NE DOĞU NE BATI AMA MERKEZ
Uluslararası konjonktürdeki son gelişmeler yüzünden Türkiye son zamanlarda eksen tartışmaları ile uğraşmaktadır. Bir eksen kayması tartışması giderek öne çıkarken, batının Türkiye’deki Truva atı konumundaki bazı kalemşorlar ve mandacı kafa yapısına sahip olan bazı aydınlar, giderek Türkiye Cumhuriyeti’nin bir eksen kaymasına sürüklendiğini ileri sürmektedirler. Onlara göre Türkiye giderek batı dünyasından kopmakta ve zaman içerisinde doğuya doğru kayarak ciddi bir eksen kayması yaşamaktadır. Batıdan doğuya doğru yaşanmakta olan bu eksen kayması yüzünden Türkiye’nin jeopolitik konumu değişmekte ve Türk devleti giderek bir batılı devlet olmaktan çıkarak üçüncü dünya ya da doğu devletlerine benzemektedir. Batıdan doğuya doğru bir kayma gösteren Türkiye’nin, bu içine düştüğü durumda eksen kayması suçlamalarına hedef olduğu görülmektedir. En sağcısından en solcusuna kadar yayın organlarına bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin eksen kayması sorununun manşetlerde yer aldığı ve Türk devletinin bu nedenle suçlanarak yönlendirilmeye çalışıldığı gözlemlenmektedir.
Eski dünya
düzenininden yeni bir yapılanmaya doğru dünya yuvarlanırken, harita üzerinde
yer alan birçok ülkenin jeopolitik konumunun da değiştiği görülmektedir.
Türkiye ile ilgili olarak eksen kayması suçlamalarının ya da
değerlendirmelerinin yapıldığı bu aşamada, aslında bu gibi yaklaşımların öne
çıkmasına neden olan çok ciddi bir jepolitik kayma ile dünyanın karşı karşıya
kaldığı görülmektedir. Eksen kayması yaşayan sadece Türkiye değil ama bütün
dünya ülkeleridir, çünkü dünya dengeleri ve güçleri arasındaki çekişmede birden
yeni durumların ortaya çıkması kendiliğinden jeopolitik konumu da yönlendirmekte
ve ortaya yeni durumların ve dengelerin çıkmasına neden olmaktadır. Yeryüzü
haritasında yer alan her devlet daha güçlü bir konuma gelmek ve diğer devletler
ile arasındaki rekabet düzeninde daha iyi bir konuma geçmek ve giderek
güçlenerek, uluslararası konumunu daha üstün bir düzeye getirebilmek üzere mücadele
etmekte ve bu doğrultuda her gün yeni adımlar atarak geleceğe dönük plan ve
projelerini uygulamaktadır. Bu gibi durumlar aslında bütün devletler için doğal
karşılanması gereken gelişmelerdir. Her devlet önce eski konumunu korumak ve
daha sonra da yeni ortaya çıkan durumlara uyum sağlayabilmek üzere, zamanla
değişik politikalar uygulamak zorundadır. Bu açıdan hiçbir devletin birbirini
suçlama hakkı yoktu. Her devlet sahip olduğu devlet aklı ile, yeryüzünde ortaya
çıkan yeni durumlara ve gelişmelere uyum sağlayarak yoluna devam etmek zorunda
kalmaktadır.
Siyasal
gelişmelerin gündeme getirdiği yeni jeopolitik konumları bütün devletler
yakından izleyerek yeni dengelere göre vaziyet almak zorundadırlar, aksi
takdirde yeni değişikliklere ayak uyduramayan devletlerin eski güçlerini
yitirdikleri görülmektedir. Bu gibi başarısız devletler ise ayakta kalma
şansını yitirdikleri için kısa bir zaman dilimi içerisinde dünya haritasından
silinip gitmekte ve böylece bir harita değişikliği kendiliğinden gündeme
gelmektedir. Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan
imparatorluğu gibi büyük devletler değişen koşulları anlamakta ve yeni ortaya
çıkan durumları değerlendirmekte geç kaldıkları ve gereken önlemleri almakta
zorlandıkları için çökmekten kurtulamamışlardır. Zaman içerisinde bu devletlerin ülkelerinin
bulunduğu alanlarda ciddi otorite boşlukları meydana gelmiş ve bu durumun doğal
sonucu olarak da dünya savaşları yaşanmıştır. Yüzyıllarca geniş alanları
yöneten büyük imparatorlukların bile çöküşten kurtulamaması, bugünün dünya
devletleri açısından önemli derslerle doludur. Merkezi imparatorlukların çöküşü
birinci dünya savaşını gündeme getirirken, daha sonra ortaya çıkan ikinci dünya
savaşı da batının sömürge imparatorluklarının dağılmasına giden yolu açmıştır.
Böylece dünya haritasında önemli değişiklikler ortaya çıkarken, jeopolitik dengeler
yeniden oluşmuş ve bu durumda her ülke ya da devlet değişken bir süreç
içerisinde kendiliğinden eksen kaymasına sahne olarak başka tür yapılanmalara
sahne olmuştur.
Eksen kayması, bir
ülkenin ya da devletin içinde bulunduğu siyasal konumdan çıkarak, başka bir
süreç içerisinde farklı bir jeopolitik duruma gelmesi demektir. Bu gibi
durumlar yeryüzündeki güçler dengesine ya da merkezi güç değişmesine bağlı
olarak ortaya çıkmaktadır. Dünya haritasında bulunan beş kıta üzerinde hangi
ülke daha fazla hegemonya düzeni kurarsa, uluslararası ilişkiler o ülkenin
devletinin öncülüğünde ya da yönlendirmesinde gelişmekte ve ülkeler arasındaki
jeopolitik konum, bu gibi gelişmelere paralel bir çizgide yeni bir yapılanmaya
doğru sürüklenmektedir. Tek merkezli ya da çok merkezli dünya dengelerinde
ülkelerin jeopolitik konumları güç merkezlerinin aldığı kararlar doğrultusunda
biçimlenmekte, onların izlediği yollara göre yeni yapılanmalar ortaya
çıkmaktadır. En büyük güç sahibi olan devlet merkezi ülke konumuna gelince,
dünya haritası buna göre yeniden belirlenmekte, merkez ülkeden hareketle diğer
ülkeler yan ülkeler, kenar ülkeler, köprü ülkeler ve ara ya da arka bölgeler gibi
farklı konumlara sahip olmaktadırlar. Önemli olan merkezin neresi olacağıdır.
Merkezi devlet konumuna herhangi bir büyük devlet geldi mi, bu yeni merkezin
etrafında kenar yan ve köprü ülkeler ortaya çıkmakta ve dünyanın geri kalan
bölgeleri de merkezi yapının bulunduğu bu bölgeye göre belirlenmektedir.
Büyük güçler
ve devletlerin ötesinde, jeopolitik bilimi ise beş kıtadan meydana gelen dünya
haritasını açıklarken, Avrupa, Asya ve Afrika gibi kıtaların birleşiminden
meydana gelen kara parçasını esas ve ana kara kıtası kabul ederek, bu bölgenin
merkezi alanını Avrasya olarak açıklamaktadır. Avrupa ile Asya’nın kesiştiği
bölge olan Orta Doğu aslında dünya karalarının merkezi coğrafyası olarak öne
çıkmakta, bu bölgenin batısı batı dünyasını, doğusu da doğu dünyasını yaratmaktadır.
Kalpgâh adı verilen (Heartland) bölgesi dünya haritasının merkezi alanı olarak
görülmekte ve bu bölgeyi ele zamanla bütün dünyaya egemen olabileceği
söylenmektedir. O zaman Balkanlar, Karadeniz,
Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu hattında bir araya gelen bölgeler için
bütünüyle merkezi coğrafya adı verilebilmekte, dünyanın doğusu ile batısı buna
göre belirlenebilmektedir. Avrasya adı verilen merkezi bölgenin kuzeydeki merkezi
Rusya, güneydeki merkezi ise Türkiye’dir. Dünya tarihinde yer alan büyük Rus ve
Türk devletleri her dönemde bu bölgelere egemen olarak otorite boşluğunu
gidermişlerdir. Merkezi coğrafyada imparatorlukların dağılmasından sonra
savaşlar çıkmış ve giderek batıya doğru yönelen güç kayması sonucunda bölgedeki
çekişmeler ve yeni hegemonya arayışları, dünya barışını ortadan kaldıracak
derecede insanlığı tehdit etmiştir. Bugün de benzeri bir olumsuz süreç
yaşandığı için, dünya barışı merkezi alanda gene eskisi gibi çok ciddi bir
tehdit ile karşı karşıya bulunmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ile başlayan geçiş süreci, daha sonraki aşamada Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla devam etmiş ve dünya yeniden bugünkü gergin ortama gelmiştir. Avrupa merkezli yapılanmadan Amerika merkezli dünyaya geçişi sağlayan dünya savaşları sonrasında, merkezi alanda Osmanlı devleti gibi bir büyük yapılanma gerçekleştirilemediği için, otorite boşluğu devam etmekte ve yeni ortaya çıkan büyük devletlerin oluşturduğu güç merkezleri arasındaki çekişme ve çatışmalar dünya barışını ortadan kaldıracak derecede etkili olabilmektedir. Orta Doğu’yu ele geçiremeyen Sovyetler Birliği yirminci yüzyılın sonlarında yıkılmak zorunda kalırken, Osmanlı sonrasında merkezi alana gelen İngiltere ve Fransa gibi batılı emperyal güçler de Osmanlı hinterlandında kendi hegemonya düzenlerini tam olarak kuramamışlardır .İkinci dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen Amerika Birleşik Devletleri Türkiye üzerinden merkezi alana yerleşirken kendi yavrusu olarak İsrail’i kurmuş ve bu yahudi devletinin güvenliği için seferber olarak eski Osmanlı ülkeleri üzerinde çok ciddi bir baskı düzeni uygulamaya başlamıştır. Savaş sonrası dönemde bölgeye özgürlük ve demokrasi getiriyor görünümünde giren ABD emperyalizmi, sonraki yıllarda İsrail siyonizmi için uygun bir ortam hazırlamış ve merkezi alandaki bu otorite boşluğunu yirminci yüzyılın ortalarından sonra, ABD emperyalizmi ile İsrail siyonizmi ortaklaşa doldurmaya çalışmışlardır.
ABD merkezi
alana Türkiye üzerinden girerken, Türk ülkesini bir askeri üs konumuna çevirmiş
ve Türkiye topraklarında kurduğu askeri üsleri ise, İslam dünyasının tam
ortasında kurulan yahudi devletinin korunması doğrultusunda şemsiye olarak
kullanmıştır. ABD Türkiye’ye gelerek gizlice ülke içine yerleşirken ya da İsrail’in güvenliği için uluslarası hukuka
aykırı biçimde İncirlik gibi askeri
üsleri kurarken, Türkiye için bir eksen kayması söz konusu değil ama , Türkiye
ile ABD ve İsrail , merkezi alandaki
batı hegemonyası ya da siyonizm egemenliği için ters düştüğü ya da Türkiye Cumhuriyeti
ulusal çıkarları doğrultusunda kendisini savunmak durumunda kaldığı zaman,
hemen Türkiye için eksen kayması suçlamaları yapılması, gerçekten içtenlikten
uzak ve tamamen emperyal amaçlı saldırılar
doğrultusunda gündeme getirilen suçlamalar olarak görülmektedir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin bugün karşı karşıya kaldığı eksen kayması suçlamaları, gene
gerçeklere uymamakta ve Atatürk’ün ülkesi üzerindeki etkilerini yitiren batılı
emperyal güçlerin bu yüzden feryat etmelerinden başka bir anlam taşımamaktadır.
Soğuk savaş koşullarının korku ortamında Türk devletini ve ülkesini kolaylıkla
kendi emperyal çıkarları doğrultusunda kullanabilen batılı emperyal devletler
ya da güçler, değişen koşullarda Türkiye’yi kendi istedikleri yönlere
çekemeyince ya da kullanamayınca, hemen Türkiye’nin eksen değiştirdiği çığlıklarıyla
öne çıkarak gene eski oyunlarına devam etmektedirler. Bu oyunun artık sonuna
gelindiği ve soğuk savaş koşullanmalarıyla Türk devletinin batılıların
çıkarları için bir yerlere sürüklenemeyeceği iyice görülmektedir.
Emperyalistlerin ve siyonistlerin telaşı ve feryatlarının nedeni, aslında Türk
devletinin ve milletinin bu alanda uyanmasıdır. Bir daha eski oyunlar ile Türkleri
kandırmak, ya da Avrupa, Amerika ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda merkezi
coğrafyadaki Atatürk cumhuriyetinin batılılar tarafından kullanılması artık mümkün
olamayacaktır.
Avrupa Birliği
sürecinde Türkiye bu yüzyılın başlarında toplanan Lüksemburg zirvesine davet
edilmemiş ve bir anlamda batılıların bu önemli uluslararası örgütlenmesinin
dışında tutulmuştur. AB zirvesinden kovulan Türkiye Cumhuriyeti aynı yıl içinde
İran’ın başkent’i Tahran’da toplanan İslam zirvesi toplantısından da dışlanmıştır.
O dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Tahran İslam zirvesini terketmek
zorunda kaldığı aşamada, Türkiye doğuluların uluslararası yapılanmasından da uzak
tutulmuştur. Avrupa Birliği ve İslam Birliği gibi uluslararası yapılanmalardan
aynı zaman dilimi içerisinde kovulmak durumunda kalan Türkiye, açıkça iki
merkez arasında kaldığını ve giderek kilise ile cami arasına sıkıştığını
görünce, bu kez de İsrail üzerinde havra ya da sinagog çıkarması ile karşı
karşıya kalmıştır. Doğu batı arasında din farklılığının arasına sıkışıp kalan
Türkiye’nin güneyden bir de İsrail zorlamasıyla iyice merkeze doğru itildiği
anlaşılmıştır. Cami, klise ve havra arasında sıkışıp kalmamak için Türklerin
kurmuş olduğu laik devlet zaman içerisinde hem Müslüman hem de gayrimüslim
cemaatlar üzerinden yıkılmaya çalışılmış,
Vatikan yönetiminde Avrupa üzerinden yeni Bizans projeleri dayatılırken, İsrail
üzerinden gelen baskılarda Yahudiler açıkça havraları öne çıkarmamışlar ama
batıdan gelen kilise kuşatmalarına karşı
işbirlikçi islam tarikatları üzerinden camileri Kiliselere karşı
kullanarak merkezi alanda bir Hırıstıyan-Müslüman çekişmesini öne çıkarmak ve bu durumun arkasına gizlenerek,
kendi emperyal ve siyonist hedefleri doğrultusunda dünyanın ortasını ele
geçirmek istemişlerdir. Türkiye’de son zamanlarda yaşanmakta olan dinsel
görünümlü tartışmalar ve gerginliklerin arkasında böylesine emperyal ve
siyonist bir yapılanma olduğu açıkça göze çarpmaktadır.
Müslüman kimliği yüzünden Avrupa Birliği Türkiye’yi içine almamakta kararlı görünürken aslında Türkiye’yi doğu bölgesine doğru itmektedir. Ne var ki, laik devlet yapılanması nedeniyle de Türkiye İslam Birliğinden dışlanmaya çalışılmaktadır. İslam dünyası dünyanın doğu bölgesinin bir parçası olarak görüldüğü için, Türkiye laik devlet yapılanmasıyla aslında doğu bölgesinden de dışlanmaktadır. Bulunduğu konumu ile ne doğuya ne de batıya yar olabilen Türkiye’nin giderek doğu ile batı arasına sıkıştığı anlaşılmaktadır. Böylesine bir sıkışıklık Türkiye’yi zaman içerisinde eritip ortadan kaldıracağı için, iki dünya arasında yalnız kalan, giderek sıkışıp silinmek tehlikesine maruz kalan Türkiye’nin böylesine bir durumda daha uzun süre varlığını sürdürmesi beklenemez. Yeni ortaya çıkan jeopolitik dengeler çerçevesinde Türkiye’nin bir güncel değerlendirme yaparak konumunu her yönü ile belirlemesi ve buna göre yeni bir yol izlemesi gerekmektedir. Türk devleti bunu yapabilirse varlığını koruyabilecek, yapamazsa Osmanlı devleti gibi bu coğrafyadan silinip gidecektir. Roma, Bizans, Hazar ve Selçuklu İmparatorlukları gibi merkezi büyük devletler de uzun süren hegemonyalarına rağmen, yeni içine girilen dönemlerde ortaya çıkan değişmeleri algılamakta geç kalınca dağılmaktan kurtulamamışlardır. Rus devleti ise geçmişten dersini almış, imparatorluk biterken bir ideolojik yeni devlet yapılanmasına geçmiş, ideolojik devletin bittiği aşamada ise geniş bölgesel bir federasyona giderek merkezi devlet yapısını koruyabilmiştir. Osmanlı devleti ise, başkent İstanbul’un batılı emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından ele geçirildiği için teslim olarak bağımsız konumunu yitirince imparatorluk sona ermiştir. Yeni Türk devleti ise, bu kez Anadolu topraklarının tam ortasında yer alan Ankara’da bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulabilmiştir. Türklerin başkenti değişirken Rusların başkenti aynı kalmış, bu yüzden de Rus devleti Türk devletinden yüz yıl daha ileri bir düzeye gelme şansını elde edebilmiştir. Türkler İstanbul’dan Ankara’ya gelirken ve Anadolu bozkırında çağdaş bir cumhuriyeti kurarlarken, devletler arası rekabet yarışında Rusya’dan en az bir yüzyıl geri kalmışlardır.
Bugün
yaşanmakta olan eksen kayması tartışmalarında, Türkiye’yi içine almayan Avrupa
Birliği, Türkiye’yi merkezi coğrafyada kendi çıkarları doğrultusunda
kullanamayan Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail ‘in haksız saldırıları ve
suçlamaları öne çıkmakta ve kamuoyunda kasıtlı olarak bir Türkiye aleyhinde bir
olumsuz hava yaratılmaya çalışılmaktadır. Sanki bütün olup bitenlerden Türkiye
suçluymuş gibi bir ortam yaratılarak, Türkiye Cumhuriyeti gene batı
emperyalizmi ve İsrail siyonizminin çıkarları doğrultusunda bu bölgede
kullanılmaya çalışılmaktadır. Ne var ki, bu aşamadan sonra artık papazın pilav
yemesi zor görünmektedir. Eski oyunların iflas ettiği, benzeri oyunların, senaryoların
ya da komploların geçerli olamadığı bir aşamada Türk kamuoyundaki bilinçlenme
süreci devam etmektedir. Eskiden gerçekleri dile getiren aydınları çıkar
çevreleri ve emperyal güçlerin Truva atları konumundaki mandacı ve
işbirlikçiler komplocular suçlarken, şimdi tamamen tersi bir durum ortaya
çıkmakta ve Türk halkı gerçekleri görürken, bu gibi oyunlara eskisi gibi devam
etmek isteyenlerin belirli komploların suçlusu olduğu önceden tespit edilerek
topluma açıklanabilmektedir. Halkı aydınlatanları komploculukla suçlayan
işbirlikçilerin , aslında gerçek komplocular olduğu ortaya çıkınca ve kitleler
bu doğrultuda bilinçlenerek uyanmaya başladığında her şey ters yüz olmakta ve artık batı
emperyalizmi ile İsrail siyonizmi Türkiye’yi eskisi gibi yönlendiremez bir
duruma düşmektedirler. Türkiye’yi bu aşamada eskisi gibi doğu ülkelerine karşı
kullanamayanlar eksen kayması suçlamasıyla, Atatürk’ün devletini mahkûm etmeye
ve bu yönden köşeye sıkıştırarak batının denetiminde yeniden kullanmaya
çalışmaktadırlar.
Türkiye batının
merkezi üssü konumunda olduğu yıllarda bütün komşularıyla kavgalı bir duruma
düşürülmüş, bu durumdan yararlanan Avrupa ülkeleri, ABD ve İsrail Türkiye’yi
Arap ve İslam dünyasına dönük birçok girişimlerinde köprü konumunda bir ülke ya
da askeri üs olarak kullanmışlardır. Nato desteği ile Türkiye Amerikan üssü
olurken ve İsrail’e şemsiyelik yaparken, Irak, İran ve Suriye gibi bütün doğulu
komşularıyla düşman konumuna sürüklenmiştir. Sovyetler Birliği Kafkasya’da Demirperde
uygulamasını sürdürürken, batı dünyası da Türkiye ve Arap dünyası arasına bir
set çekerek, Türkleri merkezi coğrafyada yalnızlığa mahkûm etmişlerdir. Irak’ı
Sovyetler Birliği işgal ederken ve Suriye’de Ruslar hegemonya kurarken, İran’da
İslam devrimi olurken, batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi Türkiye üzerinden
güvenlik önlemleri almışlar ve bu doğrultuda terörü kullanarak Türkiye’de Nato
üzerinden yönlendirici olabildikleri askeri rejimleri getirmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti
yirminci yüzyıl boyunca yaşanmış olan bütün bu gibi gelişmelerden ders
çıkararak yoluna devam etmeye çalıştığı sırada, batının yönlendirmesi dışına
çıkarak kendi güvenliği ve ulusal çıkarları doğrultusunda komşuları ile
yakınlaşarak yeni bir dayanışmaya girerken hemen eksen kayması suçlamalarıyla
karşı karşıya kalmakta, toplumun kafası karıştırılarak Türk devletinin batıdan
bağımsız hareket etmesi önlenmek istenmektedir. Kontrol dışı bırakılacak bir
Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda eski Osmanlı ya da Selçuklu İmparatorlukları
gibi büyük ve güçlü devlet yapılanmasına dönebileceği kuşkusu, batılıları ve
siyonistleri fazlasıyla korkutmakta ve rahatsız etmektedir. Bütün yaygara
buradan kopmaktadır.
Avrupa Birliğinin dışında bırakılan Türk devleti yeni dönemde, Orta Doğunun savaş alanına dönüşen topraklarında yalnız kalmamak üzere komşularıyla yeni ilişkilere girmekte ve dayanışma düzeni sağlayarak, bölge güvenliğini sağlama almak istemektedir. Yeni dış işleri bakanının bu doğrultuda geliştirmeye çalıştığı komşularla sıfır sorun politikasının son dönemlerde fazlasıyla olumlu sonuçlarını Türkiye görmeye başladığı aşamada , yavaş yavaş bir bölgesel birliktelik arayışı tıpkı Avrupa kıtasında olduğu gibi gündeme gelmektedir. Avrupa’ya alınmayan bu Avrasya’nın merkez ülkesinin Orta Doğu’daki yeni barış ve düzen arayışlarının dışında kalması, Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından düşünülemeyeceği için, Avrupa ülkeleri İsrail ve ABD üçlüsü daha fazla patırtı kütürtü çıkararak Türk devletinin yeni dönemdeki konumunu fazlasıyla tartışma konusu yapmaktadırlar. Türk basını içinde yer alan maaşlı ve kadrolu ajanları aracılığı ile Türkiye’yi eskisi gibi batı blokunun kontrolü altında tutma çabalarının, ne derece komik ve gayriciddi yazılara konu olduğu son dönemlerde siyonizmin denetimi altındaki sermaye basını ve işbirlikçi dinci yayın organlarında göze çarpmaktadır. Bu gibi eski teranelerin döndüre döndüre tekrar edilmesinden artık iyice rahatsız olan Türk halkının, son dönemlerdeki komşu ülkelere doğru geliştirilen iş birliği ve barış yaklaşımlarını fazlasıyla benimsediği görülmektedir. Devlet ile milletin bu doğrultuda yakınlaşması, hükümetin ise birçok yanlıştan sonra bu doğrultuda doğru adımlar atması birbirini destekleyince, batılı emperyalistler ile İsrail siyonistlerinin çıkardığı gürültü giderek artmıştır. Türkiye sürekli olarak batıdan bu doğrultuda sıkıştırılınca, bazı uluslararası ilişkiler kesilmekte ve bazı sorunlarda ise, Türkiye’ye karşı batılılar yeni gerginlik senaryoları öne sürmektedirler.
İsrail yüzünden
Orta Doğu’ya gelen ABD, İsrail’in güvenliği için Irak’ta savaşarak bu ülkeyi
parçalamıştır. İsrail’in bölgeye egemen olabilmesi için kukla bir devleti
Irak’ın kuzeyinde kurdurarak destekleyen ABD emperyalizmi, Siyonist lobilere
teslim olunca İsrail devletinin haksız isteklerine de alet olmak durumunda
kalmış ve bu yüzden Birleşmiş Milletleri ve bütün dünya kamuoyunu karşısına
alma riski ile karşılaşmıştır. İsrail’in yeni dönemde Irak sonrasındaki ikinci
adımı olarak İran öne sürülünce, ABD büyük baskı altında kalmış ve bu durumu
Türkiye ile paylaşmak istemiştir. İsrail ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda
gündeme getirilen İran savaşı gene haklı gösterilmek için, tıpkı Irak savaşında
olduğu gibi nükleer santral gerekçesi kullanılmaya çalışılmış, İsrail’in atom
bombaları görmezden gelinirken, İran’ın bu gibi silahlara sahip olamayacağı
gibi çifte standartlı haksız bir tutum izlenmiştir. Bölge güvenliği açısından
Irak ve İran’ın nükleer silahları önlenirken, İsrail’in bu silahlara sahip
olması ciddi bir haksızlık ve dengesizlik yarattığı için, Türkiye bu aşamada
siyonizmin kontrolü altındaki batılı güçler ile değil ama kendi güvenliği
açısından komşularıyla ve özellikle İran ile beraber hareket etmeye başlamıştır.
Enerji kaynaklarında başlayan iş birliği giderek bir bölgesel dayanışmaya
dönüşme eğilimleri gösterince, başta İsrail olmak üzere batılı ülkelerin
Türkiye’ye yönelik eksen kayması suçlamaları birbiri ardı sıra yoğun bir
biçimde gündeme getirilmiştir.
Üçüncü dünya
savaşı sürecinde doğu ile batının sınırlarının, Türkiye ve İran sınırı olarak
belirlendiğini İngiliz kaynakları açıklamışlardır. Dünyayı beş yüz yıl yönetmiş olan İngiltere’nin, İsrail
siyonizminin dünyaya egemen olabilmesi doğrultusunda bir üçüncü dünya savaşı
istemediği ve bu nedenle birçok gerçeği dünya kamuoyunun bilgilerine sunduğu
anlaşılmaktadır. Türk; -İran sınırı üçüncü dünya savaşı sürecinde doğu batı
sınırı olarak belirlendiğine göre, Türkiye batının İran’da doğunun cephe
ülkeleri konumuna sürüklenmektedir. İkinci dünya savaşı sırasında Almanya
Sovyetler Birliği ile merkezde savaşırken, bir cephe ülkesi konumuna
sürüklenmiş ve bu yüzden milyonlarca insan öldürülmüştür. Üçüncü dünya savaşı
öncesinde Türkiye ve İran doğu-batı savaşının cephe ülkeleri konumuna
sürüklenmekte ve tıpkı Almanya’da olduğu gibi milyonlarca İran ve Anadolu Türkü
ölüme mahkûm edilmek istenmektedir. Böylesine bir durum hem Türkiye hem de İran
açısından kabul edilemeyecek bir sorundur. Hiçbir ülke savaşın cephe ülkesi
olmayı istemeyeceği gibi, Türkiye ve İran ‘da kendi ülkelerinde bir füze ya da
atom savaşı istemeyecek kadar büyük ve ciddi devletlerdir. Böylesine bir
büyüklük ve ciddilik her türlü ayırımın ve farklılığın ötsinde bu iki büyük
merkezi devletin biraraya gelmesini ve savaşı önleyici doğrultuda önlemler
alabilme çizgisinde işbirliğini
geliştirmelerini sağlamıştır . İran nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk asıllı
olması nedeniyle, iki Türk ülkesinin ya da devletinin emperyalistler ya da
siyonistler yüzünden birbirini yok etmesi gibi bir saçmalığa alet olmayacakları
ortaya çıkmıştır Bu durumda, önce terör ve savaşın önlenmesi gerekmektedir.
Diğer konular ve farklılıklar savaş riski devam ettiği sürece ikinci planda
kalmaktadır. Emperyalistler ise iki ülke arasındaki farklılıkları kışkırtarak,
bir Türk-İran iş birliğini önlemeye çalışmakta ve bu doğrultuda çalışan savaş lobileri de İran ile Türkiye’yi
cephe ülkesine dönüştürebilmenin yollarını aramaktadırlar.
İran ile
Türkiye dört yüz yıla yakın bir süre birbiriyle savaşmayarak merkezi coğrafyada
güçlü iki ülke olarak varlıklarını korumuşlardır. Bugün gelinen noktada İsrail
siyonizmi ya da ABD emperyalizmi yüzünden iki ülke birbirleriyle savaşmayacak
kadar derin bilgi ve deneyime sahiptir. Türkiye batıdan dışlandığı bu aşamada
batı emperyalizminin doğuya yönelik bir üçüncü dünya savaşı girişiminin cephe
ülkesi olmamak için, merkezi ülke konumunu güçlendirmelidir. Türkiye batı ya da
doğu olmadığı içindir ki, artık merkezi ülke olarak hareket etmek zorundadır.
Ayrıca bu konumunu güçlendirebilmek için de merkezin diğer ülkesi olan İran ile
yakınlaşarak tekrar eskiden olduğu gibi, Selçuklu İmparatorluğu çatısı altında
iki ülke nasıl birlikte var olduysa, benzeri bir Yeni Selçuklu yaklaşımı çerçevesinde
geleceğe dönük bir bölgesel birlikteliğin temellerini de atmalıdır. Atatürk döneminde İran ve Türkiye birlikteliği
nasıl Sadabat Paktı ile bir merkezi ortaklığa dönüştürüldü ise, bugün de
merkezi coğrafyada var olan bütün devletler İran ve Türkiye ortaklığının çatısı
altında oluşturulacak bir merkezi birliğin üyesi olabilirler. İran ve Türkiye
arasında yer alan Azerbaycan’ın başkenti olan Bakü’de bir araya gelecek iki
büyük ülke böylesine bir merkezi birlikteliğin temellerini atabilirler ve böylesine
bir yapılanmayı tıpkı Avrupa Birliğinde olduğu gibi bölgesel bir kurumlaşmaya
dönüştürebilirler. O zaman İran-Türkiye cepheleri üzerinden gerçekleştirilmek
istenen bütün savaş senaryoları devre dışı kalacak, savaş için tırmandırılan
bölücü etnik terör önlenebilecek, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın da
üye olarak katılacağı merkezi devletler birliği, üçüncü dünya savaşının
çıkartılmak istendiği orta alanda dünya barışının kurucusu ve güvencesi
olarak var olacaktır.
Emperyal ya da
siyonist hegemonya peşinde koşanların çıkarmaya çalıştığı üçüncü dünya savaşını
önleyecek en önemli adım Türkiye ve İran ortaklığında oluşturulacak bir bölgesel
pakttır. Sadabat ya da Bağdat Paktlarının merkezi barış düzeni için daha önceden
kurulduğu bu topraklarda Cento ve RCD gibi bölgesel güvenlik ya da kalkınma örgütleri de
kurulabilmiştir. Bugün bunların benzerleri yeniden kurularak, üçüncü dünya
savaşı senaryolarının önü kesilebilir. Türkiye’nin böylesine bir merkezi
yapılanma için doğuya yönelmesine gerek olmayacağı için, bir eksen kayması
yaşanmayacaktır. Türkiye doğuya ya da batıya kaymadan bulunduğu bölgede sıkı
duracak, merkezin güçlü temsilcisi olarak diğer merkezi devlet olan İran ile
ortaklık kurarak ve bölgede geleceğe dönük bir
yapılanmaya öncülük ederek, üçüncü dünya savaşına giden bütün yolları
merkezi alanda kesecektir .Türkiye batı emperyalizmi ile doğu ülkeleri arasında
merkezi coğrafyada gerçekleşecek bir üçüncü dünya savaşını, İran ile ortaklık
kurarak önleyebilecek ve merkezi alandaki otorite boşluğunu doldurarak, çok
kutuplu dünyada kutup merkezlerinin dünyanın orta bölgesinde hegemonya
amaçlı emperyalist saldırılara kalkışmasına izin vermeyecektir. O zaman bundan sonra” ne doğu ne de batı ama
önce merkez” düşüncesi, Türkiye’nin ana hedefi olacaktır. Merkezde her yönden güçlü
bir Türkiye komşuları ile kuracağı bölgesel birlik sayesinde dünya barışının kurucusu
ve güvencesi olabilecektir. Yeni ortaya çıkan durum karşısında emperyalistlerin
söylediği gibi eksen kayması olmayacak, Türkiye üzerinde kurulu bulunduğu
merkezi coğrafya topraklarına çivi çakarak konumunu daha da güçlendirecektir. Türkiye’nin
geleceği ne doğu da ne de batıdadır. Türkiye’nin geleceği devletin ülkesi
olarak üzerinde bulunduğu topraklardadır. Türkiye bu nedenle, bundan sonra daha
fazla merkezi politikalar uygulayarak hem kendisini hem de komşularıyla
dayanışma içerisinde gerçekleştirilmesi gereken merkezi yapılanmayı
güçlendirmek zorundadır.
Yirminci
yüzyılın başlarında büyük ulus devletler arasındaki çekişmeler, birinci dünya
savaşı senaryosu ile iki kutuplu bir dünya düzenine dönüştürülmüştü. Yüzyılın
sonlarına doğru doğu blokunun çökmesi üzerine tek kutuplu yeni bir dünya düzeni
küresel sermaye aracılığı ile kurulmaya çalışıldı ama başarılamadı. Ne var ki,
böylesine bir yapılanma Amerika Birleşik Devletleri içinde sürdürülen Yahudi
–Hırıstıyan ya da İngiltere-İsrail çekişmesi yüzünden bir türlü kurulamadı. Var
olan dünya düzeninin kurucusu olan İngiltere , eski sömürgesi olan ABD ile
birlikte eski dünya düzenini yürütmeye
çalışırken, ABD ve İngiltere çıkışlı şirketlerin içinden çıkan küresel sermaye
yapılanmasının, İsrail yönetiminde tek
bir dünya devletine yönelmesi, yirmi birinci yüzyılın sonlarında dünyayı büyük
bir kapışmaya sürüklemiş ve küresel şirketler ile eski dünya düzeninin uzantısı
olan ulus devletler birbirlerini yemek doğrultusunda çok ciddi çekişme ve çatışma ortamlarına
sürüklenmişlerdir . Ne var ki, dünya halkları ve ulus devletlerin direnmeleri
üzerine küresel şirketler bu kavgayı kaybederek geri çekilmek zorunda
kalmışlardır. Tek kutuplu dünya düzeni gizli dünya devleti aracılığı ile
kurulamayınca, bu kez yapay mikroplar aracılığı ile biyolojik savaşlara
yönelerek, ulus devletlerin yıkılmasına ve dünya halklarının yok edilmesine
doğru adımlar atılmaya başlanmıştır. Küresel sermaye tek başına dünyaya egemen
olamayınca, ABD ve İngiltere’nin yolları ayrılmıştır. Bu ayrılık sonrasında
Batı blokunun ABD, Avrupa Birliği, İngiltere ve İsrail olmak üzere içeriden
dörde bölündüğü ortaya çıkmıştır. Batı dünyası bir kapitalist sistem ile bütün
dünyaya egemen olmaya çalışırken, kendi içinden parçalanarak dağılma noktasına
gelmiş ve bu yeni durum karşısında
İngiltere Çin ile yeni bir ittifaka yönelirken, ABD eski İngiliz sömürgesi olan
Hindistan’ı kontrol etmeye yönelen yeni bir siyaset izlemeye başlamıştır
Geçmişten gelen bir alışkanlık doğrultusunda harita üzerinde dünya doğu ve batı
olarak ikiye ayrılmaya çalışılmış ama gelinen yeni aşamada, ortaya çıkan çekişmeler yüzünden, dünyadaki yeni kutuplaşma doğu ve batı blokları olarak oluşturulamamıştır.
Batı bloku kendi
içinde dörde bölünürken, dünya haritasının doğu bölgelerinde yer alan Rusya,
Çin, Hindistan ve Avustralya gibi kıtasal büyüklükteki devletler yeni dört büyük güç olarak öne çıkarken, batı
bloku gibi doğu dünyasında da dört kutuplu yepyeni bir yapılanma gündeme
gelmiştir. Artık, Türkiye gibi bir merkezi coğrafya ülkesinin parçalanmış olan
doğu ya da batı blokları içinde yer alması mümkün olamayacaktır. Bu nedenle,
Türkiye’nin geleceği ne batıda ne de doğuda değildir. Doğu ve Batı blokları
içinde yer alan dörder büyük ülkenin bir araya gelerek tek kutup halinde
hareket etmeleri bu aşamada görülmediği için, Türkiye üç kıta arasındaki konumu
ile kendisinin merkezinde yer aldığı bir merkezi ittifak ya da güvenlik paktını,
dünya barışı için bir an önce gerçekleştirmek zorundadır. Böylesine bir
yapılanmanın eski Osmanlı hinterlandı üzerinde gündeme getirilmesi, dünya
haritasının doğusu ve batısında yer alan büyük güçlerin emperyalist ülkeler
olarak orta dünyaya sızmalarını önleyebilecektir. Bugünün koşullarında bir
üçüncü dünya savaşı çıkartmak isteyen emperyalist güçlerin önünün kesilebilmesi
için, orta dünyada yer alan devletlerin bir araya gelerek merkezi devletler
birliği içinde yerlerini almaları kaçınılmazdır. Bugün ABD’nin merkezi
güçlerinden oluşan CENTCOM aracılığı ile yönetilmeye çalışılan orta dünyanın
bütün devletlerinin bir araya gelerek: Amerikan, İngiliz, Rus ya da Çin
askerlerinin bölgeden çekilmesiyle, gündeme getirilecek bir yeni merkezi
devletler savunma örgütü olarak YENİ CENTO adıyla acil bir barış örgütlenmesine
gidilmesi dünya barışı açısından zorunlu olarak öne çıkmaktadır. Osmanlı
alanında Büyük Türkiye yaratacak bu tür bir güvenlik örgütlenmesi hem doğu batı
savaşının hem de yeni kutup başlarının ortaya çıkmasıyla gündeme gelen çok
kutuplu çatışma risklerinin önlenmesinde dünya barışına hizmet edecektir. Artık
insanoğlu ciddi bir bilgi düzeyine sahip olduğu için, her türlü savaş
senaryosuna orta dünyada karşı çıkılacaktır. Bu nedenle artık gelecek için, ”
ne doğu, ne de batı, ama merkez “ yaklaşımında birleşmekte yarar vardır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder