü hali ile tam bir yaşanamaz kent haline dönüşmüş olan İstanbul’un acil bir yaşam düzeni programına gereksinmesi varken, iktidar partisinin seçimleri kazanabilmek doğrultusunda iki yeni şehir ve bir de yeni kanal projeleriyle ortaya çıkması tam anlamıyla ters bir adımdır. İstanbul’a eklenecek iki yeni şehir bu kenti iyice yaşanmaz bir duruma getirecek ve nüfusun kısa zamanda otuz milyona yaklaşmasının önünü açacaktır. Yabancılar ve batılı şirketler için cazibe merkezi yaratmak ve küresel sermayenin dokunulmazlığı doğrultusunda yeni bir Manhattan adası ortaya çıkarabilmek düşünceleriyle ortaya atılan kanal İstanbul projesi ise, bu kentin Manhattan’a değil ama tamamen tersi bir doğrultuda gerçek anlamıyla Hong Kong’a dönüşmesine neden olacaktır. Bir anlamda, yeni bir Hong Kong olarak, öne çıkacak olan İstanbul kenti yeni hali ile  İst-Kong olarak yeni bir isme kavuşabilecektir. Küresel sermaye bu kenti dünyanın merkezi yapmak isterken, izlenen yanlış politikalar ve projeler doğrultusunda İstanbul hızla İst-Kong olacaktır. Yanlışlıklar zinciri önlenemezse o zaman Manhattan hayalleri ile yola çıkanlar İst-Kong yapılanmasıyla yetinmek zorunda kalacaklardır. Hong Kong adasında on beş milyon insanın büyük çoğunluğu batakhanelerde yok olup giderken, İst-Kong adasında da otuz milyon insan benzeri bir sefalete sürüklenerek içinden çıkılmaz bir çıkmaza düşmüş olacaklardır. İst-Kong olma bataklığına sürüklenebilecek İstanbul’da, ortaya çıkacak yeni mafya ve yer altı örgütlenmeleri çizgi filmlerdeki dev canavar King-Konglar gibi hem insanları hem de şirketleri ve kurumları yok ederek, bu merkezi ada kentini kısa zamanda cehenneme çevirebileceklerdir.
      İstanbul’a olan iç ve dış göç durdurulamazsa, kanal İstanbul ile bir Manhattan adası değil ama tamamen tersi bir doğrultuda İst-Kong adası yaratılacaktır. Aşırı göç ile iyice kozmopolitleşen İstanbul kenti bu hali ile hem Türklükten uzaklaşmakta hem de Türkiye’den kopmaktadır. Bizans kalıntısı gayrimüslim lobiler de bu kentin Türk kimliğini silebilmek üzere güneydoğudan üç milyonu aşkın Kürt asıllı insanın İstanbul’a taşınmalarını sağlayarak kozmopolitleşme sürecinin hızlanmasını sağlamışlardır. Irak da bir Kürdistan kurulurken, İstanbul dünyanın en büyük Kürt kenti haline getirilerek, Türkiye’nin ulusal ve üniter yapısı planlı olarak zorlanmaktadır. Güneydoğunun İstanbul’a taşınması da bu kentin hızla İst-Kong’a dönüşmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. Kanal İstanbul ile İstanbul kenti bir kent devleti olmaya doğru adım atarken, aynı zamanda merkezi coğrafyaya egemen olma çabası içerisindeki küresel sermayenin Manhattan dayatmasıyla karşı karşıyadır. Ne var ki, sürecin tamamen tersi bir doğrultuda İst-Kong’a doğru işlemesi, Kanal İstanbul projesinin ertelenmesine neden olacaktır. İstanbul’un önceliği kanal ya da ikinci bir boğaz değil ama hem nüfusun hem de sanayi tesislerinin orta ve doğu Anadolu kentlerine taşınmasıdır. Bu gerçeği görmezden gelerek, küresel sermayenin projelerine alet olanlar İstanbul’u içine sürüklendiği çıkmazdan kurtaramazlar. Nüfusun yarısının geldikleri bölgelere geri gönderilmesi ve sanayi tesislerinin ülkenin uygun bölgelerine taşınmasıyla, İstanbul yeniden yaşanabilir bir kent konumuna gelebilecektir. O zaman, İstanbul boğazının her açıdan yeterli olduğu ve doğal yapıyı zorlayacak çılgın kanal projelerine gerek olmadığı bir kez daha anlaşılacaktır. Deprem riskine karşı kuzey bölgelerinde yeni yerleşim alanları yapılabilir ama kanal açmak gibi çevre koşullarını zorlayabilecek çılgınlıklardan uzak durmak gerekecektir. İstanbul’un İst-Kong’a dönüşmesine kesinlikle izin verilmemelidir.

     NOT: Konuya ilgi duyanlar; http://www.kemalistyaklasim.info internet adresinde  “Makaleler” bölümünde yayınlanan, ”Trakya Cumhuriyeti Kurulamaz”, ”İstanbul Üçe Bölünmelidir” ve “İstanbul Trakya’yı Yutamaz” başlıklı makalelerime bakabilirler.

                                                             Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder