8 Temmuz 2019 Pazartesi

“ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ, İLERİ “ - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

“ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ, İLERİ “
                                                                                                                                             
Üç tarafı denizlerle çevrelenmiş olan  Anadolu yarımadası üzerinde yer alan  Türk Devleti  tarihsel birliktelik gerekçesiyle,  kurucu önder Atatürk’ün  hazırlamış olduğu  Misak-ı Milli sınırları içerisine alınan  Trakya bölgesinin katılmasıyla birlikte, merkezi coğrafyanın önde gelen devleti konumuna gelmiştir. Avrupa ve Asya kıtalarının kesişme noktasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti bu jeopolitik durumu ile de, iki kıtanın bir araya geldiği merkezi alan olan Avrasya  kıtasının da gene merkezi devleti olarak haritadaki yerini almıştır. Türkiye kendisini çevreleyen iç denizler boyunca uzayıp giden sınırlara sahip olmuş ve  üzerinde kurulu bulunduğu tarih boyunca  sahip olduğu bu konumun gereğini, hem barış ortamında hem de savaşlar sürecinde yapmak zorunda kalmıştır. Bu makalenin başlığı bir savaş döneminin son aşamasında,  Türklerin ulusal kurtuluş savaşı önderi Atatürk  tarafından söylenmiş olan  bir emir çağrısıdır.  Türk ulusunun var olma savaşının önderi kendisine bağlı olarak savaşın tüm cephelerinde mücadele eden Türk ordusuna vermiş olduğu bir son emirdir. Normal koşullarda söylenmeyecek olan ama bir büyük kurtuluş savaşının zafere eriştirilmesinde, Türk Silahlı Kuvvetlerine gösterilen  ilk hedef olarak Türkiye Cumhuriyetinin  ulusal  kurtuluş  tarihine geçmiştir.

 Atatürk ülkeyi  işgal etmiş olan düşmana  karşı Türk ordusunun son bir darbe vurmasıyla  ülke topraklarının yeniden bağımsızlığa kavuşacağını gören bir komutan olarak, ülkenin kurtuluşu amacıyla haykırdığı son emrinde, Akdeniz’i ana hedef olarak seçmesi, Türkiye’nin kurtuluşu sürecinde üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir esas  konudur. Doğu ve güney Anadolu cephelerinde başarılı bir savunma savaşı yürüten Türk askerleri Atatürk’ün emperyalist batı ile bir son hesaplaşma yapmak üzere  en sona bıraktığı batı cephesi  hareketinin  önemini vurgulamak üzere,  Akdeniz’i ulaşılması gereken  ana hedef olarak vurgulamasının geleceğe yönelik önemli bir mesajı bulunmaktadır. Kafkasya, Orta Doğu, Balkanlar, Marmara, Ege Denizi  ve Karadeniz  gibi  Anadolu’yu çevreleyen  bir çok  kara ve deniz bölgeleri bulunmasına rağmen bunların hiç birisini son savunma  saldırısının hedefi olarak göstermeyip, Akdeniz’i ana hedef olarak belirlemesinin Türk ulusunun geleceğine dönük çok büyük bir anlamı bulunmaktadır. Dünyanın en büyük imparatorluğu olarak merkezi alanda bin yılı aşkın bir süre hüküm sürmüş olan Roma İmparatorluğu, Akdeniz’i bir iç deniz olarak aynı zamanda uygarlığın beşiği haline getirdiği için, Akdeniz bir orta deniz olarak üç kıtanın kesişme noktasında ortaya çıkan devletler ya da imparatorluklar açısından, her zaman için ele geçirilmesi gereken bir alan olarak görülmüştür. Atatürk batı cephesindeki savaşı kazanarak Yunan askerlerini Ege kıyılarında suya dökerken, Ege denizini değil ama Akdeniz’i  Türk ulusuna ve ordusuna  ana hedef olarak belirlemiştir çünkü Ege denizi Büyük Akdeniz’in bir parçasıdır. Akdeniz’in ne kadar önemli bir deniz olduğu Orta Doğu ve Avrupa bölgelerinin tarihleri incelendiği zaman ortaya çıkmaktadır . Roma ya  da Bizans İmparatorlukları  gibi merkezi alanda kurulmuş olan devletlerin hepsi, bir orta deniz olarak dünya haritasında yer alan Akdeniz’i, sınırları içine alarak harita üzerindeki hegemonyalarını merkezi olarak  güçlendirmeye çaba göstermişlerdir. Bu doğrultuda  her türlü girişimin  Akdeniz’e olduğu gibi bu deniz üzerinden de  Türkiye’ye yansıyan boyutları olmaktadır. Akdeniz bugünkü konumu ile uygarlığın beşiği ve geleceğin çağdaş yapılanmasının alanı olarak gene eski konumunu korumaktadır. Üç kıtanın ortasında yer alan Akdeniz, bugünkü uluslararası gelişmeler yüzünden yeniden geleceğin anahtar alanı olarak öne çıkmaktadır.

Soğuk savaşın bitiminden sonraki aşamada Büyük İsrail Projesi yüzünden dünyanın orta alanında savaşlar birbirini izlemiş, küresel sermayenin destekleriyle kurulan terör örgütleri bölgedeki devletleri parçalama doğrultusunda  her türlü terör eylemlerini birbiri ardı sıra  uygulama alanına getirmişlerdir. Bu doğrultuda çeyrek asırlık bir zaman dilimi geride kalırken, hiçbir devlet resmen savaşa girmemiş ve küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda var olan devletlere yönelik terör ve çökertme operasyonlarına alet olmayarak ve şirketlerin finanse ettiği terör örgütlerine karşı önlemler alarak,  bu sıcak çatışma döneminin geride kalması için uğraşmışlardır. Aradan geçen otuz yıllık süre içinde Avrasya kıtasının çeşitli bölgelerinde batılı emperyalist devletlerin destekleri ile bir çok terör eylemi illegal örgütler tarafından gerçekleştirilmiş ama  batı emperyalizminin küresel oyunu artık meydana çıktığı için  Orta Doğu merkezli olarak başlatılmak istenen üçüncü dünya savaşı çıkarma girişimleri  sonuçsuz kalmıştır. Geçmişten gelen savaş girişimleri bu kez çevreye doğru yeni bir yayılma dönemine girmiştir. Orta Doğu üzerinden Avrasya kıtası bir çekişme alanı olarak öne çıkarken, bu kez enerji sorunları ve kaynakları yüzünden dünyanın merkezi denizi olarak Akdeniz havzasında önemli bir yoğunluk yaşanmaya başlanmıştır. İsrail’in Amerika’yı kullanarak başlatmış olduğu savaş süreci Irak ve Suriye savaşları sonrasında durgunluk gösterince, bu kez kara bölgesinin hemen yanı başında yer alan Akdeniz bölgesine sıcak olayların Suriye bölgesi üzerinden yayılmaya başladığı görülmüştür. Özellikle son olarak meydana gelen bir olay olarak, Suriye’nin İsrail’e yönelik olarak fırlattığı bir füzenin Akdeniz’in ortasında yer alan Kıbrıs adası üzerine düşmesi, bardağı taşıran bir damla olmuş ve artık Orta Doğu gerginliğinin ortaya çıkardığı meydan savaşının yavaş yavaş Akdeniz’e doğru genişleme gösterdiği kesinleşmiştir.

ABD’nin dünya egemenliği ile İsrail’in Büyük İsrail İmparatorluğu projeleri, küresel şirketlerin evrensel hegemonya planları  ve  enerji şirketlerinin bütün dünya  petrolleri ile doğal gaz rezervlerini ele geçirme  projeleri bir araya gelince, gerginliğin tırmanma senaryolarının yavaş yavaş Akdeniz’e doğru geliştiği ortaya çıkmıştır. Savaş sürecinde Orta Doğu petrollerinin uzantılarının Akdeniz bölgesine uzandığı görülmüş, bölgenin en büyük doğal gaz rezervlerinin ise  Akdeniz kıyıları ile birlikte bu denizin ortalarına kadar uzanan geniş alanlarda  olduğu görülmüştür. Bu doğrultuda yeni enerji kaynaklarını gösteren haritalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu tür gelişmeler hem bölge ülkelerinin hem de enerji şirketlerinin dikkatlerini çekince, birkaç yüz gemi Akdeniz’in sıcak sularında dolaşmaya başlamıştır. Suriye, Lübnan, Mısır ve İsrail gibi şimdiye kadar enerji kaynakları ile ilgilenmeyen bölge ülkeleri bulundukları bölgelerin altında yatan enerji kaynaklarını ele geçirerek işletmeye doğru yönelirken, batının emperyalist devletleri de bölge ülkelerini sömürgeleştirerek, onlar aracılığı Akdeniz’in enerji kaynaklarını ele geçirmenin  yollarını araştırmaya başlamışlardır. Bölgede ABD sayesinde kurulan bir devlet olarak İsrail gene Amerikan devleti ve şirketleri ile yakın ilişkiler kurarak onların aracılığı ile bölge devletlerinin enerji rezervlerini ele geçirmeye çalışırken, Akdeniz bölgesinde hemen Hrıstıyan-Müslüman ayrımı gündeme getirilmiş, Hrıstıyan ülkeler  ile Müslüman ülkeler ayrı gruplaşmalar içerisinde  kendi konumlarını sağlamlaştırmaya çalışmışlardır. İsrail ise hem ABD öncülüğünde Hrıstıyan ülkelerini yanına çekmeye çalışmış hem de son yıllarda geliştirmiş olduğu Arap ülkeleri ile başlatmış olduğu ortaklığını sürdürerek,  Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Lübnan’ı  yanına alarak bölge dışı devletlere karşı kendi jeopolitik konumunu güçlendirmenin yollarını aramıştır. Türkiye ise bir bölge ülkesi olarak bu tür Hrıstıyan ve Müslüman dayanışmalarının dışında kalmış ve sahip olduğu siyasi rejim yüzünden iki kesime de bir türlü yaranamamıştır. Akdeniz enerji yatakları emperyal ülkeler ve bölge devletleri arasında paylaşılırken, Akdeniz’e en geniş kıyısı olan Türkiye dışarıda bırakılarak büyük haksızlığa uğratılmış ve  Türkiye’nin kara suları geleceğin sıcak çatışma alanlarına dönüştürülmüştür.
                
Emperyalist devletler, enerji kaynaklarının bulunduğu devletleri kendi sömürgelerine dönüştürürken, uluslararası hukuka göre bölge devletlerinin kara ya da deniz ülkelerinde bulunan kaynakların tamamını ele geçirebilmenin çabası içinde olmuşlardır. Türk kamuoyu Misakı Milli oluşumu nedeniyle kara sınırlarını iyi bilmekte ve bu doğrultuda bir milli sınır bilinci zamanla Türk ulusunun zihninde kalıcı bir yer kazanmıştır. Ne var ki, aynı değerlendirmeyi Türkiye’nin deniz sınırları ya da ülkesi hakkında söyleyebilmek bugünün koşullarında mümkün görünmemektedir. Gelinen aşamada ilk kez bir mavi vatan kavramı ortaya çıkmış ve Türk kamuoyundaki tartışmalar açısından belirleyici olmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin harita üzerinde belirlenmiş olan kara ülkesi kadar deniz ülkesi de bulunmaktadır ve bu durum Türk karasuları ile açıkça ifade edilmektedir. Kara suları uygulaması ülkelerin deniz ülkesini de aynı zamanda belirlediği için bu alana denizlerin mavi rengi nedeniyle mavi vatan adı verilmektedir. Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyetinin sınırları belirlendiği için aynı zamanda Trük kara suları alanı da belirlenmiş ve Türklerin Mavi Vatanı bu doğrultuda resmi haritalar üzerinden kesinleştirilmiştir. Kara sınırları içerisinde vatanı savunmak nasıl milletin önde gelen görevi ise, kara suları boyunca mavi vatanı savunmak da benzeri bir kutsal misyon olarak öne gelmektedir. Türkiye’nin kara suları üzerinden mavi vatan alanını belirlemeye yöneldiğiniz zaman Akdeniz’in tam ortasında Kıbrıs, Girit ve Malta adaları arasında yer alan  çok geniş  bir bölge  Türklerin mavi vatanı olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’nin deniz komşusu Yunan devleti ile arasında var olan mavi vatan sınırı, zaman zaman bu ülke ile anlaşmazlıklara neden olması yüzünden var olan birçok tartışmalı durum, şimdi gelinen yeni aşamada farklı boyutlar ile tekrar gündeme gelmektedir.
                
Osmanlı döneminde Türklerin yönetiminde bulunan Ege adalarının neredeyse tamamının Yunan devletine bırakılması çok büyük bir haksızlığa yol açmış ve Türkiye’nin normal ölçülerde sahip bulunduğu kara suları üzerinden Türklere verilmesi gereken bir çok ada çok açık bir haksızlık ve taraf tutma yüzünden hak etmediği halde Yunan devletine bırakılması nedeniyle, Türk ve Yunan karasuları karışmakta ama buna rağmen  Kıbrıs, Girit ve Malta üçgeninde yer alan orta Akdeniz bölgesi Türkiye’nin hak ileri sürebileceği   ve bu doğrultuda hem petrol hem de doğal gaz arayabileceği  bir mavi vatan bölgesi olarak öne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin aynı zamanda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kurucu garantör devleti olması dolayısıyla  T.C. ve K.K.T.C devletleri  işbirliğine girerek diğer devletler gibi bir ortak arama, sondaj ya da çıkartma girişimlerinde bulunabilecektir. Türkiye’yi kurdukları ittifaklara almayarak yalnız bırakan emperyal devletler, Türkiye ve KKTC’nin kendi haklarına sahip çıkmasına izin vermemeye çalışırlarken aynı zamanda savaş ve arama gemilerini Akdeniz sularına getirerek bir oldubitti yaratabilmenin arayışı içine girmişlerdir. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında Misakı Milli sınırları içerisinde işgalci düşman birliklerini ülkeden kovan Türk askerlerine ulusal kurtuluş savaşının önderi ilk hedef olarak Akdeniz’i gösterirken kara vatanın yanısıra mavi vatanın da ele geçirilmesini ve düşmanlara karşı sonuna kadar savunulması gerektiğini dile getiriyordu. Bu çerçevede Türk ulusunun yüz yıl önce ana vatanı kurtarmak üzere yapmış olduğu ulusal kurtuluş mücadelesinin benzerinin, bugünün koşullarında Türkiye’nin mavi vatanı olarak öne çıkan orta Akdeniz sularında da yapılması ülke güvenliği açısından zorunlu olmaktadır. Türkiye’nin batı ülkeleri ile imzalamış bulunduğu NATO antlaşması ve benzeri uluslararası sözleşmelerdeki taraf olarak konumu, mavi vatan alanında da Türkiye Cumhuriyetinin kazanılmış haklarının korunmasını ve saldırı halinde savunulmasını gerekli kılmaktadır. Uluslararası kıta sahanlığı hukuku çerçevesinde konu ele alındığında, Türk devleti ve KKTC kendi kara sularının altında yatan deniz ülkelerinin barındırdığı bütün kaynaklara ve bunları değerlendirme haklarına açıkça sahip olma durumundadır. Bugünkü sıcak aşamada var olan haklar öncelikle belirlenerek sonuna kadar sahip çıkılacaktır.

Yüzyıllarca Avrupa merkezli bir dünya düzeni altında, bütün kıtaları Avrupa kıtası üzerinden yönetmeye alışmış batının emperyalist devletleri, okyanuslar üzerinden dünya karalarına egemen olurken merkezi alanı ele geçirmeyi sonraya bırakmışlar ve  üç kıta  arasındaki merkezi alanın biçimlenmesi Avrupa kıtasındaki çekişmelerin  uzantıları  orta deniz olarak Akdeniz bölgesine sıçramalar göstermiştir. Atlantik ve Avrupa güçleri küresel hegemonya için çekişirlerken, orta dünyada Osmanlı İmparatorluğu yedi yüzyıl egemenlik sürdürmüştür. Birinci ve İkinci dünya savaşları öncesi ve sonrasında batılı ülkeler savaşırken, Akdeniz’in çeşitli bölgelerini sıcak çatışma alanlarına dönüştürmüşlerdir. Avrupa güçleri Orta Doğu’yu ele geçirirken,  Atlantik güçlerini geride bırakmışlar ama Atlantik destekli Siyonizm yapılanmasının bu bölgede başlamasıyla birlikte, geleceğe dönük bir hegemonya çekişmesi yeniden gündeme gelmiştir.  Bugün Akdeniz’in bir savaş alanı olarak öne çıkışında, İsrail’in kurulmasının ve kendi merkezli jeopolitiğini bölge ülkelerine zorla dayatmak istemesinin bugünkü gelişmelerde önemli ölçüde payı bulunmaktadır.  İsrail’in bugün kendi kıyı bölgesini Leviathan adı ile kendine bağlı bir doğal gaz alanı ilan etmesiyle birlikte Doğu Akdeniz’de yeni bir yapılanma dönemi başlamıştır. İsrail’in kendi kara sularını deniz ülkesi olarak ilan ederek bu bölgede enerji kaynakları aramaya başlamasıyla birlikte şimdiye kadar bölge ülkesi olmalarına rağmen bu işlere pek soyunmayan Suriye, Mısır, Lübnan, Ürdün ve Yunanistan gibi ülkeler de İsrail’i taklit ederek ve bölgedeki konumlarını  yeni duruma göre değiştirerek   kaynak ülke gibi davranmaya başlamışlardır. Bu durumun sonucunda doğu Akdeniz’de İsrail’in öncülüğünde Mısır, Lübnan, Ürdün, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi bir araya gelerek Doğu Akdeniz’de bir  enerji birliğini  kurmuşlardır. Bu bölgenin en uzun kıyı şeridine sahip bulunan Türkiye ile Suriye’nin böylesine bir birliğin dışında bırakılması nedeniyle, bölgede büyük bir enerji savaşına yol açacak biçimde yeni bir kamplaşma ortaya çıkmıştır.

        
Türkiye için uluslararası hukuka göre kıta sahanlığı ve kara suları olarak var olan  deniz ülkesinin bir karşıt oluşum ile karşı karşıya kalması nedeniyle, bu bölge kendiliğinden mavi vatan konumuna dönüşerek, Türkiye ve KKTC için savunulması  zorunlu bölge durumuna gelmiştir. Bir tarafta Gazze’nin altındaki doğal gazın Avrupa ülkelerine taşınması tartışılırken, diğer yandan bölge dışı ülkelerin doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerinde hak iddia etmek amaçlı bir çizgide Akdeniz’in  çeşitli bölgelerinde kendileri için yer açma girişimleri, birbiri ardı sıra öne çıkmaya başlamıştır. Bir taraftan İsrail’in güvenliği ve yayılması amacıyla Orta Doğu ülkelerinde terör desteklenerek tırmandırılırken, diğer taraftan da petrol ve doğal gaz emperyalizminin temsilcilerinin birbirleriyle Akdeniz üzerinde bir deniz savaşına hazırlandıkları, son aylardaki gelişmeler ile kesinlik kazanmıştır. Daha önce Basra körfezinde yapılmış olan enerji savaşının bu kez Akdeniz’in doğusunda yeni aşamasının gündeme gelmesiyle birlikte, bölge devletleriyle birlikte emperyal devletler de  tutum değişikliğine giderek  çekişme ötesinde bir savaş hazırlığına girmişlerdir. Türkiye hem bölge ülkesi olarak hem de batı ittifakının eski bir üyesi olarak bütün bu gelişmelerin en fazla etkilediği bir devlet konumuna sürüklenmekden kurtulamamıştır. Basra körfezi sonrasında Hürmüz boğazı petrol trafiğinde öne çıkarken, doğu Akdeniz’deki enerji yatakları yüzünden kavga  daha batıya kayarak merkezi deniz üzerinde muhtemel  bir savaş senaryosuna dönüşmeye başlamıştır. Gemilerin yanı sıra çeşitli uçakların da Akdeniz bölgesindeki  merkezlere doğru uçuşa geçmesi, savaş beklentilerinin daha da artmasına neden olmuştur. İki dünya savaşı sırasında sıcak denizlere inmesi önlenen Rus emperyalizminin önce Hazar üzerinden füze atışları yapması ve daha sonra da  gelerek Suriye  ve Kıbrıs gibi  belirli bölgelere giriş yapması, Çin’in  Cibuti, Pire Limanı, Larnaka  kenti gibi yerlere girmesiyle birlikte, batı bloku karşıtı iki dev ülke  Akdeniz  paylaşım kavgasının içine girerek tam ortasında kendilerine yeni bir yer oluşturmuşlardır.
                
Çin dışişleri bakanının Akdeniz ülkelerini ziyaret etmesi sırasında Tunus’ta bir seyyar satıcının yakılmasıyla birlikte gündeme gelen Arap baharı rüzgarları merkezi coğrafyada  yeni  dalgalanmalar yaratırken,  bugünkü  petrol ve doğal gaz çekişmesinin ön hazırlıklarının yapılmış olduğu şimdi daha açık bir  biçimde ortaya çıkmaktadır. Arap baharı bölge ülkelerini derin sarsıntılara doğru sürüklerken İsrail’in ABD desteği ile enerji kaynaklarını ele geçirme projelerini tamamladığı öne çıkmaktadır. Doğu Akdeniz’de yedi ülkenin bir araya gelerek bir bölgesel birlik oluşturmaları hemen kurulacak bir yapılanma olamayacağını yaşanmakta olan olaylar ortaya çıkarmaktadır. Türkiye bütün bu aşamalar geçerken NATO üzerinden batı baskısı altında tutulmuş ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bölge gelişmelerine etki yapması önlenmiştir. Bugün Türkiye Cumhuriyetini yok etmeye yönelik bir terör olgusu batının emperyal devletlerinin kollektif desteğine sahip olurken, batılıların baskılarından kurtulamayan Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda Akdeniz enerji paylaşım savaşında kendi merkezli bir politika izlemesini batılı ülkeler dolaylı yollardan engellemeye çaba göstermişlerdir. Türk devletinin bugünkü değişim ve dönüşüm aşamasında batılı ülkeler ile karşı karşıya kalmasının arkasındaki nedenler artık tarihsel bir çizgi oluşturduğu için, Akdeniz petrolüne ve gaz stoklarına el koymaya çalışan emperyalistlerin, Türkiye’ye karşı eskisi gibi çifte standartlı bir tutum izlemeyecekleri görülmektedir. Gelinen son aşamada Türkiye Cumhuriyetinin batılı ülkeler ile uçak ve füze projelerinde karşı karşıya kalmaları da problemli durumu bütün yalınlığı ile ortaya koymaktadır.
                
Doğu Akdeniz bölgesinde yer alan enerji rezervleri günümüzde bütün ülkelerin iştahını kabartırken gözler dönmekte ve gene eskisi gibi emperyalist oyunlar ile bölge devletlerinin elinden sahip oldukları kaynaklar alınmaya çalışılmaktadır. Türkiye’yi stratejik bir yalnızlık politikasına terk eden batılı müttefikler, Doğu Akdeniz’de oluşturdukları enerji birliğine Türkiye’yi almamaları ve kurdukları birlik ile Türkiye karşıtı oluşumlara yönelmeleriyle, çok ciddi bir anlamda Türkiye’nin sahip olduğu hakları görmezden gelmektedirler. Bu doğrultuda ısrarlı bir biçimde gittikleri çizgide yakın zamanda Türkiye ile sıcak çatışmalara sürüklenmeleri de muhtemel görülmektedir. Bölgesel paylaşım kavgası küresel anlamda enerji piyasasını doğrudan etkileyeceği için kaçınılmaz anlamda ortaya çıkabilecek savaş durumlarına karşı, Türkiye’de KKTC ile birlikte geleceğe dönük önlemler almak ve daha sıkı bir işbirliğine girerek savaş tehditlerine karşı KKTC bölgesinde hem uçak hem de deniz üssü kurmak zorundadır. KKTC’de bulunan garantör devlet askeri gücünün artırılması ve askeri yenilikler doğrultusunda yeniden daha güçlü bir biçimde yapılandırılması gerekmektedir. Amerikan hükümeti Avrupalı ülkeler ile birlikte Nato dayanışması doğrultusunda bölgeye her geçen gün daha çok silah ve asker yığarken, Türkiye’nin arada kalan konumu Türk ulusu açısından büyük tehditler oluşmasına yol açmaktadır. ABD ve İsrail ikilisinin Türkiye ve KKTC’yi doğu Akdeniz enerji kaynaklarının paylaşımı sürecinden uzaklaştırmak istemesi ve tıpkı Osmanlı devletinin yıkılış döneminde olduğu gibi bütün enerji yataklarına  toptan el koymak istemeleri  bugünün koşullarında gerçekçi bir tutum olarak görülmemekte, Türkiye ve KKTC ikilisinin diğer dünya devletlerinin bu emperyal baskılara karşı  çıkan desteklerini kazanacakları gibi bir yeni durum ortaya çıkmaktadır. Kıbrıs’ın çevresinde dolaşan Doğu Akdeniz kavgasında Türk tarafı askeri birlik ve üslerini güçlendirdikten sonra, şimdiye kadar kapalı tutulan  Maraş kentini de Türklerin yerleşimine açarak  bir yeni karşı denge oluşumuna yönelmek zorundadır. Avrupa Birliği ülkelerinin de ABD ve İsrail ikilisinin bu haksız girişimlerinin yanında yer alması da, Türkiye ve KKTC ikilisinin bütün Asya ve Afrika devletlerinin desteğine sahip olabileceğini bir karşı denge arayışı olarak gündeme getirmektedir. Türkiye’ye yönelik çifte standartlı politikalar devam ederken, diplomatik ve ekonomik alanlarda giderek artırılacak baskı ve sıkıştırma politikaları ile sonuç almaya çalışacaklarını göstermektedir. Batının şımarık çocuğu olarak Yunanistan bu doğrultuda ortalığı şimdiden karıştırmaya başlamıştır.
                
Türkiye şimdiye kadar deniz ağırlıklı politikaları Yunanistan gibi uygulamadığından Akdeniz bölgesi ile de yakından ve gerektiği gibi ilgilenememiştir. Çevresinde beş deniz olmasına rağmen Türkiye bir kara devleti gibi hareket ederek denizci politikalara uzak durmuştur. Türkleri geldikleri orta Asya steplerine geri göndermek isteyen batılı emperyalistler, Anadolu sahillerini eski Yunan kolonileri gibi ele geçirerek, Akdeniz ile Anadolu yarımadası arasında bulunan uygarlık köprüsünü ortadan kaldırmanın yollarını aramışlardır. Ege adalarının büyük çoğunluğunun Yunanistan’a bırakılması da Anadolu yarımadası üzerindeki Türklerin Akdeniz’e açılmasını önleyen bir girişim olarak görüldüğü için Türkiye’ye bu kadar deniz sahili olmasına rağmen kara ülkesi muamelesi yapılmış, Yunanistan ise bir adalar ülkesi olarak denizci devlet olarak görülmüştür. Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının gündeme geldiği yeni aşamada, Türkiye’de artık bir deniz devleti olarak hareket ederek kendi karasularından kaynaklanan bütün haklarına sahip çıkacaktır. Bölgede en uzun Akdeniz sahiline sahip olan ülke olarak Türkiye’nin aslında doğu Akdeniz enerji paylaşımı mücadelesinden birincilikle çıkması doğal bir sonuç olarak görülecektir Türk devleti doğu Akdeniz’in en büyük ve en uzun kıyılı ülkesi olarak,  bu bölgedeki enerji kaynaklarının belirlenmesi ile birlikte bunların  dışa dönük yapılandırılmalarında da gene en ağırlıklı rolü dünya dengeleri açısından oynamak durumundadır. Orta Doğu petrollerinin paylaşımı sırasında çıkartılan bir dünya savaşının, üçüncü kez Akdeniz’in doğusunda gündeme getirilmesi insanlığın ve dünyanın geleceği açısından son derece olumsuz sonuçlara yol açacaktır. Türkiye şimdiye kadar sürdürmüş olduğu dikkatli tutumu ve yeraltı kaynaklarının adil paylaşımı ile birlikte üçüncü dünya savaşını başlatacak bir yanlış çizginin gündeme gelmesini de önlemek durumundadır.
                
Beş deniz ortasında bir ülke olarak Türkiye yeni dönemde Doğu Akdeniz bölgesinde   yeni bir Münhasır Ekonomik Bölge oluşturmak zorundadır. Trilyonlarca metreküp petrol ve doğal gaz rezervlerinin bulunduğu Doğu Akdeniz bölgesinde, Türkiye durumun tespitinde  gerçekçi davranmak hem de bölge ülkeleri arasında kaynakların adil bir biçimde paylaşımını sağlayarak emperyalistlerin ya da Siyonistlerin  savaş senaryolarının  bölgede uygulamaya geçirilmesini acilen önlemek durumundadır. Türkiye’nin bölgenin yeniden düzenlenmesi aşamasında öncelikle oluşturacağı Münhasır Ekonomik Bölge aracılığı ile enerji kaynaklarının paylaşımında daha fazla söz sahibi olarak belirleyici olacaktır. MEB ilanı ile bölgedeki kazanılmış hakların korunması sağlanacak ayrıca hak çatışmalarının sıcak savaşlara dönüşmesi  de önlenebilecektir. Deniz altı kaynakların düzenlenmesiyle birlikte deniz ürünlerinin pazarlanması da gene ekonomik bölge içindeki uygulamalar aracılığı düzenlenebilecektir. Deniz bölgesi ile ilgili bilimsel araştırmaların daha düzenli yapılması bölgedeki adalar ile kıyıdaş ülkelerin Akdeniz ile ilgili bağlantıları, gene Münhasır Ekonomik Bölge uygulaması çerçevesinde yerine getirilebilecektir. Emperyalist devletlerin fiili durumlar yaratarak bölge ülkelerine zarar vermesi gene bu doğrultuda önleneceği gibi, Türkiye’yi Antalya körfezine hapseden kısıtlayıcı uygulamalara da gene ekonomik bölge ilanı çerçevesinde yeni bir düzen getirilebilecektir. Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu kıta sahanlığı ve karasuları doğrultusunda Akdeniz kıyıları ele alındığı zaman Türkiye’nin deniz ülkesinin Anadolu yarımadasından daha geniş bir alana yayıldığı görülmektedir. Türkiye’nin sahilleri boyunca giden çizginin yanı sıra,  Kıbrıs-Girit ve Malta hattı boyunca gelişen üçgen yapılanma orta Akdeniz’de en geniş ekonomik alana Türkiye’nin sahip olduğunu açıkça ortaya  koymaktadır. Batılı ülkelerin en çok korktukları ve gizlemeye çalıştıkları konunun böylesine bir yapılanma olduğu anlaşılmaktadır. Güney Kıbrıs Rum yönetiminin İsrail ve Yunanistan ile bir araya gelerek doğu Akdeniz’de bir gayrimüslim ortaklığa yönelmeleri, Türkiye ve KKTC’nin haklarının korunması açısından ciddi tehlike ve tehditler yaratmaktadır.
                
Türkiye Akdeniz’e çıkarken ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yeni bir plan ortaya koyarken konuyu yeni  bir tasnif içinde ele almak durumundadır. KKTC ile Türkiye’nin çıkarlarının çatışmaması , Kıbrıs’daki Türklerin durumlarının eskisine oranla daha güçlü ve güvenli bir konuma getirilmeleri gerekmektedir. Anavatan, mavi vatan ve yavru vatan birlikteliği sağlanarak Türkiye’nin bölgeye yeni açılımı gerçekleştirilmelidir. Kıbrıs’ta artık federasyon arayışı dönemi bitmekte ve   KKTC ile Türkiye’nin ortaklığı dönemine geçilmektedir. Güney Kıbrıs’ın İsrail ve Yunanistan ile çalışması, Türkiye’ye böylesine bir hakkı adalet açısından doğal olarak vermektedir.  Türkiye Akdeniz’e yeniden açılırken, diğer denizlerdeki konumunu da düşünerek hareket ederken,  bütün bölgeleri dikkate alarak yeni bir yapılanmaya gitmek durumundadır. Türkiye Akdeniz ile birlikte Ege denizine de daha çok dikkat ederek bu denizdeki kendisine karşı geliştirilen yeni yapılanmaların yaratabileceği tehditlerin önlemesi için öncelikle bazı kararların alınarak yürürlüğe konulması gerekmektedir. NATO ve ABD askeri birliklerinin Ege’deki Yunan adalarında yeni askeri üsler kurarak ve askeri hareketlilik yaratarak muhtemel bir Anadolu işgali planlarının yapıldığına dair çeşitli söylentilerin batı basınında giderek artan bir biçimde yazılmaya başlandığı bir aşamada, Ege Denizindeki askeri hareketlilik ve yeni üs oluşumlarının yeniden ele alınarak değerlendirilmeleri söz konusudur. Kardak benzeri kayalık adaların Yunanlılar tarafından işgal edilmesine yeni dönemde izin verilmemeli ve Lozan barışı ile çözüm getirilen meselelerin yeniden Türkiye’ye karşı canlandırılmasına kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Türkiye Doğu Akdeniz’de İsrail’in faaliyetlerini daha yakından izleyerek kendi güvenliğini temin etmeye çalışırken, Kardak kayalıkları benzeri olayların yeniden Ege bölgesinde kendisine karşı yaratılmasını da önlemelidir. Özellikle son zamanlarda İsrail’in Kıbrıs üzerinde geliştirdiği uygulamalar bu büyük adanın Türkiye ve Yunanistan’dan uzaklaşarak doğu Akdeniz’de ikinci bir İsrail konumuna gelmesine yol açmaktadır. Ayrıca, Türkiye KKTC ile birlikte Suriye, Lübnan ve Libya devletleri ile bir araya gelerek Doğu Akdeniz Enerji Forumunu acilen batılıların girişimlerine karşı bir denge unsuru olarak örgütlemelidir. Kıbrıs’ta hiçbir hakkı bulunmayan Fransa gibi emperyal devletlerin batıdan gelerek Doğu Akdeniz’de etkinlik arayışlarına kalkışmasının da önüne geçilmesi gerekmektedir.
                
ABD Orta Doğu bölgesine sürekli olarak yığınak yapmaya devam etmesi, Akdeniz bölgesinde potansiyel bir savaş çıkmasının ön koşullarını hazırlamaktadır. Aslında Amerikan devletinin de bölge ülkesi olmadığı için Akdeniz’de yeniden yapılandırma gibi bir hakkının bulunmadığını da  barışı korumak  açısından bölge devletlerinin dikkate almaları gerekmektedir. Batılı ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda doğu Akdeniz’i oldu bittiye getirmelerine kesinlikle  izin verilmemeli  ve bu doğrultuda bölge ülkeleri arasında dayanışmayı artırmaları gerekmektedir. Atatürk, Türkiye cumhuriyetinin kurulmasına giden yolda ulusal kurtuluş savaşını kazanan ordularına ilk hedef olarak Akdeniz’i gösterirken, batı emperyalizminin Akdeniz üzerinden Anadolu’daki Türk devletine dönük çeşitli tehditler yaratabileceklerini görüyordu. Türk ulusunun uygarlık dünyası ile arasındaki köprü olan Akdeniz bağlantısına, Atatürk her şeyden daha çok önem vererek ordularına Akdeniz’i ana hedef olarak gösteriyordu. Doğu Akdeniz’de gündeme gelen sıcak ortam ile çatışma ve kuşatmaların barış içinde aşılabilmesi için, Türkiye’nin hem komşuları ile hem de Asya ve Afrika ülkeleri ile yakınlaşarak doğal bir dayanışma ortamı yaratması gerekmektedir. Atatürk Akdeniz’i barış ve uygarlık dünyasını bölgeye taşımak için ana hedef olarak belirliyordu ama aslında kendisi geleceğe dönük bir biçimde barıştan yana olurken, yurtta ve cihanda barışı da yeni devletin temel ilkesi olarak benimsiyordu. Asya ortalarından gelerek dünyanın ortasında devlet kuran Türklerin, yeniden Asya’ya geri gönderilmemeleri için, Akdeniz bağlantısının öncelikli olarak korunması gerektiği için Türkiye’yi Akdeniz’den çıkartmak isteyenlere karşı, Türkler yeniden Akdeniz’i ana hedef yapmak durumundadır.

Prof. Dr.  ANIL ÇEÇEN
                                                                               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder