DOĞU ANADOLU’DA
İÇ GÜVENLİK VİLAYETLERİ
Türkiye Cumhuriyeti beş kıtadan oluşan dünya yapılanmasının tam ortasında bulunan üç kıtanın arasında yer alan merkezi bir devlettir. Bu nedenle dört bir yanda meydana gelen siyasal olaylar ve gelişmelerin doğrudan etkilediği bir jeopolitik konuma sahip bulunmaktadır. Bu yüzden üç büyük kıta üzerinde yer alan ülkelerdeki gelişmelerin doğrudan, uzaktaki Amerika kıtasında ortaya çıkan gelişmelerin ise dolaylı olarak etkilediği bir yapısal özelliğe sahip bulunmaktadır. Ülkeye kuş bakışı olarak baktığınız zaman, doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde gündeme gelen her türlü hareketten doğrudan etkilenen bir durumun, Türklerin ülkesini her zaman için etki altına aldığını ve zaman içerisinde kıtalardaki gelişmeler doğrultusunda yönlendirmeye yönelik bir baskı yarattığı artık herkesin gördüğü bir siyasal gerçeklik olarak dünya kamuoyuna yansımaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman Asya-Afrika ve Avrupa kıtalarının bir araya geldiği merkezi konumda, Türkiye hem fazlasıyla etkiye açık bir siyasal ortamı yaşamakta hem de bu durumun ülke işlerine yansımasının getirdiği sorunlarla da uğraşmak zorunda kalmaktadır.
Ulusal
kurtuluş savaşı sırasında batılı ülkelerin ülkenin batısı ve güneyinde harekete
geçmesi ve daha sonra da bu duruma ek olarak Sovyetler Birliğinin hem kuzey hem
de doğu Anadolu üzerinden merkezi imparatorluk konumundaki Osmanlı devletinin
yerini alan Türkiye devletinin dört bir yandan saldırı tehlikesi ile karşı
karşıya kaldığı bir aşamada, ülkenin kurtuluşunu hedefleyen bir çıkış rotası
çizerken Türkiye’nin fazlasıyla zor bir durumda kaldığı görülmektedir. Dünyanın
önde gelen dört büyük devletinin Osmanlı dönemi sonrasında yıkılan
imparatorluğun topraklarını paylaşmaya yöneldiği bir aşamada, Türkiye dört bir
yandan ülke tam anlamıyla bir kuşatma altına alındığından, çıkış için bir
dayanak noktası aranmış ve bunun belirlenmesinden sonra da Türk devleti hızla
ülkeyi saran dört kutuplu işgal senaryolarından kurtulabilmeyi başarmıştır.
Türk devletini kuran Kuvayı Milliye hareketinin yönetici kadrosu, kurucu önder
Mustafa Kemal’in tercih ve kararları yönünde hareket ederek, tam bağımsızlığı
getiren büyük zafere giden yolda üç cepheli bir stratejiyi öncelikli olarak
uygulamıştır. Ülkenin dört bir yandan sıkıştırıldığı noktada yeni Türkiye’nin
kurucuları önceliği doğu cephesine vermişler ve bu noktada ülkenin doğusundaki
sınır komşusu olan Gürcistan ile Ermenistan gibi küçük bölge devletleri ile
olan olan ihtilaflı durumları çözerek ve bu iki devlet ile barış sözleşmesi
imzalayarak, Türkiye doğu cephesindeki karışık durumları çözmüş ve yeni ortaya
çıkan büyük komşusu Sovyetler Birliği ile sınır komşusu konumuna gelmiştir.
Türkiye böylece doğu cephesine öncelik vererek yola çıktığı aşamada doğu
sınırına sırtını dayama olanağı bularak, esas saldırının geldiği batı cephesine
doğru yüzünü dönme şansını elde etmiştir.
Anadolu yarımadasının saldırı ve işgale açık
dört yönünü sıraya koyan Kuvayı Milliye yönetimi, o dönemde dünyaya egemen olan
batı emperyalizmine karşı esas savaşı vererek direnmiş ve bu nedenle de yüzünü
batıya dönerek emperyalizme karşı ulusal
savunma stratejisini çizmiştir. Batı Anadolu’da batılı emperyalist güçlerle tam
bir hesaplaşmaya giderek sorunu kendi içinde çözmeyi hedefleyen Ankara
yönetimi, yola çıkarken önce doğu cephesindeki komşuları ile hesaplaşarak
onları bir anlaşma aşamasına getirmiştir. Daha sonraki aşamada ise Fransa ve
İngiltere ile karşı karşıya gelebilmenin hazırlıklarını tamamlayarak, ulusal
kurtuluş savaşında Orta Doğu’nun yanı başında yer alan Güney doğu cephesinde
savaşmıştır. İtalyanların Antalya’ya gelmesiyle birlikte Adana-Antalya hattında bir güney cephesi
oluşturularak devreye sokulmuştur . Doğu cephesinde başlatılan emperyalizme
karşı direniş mücadelesi, ikinci aşamada Güneydoğu bölgesine yansıtılmış ve
Orta Doğu ile iç içe geçmiş bu bölgede İngiltere ve Fransa gibi iki büyük
batılı emperyal ülkenin önü kesilmiştir. Cepheler halinde sürdürülen ulusal
kurtuluş savaşında son cephe olarak batı Anadolu hazırlanmış ve burada da Yunan
ordusunun İzmir’e çıkışı sonrasında, bu
ülkenin arakasındaki güç olan İngiltere ve onun yavrusu konumundaki Yunanistan
ile de tam anlamıyla bir hesaplaşma içine girilerek, emperyalizm ile son
bir çatışma büyük saldırı olarak
hazırlanmış ve savunma amaçlı saldırı uygulaması ile düşman orduları denize
dökülerek, Misakı milli sınırları içinde
ilan edilen ulus devletin bağımsızlığı elde edilmiştir.
Osmanlı
imparatorluğu yedi asır boyunca merkezi alan devleti olarak hep sınırları
dışında savaşmış ve böylece dünyanın merkezi bölgesinde, Balkanlar’dan
Kafkas’lara, Karadeniz ve Kırım’dan Mısır ve Libya’ya kadar olan geniş
alanlarda savaşarak ayakta kalabilmiştir. Üç kıta arasında yer alan orta
dünyanın en merkezi yerinde egemen bir konuma sahip olan Türkiye
Cumhuriyeti’nin bu kadar kritik bir konuma sahip olması yüzünden, bulunduğu
yerde çok ciddi bir güvenlik sorunu vardır. Bu çerçevede Türkiye kendi
savunmasını ulusal sınırları içinde değil, sınır ötesi alanlardan başlayarak
kurmak zorundadır. Osmanlılar yedi yüz yıl bu merkezi alanda egemen bir güç
olarak ayakta kaldıkları zaman, sürekli olarak sınırları dışındaki alanlarda
savaşmışlardır. Asya ya da Avrupa’da ortaya çıkan büyük devletler kendi
egemenliklerini merkezi alana taşımaya girişmektedirler. O zamanda eskiden
Osmanlı devletine saldırdıkları gibi, son yüz yıllık dönemde de onun yerini
alan Türk devletine saldırı yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Asyalı güçler
merkeze gelirken doğu Anadolu’yu, Avrupalı güçler de batı Anadolu’nun
topraklarını işgale kalkışmışlardır. Araplar güneyden gelerek Anadolu
topraklarına girmeye kalkışırken, Ruslar da Osmanlının son dönemlerinde
Kafkaslar’dan Doğu Anadolu’ya giriyor, ya da Tuna nehrini geçerek hemen Trakya
topraklarına yönelik işgal hareketlerini gündeme getiriyorlardı. Osmanlı ya da
Türk topraklarına yönelen işgal girişimleri ya da saldırıların ülke savunmasını
zorunlu kıldığı bir durumda, bu savunmanın
dış saldırıların önünü kesmek üzere
sınırların ötesinden başlatılması ve düşman birliklerinin sınırlardan
içerilere girmesi gibi tehlikeli bir durumun öncelikle sınırların dışında kalan
yerlerde önlenmesinin gerektiği dikkate
alınırsa ,o zaman ülke savunmasının daha
güçlü bir direniş duvarı ile dış müdahalelere karşı vatanı korumak doğrultusunda gerçekleşmesi
sağlanmaktadır.
Selçuklu
imparatorluğu ile başlayan, Osmanlı devleti ile devam eden ve bugün de Türkiye
Cumhuriyeti çatısı altında sürdürülen merkezi alan savunması konusunda geçmişte
yaşanmış olan olaylar, bugün için anlam taşıyan dersler vermektedir. Hala ülke
işgali peşinde koşan emperyalist devletler komşularını işgale yönelirken, bu
gibi saldırgan haydut devletlere karşı harita üzerinde yer alan bütün dünya
devletlerinin kendini koruma hakkı vardır. Her devlet diğer devletlerin saldırı
ihtimaline karşı kendini savunma noktasına geldiğinde, sınır ötesi savaşları ve
savunma girişimlerini hatırlamak zorundadır. Atatürk batı cephesi savunmasından
sonra Truva’nın intikamını aldık derken yüzlerce yıllık bir farklılığa sahip
olan iki olayı birlikte değerlendirerek, ülke için genel anlamda bir değerlendirme
yapma hakkını kendisinde görüyordu. Osmanlı devleti son döneminde sınır ötesi
savaşlar yolu ile milli sınırlarını koruyamaz bir noktaya geldiği için,
sınırlarını tam olarak koruyamamış ve bu olumsuz durumun sonucu da ülke
sınırlarının ciddiye alınmaması gibi bir durumu gündeme getirmiştir. Osmanlı
kendi sınırlarını koruyamadığı aşamada çöküşe geçmiş ve geride kalan ülke
ahalisinin büyük çoğunluğu milli savunmaya yönelerek dışarıdan gelerek içeriye
girmeye yönelen emperyalist işgal girişimlerinin önünü kesme girişimlerinde,
yeterince etkili bir sonuç elde edememiştir. Selçuklu ve Osmanlı girişimlerinin
getirdiği bu gibi dersler, yeni kurulan merkezi devletin ulusal sınırlar ile birlikte iç
güvenlik sınırlarını da dikkate alması gerektiğini göstermiştir.
Milyonlarca
kilometre karelik bir imparatorluğun geri çekilmesiyle başlayan yeni dönemde
düşman orduları bütün Osmanlı sınırlarını delik deşik ederek ve merkezi ülkenin
başkentine kadar gelerek İstanbul’u hem işgal altına alıyorlar hem de yeni
imparatorluğun adımlarını atıyorlardı. Birbiri ile kavga eden büyük devletlerin
çoğu yeni bir yaklaşım içinde sahip oldukları alanın kontrolünü ele geçirmek
amacıyla, ülke içinde bazı
yerlerin konumunu bölgesel gelişim çizgisi görünümünde farklı
boyutlarda değerlendirmesini yapabilmektedirler .Yeryüzü haritasında yer
alan her devletin devletlerarası alan çekişmelerinde
kendini kurtarabilmesi için sınır ötesi ve sınır içi güvenlik
çalışmalarının bir bütünsellik içinde
birlikte düşünülmesi, bazen gelecek
kuşakların var olan toplu birikimin dışında kalmasına yol açabilmektedir. Bu
noktada insanların hedefi önem taşımakta ve hedef ortaklığı içindeki devlet
yapılanmaları ile sonucu belirleyici bir çizgide stratejik yapısı önceden
belirlenmiş toplu savunma girişimlerinin içinde gerektiği gibi toplum, kamu
kurumları, sosyal kuruluşlar ve insanlar yer alabilmektedirler. Bu doğrultuda
konu genel olarak ele alındığında her devlet ya da toplumun sahip oldukları
kamusal alan içinde var olan yapıların korunması, değişken durumları dikkate
alan bütünleştirilmiş bir kamu güvenliği planlaması ile sağlanabilmektedir. Her
devletin kendine göre kamu güvenliği anlayışı olduğu için, değişen durumlara ve
farklı ortamlara dayalı olarak ülkelerin kamu güvenliği alanlarında gelecekteki
gelişmelere göre birbirinden çok farklı yaklaşımların öne çıktığı ve zaman
içerisinde gelişerek yeni durumlara uygun düşen bir biçimde eskisinden çok
farklı bir düzeyde, kamusal alanın güvenliği ile ilgili sorunların çözüme
kavuşturulmaya çalışıldığı görülmektedir.
Genel
olarak toplumların ve devletlerin var olma durumları ile geleceğe yönelik
olarak devamlılığının sağlanmasında istikrarlı bir biçimde kurumlaşabilmek
amacıyla kamu düzenleri vazgeçilmez bir biçimde öneme sahiptir. Böylesine bir
düzenin var olabilmesi ve süreklilik içinde devamlılığının sağlanması, kamu
güvenliği meselesi olarak her devletin omuzlarına yüklenmiş olan bir
sorumluluktur. Kişilerin kendilerini güvende hissedebilmeleri için içinde
yaşadıkları sosyal yapılar ile yakınlaşmaları ve belirli bir süre içinde toplum
ile ortak bir çizgide entegrasyona gidebilmeleri için devlet gibi üst yapılanmaların planlı bir
örgütlenme içinde olmaları gerekmektedir. Toplumsal yapıların zaman içinde çözülmemeleri
ve entegrasyona yönelen bir bütünleşme içinde varlıklarını koruyabilmeleri için,
kamu güvenliği sorununun gerçek koşullara uygun bir yönde çözüme bağlanarak geleceğe yönelik bir kurumlaşma çizgisinde hareket
edilmesi gerekmektedir. Her ülkede devlet ve toplum düzenleri var olan hukuk
düzeni içinde ele alınmakta ve bu düzenler aracılığı ile resmen tanınmış olan
hak ve özgürlüklerin uygulama alanında gerçeklik kazanmalarına yardımcı
olunmaya çalışılmaktadır. Bu çerçevede hak ve özgürleri düzenleyen kamu hukuku
ile, her ülkede var olan kamusal düzenlerinin bütünleşmesi için çaba gösteren
dışa açık kamu politikalarına da karşı dengelerin oluşturulması açısından gerek
duyulmaktadır. Hak ve özgürlükler düzenlerinin kamusal alandaki hukuk
düzenlerine uygun bir çizgide ele alınmaları, ülkedeki güvenlik şemsiyesini
ortadan kaldırabilir ya da güvenlik düzeninde bazı açıklar yaratarak ülke ve
toplumun güvencesizlik çıkmazına doğru gitmesine neden olabilir. Hak ve
özgürlüklerin güvenlik düzenleriyle karşı karşıya gelmemesi ve bu doğrultuda
paralel düzenlerin alternatif çıkışlar olarak öne çıkması, var olan güvenlik
düzenlerinin zarar ya da ziyan görmeden devam etmesini sağlayabilecektir. Bir
ülkede toplumsal yaşamın aksamadan yürütülmesi ve kişilerin korkusuzca
yaşayabilmesi için, resmi makamlar tarafından alınması gereken kararlar ve
önlemler dizisi bir ülkede güvenlik düzeninin çekirdek yapılanmasını
oluşturmaktadır. Bir toplum içinde var olan bütün kazanılmış haklara ve
değerlere saygı gösterilmesi ve bunlara yönelik tehditlerin ortadan
kaldırılması genel anlamıyla güvenlik olarak tanımlanmaktadır. Bu çerçevede
bütün ülkeler ve devlet düzenlerinin devamlılığı için kamu güvenliği
vazgeçilemeyecek temel kavram ve bir dayanak noktasıdır.
Güvenlik kavramı öncelikle çeşitli tehditlerin varlığına ya da yokluğuna göre değil ama hukuken tanınmış ve geçerlilik düzeni bulunan varlığı tanınmış hak ve özgürlüklerin korunmasına yönelik bir yönde değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Kazanılmış haklara dönük bir korunma, güvenlik kavramının daha hukuki açıdan ele alınmasını sağlayacak bir konudur. İnsanların toplumsal koşulların ortaya koyduğu düzene uygun bir yönde yaşamak ve yaşarken hak ile özgürlüklerinin sağlayacağı her türlü hareket özgürlüğü yapısında bir konuma sahip olmak da güvenlik kavramı ile yakın bağlantılı bir durumdur. Bu doğrultuda bütün devletler kendi kamu düzenlerini ulusal çıkarları doğrultusunda korumakla yükümlüdürler. Devletler öncelikle kendi kurdukları kamu düzenlerine uygun bir tarzda yönetim modelleri gerçekleştirerek ülke ve toplum güvenliğini en iyi olabilecek düzeyde gerçekleştirebilmelidir. Hak ve özgürlükleri esas alan bir yaklaşım içinde olanlar, zamanla devletlerin öncelikle uygulamak zorunda olduğu ulusal güvenlik politikaları ile karşı karşıya kalabilir. Bu gibi siyasal yaklaşımların hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına yardımcı olduğu için kazanılmış hakların normal koşullarda uygulamaya aktarılması engellenebilir ya da güvenlik uğruna getirilen sınırlamaların ve de benzeri uygulamaların getireceği yeni güvenlik düzeninde, otoriter ya da baskıcı yönetimlere kayılacağından, anayasal hukuk düzenlerinin bu gibi olumsuz durumlardan etkilenerek insan haklarının güvencelerinin sürdürülemeyeceği gibi karşı çıkışlar gündeme getirilebilmektedir. Ulusal politikaların çıkar çizgisinde ortaya çıkarılıp daha sonraki süreçte refah noktasına kadar getirilmesi, toplum yapısında olumlu gelişmelere yol açacağı için hukuk devletleri çatısı altında her türlü hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmaları kaçınılmaz bir tutum olmaktadır.
Bugün için dünyada geçerli olan ulus devlet yapılanması, en büyük uluslararası örgüt olan Birleşmiş Milletlere üye olan iki yüzden fazla devlete tanınmış olan bir haktır. Bu hak doğrultusunda bütün ulus devletler kendi çıkarlarını ve haklarını korumak durumundadır. Ne var ki, devletler arası rekabet ve çekişme ortamında her devlet komşu ya da uzaktaki devletlerin içini karıştırabilecek bazı girişimlerde bulunabilirler. Bu nedenle de benzeri saldırılara uğrayan devletlerin kamu düzenlerini bozabilecek bazı tehdit ve saldırılar öne çıkarak, diğer devletlerin ulusal güvenliklerini ortadan kaldırabilir. Ulus devletler açısından ulusal çıkarlar vazgeçilmez değerler olarak yol gösterirler ama uluslararası rekabet ya da ulusal politik senaryolarla hareket edildiği zaman, diğer devletlerin pasif durmaları yüzünden ortaya çıkan tehdit ya da tehlikeli durumların önlenebilmesi amacıyla her devlet yeni önlemler alarak, kendi kamu düzenini ayakta tutabilecek farklı uygulamalara yönelmek zorunda kalabilir. Ulusal güvenliğini ödünsüz bir biçimde gerçekleştirmek isteyen her ulus devlet kendisini tehdit ve tehlikeli durumlarla karşı karşıya koyan yeni durumların önünü kesmek amacıyla yeni plan, program ya da yasal düzenlemeleri alacağı kararlar doğrultusunda geliştirebilmektedir. Ulusal egemenlik düzenini bozabilecek olaylar aynı zamanda ulusal güvenliği de ortadan kaldırarak çok yönlü çıkmazlarla ulus devletleri karşı karşıya koyabilmektedirler. Ulusal egemenlik sadece kendisini bozan sokak hareketleri ya da gizli kapaklı örgütlenmeler ile değil, aynı zamanda ülkenin bütününü tehdit eden çeşitli siyasal manevralarla da belirlenebilecek bir kavramdır. Ulusal egemenliği bozucu eylemler kamu düzenini bozan girişimlerden daha uzun ömürlü olmakta ve bu doğrultuda bütün devletleri uğraştırmaktadır. Devletin varlığı, ulusun yaşamı ve anayasal düzeyde kurulmuş olan siyasal yapıyı ilgilendiren her türlü girişim ya da gelişme var olan siyasal yapıların kamu düzenlerini bozabilmektedir. İç güvenliğin bozulduğu her aşamada aynı zamanda kamu güvenliği meselesi de bütünüyle tehdit altına girebilmektedir. Bu nedenle, böylesine olumsuz bir durumda kalmış olan her devlet kendisi için gerekli gördüğü kamu düzenini yeniden kurabilecektir.
Dünyanın
yeni gelmiş olduğu bu aşamada geleceğin belirsizliği nedeniyle tüm devletler
yarın beklenmedik durumlarla karşılaşabilecek ve bu yüzden de ulusal güvenlik
düzenleri tehlike altına girecektir. Büyük devletler bu gibi durumları önceden
görerek gerekli olan önlemleri almaktadırlar. Bu doğrultuda anayasalarını
değiştirenler, yeni yasal düzenlemeler hazırlayarak hukuk boşluklarını gidermek
üzere yeni yapılanmalara yönelenler gibi değişik yol izleyerek bu gibi olumsuz
durumlara engel olmak isteyen devletler, kendilerini koruma doğrultusunda yeni
uygulamalara yönelebilirler. Özellikle soğuk savaş sonrasında küreselleşme
dönemine geçilmesiyle birlikte küreselci emperyalist şirketlerin ve onların
dinci ortağı olan tarikatların çıkarları doğrultusunda ulus devletlerin kamu
düzenlerini bozabilecek derecede onları alt kimlikçilik çekişmelerine
yönlendirerek ve bir iç savaşa gidecek düzeyde ulus içi gruplar arasında
çatışma senaryolarını birbirini izleyen bir yönde uygulama alanına getirdikleri
görülebilmektedir. Genel olarak dünya hegemonya
planları doğrultusunda büyük devletler küçük ve orta boy ülkelerde
çekişirken, sorumlulukları birbirlerinin
üzerine atarak bazı iç savaş oyunlarını
alt kimlikler üzerinden
kışkırtabilmektedirler .Yeryüzünün bütün kıtalarında savaşların
çıkartılmasını ve bu doğrultuda silah satışlarının artmasını isteyen tekelci
silah şirketleri de bu gibi çatışma senaryolarının önünü açarken, ilgili devletleri
tehdit altında bırakan tehlikeli ortamların yaratılmasını açıkça
örgütleyebilmektedirler.
Devletler
arasındaki rekabet ve çekişme ortamı giderek genişlerken, yeni yeni bazı
senaryoların medya ve basın organları aracılığı kamuoyuna yansıtıldığı
görülmektedir. Her devlet kendi çıkarları doğrultusunda kendi modeli ve
özelliklerine göre bazı değerlere öncelik vermekte ve politikalarını bu
doğrultuda geliştirebilmektedir. Devletlerin en üst düzeyde saygı gösterdiği
değerler asli değerler olarak öne çıkartılırken, bunların dışında kalan
değerler ikinci derece ya da değersiz düşünceler olarak dışlanabilmekte ya da
marjinalleştirilebilmektedir. Devletlerin
halkını temsil eden insan toplulukları, yaşamın devamı için
gerekli olan tüm ihtiyaçları ile ilgili her
türlü malzeme ve değer yargısının düzenli olarak sağlanması, kamu düzeni ve
güvenliğinin gerektirdiği bir durum
olarak görüldüğü aşamada güvenlik konusu
ağır basabilmekte ve diğer konular kendiliğinden ikinci planda kalarak güvenlik ile özgürlük arasındaki denge
bozulmaktadır .Her zaman için var olmayı
ve sağlıklı bir biçimde yaşamını sürdürme noktasında olan bütün
insanlar ve organizmalar güvenlikten yana ağırlıklarını koymaktadırlar. Bu gibi
olağanüstü durumlarda özgürlükler ikinci planda kalmakta ve kazanılmış hakların
sınırlandırılması gibi bir durum ile devletler ya da toplumlar karşı karşıya
gelebilmektedirler. Özgürlüklerin ortadan kalkması ya da hakların sınırlanması
güvenlik önceliği ile ortaya çıkınca, bu aşamadan sonra demokrasinin var olup
olmadığı konusu, siyasal çevrelerin başlıca tartışma konusu haline
gelebilmektedir. Ulusal güvenliği tehlikede olan ülkeler daha çok güvenlikten
yana tavır ortaya koyarlarken, bu aşamada özgürlüklerin sınırlanması yoluna
giderek hızlı bir sonuç alma yoluna da başvurabilirler.
Türkiye’nin
içinde bulunduğu merkezi bölgenin geleceği için birçok siyasal proje bulunması
nedeniyle, Atatürk Cumhuriyeti ciddi tehditler altındadır. Bu durum nedeniyle
Türkiye özgürlük ve güvenlik dengesinde güvenliğe öncelik veren bir ülke olarak
hareket etmek zorundadır. Siyasal gelişmeleri yönlendiren uluslararası
gelişmeleri dikkate alarak hareket edecek olan Türkiye önümüzdeki dönemde
olumlu gelişmeler karşısında özgürlükçü, olumsuz gidiş durumunda ise ters bir
biçimde güvenlikçi önceliklere yönelecek bir denge devleti olarak hareket etmek
durumundadır. Türkiye bir cumhuriyetçi demokrat bir ülke olarak önümüzdeki
dönemde demokratik rejime öncelik veren bir güvenlikçi yolu deneyerek, bir orta
yol bulabilmenin arayışı içinde olacaktır. Avrupa Birliğinin yanında yer alan
bir ülke olarak Türkiye her zaman için özgürlükler ile birlikte demokrasiyi de
bir yaşam biçimi ya da siyasal rejim olarak benimsemek zorundadır. Güvenlik ile
özgürlük dengesi hukuk devletlerinin terörü önlemek üzere vazgeçilmez ana
konusudur.
Türkiye Cumhuriyeti imparatorluk düzeni sonrasında tarih sahnesine çıktığı için geniş bir alanın tam ortasında bir ulus devleti kuruluşuna öncelik verilmiştir. Türklerin ve Müslümanların çoğunluk halinde yaşadığı bölgeler ulusal sınırları oluşturan Misakı Milli projesi doğrultusunda bir üniter devlet oluşturulmasına öncelik verilmiştir. Türklerin bir Anadolu bütünlüğü için uğraştıkları bir aşamada, İngiliz emperyalizmi ülkeyi parçalara bölebilmek üzere Sevr Antlaşmasını gündeme getiriyordu. Balkanlar’da başlatılan Balkanizasyon sürecini Anadolu’ya taşıyarak, bu büyük yarımadayı Balkanlar’da olduğu gibi küçük parçacıklara bölebilmenin arayışı yapılıyordu. Devlet düzenlerinin korunması zorunluluğu beraberinde özgürlüklerin sınırsız kullanılması için çaba gösteren liberal toplum kesimlerini devre dışı bırakıyordu. İngiliz emperyalizmi Anadolu topraklarını parçalamaya yönelirken, Osmanlı sonrasında geride kalmış olan halk kitlelerinin bir ulus devlet çatısı altında toparlanarak üniter bir siyasal kamu düzeni oluşturmaları kaçınılmaz bir noktaya geliyordu. Bir yandan cumhuriyet devleti kurulurken, diğer yandan da eski Osmanlı ahalisi üzerinden Türk ulusu tarih sahnesine çıkartılıyordu. Uluslaşan halk kitlesi üniter yapının getirdiği birlik ve bütünlük yapısını öncelikli olarak kurmak zorunda kalıyordu. Balkanlar’da başlayan parçalanma olgusu Anadoluya taşınırken bir Sevr haritası çizilerek ülkenin dört bir yanının küçük devletlere bölünmesi ana amaç olarak hedef tahtasına konuluyordu. Türk devleti yeniden kurulurken Sevr haritasına karşılık birleşik bir resmi düzen yapılanmasına dikkat ediliyor ve ilgili antlaşmanın kaldırılması için bu durum hedef noktasına konuyordu.
Türkiye
Cumhuriyeti küçük bir Trakya parçası ile birlikte Anadolu yarımadasının bütün
bölgelerini içine alan bir yeni ulus devlet olarak kuruluyordu. Yeni devlet
üniter bir yapıda kurulduğu için ülkenin doğusu ile batısı ile ya da güneyi ile
kuzeyi tek bir hukuki yapılanma çerçevesi içine alınıyordu. Ulus devlet
kurulurken tek bir ulusal yapılanma tercih ediliyordu. Diğer alt kimlikli
toplum kesimlerinin bir devlet ortaklığı talep eder biçimde öne geçmelerine
izin verilmeyerek, imparatorluk düzeninden ulus devlet yapılanmasına doğru bir
geçiş hazırlanıyordu. Türk milli bütünlüğü içinde tüm Anadolu’nun birlikteliği
sağlanıyordu. Böylece Anadolu’yu bölerek bu merkezi yarımadayı paramparça etmek
isteyenler emperyalizmin kuklaları olarak öne çıkarak, Anadolu’nun değişik
bölgelerinde birbirinden farklı etnik ve dinsel yapılanmalara dayanan yeni
küçük devletçikler istemeye başlıyorlardı. Eski Osmanlı topraklarını alt
kimlikçi küçük etnik topluluklara dayanan eyalet devletçikleri biçiminde
bölerek çok uluslu bir kozmopolit federasyona doğru bu bölgeyi yönlendiren batı
emperyalizminin işbirlikçi temsilcileri, Türk devletinin üniter varlığını
tehdit eden unsurlar olarak öne çıkıyorlardı. Türk devletinin milli bütünlüğü
içinde ülkenin her bölgesi eşit koşullarda aynı bütünün parçaları olarak
algılanması gerekirken, merkezi coğrafyayı bütünüyle ele geçirmek isteyen batı
emperyalizminin, Anadolu’nun her coğrafi bölgesinde birbirinden farklı küçük
devletçikleri bölgesel bir federasyon yapılanmasının yeni eyaletleri olarak oluşturmaya
çalıştığı anlaşılıyordu. Türk milletinin ulusal kurtuluş savaşı vererek
Türklerin merkezi vatanı haline getiren oluşumu görmezden gelen emperyalistler,
uzaklardan gelerek merkezi coğrafyada kendi kontrolleri altında çok uluslu yeni
bir yapılanmaya doğru yönlendiriyordu. Osmanlı döneminden gelen kültür
bütünlüğü içinde ele alınması gereken Misakı Milli sınırları içindeki vatan
topraklarının ayrı ayrı alt kimlikli topluluklara tahsis edilmesi, ulusalcı
Türklerin hiçbir biçimde kabul edemeyecekleri bir emperyalist dayatma olarak, bölgenin
yeniden yapılandırılması sırasında Türk egemenliğine karşı bir çıkış olarak
zorlanıyordu. Asya kıtasının Türk topraklarından gelmiş olan Anadolu halkı
konar-göçer yaşam tarzı içinde Türklüğü Anadolu’ya taşırken, Asya topraklarında
öğrendiği ulusal birlik içinde yaşama tarzını Anadolu yarımadasına da taşıyarak
üniter devlet geleneğini yeni dönemde de sürdürmeye hazırlanırken, batılı emperyalistlerin
çok uluslu federasyon dayatmasına maruz kalınmıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında karşı karşıya kaldığı Anadolu’nun
parçalanmasına yönelik emperyalist oyunları bozarak bugün yirmi birinci
yüzyılın ilk çeyreğini tamamlama aşamasına gelmiştir. Avrupalıların Sevr
haritası dayatmasında Anadolu’nun başkent Ankara merkezli olarak ikiye
bölündüğü ve bu parçalanma sonrasında da Doğu Anadolu da üç alt kimlikli
devletin Lazistan, Kürdistan ve Ermenistan olarak kurulmaya çalışıldığı ortaya
çıkmıştır. Şark meselesinin bölgeye yansıtılması parçalanma biçiminde öne çıkarılırken,
Doğu Anadolu’nun Türk vilayetlerinin varlığı görmezden gelinerek, bölünme bu
vilayetlerde yaşamını sürdürmekte olan Türk ulusunun insanlarına bir zorlama
kader olarak dayatılmaya çalışılmıştır. Daha sonraki aşamada bu bölge için
Alevistan eyaletinin de düşünüldüğü Avrupa ülkeleri üzerinden kamuoyuna
taşınmıştır. Batılı devletler Doğu Anadolu halkı ile federasyon projesi
doğrultusunda yakından ilgilenirken, Rusya da bir emperyalist güç olarak Kars
ve Ardahan’ı yarım yüzyıl işgal ederek kendisine bağlı olacak Ermeni devleti
peşinde koşmuştur. Ne var ki, batılı emperyalistlerin girişimleri başkent
Ankara’dan geri gönderilirken, benzeri bir uygulama Rus emperyalizmine karşı da
uygulanmıştır. Aynı soydan gelen toplulukları Türk ulusu çatısı altından alarak
ayrı devletler kurmaya yönelen emperyal girişimlere karşı çıkılmasıyla, doğu
Anadolu’nun birliği güvence altına alınmıştır.
Emperyalizmin
Sevr projesi doğrultusunda başkent Ankara’dan uzaklaşan bölücü çizgideki yeni
eyalet devletleri projesine karşı Ankara’nın Kuvayı Milliyeci çizgisinde
cumhuriyetin merkezine daha yakın duran bir vilayetleşme planına girişmesi, çok
ciddi bir milli alternatif olarak ulusalcı ve cumhuriyetçi kanatlar tarafından
desteklenmelidir. Emperyalizm Türkiye’nin doğu bölgeleri ile batı bölgelerini
karşı karşıya getirmeye hazırlanırken, Doğu Anadolu bölgesinde ihmal edilmiş
olan Türkçü yapılanmanın daha da güçlendirilerek sürdürülmesi, var olan devletin
üniter ve milli yapısını daha etkili bir konuma getirecektir. Bölgede Türk
asıllı nüfuslara sahip olan Karabağ, Nahcivan ve Azerbaycan gibi bölgelerin de
Türkiye ile daha da yakın olacağı bir yeni yapılanma modeli, bölücü projelere
karşı Türkiye’nin bölgeselleşme projesi olarak öne çıkarılmalıdır. Doğu Anadolu’nun
Türk kalabilmesi ancak önümüzdeki dönemde Kafkasya
bölgesine yeni bir açılım yapması ile mümkün olabilecektir. Doğu Anadolu’dan
Kafkasya’ya doğru yapılacak yeni bir açılım Türkiye’nin Ermeni –Azeri savaşına
barış getirecek bu bölgede başlatılmış olan savaş konjonktürünün önünü keserek,
yeni bir barış döneminin önünü açabilecektir. Ön Asya ve Orta Asya Türklüğü
arasında bir köprü konumuna sahip olan Kafkasya bölgesi gelecek dönemde, daha
fazla dünya konjonktüründe ön planda yer alabilecektir.
Emperyalizm
yüz yıl önce ortaya çıkarılmış olan plan ve projelerin peşinde koşarken bugün
aynı görüşler üzerinde inatçı bir biçimde ısrar ederek, bölgenin geleceği için batı
blokunun isteklerini yeniden Türkiye Cumhuriyeti ve Türk dünyasına
dayatmaktadır. Küreselleşme döneminin öne çıkardığı yeni yapılanma modelleri
doğrultusunda eski isteklerin yenilerek barış masasının üzerine konulduğu
görülmektedir. Doğu Anadolu’da geçen yüzyıldan gelen çarpıklıkların devam
ettiği bir süreç içinde, Türkiye ve Azerbaycan bütünleşmesini önleyen Ermeni
bıçağının uygulamadan kaldırılması ve Türkiye ile Azerbaycan’ın ortak sınırlar
üzerinden bir araya getirilmesinin gerçekleştirilmesi acilen tamamlanması
gereken ana konulardan birisidir. Nahcıvan ile Karabağ’ın birer Türk toprağı
olarak, Türkiye ve Azerbaycan’nın bütünleşme sürecinde Kafkas Türklüğünün
bütünleşme oluşumunda gerekli olan yerini alması, geleceğe dönük bir biçimde Kafkasya
alanında bütünleşmeyi getirebilecek barışın ilk adımları olabilecektir. Şimdiye
kadar Orta Doğu bölgelerinde tırmanmakta olan sıcak çatışma olaylarının
Ermeni-Azeri savaşı ile Kafkasya bölgesine de nasıl taşındığı dikkate alınırsa,
önümüzdeki dönemde Türkiye Kafkasya bölgesinde tırmandırılacak sıcak çatışma
olayları ile fazlasıyla uğraşmak zorunda kalabilecektir. İkinci dünya savaşı
sırasında Hitler’in Moskova’ya değil ama Hazar bölgesine neden geldiğini
günümüz koşullarında iyi hatırlayarak yeniden tartışmak gerekmektedir. Bölgede
yüz yıl önce başlatılan devletleşme olgusunun daha tamamlanmadığı ve bugün Ermeni-Azeri
savaşı senaryosu ile Birinci ve İkinci dünya savaşlarından kalan potansiyelin
üçüncü dünya savaşını örgütleyecek bir düzeyde öne çıkarılmaya çalışıldığı,
göze çarpmaktadır. Böylesine bir yeni uluslararası konjonktür içerisinde Ermeni-Azeri
savaşı kadar, Türkiye sınırları içinde geleceği dönük olarak planlanan
eyaletleşme oluşumlarının da dikkate alınması ve bunların merkeze bağlı yeni
vilayetlerle acilen önlenmesi gerekmektedir.
Türkiye
yeni dönemde başkent Ankara’dan uzaklaşarak Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde
eyaletleşme senaryolarını gündeme taşıyan emperyalizm işbirlikçisi senaryolara
karşı, başkent Ankara’nın yeniden güçlenmesini sağlayacak ve Ankara merkezli
siyasal yaklaşımları öne çıkaracak yeni vilayetleri öncelikli bir biçimde Doğu Anadolu
bölgesinde gündeme getirmesi gerekmektedir. Terör ve emperyalist savaşlar, Orta
Doğu bölgesinden çıkarak Orta Asya alanına doğru taşınırken Kafkasya köprüsünün
durumunu ve buranın yanında yer alan Doğu Anadolu bölgesinin yeni içine
sürüklendiği konumun her yönü ile ele alınarak yeniden değerlendirilmesi
gerekmektedir. Kafkas savaşı bölgeye yeni yapılanmayı taşırken, Türkiye
Cumhuriyeti de ülkesinin doğu bölgesinde kendi ulusal çıkarları doğrultusunda
yeni bir yapılanmaya gitme hakkını kullanabilecektir. Türkiye bölgedeki Türk
nüfusunun artırılması ve buna paralel olarak Türkleşmenin tırmandırılmasına
öncelik verirse bölgede artacak gücü ile her türlü emperyalist plan ve oyunu
bozabilecektir. Önümüzdeki dönemde Türkiye ve Türk dünyası birbirine yakınlaşırken,
İngilizlerin geçen yüzyılda aşamadığı Kafkas seddini aşabilecek yeni
politikaların, Türkiye tarafından uygulama alanına getirilmesi zorunlu
görünmektedir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder