TÜRKLERE YAPILAN SOYKIRIMLAR
2020 yılına doğru
günler ilerlerken, yeniden soykırım kavramı Türk kamuoyu önüne getirilmekte ve uluslar
arası bir insanlık suçu olan bu kavram üzerinden Türk devleti yargılanmaya ve
suçlanmaya çalışılmaktadır. Bir asır önce tarihsel süreç içerisinde ortaya
çıkmış olaylar üzerinden Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu dünya kamuoyu önünde
zor durumlara düşürülmeye çalışılmakta, o tarihte var olmayan ve ancak ikinci dünya savaşı sonrasında
tanımlanarak ortaya konulan soykırım
kavramı üzerinden, dünyanın merkezi coğrafyasında var olan Türk varlığı
toplu bir mahkumiyete
doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır. Olayların gündeme geldiği tarihte
var olmayan bir kavram üzerinden, Türklere yönelen bu haksız girişimler, dünya
siyaset tarihinde ibretlik bir olay olarak öne çıkmakta ve böylesine çelişkili
bir duruma dayanılarak, yüz yıl sonra bir asır önceki olayların hesabı
görülmeye çalışılmaktadır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru
ilerlerken, bir yandan da geçmişin hesaplaşması içine çekilmek istenmekte ve
böylesine büyük bir hesaplaşma üzerinden Türk devletinin yüzüncü yıl dönümüne
ulaşması engellenmeye çalışılmaktadır. Türkiye hiç de hak etmediği bir olumsuz
durum ile karşı karşıya bırakılarak, yüzüncü
yıl dönümüne doğru tasfiye edilmek istenmekte ve böylesine bir siyasal komplo
için de 1915 olayları kullanılarak mahkumiyet gerekçesi haline getirilmek
istenmektedir.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Anadolu’da yaşanan olaylar bir soykırım değil,
yıkılan bir imparatorluğun topraklarında Müslümanlar ile hırıstıyanların kendi devletlerini
kurma çabalarının doğal bir sonucu idi. Öncelikle Osmanlı İmparatorluğu Birinci
Dünya Savaşı sürecinde yıkıldığı için ortaya çıkan devletsizlik ortamında
herkes kendi devletini kurmak istemiş, Orta Doğu’ya gelen Fransızların ve
kuzeyden Kafkasya’ya inmiş olan Ruslar’ın kışkırtma ve destekleri ile silahlanan
Ermeni kökenli insanlar Doğu Anadolu topraklarında bir Büyük Ermenistan devleti
kurmak istemişlerdir. Bu doğrultuda Türk ve Müslüman kökenli Osmanlı ahalisinin
yaşadığı köylere ve ilçelere Emeni çeteleri, komitacı subayların nezaretinde
saldırılar düzenleyerek binlerce Türk ve müslümanın yok yere yaşamlarını kaybetmelerine neden
olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu dünya savaşı sırasında kendisini kurtarmaya
çabalarken, devletin arkasında kalan geri topraklarında geleceğin Kafkasya ve
Orta Doğu bölgeleri için çeşitli çekişmeler yaşanmış, Fransızlar ile Ruslar
Ermenileri kullanarak bu bölgelerde etkinliklerini artırmaya çalışırlarken,
Almanlar Osmanlılara bir Kafkas Müslümanları ordusu kurdurarak, Ruslara ve
Ermenilere karşı bir çıkış yapmaya çalışmıştır. Ne var ki, daha sonraki dönemde
bir dünya egemenliğine kalkışacak olan Amerika Birleşik Devletlerindeki kapitalist
ve Siyonist lobilerin destekleri ile Kızıl devrim gerçekleştirilince, Sovyetler
Birliğinin müdahaleleri ile eski Osmanlı hinterlandının geleceği bu yeni yapılanmaya
paralel olarak gelişmiş ve ortaya bugünkü harita çıkmıştır. Tamamen dünya
savaşından kaynaklanan ve yıkılan imparatorluğun eski toprakları üzerinde
emperyal güçlerin çekişmesi yüzünden gündeme gelen karşılıklı çatışma
olaylarını bir soykırım olarak nitelemek mümkün değildir. Tarafların karşılıklı
olarak kendi devletlerini kurma çabası içerisine girdikleri aşamada yaşanan
sıcak çatışmalar eski deyimi ile muketele olarak tanımlanabilmekte ve bu da
karşılıklı çekişmelerin adlandırılması olarak gerçeği yansıtmaktadır. İkinci
dünya savaşı sonrasında kabul edilen soykırım kavramı ise, bir etnik topluluğun
kendisinden daha büyük bir topluluk tarafından zor ve güç kullanılarak yok
edilmesi anlamına gelmektedir. Burada böylesine bir durum hiçbir biçimde söz
konusu olmamıştır. Türkler ve Müslümanlar savaşarak kendilerini korumuşlar ve
daha sonra da bağımsız devletleri olarak Türkiye Cumhuriyetini ilan etmişlerdir.
Misakı
Milli sınırları içinde Türk devleti ilan edilince, Doğu Anadolu Ermenilerinin
bir kısmı ülkeyi terk ederek güneye doğru inmişler ve bu siyasal göç
hareketinin sonucunda bir kısım Ermeni Suriye’ye yerleşmiş, bir kısmı da Akdeniz limanlarından gemilere binerek Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ile bazı
Latin Amerika ülkelerine gitmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sürecinde koskoca
bir Sovyetler Birliği doğu bloku olarak örgütlenip batı blokunun karşısına
çıkınca, Rusların sıcak denizlere inmesini önleyecek derecede güçlü bir devlete
merkezi alanda gereksinme duyulmuş ve bu nedenle batılı ülkeler, ulusal
kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini doğu blokuna karşı bir tampon
devlet olarak tanımışlardır. I915 olaylarına rağmen ve Ermeni lobilerinin büyük
engellemelerine karşılık, dünyanın önde gelen büyük devletleri Lozan Antlaşması
sırasında Türkiye Cumhuriyetini bağımsız bir devlet olarak resmen tanımışlardır.
Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Ermeni grupları ise daha sonraki yıllarda
gittikleri ülkelerde güçlü lobiler oluşturarak, Türkiye aleyhine harekete
geçmişler ve Türk devletini haksız yere soykırım suçlusu ilan ederek geçmişten
gelen çekişmelerini sürdürmek istemişlerdir. Onların atalarının intikamını
almak için sürekli gündemde tuttukları bu gibi girişimleri yüzünden soykırım suçlamalara
dinmek bilmemiş ve Türkler böylesine ağır bir suçlama ile karşı karşıya
bırakılarak Türk devletinin üniter yapısının bütünlüğü bozulmaya çalışılmıştır.
Batının önde gelen emperyalist devletleri Türkiye’nin üzerine gelirken, her
fırsatta bu soykırım sözcüğünü öne çıkarmışlar ve haksız yere Türkleri
suçlayarak Türk devletinden yeni tavizler elde edebilmenin yollarını aramışlardır.
Ne var
ki, dünya tarihi incelendiği zaman gerçek soykırıma uğrayanların Türkler olduğu
ortaya çıkmakta ve böylece batılı emperyalistlerin ve onların bu bölgedeki
işbirlikçisi konumundaki Ermenilerin tamamen haksız oldukları anlaşılmaktadır. Yıkılan
devletin altında kalmama çabaları yüzünden yaşanan 1915 olayları bir yana
bırakılırsa, dünya tarihinde yaşanan birçok üzücü olayın kurbanı olarak
Türklerin öne çıktıkları ve birçok haksız girişim yüzünden çok büyük insan
kaybına uğradıkları görülmektedir. Orta Asya steplerinde dünya sahnesine çıkan
Türkler, önce bulundukları bölgede daha sonra da göçler yolu ile doğu, güney, kuzey
ve batı Asya toprakları üzerinde bir çok devletler kurmuşlar ve bu yüzden de
tarihin her dönemecinde sıcak çatışmalarla dolu dönemlere sürüklenerek kitlesel
soykırımların mağdurları konumuna düşmüşlerdir. Türkler göçebe bir yaşam düzeni
içinde at sırtında birçok bölgelere gittikleri için, sürekli olarak bir bölgede
Çin gibi kalıcı bir devlete sahip olmamışlar ama her gittikleri yeni bölgelerde
zamanla kendi devletlerini kurarak bir egemenlik düzeni içinde yaşamlarını
sürdürme olanağını ellerinde tutmuşlardır. Gittikleri bölgeleri ele geçirirken
sahip oldukları toplumsal ve askeri güçleri sayesinde bir devlet düzeni
oluşturma şansını elde etmişler, ne var ki zamanla devlet düzeni içerisinde hanedan
kavgaları ya da taht çekişmeleri yüzünden kurdukları devletlerin önce bölünmesine ve daha sonra da
giderek yok olmasına sebep olmuşlardır. Bu tür nedenlerle Türk
devletleri zayıflama ya da ortadan kalkma aşamasına geldiklerinde, Türk toplulukları büyük baskı ve saldırılar
ile karşı karşıya kalmışlar, Türk devletlerinin eskiden egemen olduğu bölgeleri
ele geçiren yeni devletler Türk topluluklarına karşı açık bir saldırı ve toplu
katliam girişimlerini gündeme getirerek, açıkça Türklere karşı soykırım suçunu
işlemişlerdir. Ural-Altay kökenli Türk topluluklarının bazıları da kendi
aralarında rekabete girerek, hanedan savaşlarına yönelmişler ve böylesine
savaşlarda da gene çok büyük insan kaybına yol açan toplu soykırım örneklerine
rastlanmıştır. Bir anlamda Türk tarihi hem egemenlik çekişmeleri, hem de bu
doğrultuda ortaya çıkan çatışmalar yüzünden karşılaşılan toplu katliam ya da
soykırım örnekleri ile dolu geçmiştir.
İnsanlık
tarihi incelendiğinde, etnik topluluklar kadar dinler arasında da uzun süren
savaş dönemleri yaşandığı ortaya çıkmaktadır. İlk tek tanrılı din olarak
Yahudilik ortaya çıkmış, daha sonra hırıstıyanlık Milat dönemecinde gündeme gelince, önce bu iki
din arasında büyük bir çekişme ve çatışma yaşanmıştır. Üçüncü tek tanrılı din
olarak Müslümanlık gündeme gelince,
yaklaşık olarak on beş asırdır bu iki büyük din mensupları arasında uzun
süreli savaşlar yaşanmıştır. Önce İspanya ve batı Avrupa’da, daha sonraları da
Avrupa kıtasının doğu kısmında Müslüman-hırıstıyan çatışmaları sürekli olarak
devam etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu bu yüzden yedi yüzyıllık bir tarih
diliminde sürekli olarak savaşmak zorunda kalmıştır. İspanya’daki Endülüs İslam
devleti Hırıstıyan orduları tarafından yıkılınca, çok büyük katliam olayları
yaşanmış ve böylece daha sonraları soykırım olarak adlandırılan topluca yok
etme girişimleri başlamıştır. Müslümanlar ile Yahudilerin İspanya’dan
kovulmaları sırasında aynı zamanda büyük katliamlar yapılmış ve Hırıstıyan
fanatizminin bu ilk örnekleri Müslümanları soykırım suçunun ilk mağdurları
haline getirmiştir. Avrupa kıtasında Endülüs sonrasında tam bir Katolik faşizmi
yaşanmış, orta çağ denilen bin yıllık karanlık dönemde Vatikan önderliğinde bir
dinsel fanatizm kıtanın üzerine çöreklenmiştir. Orta çağdan çıkarken, gündeme
gelen Protestanlık akımı mensuplarına ise, Katolik faşizmi her fırsatta topluca
yok etme girişimlerine kalkışmış, bu yüzden Avrupa tarihi sürekli olarak dinler
çatışması olarak geçmiştir. Böyle bir Avrupa’ya karşı merkezi coğrafyada ortaya
çıkan bir büyük Türk devleti olarak Osmanlı İmparatorluğu yeni bir dünya
dengesi oluşturmaya çalışmış ve Osmanlı gücünün Macaristan’a hakim olduğu bir aşamada
Protestanlık Katolik kilisesinin baskı ve toplu katliamlarından kurtularak
yaşama şansını elde etmiştir. Osmanlılar Protestanlara yardım ederken, Vatikan
da, İran’da Şiiliği destekleyerek Türk imparatorluğunu arkadan vurmaya
çalışmıştır.
İslam gücünü temsil eden Osmanlı zayıflayınca,
Vatikan’ın yönlendirdiği Hrıstıyan
orduları tıpkı Endülüs devleti gibi
Osmanlılara Avrupa kıtasından kovmağa yönelmiş ve bu yüzden on dokuzuncu asır boyunca, Osmanlılar’a karşı
savaşı örgütlemiştir. Savaşların öncesinde ya da sonrasında Türklere karşı her
dönemde çeşitli baskınlar yapılmış ve bu baskın girişimlerinin doğal sonucu
olarak kitlesel katliamlar Türklere yönelik olarak birbirini izlemiştir. Osmanlı
sınırları içerisinde altı asır boyunca yaşayan Balkan yarımadasındaki ülkeler
sahip oldukları Müslüman ve Türk kimliklerini koruyabilmek üzere büyük
mücadeleler vermişler ama Avrupa’nın Hrıstıyan ordularının toplu
katliamlarından Osmanlı ahalisini kurtaramamışlardır. Bütün Avrupa kıtasını
Vatikan’ın komutasında bir Hrıstıyan dünyasına dönüştürmek isteyen Katolik
faşizmi, Müslümanlar ile beraber
Yahudileri de hedef tahtasına oturtunca, katliamlar birbiri ardı sıra gelmiş ve
çok ciddi bir soykırım süreci Osmanlı devletine karşı dayatılmıştır.
Osmanlı’nın son yüzyılı, Türklerin ve Müslümanların Avrupa kıtasından atılma
dönemi olmuş, bu süreçte Balkan yarımadası çok kanlı katliam ve soykırım
olaylarının gerçekleştirildiği bölge haline gelmiştir. Bu yüzden, ikinci dünya
savaşı sonrası dönemde gündeme getirilmiş olan soykırım suçunun esas faili
olarak, Türklere ve Müslümanlara sürekli olarak toplu katliam uygulayan Avrupa
kıtası ve bu kıtanın emperyal Hrıstıyan
devletleri olmuştur. Kendi içinde büyük
bir rekabete yönelen Avrupa kıtasının büyük ulus devletleri, hegemonya
mücadelesinde öne geçebilmek üzere, merkezi coğrafyaya yöneldiği zaman Balkan
bölgesindeki Türk ve Müslüman varlığını temizlemek üzere doğrudan katliamlara
yönelerek, soykırım suçunun gerçek anlamda ilk örneklerini ortaya koymuştur.
Osmanlı devletinden kopan küçük Balkan devletçikleri, Batı Avrupa’nın büyük emperyal devletlerinin
bölgedeki işbirlikçisi olarak, Türklere ve Müslümanlara karşı yürütülen
soykırım suçunun hem ortağı hem de faili olarak birçok toplu katliam olayının
kahramanı haline gelmişlerdir. Osmanlıların Avrupa kıtasından sürülmeler, insanlık
tarihinin en önemli soykırım suçları ile dolu ve ders alınması gereken bir acı
süreçtir.
Türklerin
Avrupa kıtasındaki geçmişleri, Osmanlılara karşı yapılan soykırım örnekleri
dolu olduğu gibi, Asya kıtasında da benzeri soykırım saldırıları gelip gene
Türkleri bulmuştur. Çinliler, büyük Çin seddini Türklere karşı yaptıkları gibi,
Çin bölgesinde yaşayan Türkleri geri püskürtmek üzere çeşitli toplu katliam
girişimlerini örgütlemişlerdir. Çin topraklarında bir dönem çeşitli devletler
kurmuş olan Türkler, Çinlilerin bölgeye egemen olmaları döneminde birçok
saldırı ve toplu katliam olayı ile karşılaşmışlardır. Benzeri bir olumsuz süreç,
Babür İmparatorluğu sonrasında Hindistan’da yaşanmış, bu ülkede Gazneliler ve
Karahanlılar devletleri döneminde gelerek yerleşen Türk asıllı toplulukların geri
gönderilmeleri doğrultusunda, hem Hintlilerin hem de bu bölgede Babür
İmparatorluğu sonrasında egemen olan İngiliz manda yönetiminin uyguladığı birçok
toplu katliam olayı Türklere karşı gerçekleştirilmiştir. İngilizler Hint
yarımadasına tam anlamıyla egemen olmağa yöneldiklerinde geçmişten gelen Türk
hegemonyasına tam olarak son verebilmek üzere son kalan Türk topluluklarının
bütünüyle yok edilmelerine yönelmiştir. Çin gibi Hint bölgesi de Türklere
yönelik soykırımların uygulandığı bir bölge olmuştur. Türklerin ana vatanı olan
orta Asya topraklarını çevreleyen bütün bölgelerde, Türk topluluklarına yönelik
toplu katliamlar uygulanmıştır. Özellikle Doğu Türkistan Çin faşizminin en
yoğun uygulandığı alan olarak öne çıkmış ve Uygur Türklerinin ana vatanı olan
Doğu Türkistan Çin’in Sincan eyaletine dönüştürülürken, Türk asıllı Uygurların
tamamı temizlenmek istenmiştir. On dokuzuncu asırda başlayan Çin saldırıları Uygurların
ana vatanını bir Çin eyaletine dönüştürmeyi hedeflemiş ve bu yüzden de
milyonlarca Türk asıllı Uygur insanı toplu katliamlara maruz kalmışlardır.
Türklerin
uzun süreli devlet kurduğu geniş alanlardan birisi de Kuzey Asya bölgesidir.
Asya ile Avrupa’nın kesişmiş olduğu Avrasya bölgesinde bugün uçsuz bucaksız
topraklara sahip olan Rusya Federasyonu eski Rus Çarlığının bugünkü temsilcisi
olarak dünyanın altıda bir topraklarına hükmederken, eskiden Türklerin büyük
imparatorluklar kurmuş olduğu bu coğrafyadaki Türk boyları ve topluluklarına
karşı yok edici bir toplu katliam politikasını kararlı ve istikrarlı bir
doğrultuda uygulamıştır. Finlandiya’dan Kore ve Japonya’ya kadar uzanan Türk
asıllı topluluklar coğrafyasının bugünkü sahibi olan Rusya Federasyonu, gene eski
Çarlık yönetiminin katı ve acımasız yok
edici politikalarını Türk ve Müslüman asıllı topluluklara karşı
uygulayarak soykırım suçunun
şampiyonluğunu yapmaktadır. Özellikle Bosna’da
Hrıstıyan Sırpların Müslüman Boşnaklara karşı uyguladığı soykırım suçunu
geride bırakır bir doğrultuda, Ortodoks faşizminin kararlı bir uygulayıcısı
olarak Müslüman Çeçenlere karşı toptan
yok etmek üzere tam anlamıyla bir
soykırım suçunu gerçekleştirmiş ve bu yüzden yarım milyon Çeçen asıllı insanın soyunu kırıp dökerken, toplu
katliam uygulamalarının şampiyonluğunu da kimselere bırakmamıştır. Rusya tarihi
geriye dönük incelendiği zaman, Rusların, Hazar Türklerinin ülkesini ele geçirirken,
bütün Türk ve Müslüman asıllı topluluklara karşı toplu katliamlara yönelerek
bölgeyi ele geçirdiği açıkça görülmektedir. İdil-Ural bölgesinde yaşamlarını
sürdüren Türk boyları olarak Tatarları, Başkurtları ve Çuvaşları Birinci Dünya
Savaşı sırasında aç bırakarak ölmeye mahkum eden Rusya, ele geçirdiği
bölgelerde yok edemediği Türk ve Müslümanları
Orta ve Doğu Asya’ya zorla sürerek soykırımın bir başka türünü de
gerçekleştirmekten uzak kalmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler
birliği olarak bütün Atom denemelerini Türk toprakları üzerinde gerçekleştiren
Rusya, böylece Türk boylarını Nükleer bir ölüme sürükleyerek soykırım suçunun
farklı bir örneğini de gündeme getirmiştir. Rusya Federasyonu içinde varlığını
sürdürmekte olan Türk Cumhuriyetlerinin hepsine karşı ikinci sınıf insan
muamelesi yürütülürken, Komünizmin getirmiş olduğu baskıcı faşist uygulamaların
bütün kurbanları Türkler arasında çıkmıştır. İdil, Ural halklarıyla beraber
Kafkasya Müslümanları da, Türklere karşı kararlı bir biçimde uygulanan faşizmin
kurbanları olmuşlardır.
Asya kökenli Türk toplulukları bu büyük
kıtanın her bölgesinde toplu katliamların ve soykırım uygulamalarının
kurbanları olmaktan kurtulamamışlardır. Tarihte çok büyük devletleri bu büyük
kıtanın çeşitli bölgelerinde kurmuş olan Türkler, daha sonraki dönemlerde
varlıklarını Rusya ya da Çin gibi bir büyük devlet yapılanmasının çatısı
altında güvence altına alamadıklarından dolayı, her dönemde ve her bölgede
toplu katliamların hedefi olmuşlardır. Zamanla çöken ve yıkılan Türk
devletlerinin kalıntısı olarak belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürme
mücadelesi veren Türkler, daha sonraki aşamalarda ortaya çıkan başka büyük
devletlerin hedefi olmaktan kurtulamamışlar ve bu yüzden de sürekli bir
soykırım mağduru konumunda kalmışlardır. Atlas okyanusundan Pasifik okyanusuna
kadar uzanan çok geniş bölgede tarihin her döneminde çeşitli devletler kurmuş
olan Türkler, zamanla yıkılan devletlerinin altında kalmışlar ve daha sonra da
çöken devletlerin yerini alan yeni devlet yapılanmalarının soykırım
saldırılarına maruz kalmışlardır. Asya’daki büyük imparatorluklarını kaybeden
Türkler, yirminci yüzyıla doğru Rusya, Çin ve Hindistan üçgeninde birçok savaş
ya da sıcak çatışmanın tarafı olmaya doğru yönlendirilmişler ve bunların
sonucunda da çeşitli soykırım girişimleri Türklere dayatılmıştır. On dokuzuncu
ve yirminci yüzyıl tarihi incelendiğinde bu gibi birçok olumsuz gelişmenin
birbirini izleyerek tarih sahnesine geldiği görülmektedir. Doğu Türkistan’da
Çinlilerin Türklere karşı uyguladığı sistemli ve sürekli soykırım
girişimlerinin benzerlerinin Ruslar tarafından Kafkasya Türklerine karşı
uygulandığı görülmekte, Doğu Türkistan ile Azerbaycan birbirine benzer bi tür
olayların fazlasıyla görüldüğü ülkeler olarak öne çıkmaktadır. Çinliler
sistemli bir kürtaj siyaseti ile Uygur Türklerinin önünü kesmeğe çalışırken,
bölgede Türk asıllı nüfusun yarısını yok edebilmekte, Ruslar ise İdil-Ural
bölgesi ile beraber Kırım ve Kafkasya’daki Türklerin varlığına kesin olarak son
vermek üzere, her zaman askeri seferler düzenleyerek sistematik yok etme
operasyonlarını Türklerin soyunu yok etme doğrultusunda kararlı bir çizgide sürdürmüşlerdir.
Büyük
Selçuklu İmparatorluğunun ön Asya’ya taşıdığı Türk toplulukları ise, Osmanlı
İmparatorluğu döneminde yaşamlarını güvence altında sürdürebilmişlerdir. Ne var
ki, imparatorluğun cihan savaşı sonrasında ortadan kalkması üzerine merkezi
alana gelen İngiliz ve Fransız ordularının kararlı saldırıları ile karşılaşmışlar
ve bu yüzden birçok Orta Doğu ülkesinde Türklere karşı kararlı soykırım
girişimleri gündeme getirilmiştir. İngilizler Irak’da ve Mısır’da, Fransızlar Suriye’de ve Lübnan’da, İtalyanlar Libya’da Türk topluluklarını yok etme yoluna gitmişler,
böylece eski Osmanlı İmparatorluğunun
son kalan kalıntılarını da ortadan kaldırarak, işgal ettikleri ülkelerde daha
mutlak bir sömürgeci düzen kurmaya çaba göstermişlerdir. Savaş yıllarında
İran’da da çeşitli karışıklar ve isyanların çıkması, İran’da ülkesinde yaşamakta
olan bazı Türk topluluklarına karşı soykırım denebilecek bazı toplu yok etme
operasyonlarını gündeme getirebilmiştir. İran nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk
asıllı olması yüzünden, bu devletin yönetiminde Türklere karşı büyük bir
güvensizlik yaratmış ve bu yüzden gündeme gelen olumsuz duygular, Türk
topluluklarına karşı yok edici bazı olumsuz uygulamaları öne çıkarmıştır.
İran’daki olaylara benzeyen bazı girişimlerin daha sonraki dönemde
Afganistan’da, Pakistan’da ve diğer Asya ülkelerinde de zaman zaman ortaya
çıktığı görülmüş ve böylece Türkler çeşitli Asya ülkelerinin istenmeyen
adamları haline getirilmişlerdir. Bölge devletleri arasındaki çekişmeler ya da
sınır anlaşmazlıkları sırasında Türk asıllı toplulukların öne çıkarılarak
kullanıldığı görülmüş ve bu yüzden de karşı devletler tarafından Türk
toplulukları saldırılar ve toplu katliamların mağdurları olma durumuna sürüklenmişlerdir.
Bir büyük Türk devletinin eksikliği yüzünden, Asya’nın çeşitli bölgelerinde
tarihteki Türk devletlerinin uzantısı olarak kalan Türk toplulukları her zaman için
saldırı ve katliamların hedef haline gelmekten kurtulamamışlardır. Asya’daki bu
olumsuz durum, eski Osmanlı hinterlandı üzerinden ön Asya ve merkezi coğrafyaya
da yayılmıştır.
Türklere
yönelen soykırım suçlarının en önemlisi Hocalı katliamıdır. Sovyetler
Birliği’nin dağılması sonrasında yeni bir dünya düzenine doğru yerküre yol
alırken, birden beklenmedik bir biçimde Azerbaycan’ın Hocalı bölgesinde bir köy
basılarak üç yüze yakın köylü insan bir
gecede öldürülmüş ve beş yüzden fazla insan da yaralanmıştır. Ruslar
tarafından silahlandırılmış Ermeni çetelerinin Hocalı köyünü basmasıyla gerçekleşen
bu olay sonrasında küçük Ermenistan devleti kendisinden beş kat daha büyük bir
devlet olan Azerbaycan Cumhuriyetinin topraklarının yüzde yirmisini işgal
etmiştir. İki devlet arasında geçmişten gelen bir büyük sorun olan Karabağ
yüzünden sürüp giden çatışma ortamında küçücük Ermenistan’ın Azerbaycan’a
böylesine bir saldırıya kalkışmasında, bölgedeki Türk nüfus çoğunluğundan
rahatsız olan Rusya, Fransa, ABD ve İsrail gibi devletlerin de payı olduğu daha
sonra görülmüş ve bu batılı emperyal devletlerin gelecekte bir Hazar bölgesi
hegemonyası için küçük Ermenistan’ın arkasında olduğu ortaya çıkmıştır. Koskoca
bir Türk ve Müslüman köyünü haritadan silen bu büyük soykırım olayında dünya
kamuoyu ayağa kalkmış ama Ermenistan üzerinden bölge politikası yürüten batılı
Hırıstıyan emperyal devletlerin araya girmesiyle beraber Ermenilerin Türklere
karşı uygulamış olduğu en büyük soykırım olayı olan Hocalı katliamı karşılıksız
kalmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun almış olduğu beş ayrı karar ile
soykırım suçu olduğu belgelenen Hocalı katliamının daha sonraki dönemde cezasız
kalması insanlık açısından son derece düşündürücüdür. Bosna, Ruanda, Vietnam
gibi ülkelerde yaşanan kitlesel soykırım suçlarında uluslar arası mahkemeler
kurulurken, Hocalı soykırım suçu için bir mahkeme kurulmaması gene batı
dünyasının Hırıstıyan kimliği nedeniyle açıklanmaya çalışılmış ve böylece insan
hakları sorunlarında her zaman olduğu gibi gene çifte standartlı bir olumsuz
durum yaşanmıştır. Uluslar arası ceza mahkemesine bile gidilememiş, Hocalı köyünü
haritadan silen Ermeni çetelerine, insanlık suçu yüzünden ceza verilememiştir. Karabağ
bölgesi ile beraber Azerbaycan’ın beşte birini de Ermeni işgaline terk eden
batı dünyası, Azeri Türklerinin başına gelen bu büyük faciada gereken ilgiyi
göstermeyerek dünya kamuoyunun vicdanının kanamasına neden olmuştur.
Gelecekte
Büyük İsrail’in uzantısı olarak Büyük Kürdistan ve Büyük Ermenistan devletlerini
birbirlerine bağlı olarak Orta Doğu bölgesinden Hazar bölgesine bir köprü
kurmak üzere oluşturmak isteyen batılı emperyalist ve Siyonist güçler hem
Türkiye hem de Azerbaycan Türklerine yönelen çeşitli soykırım girişimlerinin
dolaylı ya da açık destekçileri olmuşlardır. Hocalı katliamını görmezden
gelenler daha sonraki dönemlerde “Hepimiz Ermeniyiz “ diyerek Türkiye’de de Ermenistan’dan
yana bir ortam yaratmaya çaba göstermişler, kardeş Azerbaycan’ın başına gelen
bu büyük felaket ile ilgili olarak hiçbir girişimde bulunmamışlardır. Azerbaycan’da,
Hocalı katliamını görmeyenler, bu ülkedeki haksız Ermeni işgalinin destekçisi
olarak, soykırımın yaratmış olduğu olumsuz ortamı daha da derinleştirmişlerdir.
Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayarak büyük Ermenistan Projesine destek sağlayan
batılı emperyalist güçler Türkiye ile Azerbaycan’ın iki kardes ülke olarak
birleşmelerini önlemeye çalışmışlar ve bu doğrultuda iki kardeşi devletin birbirinden
uzak kalması için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir. “Hepimiz Ermeniyiz
“diyen batılı güçler ve onların yerli işbirlikçileri Azerbaycan’ın haklı
davasına karşı çıkarak Hocalı katliamının bir çağdaş soykırım örneği olarak
dünya kamuoyunun önüne gelmesini önlemişlerdir. Türklerin içinde yaşayan Türk
olmayanlar ya da Türk kimliğinden uzak duranlar, yabancı güçlerle işbirliğini
açık bir Türk düşmanlığına kadar götürmüşler ve bu doğrultuda Türklere yönelen
soykırım benzeri ağır insanlık suçlarının karşılıksız ve cezasız kalmasına
yardımcı olmuşlardır. Uluslar arası kuruluşların Birleşmiş Milletlerin üst üste
almış olduğu kararlara rağmen pasif kalması ve Türklere yönelmiş olan bu büyük
soykırımı önemsememeleri hala uygar olduğunu öne süren batı dünyasının ne
derece çıkarcı bir emperyal düzen içerisinde olduğunu bir kez daha
kanıtlamıştır.
Türkler olmadan tarih yazılamayacağını
batılı bilim adamları her fırsatta dile getirmektedirler. Tarihin ilk
dönemlerinden bu yana tarihsel sürecin dinamik güçleri oldukları için olumlu ya
da olumsuz bir çok olayla karşı karşıya kalmışlardır. Batılı emperyalist
güçlere karşı her zaman için doğu bölgesinin ve Türk dünyasının temsilcisi olan
Türk devletleri tarih boyunca sürekli olarak savaşmak zorunda kalmışlar ve bu
doğrultuda da Türk devletlerinin uzantısı olan Türk topluluklarının başına birçok
soykırım ya da benzeri büyük katliam olayları gelmiştir. Yıkılan devletler
sonrasında Türklerin geri çekilmek zorunda kaldığı bütün bölgelerde, Türk varlığına
son vermek isteyen birçok soykırım girişimi birbiri ardı sıra gündeme
getirilmiştir. Bu yüzden Türk tarihi bir anlamda da toplu katliamların
tarihidir. Dünyanın orta yerlerinde bir biri ardı sıra çeşitli devletler kurmuş
olan Türklerin başına bu tür olumsuz girişimlerin gelmesi de siyasal yaşamın
acımasızlığını ortaya koymaktadır. Bosna’da, Çeçenistan’da, Azerbaycan’da, Doğu
Türkistan’da ve Kırgızistan’da yaşanan birçok toplu katliamlar Türklerin tarih
boyunca maruz kaldığı soykırım girişimlerinin açık örnekleridir. Her katliam bir
soykırım olayı olarak tarihe geçerken, olayların geçtiği bölgelerdeki Türk
topluluklarının da ya sürülmelerine ya da göçe zorlanmalarına giden yolları
açmıştır. Tarihin her dönüm noktasında merkezi coğrafyaya yansıyan siyasal
gelişmeler Türk topluluklarının başına çeşitli soykırım girişimlerini
beraberinde getirmiştir.
Küreselleşme
sürecinde uluslar arası tekelci şirketler bütün dünyaya ekonomi üzerinden
egemen olmağa çalışırlarken, ulus devletleri karşılarına almakta ve daha küçük
eyalet devletçiklerine geçiş için, ulus devletlerin çatısı altında yaşamakta
olan çeşitli etnik ve kültürel toplulukları self -determinasyon üzerinden ayrılmaya
ve kendi devletlerini kurmata doğru yönlendirmektedirler. Özellikle son dönemde
bu tür girişimler çok artmış ve yeni dönemde etnik çatışmaları ulus devletlerin
bölünmesine doğru zorlamıştır. Bu tür bölücü ve parçalayıcı girişimler ulus
devletlerin geleceğini tehdit etme noktasına geldiğinde, var olan devletler ile
etnik topluluklar karşı karşıya gelmektedir. İşte bu aşamada demokrasinin karanlık
yüzü ortaya çıkmakta ve etnik çatışmaları iç savaşlara doğru sürüklemektedir.
Bu durumda, ulus devletler kendi varlıklarını koruma doğrultusunda eskiden
olduğu gibi etnik temizliğe doğru zorlanmaktadırlar. İmparatorluklardan ulus
devletlere geçerken yaşanan toplu katliamlar benzeri etnik temizlik meseleleri
günümüzde yeniden tartışma alanına getirilmek istenmektedir. Böylesine
tehlikeli bir gidiş, yeni Yugoslavya gibi dağılma senaryolarını ortaya
çıkarabilecektir. Tarih boyunca, toplu katliamlardan ve soykırım uygulamalarından
çok çekmiş olan Türkler ve Türk dünyası bir araya gelerek böylesine olumsuz bir
yeni sürecin önüne geçmelidirler. Bir avuç aşırı zenginin çıkarları uğruna
dünya devletleri ve halkları birbirlerini boğazlamamalıdırlar. Soykırımdan çok
çekmiş olan Türkler, bu konuda daha aktif bir tutum içerisine girerek, kültürel
haklar üzerinden kışkırtılan etnik çatışmaları önleyecek yeni bir uluslar arası
barış insiyatifini devreye sokabilmelidirler. Var olan devletlerin dayanışması,
dünya halklarının kardeşliği ile daha farklı bir yenidünya düzenine barış
ortamı içerisinde gidilirse o zaman, Türkleri çok uğraştıran soykırım benzeri
olayların önü kesilebilecektir. Soykırım gibi ağır bir insanlık suçunun bütün
dünyadan kaldırılabilmesi için, her türlü soykırıma karşı yeni bir barış
girişiminde Türkler Türk dünyası ile birlikte öncü olabilmelidirler. Emperyalizm
tarafından dünya haritasını değiştirme doğrultusunda yeniden gündeme getirilen
etnik temizlik senaryoları da, ancak böylesine bir yeni çıkış ile
önlenebilecektir. Dünya zenginliklerine el koyma peşinde koşan emperyalizmin,
etnik temizlik senaryoları ile, kendi planlarını gerçekleştirmesine izin
verilmemelidir. Etnik temizlik
senaryolarının yeniden soykırım suçlarına elverişli bir ortam yaratacağı da
hiçbir zaman akıldan çıkartılmamalıdır.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder