5 Kasım 2020 Perşembe

DOĞU ANADOLU’DA İÇ GÜVENLİK VİLAYETLERİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 DOĞU ANADOLU’DA 

İÇ GÜVENLİK VİLAYETLERİ

                  Türkiye Cumhuriyeti beş kıtadan oluşan dünya yapılanmasının tam ortasında bulunan üç kıtanın arasında yer alan merkezi bir devlettir. Bu nedenle dört bir yanda meydana gelen siyasal olaylar ve gelişmelerin doğrudan etkilediği bir jeopolitik konuma sahip bulunmaktadır. Bu yüzden üç büyük kıta üzerinde yer alan ülkelerdeki gelişmelerin doğrudan, uzaktaki Amerika kıtasında ortaya çıkan gelişmelerin ise dolaylı olarak etkilediği bir yapısal özelliğe sahip bulunmaktadır. Ülkeye kuş bakışı olarak baktığınız zaman, doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde gündeme gelen her türlü hareketten doğrudan etkilenen bir durumun, Türklerin ülkesini her zaman için etki altına aldığını ve zaman içerisinde kıtalardaki gelişmeler doğrultusunda yönlendirmeye yönelik bir baskı yarattığı artık herkesin gördüğü bir siyasal gerçeklik olarak dünya kamuoyuna yansımaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman Asya-Afrika ve Avrupa kıtalarının bir araya geldiği merkezi konumda, Türkiye hem fazlasıyla etkiye açık bir siyasal ortamı yaşamakta hem de bu durumun ülke işlerine yansımasının getirdiği sorunlarla da uğraşmak zorunda kalmaktadır.

                Ulusal kurtuluş savaşı sırasında batılı ülkelerin ülkenin batısı ve güneyinde harekete geçmesi ve daha sonra da bu duruma ek olarak Sovyetler Birliğinin hem kuzey hem de doğu Anadolu üzerinden merkezi imparatorluk konumundaki Osmanlı devletinin yerini alan Türkiye devletinin dört bir yandan saldırı tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı bir aşamada, ülkenin kurtuluşunu hedefleyen bir çıkış rotası çizerken Türkiye’nin fazlasıyla zor bir durumda kaldığı görülmektedir. Dünyanın önde gelen dört büyük devletinin Osmanlı dönemi sonrasında yıkılan imparatorluğun topraklarını paylaşmaya yöneldiği bir aşamada, Türkiye dört bir yandan ülke tam anlamıyla bir kuşatma altına alındığından, çıkış için bir dayanak noktası aranmış ve bunun belirlenmesinden sonra da Türk devleti hızla ülkeyi saran dört kutuplu işgal senaryolarından kurtulabilmeyi başarmıştır. Türk devletini kuran Kuvayı Milliye hareketinin yönetici kadrosu, kurucu önder Mustafa Kemal’in tercih ve kararları yönünde hareket ederek, tam bağımsızlığı getiren büyük zafere giden yolda üç cepheli bir stratejiyi öncelikli olarak uygulamıştır. Ülkenin dört bir yandan sıkıştırıldığı noktada yeni Türkiye’nin kurucuları önceliği doğu cephesine vermişler ve bu noktada ülkenin doğusundaki sınır komşusu olan Gürcistan ile Ermenistan gibi küçük bölge devletleri ile olan olan ihtilaflı durumları çözerek ve bu iki devlet ile barış sözleşmesi imzalayarak, Türkiye doğu cephesindeki karışık durumları çözmüş ve yeni ortaya çıkan büyük komşusu Sovyetler Birliği ile sınır komşusu konumuna gelmiştir. Türkiye böylece doğu cephesine öncelik vererek yola çıktığı aşamada doğu sınırına sırtını dayama olanağı bularak, esas saldırının geldiği batı cephesine doğru yüzünü dönme şansını elde etmiştir.

                 Anadolu yarımadasının saldırı ve işgale açık dört yönünü sıraya koyan Kuvayı Milliye yönetimi, o dönemde dünyaya egemen olan batı emperyalizmine karşı esas savaşı vererek direnmiş ve bu nedenle de yüzünü batıya dönerek   emperyalizme karşı ulusal savunma stratejisini çizmiştir. Batı Anadolu’da batılı emperyalist güçlerle tam bir hesaplaşmaya giderek sorunu kendi içinde çözmeyi hedefleyen Ankara yönetimi, yola çıkarken önce doğu cephesindeki komşuları ile hesaplaşarak onları bir anlaşma aşamasına getirmiştir. Daha sonraki aşamada ise Fransa ve İngiltere ile karşı karşıya gelebilmenin hazırlıklarını tamamlayarak, ulusal kurtuluş savaşında Orta Doğu’nun yanı başında yer alan Güney doğu cephesinde savaşmıştır. İtalyanların Antalya’ya gelmesiyle birlikte  Adana-Antalya hattında bir güney cephesi oluşturularak devreye sokulmuştur . Doğu cephesinde başlatılan emperyalizme karşı direniş mücadelesi, ikinci aşamada Güneydoğu bölgesine yansıtılmış ve Orta Doğu ile iç içe geçmiş bu bölgede İngiltere ve Fransa gibi iki büyük batılı emperyal ülkenin önü kesilmiştir. Cepheler halinde sürdürülen ulusal kurtuluş savaşında son cephe olarak batı Anadolu hazırlanmış ve burada da Yunan ordusunun İzmir’e çıkışı sonrasında,  bu ülkenin arakasındaki güç olan İngiltere ve onun yavrusu konumundaki Yunanistan ile de tam anlamıyla bir hesaplaşma içine girilerek, emperyalizm ile son bir  çatışma büyük saldırı olarak hazırlanmış ve savunma amaçlı saldırı uygulaması ile düşman orduları denize dökülerek, Misakı  milli sınırları içinde ilan edilen ulus devletin bağımsızlığı elde edilmiştir.

                Osmanlı imparatorluğu yedi asır boyunca merkezi alan devleti olarak hep sınırları dışında savaşmış ve böylece dünyanın merkezi bölgesinde, Balkanlar’dan Kafkas’lara, Karadeniz ve Kırım’dan Mısır ve Libya’ya kadar olan geniş alanlarda savaşarak ayakta kalabilmiştir. Üç kıta arasında yer alan orta dünyanın en merkezi yerinde egemen bir konuma sahip olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kadar kritik bir konuma sahip olması yüzünden, bulunduğu yerde çok ciddi bir güvenlik sorunu vardır. Bu çerçevede Türkiye kendi savunmasını ulusal sınırları içinde değil, sınır ötesi alanlardan başlayarak kurmak zorundadır. Osmanlılar yedi yüz yıl bu merkezi alanda egemen bir güç olarak ayakta kaldıkları zaman, sürekli olarak sınırları dışındaki alanlarda savaşmışlardır. Asya ya da Avrupa’da ortaya çıkan büyük devletler kendi egemenliklerini merkezi alana taşımaya girişmektedirler. O zamanda eskiden Osmanlı devletine saldırdıkları gibi, son yüz yıllık dönemde de onun yerini alan Türk devletine saldırı yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Asyalı güçler merkeze gelirken doğu Anadolu’yu, Avrupalı güçler de batı Anadolu’nun topraklarını işgale kalkışmışlardır. Araplar güneyden gelerek Anadolu topraklarına girmeye kalkışırken, Ruslar da Osmanlının son dönemlerinde Kafkaslar’dan Doğu Anadolu’ya giriyor, ya da Tuna nehrini geçerek hemen Trakya topraklarına yönelik işgal hareketlerini gündeme getiriyorlardı. Osmanlı ya da Türk topraklarına yönelen işgal girişimleri ya da saldırıların ülke savunmasını zorunlu kıldığı bir durumda, bu savunmanın   dış saldırıların önünü kesmek üzere  sınırların ötesinden başlatılması ve düşman birliklerinin sınırlardan içerilere girmesi gibi tehlikeli  bir  durumun öncelikle sınırların dışında kalan yerlerde  önlenmesinin gerektiği dikkate alınırsa ,o zaman ülke savunmasının  daha güçlü bir direniş duvarı ile dış müdahalelere karşı  vatanı korumak doğrultusunda gerçekleşmesi sağlanmaktadır.

                Selçuklu imparatorluğu ile başlayan, Osmanlı devleti ile devam eden ve bugün de Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında sürdürülen merkezi alan savunması konusunda geçmişte yaşanmış olan olaylar, bugün için anlam taşıyan dersler vermektedir. Hala ülke işgali peşinde koşan emperyalist devletler komşularını işgale yönelirken, bu gibi saldırgan haydut devletlere karşı harita üzerinde yer alan bütün dünya devletlerinin kendini koruma hakkı vardır. Her devlet diğer devletlerin saldırı ihtimaline karşı kendini savunma noktasına geldiğinde, sınır ötesi savaşları ve savunma girişimlerini hatırlamak zorundadır. Atatürk batı cephesi savunmasından sonra Truva’nın intikamını aldık derken yüzlerce yıllık bir farklılığa sahip olan iki olayı birlikte değerlendirerek, ülke için genel anlamda bir değerlendirme yapma hakkını kendisinde görüyordu. Osmanlı devleti son döneminde sınır ötesi savaşlar yolu ile milli sınırlarını koruyamaz bir noktaya geldiği için, sınırlarını tam olarak koruyamamış ve bu olumsuz durumun sonucu da ülke sınırlarının ciddiye alınmaması gibi bir durumu gündeme getirmiştir. Osmanlı kendi sınırlarını koruyamadığı aşamada çöküşe geçmiş ve geride kalan ülke ahalisinin büyük çoğunluğu milli savunmaya yönelerek dışarıdan gelerek içeriye girmeye yönelen emperyalist işgal girişimlerinin önünü kesme girişimlerinde, yeterince etkili bir sonuç elde edememiştir. Selçuklu ve Osmanlı girişimlerinin getirdiği bu gibi dersler, yeni kurulan merkezi   devletin ulusal sınırlar ile birlikte iç güvenlik sınırlarını da dikkate alması gerektiğini göstermiştir.

                Milyonlarca kilometre karelik bir imparatorluğun geri çekilmesiyle başlayan yeni dönemde düşman orduları bütün Osmanlı sınırlarını delik deşik ederek ve merkezi ülkenin başkentine kadar gelerek İstanbul’u hem işgal altına alıyorlar hem de yeni imparatorluğun adımlarını atıyorlardı. Birbiri ile kavga eden büyük devletlerin çoğu yeni bir yaklaşım içinde sahip oldukları alanın kontrolünü  ele geçirmek  amacıyla, ülke  içinde bazı yerlerin  konumunu  bölgesel gelişim çizgisi görünümünde  farklı  boyutlarda değerlendirmesini  yapabilmektedirler .Yeryüzü haritasında yer alan her devletin devletlerarası  alan çekişmelerinde  kendini kurtarabilmesi için  sınır ötesi ve sınır içi güvenlik çalışmalarının  bir bütünsellik içinde birlikte düşünülmesi, bazen  gelecek kuşakların  var olan   toplu birikimin  dışında kalmasına yol açabilmektedir. Bu noktada insanların hedefi önem taşımakta ve hedef ortaklığı içindeki devlet yapılanmaları ile sonucu belirleyici bir çizgide stratejik yapısı önceden belirlenmiş toplu savunma girişimlerinin içinde gerektiği gibi toplum, kamu kurumları, sosyal kuruluşlar ve insanlar yer alabilmektedirler. Bu doğrultuda konu genel olarak ele alındığında her devlet ya da toplumun sahip oldukları kamusal alan içinde var olan yapıların korunması, değişken durumları dikkate alan bütünleştirilmiş bir kamu güvenliği planlaması ile sağlanabilmektedir. Her devletin kendine göre kamu güvenliği anlayışı olduğu için, değişen durumlara ve farklı ortamlara dayalı olarak ülkelerin kamu güvenliği alanlarında gelecekteki gelişmelere göre birbirinden çok farklı yaklaşımların öne çıktığı ve zaman içerisinde gelişerek yeni durumlara uygun düşen bir biçimde eskisinden çok farklı bir düzeyde, kamusal alanın güvenliği ile ilgili sorunların çözüme kavuşturulmaya çalışıldığı görülmektedir.

                Genel olarak toplumların ve devletlerin var olma durumları ile geleceğe yönelik olarak devamlılığının sağlanmasında istikrarlı bir biçimde kurumlaşabilmek amacıyla kamu düzenleri vazgeçilmez bir biçimde öneme sahiptir. Böylesine bir düzenin var olabilmesi ve süreklilik içinde devamlılığının sağlanması, kamu güvenliği meselesi olarak her devletin omuzlarına yüklenmiş olan bir sorumluluktur. Kişilerin kendilerini güvende hissedebilmeleri için içinde yaşadıkları sosyal yapılar ile yakınlaşmaları ve belirli bir süre içinde toplum ile ortak bir çizgide entegrasyona gidebilmeleri için   devlet gibi üst yapılanmaların planlı bir örgütlenme içinde olmaları gerekmektedir.  Toplumsal yapıların zaman içinde çözülmemeleri ve entegrasyona yönelen bir bütünleşme içinde varlıklarını koruyabilmeleri için, kamu güvenliği sorununun gerçek koşullara uygun bir yönde çözüme bağlanarak   geleceğe yönelik bir kurumlaşma çizgisinde hareket edilmesi gerekmektedir. Her ülkede devlet ve toplum düzenleri var olan hukuk düzeni içinde ele alınmakta ve bu düzenler aracılığı ile resmen tanınmış olan hak ve özgürlüklerin uygulama alanında gerçeklik kazanmalarına yardımcı olunmaya çalışılmaktadır. Bu çerçevede hak ve özgürleri düzenleyen kamu hukuku ile, her ülkede var olan kamusal düzenlerinin bütünleşmesi için çaba gösteren dışa açık kamu politikalarına da karşı dengelerin oluşturulması açısından gerek duyulmaktadır. Hak ve özgürlükler düzenlerinin kamusal alandaki hukuk düzenlerine uygun bir çizgide ele alınmaları, ülkedeki güvenlik şemsiyesini ortadan kaldırabilir ya da güvenlik düzeninde bazı açıklar yaratarak ülke ve toplumun güvencesizlik çıkmazına doğru gitmesine neden olabilir. Hak ve özgürlüklerin güvenlik düzenleriyle karşı karşıya gelmemesi ve bu doğrultuda paralel düzenlerin alternatif çıkışlar olarak öne çıkması, var olan güvenlik düzenlerinin zarar ya da ziyan görmeden devam etmesini sağlayabilecektir. Bir ülkede toplumsal yaşamın aksamadan yürütülmesi ve kişilerin korkusuzca yaşayabilmesi için, resmi makamlar tarafından alınması gereken kararlar ve önlemler dizisi bir ülkede güvenlik düzeninin çekirdek yapılanmasını oluşturmaktadır. Bir toplum içinde var olan bütün kazanılmış haklara ve değerlere saygı gösterilmesi ve bunlara yönelik tehditlerin ortadan kaldırılması genel anlamıyla güvenlik olarak tanımlanmaktadır. Bu çerçevede bütün ülkeler ve devlet düzenlerinin devamlılığı için kamu güvenliği vazgeçilemeyecek temel kavram ve bir dayanak noktasıdır.

                Güvenlik kavramı öncelikle çeşitli tehditlerin varlığına ya da yokluğuna göre değil ama hukuken tanınmış ve geçerlilik düzeni bulunan varlığı tanınmış hak ve özgürlüklerin korunmasına yönelik bir yönde değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Kazanılmış haklara dönük bir korunma, güvenlik kavramının daha hukuki açıdan ele alınmasını sağlayacak bir konudur. İnsanların toplumsal koşulların ortaya koyduğu düzene uygun bir yönde yaşamak ve yaşarken hak ile özgürlüklerinin sağlayacağı her türlü hareket özgürlüğü yapısında bir konuma sahip olmak da güvenlik kavramı ile yakın bağlantılı bir durumdur. Bu doğrultuda bütün devletler kendi kamu düzenlerini ulusal çıkarları doğrultusunda korumakla yükümlüdürler. Devletler öncelikle kendi kurdukları kamu düzenlerine uygun bir tarzda yönetim modelleri gerçekleştirerek ülke ve toplum güvenliğini en iyi olabilecek düzeyde gerçekleştirebilmelidir. Hak ve özgürlükleri esas alan bir yaklaşım içinde olanlar, zamanla devletlerin öncelikle uygulamak zorunda olduğu ulusal güvenlik politikaları ile karşı karşıya kalabilir. Bu gibi siyasal yaklaşımların hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına yardımcı olduğu için kazanılmış hakların normal koşullarda uygulamaya aktarılması engellenebilir ya da güvenlik uğruna getirilen sınırlamaların ve de benzeri uygulamaların getireceği yeni güvenlik düzeninde, otoriter ya da baskıcı yönetimlere kayılacağından, anayasal hukuk düzenlerinin bu gibi olumsuz durumlardan etkilenerek insan haklarının güvencelerinin sürdürülemeyeceği gibi karşı çıkışlar gündeme getirilebilmektedir. Ulusal politikaların çıkar çizgisinde ortaya çıkarılıp daha sonraki süreçte refah noktasına kadar getirilmesi, toplum yapısında olumlu gelişmelere yol açacağı için hukuk devletleri çatısı altında her türlü hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmaları kaçınılmaz bir tutum olmaktadır.

                Bugün için dünyada geçerli olan ulus devlet yapılanması, en büyük uluslararası örgüt olan Birleşmiş Milletlere üye olan iki yüzden fazla devlete tanınmış olan bir haktır. Bu hak doğrultusunda bütün ulus devletler kendi çıkarlarını ve haklarını korumak durumundadır. Ne var ki, devletler arası rekabet ve çekişme ortamında her devlet komşu ya da uzaktaki devletlerin içini karıştırabilecek bazı girişimlerde bulunabilirler. Bu nedenle de benzeri saldırılara uğrayan devletlerin kamu düzenlerini bozabilecek bazı tehdit ve saldırılar öne çıkarak, diğer devletlerin ulusal güvenliklerini ortadan kaldırabilir. Ulus devletler açısından ulusal çıkarlar vazgeçilmez değerler olarak yol gösterirler ama uluslararası rekabet ya da ulusal politik senaryolarla hareket edildiği zaman, diğer devletlerin pasif durmaları yüzünden ortaya çıkan tehdit ya da tehlikeli durumların önlenebilmesi amacıyla her devlet yeni önlemler alarak, kendi kamu düzenini ayakta tutabilecek farklı uygulamalara yönelmek zorunda kalabilir. Ulusal güvenliğini ödünsüz bir biçimde gerçekleştirmek isteyen her ulus devlet kendisini tehdit ve tehlikeli durumlarla karşı karşıya koyan yeni durumların önünü kesmek amacıyla yeni plan, program ya da yasal düzenlemeleri alacağı kararlar doğrultusunda geliştirebilmektedir. Ulusal egemenlik düzenini bozabilecek olaylar aynı zamanda ulusal güvenliği de ortadan kaldırarak çok yönlü çıkmazlarla ulus devletleri karşı karşıya koyabilmektedirler. Ulusal egemenlik sadece kendisini bozan sokak hareketleri ya da gizli kapaklı örgütlenmeler ile değil, aynı zamanda ülkenin bütününü tehdit eden çeşitli siyasal manevralarla da belirlenebilecek bir kavramdır. Ulusal egemenliği bozucu eylemler kamu düzenini bozan girişimlerden daha uzun ömürlü olmakta ve bu doğrultuda bütün devletleri uğraştırmaktadır. Devletin varlığı, ulusun yaşamı ve anayasal düzeyde kurulmuş olan siyasal yapıyı ilgilendiren her türlü girişim ya da gelişme var olan siyasal yapıların kamu düzenlerini bozabilmektedir. İç güvenliğin bozulduğu her aşamada aynı zamanda kamu güvenliği meselesi de bütünüyle tehdit altına girebilmektedir. Bu nedenle, böylesine olumsuz bir durumda kalmış olan her devlet kendisi için gerekli gördüğü kamu düzenini yeniden kurabilecektir.


                Dünyanın yeni gelmiş olduğu bu aşamada geleceğin belirsizliği nedeniyle tüm devletler yarın beklenmedik durumlarla karşılaşabilecek ve bu yüzden de ulusal güvenlik düzenleri tehlike altına girecektir. Büyük devletler bu gibi durumları önceden görerek gerekli olan önlemleri almaktadırlar. Bu doğrultuda anayasalarını değiştirenler, yeni yasal düzenlemeler hazırlayarak hukuk boşluklarını gidermek üzere yeni yapılanmalara yönelenler gibi değişik yol izleyerek bu gibi olumsuz durumlara engel olmak isteyen devletler, kendilerini koruma doğrultusunda yeni uygulamalara yönelebilirler. Özellikle soğuk savaş sonrasında küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte küreselci emperyalist şirketlerin ve onların dinci ortağı olan tarikatların çıkarları doğrultusunda ulus devletlerin kamu düzenlerini bozabilecek derecede onları alt kimlikçilik çekişmelerine yönlendirerek ve bir iç savaşa gidecek düzeyde ulus içi gruplar arasında çatışma senaryolarını birbirini izleyen bir yönde uygulama alanına getirdikleri görülebilmektedir. Genel olarak dünya hegemonya  planları doğrultusunda büyük devletler küçük ve orta boy ülkelerde çekişirken, sorumlulukları  birbirlerinin üzerine atarak bazı iç savaş  oyunlarını alt kimlikler üzerinden  kışkırtabilmektedirler .Yeryüzünün bütün kıtalarında savaşların çıkartılmasını ve bu doğrultuda silah satışlarının artmasını isteyen tekelci silah şirketleri de bu gibi çatışma senaryolarının önünü açarken, ilgili devletleri tehdit altında bırakan tehlikeli ortamların yaratılmasını açıkça örgütleyebilmektedirler.

                Devletler arasındaki rekabet ve çekişme ortamı giderek genişlerken, yeni yeni bazı senaryoların medya ve basın organları aracılığı kamuoyuna yansıtıldığı görülmektedir. Her devlet kendi çıkarları doğrultusunda kendi modeli ve özelliklerine göre bazı değerlere öncelik vermekte ve politikalarını bu doğrultuda geliştirebilmektedir. Devletlerin en üst düzeyde saygı gösterdiği değerler asli değerler olarak öne çıkartılırken, bunların dışında kalan değerler ikinci derece ya da değersiz düşünceler olarak dışlanabilmekte ya da marjinalleştirilebilmektedir. Devletlerin  halkını  temsil eden  insan toplulukları, yaşamın devamı için gerekli olan  tüm ihtiyaçları ile ilgili her türlü malzeme ve değer yargısının düzenli olarak sağlanması, kamu düzeni ve güvenliğinin gerektirdiği  bir durum olarak görüldüğü aşamada  güvenlik konusu ağır basabilmekte ve diğer konular kendiliğinden ikinci planda kalarak  güvenlik ile özgürlük arasındaki denge bozulmaktadır .Her zaman için  var olmayı ve sağlıklı bir biçimde yaşamını sürdürme noktasında  olan  bütün insanlar ve organizmalar güvenlikten yana ağırlıklarını koymaktadırlar. Bu gibi olağanüstü durumlarda özgürlükler ikinci planda kalmakta ve kazanılmış hakların sınırlandırılması gibi bir durum ile devletler ya da toplumlar karşı karşıya gelebilmektedirler. Özgürlüklerin ortadan kalkması ya da hakların sınırlanması güvenlik önceliği ile ortaya çıkınca, bu aşamadan sonra demokrasinin var olup olmadığı konusu, siyasal çevrelerin başlıca tartışma konusu haline gelebilmektedir. Ulusal güvenliği tehlikede olan ülkeler daha çok güvenlikten yana tavır ortaya koyarlarken, bu aşamada özgürlüklerin sınırlanması yoluna giderek hızlı bir sonuç alma yoluna da başvurabilirler.

                Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi bölgenin geleceği için birçok siyasal proje bulunması nedeniyle, Atatürk Cumhuriyeti ciddi tehditler altındadır. Bu durum nedeniyle Türkiye özgürlük ve güvenlik dengesinde güvenliğe öncelik veren bir ülke olarak hareket etmek zorundadır. Siyasal gelişmeleri yönlendiren uluslararası gelişmeleri dikkate alarak hareket edecek olan Türkiye önümüzdeki dönemde olumlu gelişmeler karşısında özgürlükçü, olumsuz gidiş durumunda ise ters bir biçimde güvenlikçi önceliklere yönelecek bir denge devleti olarak hareket etmek durumundadır. Türkiye bir cumhuriyetçi demokrat bir ülke olarak önümüzdeki dönemde demokratik rejime öncelik veren bir güvenlikçi yolu deneyerek, bir orta yol bulabilmenin arayışı içinde olacaktır. Avrupa Birliğinin yanında yer alan bir ülke olarak Türkiye her zaman için özgürlükler ile birlikte demokrasiyi de bir yaşam biçimi ya da siyasal rejim olarak benimsemek zorundadır. Güvenlik ile özgürlük dengesi hukuk devletlerinin terörü önlemek üzere vazgeçilmez ana konusudur.

                Türkiye Cumhuriyeti imparatorluk düzeni sonrasında tarih sahnesine çıktığı için geniş bir alanın tam ortasında bir ulus devleti kuruluşuna öncelik verilmiştir. Türklerin ve Müslümanların çoğunluk halinde yaşadığı bölgeler ulusal sınırları oluşturan Misakı Milli projesi doğrultusunda bir üniter devlet oluşturulmasına öncelik verilmiştir. Türklerin bir Anadolu bütünlüğü için uğraştıkları bir aşamada, İngiliz emperyalizmi ülkeyi parçalara bölebilmek üzere Sevr Antlaşmasını gündeme getiriyordu. Balkanlar’da başlatılan Balkanizasyon sürecini Anadolu’ya taşıyarak, bu büyük yarımadayı Balkanlar’da olduğu gibi küçük parçacıklara bölebilmenin arayışı yapılıyordu. Devlet düzenlerinin korunması zorunluluğu beraberinde özgürlüklerin sınırsız kullanılması için çaba gösteren liberal toplum kesimlerini devre dışı bırakıyordu. İngiliz emperyalizmi Anadolu topraklarını parçalamaya yönelirken, Osmanlı sonrasında geride kalmış olan halk kitlelerinin bir ulus devlet çatısı altında toparlanarak üniter bir siyasal kamu düzeni oluşturmaları kaçınılmaz bir noktaya geliyordu. Bir yandan cumhuriyet devleti kurulurken, diğer yandan da eski Osmanlı ahalisi üzerinden Türk ulusu tarih sahnesine çıkartılıyordu. Uluslaşan halk kitlesi üniter yapının getirdiği birlik ve bütünlük yapısını öncelikli olarak kurmak zorunda kalıyordu. Balkanlar’da başlayan parçalanma olgusu Anadoluya taşınırken bir Sevr haritası çizilerek ülkenin dört bir yanının küçük devletlere bölünmesi ana amaç olarak hedef tahtasına konuluyordu. Türk devleti yeniden kurulurken Sevr haritasına karşılık birleşik bir resmi düzen yapılanmasına dikkat ediliyor ve   ilgili antlaşmanın kaldırılması için bu durum hedef noktasına konuyordu.

                Türkiye Cumhuriyeti küçük bir Trakya parçası ile birlikte Anadolu yarımadasının bütün bölgelerini içine alan bir yeni ulus devlet olarak kuruluyordu. Yeni devlet üniter bir yapıda kurulduğu için ülkenin doğusu ile batısı ile ya da güneyi ile kuzeyi tek bir hukuki yapılanma çerçevesi içine alınıyordu. Ulus devlet kurulurken tek bir ulusal yapılanma tercih ediliyordu. Diğer alt kimlikli toplum kesimlerinin bir devlet ortaklığı talep eder biçimde öne geçmelerine izin verilmeyerek, imparatorluk düzeninden ulus devlet yapılanmasına doğru bir geçiş hazırlanıyordu. Türk milli bütünlüğü içinde tüm Anadolu’nun birlikteliği sağlanıyordu. Böylece Anadolu’yu bölerek bu merkezi yarımadayı paramparça etmek isteyenler emperyalizmin kuklaları olarak öne çıkarak, Anadolu’nun değişik bölgelerinde birbirinden farklı etnik ve dinsel yapılanmalara dayanan yeni küçük devletçikler istemeye başlıyorlardı. Eski Osmanlı topraklarını alt kimlikçi küçük etnik topluluklara dayanan eyalet devletçikleri biçiminde bölerek çok uluslu bir kozmopolit federasyona doğru bu bölgeyi yönlendiren batı emperyalizminin işbirlikçi temsilcileri, Türk devletinin üniter varlığını tehdit eden unsurlar olarak öne çıkıyorlardı. Türk devletinin milli bütünlüğü içinde ülkenin her bölgesi eşit koşullarda aynı bütünün parçaları olarak algılanması gerekirken, merkezi coğrafyayı bütünüyle ele geçirmek isteyen batı emperyalizminin, Anadolu’nun her coğrafi bölgesinde birbirinden farklı küçük devletçikleri bölgesel bir federasyon yapılanmasının yeni eyaletleri olarak oluşturmaya çalıştığı anlaşılıyordu. Türk milletinin ulusal kurtuluş savaşı vererek Türklerin merkezi vatanı haline getiren oluşumu görmezden gelen emperyalistler, uzaklardan gelerek merkezi coğrafyada kendi kontrolleri altında çok uluslu yeni bir yapılanmaya doğru yönlendiriyordu. Osmanlı döneminden gelen kültür bütünlüğü içinde ele alınması gereken Misakı Milli sınırları içindeki vatan topraklarının ayrı ayrı alt kimlikli topluluklara tahsis edilmesi, ulusalcı Türklerin hiçbir biçimde kabul edemeyecekleri bir emperyalist dayatma olarak, bölgenin yeniden yapılandırılması sırasında Türk egemenliğine karşı bir çıkış olarak zorlanıyordu. Asya kıtasının Türk topraklarından gelmiş olan Anadolu halkı konar-göçer yaşam tarzı içinde Türklüğü Anadolu’ya taşırken, Asya topraklarında öğrendiği ulusal birlik içinde yaşama tarzını Anadolu yarımadasına da taşıyarak üniter devlet geleneğini yeni dönemde de sürdürmeye hazırlanırken, batılı emperyalistlerin çok uluslu federasyon dayatmasına maruz kalınmıştır.

                Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında karşı karşıya kaldığı Anadolu’nun parçalanmasına yönelik emperyalist oyunları bozarak bugün yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini tamamlama aşamasına gelmiştir. Avrupalıların Sevr haritası dayatmasında Anadolu’nun başkent Ankara merkezli olarak ikiye bölündüğü ve bu parçalanma sonrasında da Doğu Anadolu da üç alt kimlikli devletin Lazistan, Kürdistan ve Ermenistan olarak kurulmaya çalışıldığı ortaya çıkmıştır. Şark meselesinin bölgeye yansıtılması parçalanma biçiminde öne çıkarılırken, Doğu Anadolu’nun Türk vilayetlerinin varlığı görmezden gelinerek, bölünme bu vilayetlerde yaşamını sürdürmekte olan Türk ulusunun insanlarına bir zorlama kader olarak dayatılmaya çalışılmıştır. Daha sonraki aşamada bu bölge için Alevistan eyaletinin de düşünüldüğü Avrupa ülkeleri üzerinden kamuoyuna taşınmıştır. Batılı devletler Doğu Anadolu halkı ile federasyon projesi doğrultusunda yakından ilgilenirken, Rusya da bir emperyalist güç olarak Kars ve Ardahan’ı yarım yüzyıl işgal ederek kendisine bağlı olacak Ermeni devleti peşinde koşmuştur. Ne var ki, batılı emperyalistlerin girişimleri başkent Ankara’dan geri gönderilirken, benzeri bir uygulama Rus emperyalizmine karşı da uygulanmıştır. Aynı soydan gelen toplulukları Türk ulusu çatısı altından alarak ayrı devletler kurmaya yönelen emperyal girişimlere karşı çıkılmasıyla, doğu Anadolu’nun birliği güvence altına alınmıştır.  

                Sevr haritasında eyaletler olarak yer verilen Lazistan, Ermenistan ve Kürdistan projelerinin Türk milli bütünlüğü yaklaşımı içinde sorun olmaktan çıkartılabilmesi için, günümüz koşullarında iç güvenliğin sağlanabilmesi açısından üç yeni vilayetin kurulmasında yarar vardır. Doğu Anadolu’nun dış güvenliği için Ardahan, Iğdır, Şırnak ve Kilis gibi sınır ilçelerinin vilayet yapılması ile birlikte, Türk devleti sınır boylarında daha güçlü bir örgütlenme içine girerek Sevr bölücülüğünü önlediği gibi, bu defa da Kürdistan projesinde başkent yapılmak istenen Diyarbakır’ın önünün dengelenmesi için Siverek’in vilayet yapılması bugünün koşullarında bir entegrasyon projesi olarak düşünülebilecek yeni bir adım olarak görülmektedir. Benzeri çizgide Büyük Ermenistan’ın merkezi olarak ilan edilmeye hazırlanan Van’a karşı, Türk kimliği ile Erciş ilçesi yeni bir vilayet olarak cumhuriyet yönetimi ağırlığını bölgede hissettirebilecektir. Doğu Anadolu’nun üçüncü devlet projesi olarak canlı tutulan Pontus yapılanmasında, Trabzon’un yeni başkent olarak ilan edilmesi arayışlarına karşı bugünkü Şebinkarahisar ilçesinin Şebin adı altında yeni bir vilayet olarak düzenlenmesiyle, bu bölge ve Ankara arasında bağlantıyı sağlamlaştıran ikinci bir ulusal köprü, Şebin vilayeti üzerinden sağlanabilecektir. Osmanlı döneminde bölge güvenliği merkezi olan Şebin ilçesinin, yeniden eskisi gibi vilayet olması bölge güvenliği açısından etkili olacaktır. Siverek, Erciş ve Şebin gibi kritik konumdaki ilçelerinin vilayet statüsünde yeniden düzenlenmeleriyle birlikte, Doğu Anadolu bölgesinde her türlü bölücülük ya da merkezden kopma gibi, üniter yapıyı tehdit eden olumsuz gelişmelerin önü kesilebilecektir. Bölgede Türkleşmenin daha etkili kılınması doğrultusunda benzeri bir vilayetleşme ,1071 kahramanı Malazgirt ilçesinin de bir iç güvenlik ili ilan edilerek yeni bir statüye kavuşturulması sayesinde elde edilebilecektir.

                Emperyalizmin Sevr projesi doğrultusunda başkent Ankara’dan uzaklaşan bölücü çizgideki yeni eyalet devletleri projesine karşı Ankara’nın Kuvayı Milliyeci çizgisinde cumhuriyetin merkezine daha yakın duran bir vilayetleşme planına girişmesi, çok ciddi bir milli alternatif olarak ulusalcı ve cumhuriyetçi kanatlar tarafından desteklenmelidir. Emperyalizm Türkiye’nin doğu bölgeleri ile batı bölgelerini karşı karşıya getirmeye hazırlanırken, Doğu Anadolu bölgesinde ihmal edilmiş olan Türkçü yapılanmanın daha da güçlendirilerek sürdürülmesi, var olan devletin üniter ve milli yapısını daha etkili bir konuma getirecektir. Bölgede Türk asıllı nüfuslara sahip olan Karabağ, Nahcivan ve Azerbaycan gibi bölgelerin de Türkiye ile daha da yakın olacağı bir yeni yapılanma modeli, bölücü projelere karşı Türkiye’nin bölgeselleşme projesi olarak öne çıkarılmalıdır. Doğu Anadolu’nun Türk kalabilmesi ancak önümüzdeki dönemde   Kafkasya bölgesine yeni bir açılım yapması ile mümkün olabilecektir. Doğu Anadolu’dan Kafkasya’ya doğru yapılacak yeni bir açılım Türkiye’nin Ermeni –Azeri savaşına barış getirecek bu bölgede başlatılmış olan savaş konjonktürünün önünü keserek, yeni bir barış döneminin önünü açabilecektir. Ön Asya ve Orta Asya Türklüğü arasında bir köprü konumuna sahip olan Kafkasya bölgesi gelecek dönemde, daha fazla dünya konjonktüründe ön planda yer alabilecektir.

                Emperyalizm yüz yıl önce ortaya çıkarılmış olan plan ve projelerin peşinde koşarken bugün aynı görüşler üzerinde inatçı bir biçimde ısrar ederek, bölgenin geleceği için batı blokunun isteklerini yeniden Türkiye Cumhuriyeti ve Türk dünyasına dayatmaktadır. Küreselleşme döneminin öne çıkardığı yeni yapılanma modelleri doğrultusunda eski isteklerin yenilerek barış masasının üzerine konulduğu görülmektedir. Doğu Anadolu’da geçen yüzyıldan gelen çarpıklıkların devam ettiği bir süreç içinde, Türkiye ve Azerbaycan bütünleşmesini önleyen Ermeni bıçağının uygulamadan kaldırılması ve Türkiye ile Azerbaycan’ın ortak sınırlar üzerinden bir araya getirilmesinin gerçekleştirilmesi acilen tamamlanması gereken ana konulardan birisidir. Nahcıvan ile Karabağ’ın birer Türk toprağı olarak, Türkiye ve Azerbaycan’nın bütünleşme sürecinde Kafkas Türklüğünün bütünleşme oluşumunda gerekli olan yerini alması, geleceğe dönük bir biçimde Kafkasya alanında bütünleşmeyi getirebilecek barışın ilk adımları olabilecektir. Şimdiye kadar Orta Doğu bölgelerinde tırmanmakta olan sıcak çatışma olaylarının Ermeni-Azeri savaşı ile Kafkasya bölgesine de nasıl taşındığı dikkate alınırsa, önümüzdeki dönemde Türkiye Kafkasya bölgesinde tırmandırılacak sıcak çatışma olayları ile fazlasıyla uğraşmak zorunda kalabilecektir. İkinci dünya savaşı sırasında Hitler’in Moskova’ya değil ama Hazar bölgesine neden geldiğini günümüz koşullarında iyi hatırlayarak yeniden tartışmak gerekmektedir. Bölgede yüz yıl önce başlatılan devletleşme olgusunun daha tamamlanmadığı ve bugün Ermeni-Azeri savaşı senaryosu ile Birinci ve İkinci dünya savaşlarından kalan potansiyelin üçüncü dünya savaşını örgütleyecek bir düzeyde öne çıkarılmaya çalışıldığı, göze çarpmaktadır. Böylesine bir yeni uluslararası konjonktür içerisinde Ermeni-Azeri savaşı kadar, Türkiye sınırları içinde geleceği dönük olarak planlanan eyaletleşme oluşumlarının da dikkate alınması ve bunların merkeze bağlı yeni vilayetlerle acilen önlenmesi gerekmektedir.

                Türkiye yeni dönemde başkent Ankara’dan uzaklaşarak Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde eyaletleşme senaryolarını gündeme taşıyan emperyalizm işbirlikçisi senaryolara karşı, başkent Ankara’nın yeniden güçlenmesini sağlayacak ve Ankara merkezli siyasal yaklaşımları öne çıkaracak yeni vilayetleri öncelikli bir biçimde Doğu Anadolu bölgesinde gündeme getirmesi gerekmektedir. Terör ve emperyalist savaşlar, Orta Doğu bölgesinden çıkarak Orta Asya alanına doğru taşınırken Kafkasya köprüsünün durumunu ve buranın yanında yer alan Doğu Anadolu bölgesinin yeni içine sürüklendiği konumun her yönü ile ele alınarak yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Kafkas savaşı bölgeye yeni yapılanmayı taşırken, Türkiye Cumhuriyeti de ülkesinin doğu bölgesinde kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yeni bir yapılanmaya gitme hakkını kullanabilecektir. Türkiye bölgedeki Türk nüfusunun artırılması ve buna paralel olarak Türkleşmenin tırmandırılmasına öncelik verirse bölgede artacak gücü ile her türlü emperyalist plan ve oyunu bozabilecektir. Önümüzdeki dönemde Türkiye ve Türk dünyası birbirine yakınlaşırken, İngilizlerin geçen yüzyılda aşamadığı Kafkas seddini aşabilecek yeni politikaların, Türkiye tarafından uygulama alanına getirilmesi zorunlu görünmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder