TURANCILIK AKIMININ HAKLILIĞI
Turancılık
denince, insanın aklına on dokuzuncu yüzyılın sonları ya da yirminci yüzyılın
başları gelmekte ve birinci dünya savaşı öncesi dönemde, doğu
imparatorluklarının çöküşe geçtiği bir aşamada merkezi coğrafyanın
yönlendirilmesi çabaları öne çıkmaktadır. On beşinci yüzyıl sonrasında batı
Avrupa merkezli bir sömürgecilik bütün dünyaya yayılmış ve batı ülkeleri
yeryüzünün bütün kıtalarını sömürmeye başladığı aşamada, dünyanın doğu bölgesinde üç ayrı imparatorluk bu duruma
karşı denge sağlamaya çalışmıştır. Beşinci yüzyılda kurulan Rus prensliği kuzey
bölgelerinde bir büyük doğu imparatorluğu olarak harita üzerinde yayılırken, on
üçüncü yüzyılda kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu merkezi coğrafyanın egemeni
oluyordu. Daha sonraki aşamada ise Osmanlı devleti Asya ve Afrika topraklarında
ticaret yolları üzerinden yayılırken, Osmanlının geri çekildiği Doğu Avrupa ve Balkan yarımadası üzerinde,
üçüncü bir doğu devleti olarak Avusturya-Macaristan imparatorluğu kuruluyordu.
Batılılar, doğuyu Viyana’dan ötesini doğu olarak tanımlarken, her üç
imparatorluğu doğu devletleri olarak görüyorlardı. Yirminci yüzyılın başlarına
kadar devam edip gelen bu süreç içerisinde, üzerinde doğu imparatorluklarının
yer aldığı dünyanın merkezi coğrafyası üzerinde hiç kimse geleceğe dönük bir
arayış içerisine girmiyor, dünya tarihini belirleyen olaylar bir anlamda
batının sömürgeci devletleri ile, doğu bölgesinin üç imparatorluğu arasındaki
çekişmeler zincirinde belirleniyordu. Birinci dünya savaşına kadar devam edip
gelen bu durum, bütün dünya savaşa doğru sürüklenirken savaş öncesi çekişmeler ile bozulmaya
başladığı için, geleceğe dönük yeni arayışlar evrensel düzeyde siyasetin
gündemine gelip oturuyordu.
Avrupa
merkezli dünyanın beş yüz yıllık hegemonya tarihinde gündeme gelmeyen, merkezi
coğrafya arayışları, birinci dünya savaşına doğru giderken ortaya çıkıyordu.
Asya ve Avrupa kıtalarının kuzey bölgelerini kapsayan büyük bir hegemonya
alanına sahip olan Rus Çarlığı batılı
ülkeler tarafından baskı altına alınamayınca, bu büyük gücü arkadan vurmak
üzere Japon İmparatorluğu kışkırtılıyor ve ABD destekli Japon ordusu Asya’nın
doğu kıyılarından kıtanın içerisine girerek, Rus devletini arkadan vuruyordu.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında, batılı güçlerin yenemediği Rus ordusunu bir
doğulu güç olarak Japon imparatorluğu ABD’nin arkadan sağladığı destekler
ile askeri yönden yeniyor ve böylece
merkezi coğrafyanın kuzey bölgesinde yer alan büyük devlet yapılanması
çöküyordu. Ruslar Avrupa toprağı olan Kiev’de ilk devletlerini kurmalarına
rağmen, kuzey bölgesinde Asya’ya doğru yayılmışlar, Hazar göçleri sonrasında
bu alanda kurulmuş olan Altın Ordu imparatorluğunun dağılması üzerine de,
geride kalan hanlıkları ele geçirerek,
tam anlamıyla bir Asya devleti haline gelmişlerdir.Hazar uzantısı Türk
boylarının dağılması, bir kısmının Avrupa’ya ,diğer kısmının da Kafkasya üzerinden Orta Doğu bölgelerine göç
etmesi üzerine , Ruslar eski Türk toprakları üzerinde yayılma şansı elde ederek bunu kullanmışlardır.
Batılı devletler Rusya’yı Avrupa kıtasından uzak tutmak için çaba göstermişler,
Ruslar Avrupa’ya saldırma noktasına gelince Osmanlıları kışkırtarak Rusların
üzerine sürmüşlerdir. Roma imparatorluğu sonrasında, bir büyük Slav gücü olarak
Rus devleti öne çıkarken, dünyanın diğer güçleri bunu önlemek ve Rusların önünü
kesmek üzere çeşitli komplo ve senaryolar ile öne çıkmaya ve Rusya’nın
hegemonya alanını daraltmaya çaba göstermişlerdir. Avrupa’dan kovulan Rusya
Asya topraklarında güçlenince, bu kez de ABD destekli bir Japon saldırısı Asya
üzerinden desteklenere, Rus Çarlığı yıkılmaya çalışılmıştır.
On
dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru zayıflayan Rus çarlığı, Yirminci yüzyılın
ilk yıllarında doğudan gelen Japon saldırısına direnemeyince, Rus Çarlığı
yıkılma noktasına gelmiş ve bu büyük ülke Sovyet devrimine kadar sürecek olan
uzunca bir karışıklık dönemine girmiştir. Merkeze bağlı bulunan büyük
toprakları eskisi gibi kontrol etme gücünü elinden kaçıran, Rus Çarlığı Japon
ordusuna da yenilince Rus milletine dayanan egemenlik düzeni yıkılmış ve bu
aşamadan sonra devrimlere yönelen girişimler, Rusya’yı kurtarmaya çalışmış ama
bir türlü bu doğrultuda istenen başarılar elde edilemeyince, Rus milliyetçiliği
geniş alanları kendi kontrolü altında tutabilmek üzere yeni arayışlar içerisine
girmiştir. Dar kapsamlı bir milliyetçilik ile Rusya’nın eski imparatorluk
topraklarını merkezi bir düzene bağlayamayacağı anlaşılınca, bunun üzerine Rus
milletinin ana unsuru olarak öne çıktığı Slav topluluklarının birlikteliği
savunulmaya başlanmıştır. Yirminci yüzyıla girerken, Rus milliyetçiliğinin
yerini Panslavizm’in alması ile yeni bir dönem başlamış ve Moskova merkezli Rus
hegemonyasının gene eskisi gibi imparatorluk toprakları üzerinde devam
edebilmesi için, bütün Slav toplumlarını ortak bir çatı altında toplayacak bir
Panslavizm akımı, Rus milliyetçiliğinin yeni yüzü olarak dünya kamuoyuna
sunulmuştur. Rus milliyetçiliğinin
duygusallığı, Slav topluluklarının yaşadığı geniş topraklar üzerinde daha
gerçekçi bir politika olarak Panslavizmin ortaya çıkışı ile birlikte aşılmaya
çalışılmıştır.
Doğu
imparatorluklarının batılı emperyalistler karşısında güç kaybederek çöküşe
geçmesi üzerine, bu büyük devletlerin harita üzerinde işgal etmiş olduğu geniş
alanların geleceği tartışılmaya başlanmıştır. Avrupa merkezli dünyada batı
bölgelerinde modern anlamda devlet yapılanmaları ortaya çıkmasına rağmen, doğu
bölgelerinde batıda olduğu gibi çeşitli toplulukların devletleşme olgusu
görülememiştir. Nitekim bu yüzden, Birinci dünya savaşı sonrasında doğu
bölgelerinin geleceği ile ilgili olarak Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir
kongre toplanırken, bunun adına “Doğu halkları kurultayı “denilmiştir. Merkezi
coğrafyanın ötesinde ciddi devlet yapılanmaları bulunmadığı için, bütün Asya
kıtasının geleceği ile ilgili düzenlenen uluslararası kongre de doğu
bölgelerinde yaşayan halklar esas alınmış ve bunlar üzerinden doğu bölgelerinde
yeni bir siyasal düzen oluşturulmaya çalışılmıştır. Cihan savaşı sonrasında
dünyaya yeni bir düzen verilirken, doğu bölgesinin imparatorlukları geride
kalmış ve bu bölgede yaşayan halklar esas alınarak, eskisinden farklı bir
gelecek oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda Panslavizm ile gelecek
arayışının yeterli olamadığı bir aşamada, Sovyet devrimini dünya güçleri
destekleyerek, Panslavizm yerine Pansovyetizmi getirerek, Sovyet devrimi
sonrasında dünyanın merkezi alanı ile doğu bölgelerine yönelik bir ideolojik siyasal yapılanma
yaymaya çalışmışlardır. Panslavizm Slav kökenli bütün halkları Rus İmparatorluğu
sonrasında daha geniş bir Rus milliyetçiliğinin çıkarları doğrultusunda bir
araya getirmeye çalışırken, bu bölgenin geleceği ile ilgili olarak batı
dünyasında bazı yeni arayışlar da gündeme gelmiştir.
Yıkılmakta
olan Rus hegemonyasının sonrası için Ruslar Panslavizm ile yeni yapılanmayı
devreye sokmak isterlerken, doğu imparatorluklarının üzerinde yer aldığı
merkezi coğrafya alanında yeni Rus hegemonya planlarına karşı alternatif
arayışlar da öne çıkmıştır. Rus imparatorluğu yıkılırken, bu ülkenin sınırları
içerisinde yer alan Türk ve Müslüman toplulukların, gelişmiş batılı ülkeler
düzeyine gelebilmek üzere yeni arayışlar içine girdiği görülmüştür. Rusya’nın
Müslüman toplumlarını bir çatı altında toplamak isteyen Panislamizm akımı ile,
gene bu doğrultuda bütün Türk topluluklarını bir büyük Türk imparatorluğu
çatısı altında toplamak isteyen yeni bir tür Türkçülük Pantürkizm olarak öne
çıkmıştır. 1905 yılındaki Japon yenilgisi üzerine Rusya karışmış ve 1917 Sovyet
devrimine kadar karışıklık dönemi devam ederken, Panslavizm girişimlerine karşı
hem Panislamizm hem de Pantürkizm akımları yeni alternatif arayışlar olarak
tartışma gündemine getirilmiştir. Dünyanın en büyük kıtasına egemen olabilme
doğrultusunda en geniş devlet yapılanması arayışları pancılık akımlarını da öne
çıkarmış, milliyetçiliğin yetersiz kaldığı aşamalarda ortak etnik kökenden
gelen ya da aynı sosyolojik ya da kültürel özellikleri taşıyan toplumlara daha
büyük devletler olarak toparlayabilmenin çabaları siyasal gündemde belirleyici
olmaya başlamıştır. Milliyetçilik akımlarının böldüğü, büyük imparatorluk
alanlarında daha küçük milli devletlerin kurulmaya başlandığı bir aşamada
pancılık akımları, birleştirici ve uzlaştırıcı girişimler olarak, daha geniş
siyasal yapılanmaların öncüsü olmuştur. Büyük doğu imparatorlukları çökerken,
daralan sınırları eski genişliğinde tutabilmek üzere milliyetçiliğin yetersiz
kaldığı bir aşamada ortak özellikler, etnik kökenler, din ve kültürel yapıların
eskisi gibi daha geniş imparatorluk coğrafyasında birlikte var olabilmesi için,
pancılık akımları alternatif olarak devreye sokulmuştur.
Rusların,
Orta ve Ön Asya bölgelerinin birlikteliği için düşünmüş olduğu Panslavizme
karşı, ikinci alternatif pancılık akımı, Rusya’nın bu doğrultudaki genişleme
arayışlarına karşı Pangermenizm olarak ortaya atılmıştır. Roma İmparatorluğunun
dağılmasından sonra bin yıldan fazla bir zaman dilimi içerisinde dağınık bir
biçimde yaşayan Germen kavimleri sürekli olarak birbirleriyle çarpışmışlar ve
bu yüzden bir araya gelerek İngiltere ve Fransa gibi ulusal birliklerini
tamamlayamamışlardır. Batı Avrupa’nın millileşen ulus devletleri sömürge
savaşlarına çıkarak yer yüzü karalarında rekabete geçerken, Germen kavimleri
sürekli savaşarak birbirlerini kırıyordu. Aynı doğrultuda, İtalya’daki şehir
devletleri de bir büyük çekişmeye Akdeniz hegemonyası doğrultusunda girdikleri
için, İtalyan ve Alman ulusal birliklerinin tamamlanması gecikiyordu. Paris’te
1871 yılında bir komünist yönetim kurulmasına üzerine, Avrupa burjuvazisi
çeşitli önlemler alıyor ve aynı yıl içinde Pangermenizim akımının sonucu olarak
Alman siyasal birliği oluşturuluyordu. Böylece, Avrupa’nın doğusunda
başlatılmış olan Panslavizm arayışlarına karşı en somut cevabı, Almanlar
Pangermenizm akımı ile vererek, Alman milliyetçiliği doğrultusunda doğu
Avrupa’da yer alan bütün Germen kavimlerinin ortak bir çatı altında tek bir
devlet olarak bir araya gelmesi için girişimlerde bulunuyorlardı. Alman devleti
Pangermenizm ile kendi siyasal birliğini sağladıktan sonra, diğer Germen asıllı
kavimleri de kendi yanına çekebilmenin arayışı içine giriyordu. İşte bu aşamada
Birinci dünya savaşına giden yolda bir Panslavizm ve Pangermenizm çekişmesi,
dünyanın siyasal gündeminin belirlenmesinde etkin bir unsur konumuna geliyordu.
Alman
birliğini sağlayan Germenler, batı Avrupa kapılarının kapalı olması nedeniyle
kıtanın doğusuna doğru yöneliyorlardı. Orta Avrupa’da kurulmuş olan büyük
devlet olarak Almanya dünya siyaset sahnesine ağırlığını koyarken, bir milli
politika olarak Ostpolitik denilen doğu siyasetini uygulama alanına
getiriyordu. Merkezi Avrupa’da kurulan Alman devleti, Pengermenizm akımı ile
çevredeki bütün Germen devletçiklerini tek çatı altında topladıktan sonra,
doğuya doğru açılımı ulusal bir dış politika olarak gündeme getiriyordu.
Almanya bütün çabalarına rağmen Hollanda, Avusturya ve Danimarka gibi Germen
asıllı batı devletlerini çatısı altında birleştiremiyordu. İngiltere, Fransa ve
Amerika üçlüsü Atlantik güçleri olarak Merkezi Avrupa gücü olarak Almanya’nın
Pengermenizm akımı yolundan iyice güçlenmesini istemiyorlardı. Almanya
Pangermenizm akımı üzerinden ulusal birliğini sağladıktan sonra, Atlantik
güçlerinin dünyanın merkezi coğrafyasında etkin bir konuma gelmesini önlemek
üzere ikinci bir pancılık akımının öncüsü oluyor ve Müslüman toplulukların
yaşadığı topraklar üzerinde Almanya merkezli bir Panislamizm akımını
örgütlüyordu. Alman devleti Pangermenizm ile Avrupa kıtası üzerinde güçlü
yapısını oluşturduktan sonra, doğuya açılarak genişleme ve batılı
emperyalistler ile rekabet etme aşamasında Panislamizmi ikinci bir siyasal akım
olarak kendi öncülüğünde İslam coğrafyasına dönük bir biçimde devreye
sokuyordu. Osmanlı ve İran imparatorluklarının sınırları içerisinde yaşayan
Müslüman ahaliyi bir araya getirme doğrultusunda Alman ajanları, Alman
imparatorunun sünnet olarak İslam dinini kabul ettiği yalanını, Orta Doğu ve
Avrasya coğrafyasında yaşamını sürdürmekte olan tüm Müslüman toplumları
etkilemek üzere empoze etmeye çalışıyordu.
Alman
emperyalizmi, Panislamizm akımını Doğu Avrupa’dan başlayarak doğuya doğru
örgütlemeyi ve İslam toplumları üzerinden bütün Orta Doğu ve Orta Asyayı, bu
siyasal akımı kullanarak kendisine bağlamak ve böylece Osmanlı İmparatorluğu
ile İran Şahlığını haritadan silmeyi hedefliyordu. Müslüman olduğu söylenen bir
Alman imparatorunun etrafında Panislamizm kullanılarak tüm İslam toplumları bir
araya getirilmeye çalışılıyordu. Bir anlamda Alman devletinin dünya
hegemonyası, Avrasya kıtasının ele geçirilmesine ve bu doğrultuda İslam dininin
aracı olarak kullanılmasına dayanıyordu. Böylece, doğu imparatorlukları
çökerken, batılı emperyal güçlerin tam merkezi alana girişi aşamasında, ikinci
bir pancılık akımı Panislamizm olarak devreye giriyordu. Germen asıllı
kavimlerin hemen hepsinin Avrupa kıtasında yerleşik olması nedeniyle
Pangermenizmin Orta Doğu ya da Orta Asya’da geçerlilik kazanması mümkün
değildi. Bu yüzden Alman hegemonya düzenini doğuya açılarak bütün Asya kıtası
üzerinde geçerli kılabilmenin yolu olarak, Panislamizm, Pangermenizmin
tamamlayıcısı olarak Müslüman olduğu söylenen Alman İmparatoru öncülüğünde
kullanılmaya çalışılıyordu. Böylesine büyük bir yalana sığınarak Alman ajanları
Avrasya coğrafyası üzerinde Ruslara karşı mücadele ederken, Panislamizm
sayesinde bütün Müslüman toplumları arkalarına almaya çalışıyorlardı. Böylece,
Pangermenizm akımı ile dünya sahnesine çıkmış olan Alman ulus devleti,
Panislamizmi kullanarak Müslüman coğrafyası üzerinden merkezi alan
imparatorluğu oluşturmaya çaba gösteriyordu.
Almanlar iki pancılık akımı sayesinde hem varlıklarını ortaya koyuyorlar
hem de genişleyerek emperyalizm mücadelesindeki yerlerini almaya
çalışıyorlardı. Doğu İmparatorluklarının sınırları içerisinde yer alan geniş
toprakların hegemonyasında, Panslavizm ile beraber Panislamizm ve Pangermenizim
yarışı, tarihsel konjonktürün gündeme getirdiği bir doğrultuda uygulama alanına
geliyordu.
Doğu Avrupa’nın Germen ve Slav topluluklarını kendi hegemonyası altına alma doğrultusunda Rus ve Alman devletleri birbirleriyle yarışırken, bu coğrafya da geçmişten gelen bir yaşam süreci içinde yaşayan Türk ve Müslüman asıllı topluluklar, ister istemez Alman ve Rus emperyalizmleri arasında sıkışıp kalıyorlardı. Bu aşamada bir Orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Alman İmparatorluğu ile Avrasya bölgesi arasında kalıyor ve Ruslar ile Almanlar arasında başlatılmış olan Doğu hegemonyası kavgasında giderek doğu Avrupa koridoruna sıkışıp kalıyordu. Bir orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Hazar bölgesinden gelen göçler sonrasında onuncu yüzyılda Tuna nehri kıyılarında, büyük bir imparatorluk yapısında dünya tarihi içindeki yerini alıyordu. Adriyatik denizi ile Baltık denizi arasında yayılan bir doğu Avrupa krallığını onuncu yüzyılda kurmuş olan Macarlar, daha sonraki gelişmeler çerçevesinde bu hegemonyalarını koruyamamışlardır. Avrupa’daki toplumsal olaylar ve sürekli savaşlar yüzünden Tuna kıyısındaki krallıklarını Macarlar uzun süreli olarak koruyamamışlardır. Macar krallığı zayıflayarak geri çekilme noktasına gelince, Osmanlı İmparatorluğu bu devleti işgal ederek iki yüzyıla yakın bir süre sınırları içerisinde yönetmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun geri çekilme aşamasına geldiği noktada da Balkanlar’daki otorite boşluğunu Avusturya İmparatorluğu doldurmaya başladığı aşamada ise, Macarların resmi katılımı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kurulmuştur. Osmanlı ve Rus imparatorluklarından sonra üçüncü bir doğu imparatorluğu olarak ortaya çıkan bu ortak devle, yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde zayıflamış ve giderek Almanya –Rusya rekabetinin çekişme alanı konumuna düşürülmüştür. Avusturyalıların Germen asıllı olmaları nedeniyle, Pengermenizm çatısı altında yer almaya doğru bir hazırlık Avusturyalılar içinde gelişmeye başlayınca, İmparatorluğun diğer yarısını temsil eden Macar devleti ve Macar toplumu da kendilerine yeni bir gelecek arama noktasına gelmişlerdir.
Hazar İmparatorluğunun son dönemlerinde ilk Macar devletini sekizinci asırda Hazar gölünün kuzeyinde kurmuş olan Macarlar, daha sonraki aşamada göçler yolu ile orta Avrupa’ya gelerek önce bir krallık sonra da imparatorluk kurmuşlar ama daha sonraki aşamalarda Avrupa’nın ortasına sıkışıp kalarak, diğer büyük devlet oluşumlarının baskısı altında kalmışlardır. Almanlar ile Ruslar arasına sıkışıp kalan Macarlar, kendilerine eskiden olduğu gibi imparatorluk dönemindeki gibi geniş alanlarda özgürlük ve hegemonya aramaya çalışmışlar ama Alman, Rus ve Osmanlı hegemonyalarının baskısı altında kalarak bir türlü, Ruslar ve Almanlar gibi büyük bir siyasal gücü, yeni bir devletleşme oluşumu ile sağlayamamışlardır. Almanlar Pangermenizm ile doğuya doğru açılırken, Macaristan’ı ezerek geçmeyi düşünmüşler, Ruslar ise kendi hegemonyalarını Avrupa ortalarına taşımak istedikleri aşamada Tuna nehri kıyılarına gelerek Macarların ülkesini işgal etmişlerdir. Avrupa içi çekişmelerde, Orta ve Doğu Avrupa güçleri arasında sıkışıp kalan Macarlar, bu sıkışıklıktan kurtulabilmek, Panslavizm ya da Pangermenizmin çizmeleri altında ezilmemek üzere, kendileri için yeni bir çıkış yolu aramaya başlamışlardır. Avrupa kıtasına gelince Vatikan’ın etkisiyle Hrıstıyan olan Macarlar bu yüzden Türk ve İslam dünyasından uzaklaşmışlar ve Hrıstıyan Avrupa kıtası içinde eriyip gidince kendi geçmişlerini unutmuşlardır. Avrupa kıtasının ortasında beş yüz yıllık bir krallık kurabilecek kadar ileri giden Macarların, Hrıstıyan dinini benimsedikten sonra iyice bu kıta ile bütünleşerek, geçmişlerini ve eski geleneksel yapılarını unutma aşamasına geldikleri görülmüştür.
Birinci
dünya savaşı sürecinde, Pangermenizm ile Panslavizm Doğu Avrupa bölgesini ele
geçirme yarışına kalkışırken, arada kalıp ezilmemek ve büyük bir savaş içinde
fazla insan kaybetmemek üzere Macar aydınları arasında bir arayış başlamış ve
bu gibi girişimlerin sonucunda Macarlar tekrar eski köklerine döndükleri
noktada, Asya kıtasından gelip bu topraklara yerleşme gerçeği ile karşı karşıya
kalmışlardır. Bin iki yüz yıldır Avrupa kıtasının ortalarında yaşayan ve bu
bölgede bağımsız devletler ile imparatorluk kuran Macarlar, giderek genişleyen
Pangermenizm ile Panslavizm arasında sıkışıp kalınca, bu iki büyük hareket
karşısında eriyip yok olmamak üzere, Macar aydınları arasında kendi kökenlerini
öne çıkararak ayrı bir akım biçiminde geliştiren yeni bir pancılık akımı
örgütlenme aşamasına gelinmiştir. İşte bu akım Panturanizm olarak siyaset sahnesinde
öne çıkarken, Macarların tarih sahnesine çıktığı coğrafya esas alınmıştır. Bir
orta Avrupa ülkesi olmasına rağmen kendilerini kurtarma doğrultusunda bir
Panavrupacılık akımını kurtuluş çaresi olarak görmeyen Macar aydınları,
silkelenip kendilerine döndükleri noktada bir Asya toplumu olduklarını
kimliklerini ve ulusal yapılarını koruma noktasına hatırlayarak, Panturanizm
akımıyla ortaya çıkmışlardır. Panturanizm, dünyanın merkezi bölgesi olan
Avrasya kıtasında Pangermenizm ile Panslavizme dayanan Alman ve Rus
emperyalizmlerine teslim olmamak üzere örgütlenmiş bir akımdır. Tarihsel olarak
Macarların geçmişi incelendiğinde, bugün Rusya Federasyonu sınırları içerisinde
ayrı bir devlet olarak yer alan Başkürdistan ülkesinden geldikleri
anlaşılmaktadır. Hazar denizinin kuzey bölgesinde yer alan Başkürdistan ilk
Macar devletinin kurulduğu bölge olmuş ve daha sonra göçler yolu ile Avrupa
katısına gidilince, ikinci Macar devleti Tuna nehri kıyılarında kurulmuştur.
Yirminci yüz yılda, dünya savaşları ile yeni bir dünya düzeni kurulmaya
çalışılırken, bütün halklar ve toplumlar kendi kimliklerini yeniden gözden
geçirmek zorunda kalmışlar, tarih sahnesinde eriyip gitmemek için kendilerine
özgü bir çıkış yolu olarak Başkürdistan’ın tam ortalarında yer aldığı Turan
coğrafyası hareket noktası olarak benimsenerek, Pangermenizme, Panslavizme ve
Panislamizme karşı ayrı bir çizgide Panturanizm, Macar aydınlarının öncülüğünde
dünya sahnesinde yerini almıştır.
Panturanizmin
siyasal bir akım olarak tarih sahnesine çıkışı, emperyal bir hegemonya arayan
Macar emperyalizminin girişimleriyle değil aksine, Panslavizm ya da
Pangermenizm gibi iki emperyalist akımın çekişme ve çatışma alanı ortasında
kalarak yok olmamak üzere, Macar aydınlarının gündeme getirmiş olduğu bir ulusal
var olma ve kendini savunma refleksidir. İmparatorlukların çöktüğü bir aşamada,
belirli bir bölgede topluca yaşayan insan gruplarını bir araya getirmek ya da
kendi devletlerinin eski imparatorluk alanlarındaki siyasal gücünü koruyarak
yola devam etme çabasında olan emperyal politikalar kendi pancılıklarını bölge
halklarına dayatınca, Slav ya da Germen asıllı olmayan Macarların tarihsel
köken arayışları gündeme gelmiştir. Macarlar Hrıstıyan kimlikleri yüzünden
uzaklaştıkları Türk dünyasına geri dönünce kendi gerçek kimliklerini görmüşler
ve bütün Ural- Altay halkları gibi Turan bölgesinin Türk asıllı kavimlerinden
olduklarını anlamışlardır. Hazar imparatorluğu gibi bir büyük Türk devletinin
uzantısı olarak göçler yolu ile Avrupa kıtasının ortalarına gelerek bin yılı
aşkın bir süredir bu bölgede yaşamlarını sürdüren Macarlar, Alman ve Rus
emperyalizmlerinin ayağının altında
kalmamak üzere ,yüzlerini doğuya dönerek kendileri için bir çıkış yolu aramaya
yönelmişlerdir .Bu nedenle, tarih sahnesine çıkmış oldukları bölgenin adını öne
çıkararak, Ural-Altay bölgesinden ortaya
çıkmış olan halklara Turani kavimler demişler ve kendilerini de Turan toplumları içerisinde sayarak, Panturanizmi kendi kökenleri ile tarihsel
geçmişlerine en uygun yol olarak
görmüşlerdir. Bir orta Avrupa milleti olarak Macarlar köklerine
döndükleri aşamada, tıpkı Almanlar gibi bir doğu politikasını öne çıkarmaya
çalışmışlardır. Almanların Ostpolitik adını verdikleri milli doğu politikasına
paralel bir çizgide Macarları da doğu politikalarına Turanizm adını vererek,
Panturanizmin öncülüğünü yapmaya çalışmışlardır.
Turancılık,
Slavcılık, Germencilik ve İslamcılık akımlarına karşı bir ulusal savunma ya da
alternatif arayışı olarak gündeme geldiği aşamada, Macaristan’da Turan Cemiyeti
kurulmuş, ayrıca bu doğrultuda başka örgütlenmelere gidilerek Macarlar ile
beraber Avrupa kıtasının Türk asıllı
toplulukları ile yakın ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır. Tarihteki adı
Fin-Ogur göçleri olan toplumsal hareketlilik süreci içerisinde, Hazar bölgesinden
Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yayılmış olan Türk asıllı toplumlar olan
Bulgarlar, Finliler, Estonlar ve Çekler ile yakın ilişkiler kurularak, Germen
ve Slav asıllı kavimlere karşı bir Turan birlikteliği Panturanizm çizgisinde
sağlanmaya çalışılmıştır. Macaristan bu aşamada, Avrasya’daki Rusya ve Almanya
hegemonya arayışının alternatif merkezi haline gelince, Macar aydınları
ülkelerinden kalkarak Orta Doğu ve Orta Asya yollarına düşmüşler ve
kendilerinin de içinden çıkmış oldukları Turan coğrafyasının yeni dönemdeki
durumunu tespit etmeye çalışmışlardır. Macarlar kendi gelecekleri açısından çok
korktukları bir Almanya ve Rusya savaşı sırasında savaş alanının ortasında
kalarak yok olmak istemedikleri için, kendilerinin Turan adını verdikleri
bölgedeki Türk ve Müslüman asıllı halkların durumlarını da belirlemeye
çalışmışlardır. Önceliği kendi anavatanları olan Başkürdistan’a veren Macar
aydınları, bu bölgenin iç Asya tarafında kalması ve bu yüzden geri dönme ve
yeni bir göç mekânı olması açısından yetersiz kaldığını belirleyince, ön Asya
coğrafyasının en cazip bölgesi olan Anadolu yarımadası ile de yakından
ilgilenmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğunun da bir Türk devleti olması yüzünden,
bu bölgeye kendilerini daha yakın hisseden Macarlar, bir büyük savaş sırasında
Turan bölgesine geri dönüş istikametinde Doğu Anadolu bölgesini kendileri
açısından yerleşmek için uygun bir bölge olarak görmüşlerdir. Bu doğrultuda üç
yüz den fazla Macar aydını, Osmanlı ülkesine gelerek, Anadolu yarımadasını
karış karış gezmişler ve bu ülkeyi, bir büyük savaş sırasında yeni yerleşme
alanı olarak belirlemişlerdir. Asya kökenli bir halk olarak kendi geleceklerini
Avrupa ‘da değil, tarih sahnesine çıktıkları topraklarda aramaya başlayan Macar
aydınları sahip oldukları tarih bilinci ile, dünyanın yeniden biçimlenmesi
aşamasında hem kendi açılarından hem de dünya dengeleri yüzünden etkin olmaya
çaba göstermişlerdir.
Birinci
dünya savaşı sırasında Almanya ile birlikte hareket eden Macarlar, doğuya doğru
yöneldikleri aşamada Panturanizmi daha da geliştirmişler ve Bulgarlar ve
Osmanlılar gibi iki önemli devlet ile, batı Avrupalı Atlantik güçlerine karşı
ortak bir savaş içerisinde yer almışlardır. Atlantik emperyalizmi İngiltere ve
Fransa üzerinden dünyanın merkezine dönerek, Avrasya kıtasını ele geçirmeye
yöneldiği bir aşamada, dünyanın doğusunda yer alan Turan bölgesinin halkları
bir araya gelerek kendi anavatanlarında daha güçlü bir çıkışın arayışı içinde
olmuşlardır. Macar aydınlarının orta Avrupa bölgesinde başlattıkları Turan kökenli
kavimlerin gelecek arayışı, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu üzerinden
Kafkasya ve Hazar bölgesine kadar ulaşmış ve bu doğrultuda Panturanizm akımı
Panslavizm, Pangermenizm ve Panislamizm akımlarına karşı Türk asıllı
toplulukların geleceği açısından devreye girmiştir. Cihan savaşları ile dünya
düzeni yeniden kurulmak istenirken, Slav
ve Germen asıllı toplumlara karşı Turan asıllı kavimler bir araya gelerek birleşmek zorunda
kalmışlardır Ural-Altay ya da Turan denilen bölge kökenli olarak dünya sahnesine
çıkmış olan bütün Türk asıllı kavimlerin
ortak bir gelecek arayışı olarak Panturanizm, en batılı ve gelişmiş Turan toplumu olan Macaristan’da
dünya sahnesine çıkmış olması bir rastlantı değil, aksine tarihsel sürecin
ortaya çıkardığı bir siyasal birikimin sonucudur . Macarlar, Turan bölgesini
yeniden keşfederlerken tarih sahnesindeki Türk varlığını sorgulayarak,
geleceğin dünyası için Panturanizmi bir çıkış yolu olarak görüyorlardı.
Turanizm, Macar milleti üzerinden bütün Turan kavimlerinin ve Türk dünyasının
yeniden ayağa kalkışının bir anlamda yeni simgesi olarak öne çıkıyordu.
Turancılık
Macaristan’da ortaya çıktıktan sonra bütün Türk dünyasında hızla yayılırken
Osmanlı İmparatorluğu içinde de tartışılmaya başlanmış ve Türk asıllı Osmanlı
toplulukları içinde çok hızlı bir biçimde etki sağlayarak, imparatorluk sonrası
dönemde, bir Türk devletinin kurulmasına giden yolda önemli bir ölçüde katkı
sağlamıştır. Osmanlı’dan Türkiye’ye
geçerken, Turancılığın getirdiği uyanış ile Türkçülük akımı devreye girmiş ve
bu akımın hızla örgütlenmesi sayesinde, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında
Türkiye Cumhuriyeti çağdaş bir devlet olarak kurulmuştur. Ön Asya ve Orta Asya
bölgelerini içine alan, Hazar ve Kafkasya merkezli alana, Turancılık akımı
sonrasında Turan bölgesi adı verilmiştir. Güneyinde İran’ın yer aldığı, Turan
coğrafyası, Hazar denizinin iki yakasında bir araya gelerek Çin seddine kadar
uzanan bütün Türk toplumlarını içine alacak bir düzeyde gelişmeler
göstermiştir. Orta Asya, Kafkasya, Hazar, Ön Asya ve Balkanlar gibi bölgelerde
yaşamlarını sürdüren Türk asıllı topluluklar, daha sonraki aşamada Avrupa’daki
Turani kavimler ile bir araya gelebilmenin yollarını Panturanizm akımı
sayesinde bulabilmişlerdir. Bu yönü ile Turancılık, Slav, Germen, Latin ve Anglosakson
halklarına karşı, Turan bölgesinden tarih sahnesine çıkan Türk asıllı
toplulukların var olma ideolojisidir. Bu yönü ile de ciddi bir haklılık
temeline sahip bulunmaktadır. Dünya haritasında yer alan bütün uluslar ve
halklar gibi, Turan halklarının da var olma ve yaşamlarını sürdürme hakları
bulunmaktadır. Batılı ya da Avrupalı uluslar kendi çıkarları doğrultusunda bir
dünya hegemonyası oluşturabilmek için dünya savaşlarını gündeme getirirken, tüm
diğer halklar gibi Turan kavimleri ve toplumları da kendi varlıklarını
koruyabilmenin ve güvence altına alabilmenin yollarını arayacaklardır. Macar
aydınlarının bu alanda öncülük yaparak öne çıkmalarıyla, Germen ve Slav asıllı
toplulukların yeni emperyal düzenler oluşturarak, Turan asıllı kavimleri yok etme
projeleri önlenebilmiştir. Bu gerçek de Turancılığın emperyalist amaçlı
saldırgan bir ideoloji değil, Rus, Alman, Latin ya da Anglosakson kökenli toplumların saldırganlığına karşı tamamen
savunmacı bir çizgide haklılık gösteren bir yaklaşım olduğunu açıkça
göstermektedir. Turancılık akımı, Türk asıllı Turan kavimlerinin varlığını
korumak ve diğer saldırgan ırkçı ideolojilere karşı, Türk ve Turan dünyasının
haklı ve meşru var olma mücadelesiyle dünya barışını meşru zeminde
oluşturabilmenin arayışıdır. Hiçbir biçimde saldırgan bir ırkçılık olmayan
Turancılık, bu yönü ile ele alındığında bütünüyle haklılık kazanmaktadır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder