ANKARA KALESİ
DEVLET ORDULARINDAN
DÜNYA ORDUSUNA
Savaşlarla dolu olan insanlık tarihi iki büyük dünya savaşı ve arkadan yarım yüzyıllık bir soğuk savaş sonrasında, küresel sermayenin insanlığı tek bir dünya devletine doğru baskı uygulayarak gündeme getirdiği küreselleşme sonrasında da yeni bir soğuk savaşın gündeme gelmesiyle, insanlığın uzun yıllar peşinde koştuğu bir evrensel barış düzeni, ne yazıktır ki bugün bile gündeme gelememiştir. Uzun süren savaş dönemlerini arkadan barış dönemleri izlemiş, barış antlaşmalarının geçerliliğini yitirdiği aşamalarda ise yeniden savaş süreçleri tarih sahnesinde öne çıkarak, dünya gezegeni ve insanlık aleminin geleceğini belirlemeye yönelmiştir. Milyonlarca yıl geriden gelen dünya gezegeni bu çerçevede bir türlü istikrarlı ve düzenli bir yaşam ortamına sahip olamamıştır. Birbirinin kurdu olduğu ileri sürülen insanlar sürekli değişen koşullar içerisinde yaşamlarını sürdürebilmek üzere mücadele ederlerken, bazen mücadele koşullarının sertleşmesiyle birlikte savaş dönemlerine doğru sürüklenmişlerdir. Bu gibi durumların ötesinde yaşam koşullarının daha yumuşak bir ortama kavuştuğu süreçlerde ise barış dönemleri gündeme gelerek, insanlığı gelecekte yok olmaya götürebilecek savaşlara son verebilecek barış koşulları, büyük mücadelelerle yaratılmaya çalışılmıştır. Tarihin sürekliliği ilkesi açısından savaş ve barış oluşumlarına bakıldığı zaman her ikisinin birbirinin hem karşıtı hem de devamı olduğu görülmektedir. Uzayıp giden savaş süreçlerinin zamanla kesintilere uğraması barış ortamlarına geçişi hızlandırmış, devletler arası ilişkiler düzeyinde görüşmelerin ya da uluslararası ilişkiler ortamında sorunlar ya da çatışmaların gündeme gelmesiyle birlikte, barış süreçlerinin hızla bir savaş ortamına dönüşebildiği, tarihin birçok aşamasında görülebilmiştir. Savaşlarla barışların birbirinin tamamlayıcısı olduğu bütünsel bir geçmişe sahip olan insanoğlu, yeni bir yüzyılın başlarında gene benzeri bir durum ile karşı karşıya getirilmiştir.
İnsanlığın dünyaya yayılmasıyla
birlikte değişik ülkelerde yaşayan toplumlar bulundukları yere, jeopolitik
konuma ve sahip oldukları koşullara uygun bir tarih yaşayarak bugünlere gelebilmişlerdir.
Barış ortamı ile savaşlar arasındaki ilişkiler genel anlamda birbirinin
tamamlayıcısı olan süreçler ile bütünleşmiştir. Savaşlarla birlikte barışlar da
birbirini izlediği için, her iki kavramın tanımlanması sırasında bu birliktelik
aradaki bağlantı üzerinden ortaya konulurken, savaşlar için silahlı diplomasi,
barışlar için de silahsız savaşlar tanımı kullanılarak bu iki kavram arasındaki
yakınlık açıklanmaya çalışılmıştır. İki
kavram arasındaki ilişkiler bütününe hangi açıdan bakılırsa bakılsın, savaş ve
barış kavramları hem birbirinin karşıtı hem de tamamlayıcısı olarak süreklilik
arz eden ortamların içinde bulunmaktadırlar. Bu nedenle barış isteyenler savaşları,
savaş isteyenler ise barış ortamlarını ortadan kaldırmak zorundadırlar. Birbirleriyle
mücadele etmek durumunda olan bu taraflar bir anlamda birbirlerini yok etmek,
ya da devre dışı bırakmak zorunda kalmaktadırlar. Siyasi tarih incelendiğinde
her dönemin kendine özgü koşullarında hem dünyanın yönetimi hem de var olan
insan toplumlarının belirli bir düzen içinde yaşamaları, her zaman için sorun olmuştur.
Çeşitli dönemler tek başına ele alınarak incelendiğinde barış ortamlarının
çöküşü ile birlikte savaşlara, savaş koşullarının gevşemesi ya da yozlaşmaya
başlamasıyla birlikte de barış ortamlarına doğru bir kayma oluşumu
kendiliğinden devreye girebilmektedir. Bu nedenle, barış görüşmeleri devam
ederken savaşlardan söz edilebilmekte, savaşların en şiddetli aşamalarında
barış arayışları öne çıkarak tarafların önünü kesebilmektedir. Bu çerçevede
savaş ve barış kavramlarını düşman kardeşler olarak görmek ve bu doğrultuda her
zaman için her ikisini de dikkate alarak değerlendirmeler yapmak zorunluluğu
vardır. Savaşlar insanlık tarihinin istenmeyen dönemleri olarak öne çıkarken,
barış dönemleri de büyük istekler ve özverilerin sonucunda devreye girerek, insanların
yaşam düzenlerini saldırgan savaşların güvencesi altına almaktadır.
Savaşlar insanlık tarihinin istenmeyen
olumsuzlukları olarak yüzyıllardır sürüp gelirken, aradan geçen uzun yıllar
boyunca insanların yaşam biçimleri değişmiş, ilkel çağları geride bırakan
insanlık, orta çağ tarihi itibarıyla tek tanrılı dinlerin gündeme getirdiği feodal
beylikler ve papazların yönetimindeki şehir devletleriyle yaşamlarını
sürdürmüşlerdir. Şehir devletleri arasındaki çekişmeler savaşları gündeme
getirdiğinde, her kent yönetimi kendi silahlı birliğini kurarak yoluna devam
etmeye çalışmıştır. Şehirler arası savaşları kazanan kentlerin başındaki feodal
beyler zamanla kendi krallıklarını ilan ederken, şehirlerarası savaşlarda yenik
düşen kentler krallıklarını ilan eden kentlere bağlanmaya başlayınca, kent
devletlerinden ulus devletler dönemine geçişin önü açılmıştır. Silahlanma
olgusunun şehir devletleri yaratması üzerine, kentler arası savaşlar uzun
sürmüş ve bu dönemin sonucunda krallık ilan eden kentlerin askeri birlikleri,
büyüme süreci sonucunda ulus devlet konumuna gelirken, orduların da uluslaşması
aşamasında kendiliğinden ulus devletler ve onlara bağlı biçimde yeniden örgütlenen
ulusal ordular tarih sahnesindeki yerlerini alarak, dünya tarihinin
şekillenmesinde önemli bir misyonu yerine getirmişlerdir. İnsanlık ilk
çağlardan orta çağa geçerken, daha sonraki aşamada gündeme gelecek olan
uluslaşma ve ulus devlet düzenine yönelme sayesinde beş yüzyıllık bir geçiş
dönemi sonrasında, bugünkü büyük ve güçlü ulus devletler yapılanması öne
çıkarak dünyanın geleceğinin belirlenmesinde en etkili faktör olmuştur. Yirminci
yüzyılın başlarında uluslaşan toplumlar ve ulus devlet haline dönüşen
krallıklar arasındaki çekişmeler, yeryüzünün birçok bölgesinde kanlı
çatışmalara ve silahlı isyanlara davetiye çıkarırken, bu tür sorunların dışında
kalmak isteyen krallıklar ulusal toplumlarını ulus devlet ordularına
dönüştürerek, hem varlıklarını korumak hem de bu yoldan elde edilen güçlenme
aracılığı ile uluslararası alanda kendi hegemonyaları doğrultusunda, yeni bir
dünya düzeni kurabilmenin arayışları içinde olmuşlardır. Kuvvetli ordusu olan
devletler çekişme sürecinde dağılmayarak ve yollarına devam ederek, en güçlü
krallıkların örneklerini her dönemde dünya haritasının üzerinde
kurabilmişlerdir.
Aslında dünya tarihi incelendiği zaman,
devletler ile orduların aynı süreç içinde ortaya çıkarak güçlendikleri görülmektedir.
Doğal ortamdan kurulu düzenlere geçildikçe devlet örgütlenmeleri çok daha fazla
genişleyerek, güçlenme yolunda önemli gelişmeler göstermiştir. On bin yıl
öteden gelen devlet örgütlenmeleri yolu ile toplumlar kırsal alana
bağımlılıktan kurtularak, yerleşik bir düzene geçişin çalışmalarını yapmışlar
ve dünyanın tam ortalarında yer alan Mezopotamya bölgesinde yerleşik bir düzene
geçişin ön hazırlıkları tamamlanmıştır. Göçebe toplumdan yerleşik düzene
geçerken insanlar eğitilmeye başlanmış ve bunun sonucunda da uygarlığın yepyeni
çağdaş bir düzen olarak öne çıkmasının yolu açılmıştır. İnsanlar okudukça ve
eğitildikçe toplumların uygarlaşması, sosyal bir gerçeklik kazanarak gelecek
için yol gösteriyordu. Yerleşik düzen beraberinde güvenlik ve korunma
gereksinmelerini de gündeme getirdiği için bu doğrultuda merkezi güçlenmeyi
sağlayacak askeri birlikler olarak ordular öne çıkıyordu. Zaman içerisinde kent
devletlerinden ulus devlet yapılanmasına dönüşmüş olan bu tür yapılanmalar,
birbirini izleyerek gündeme geldikçe, güçlenen ordular daha da büyüyerek, büyük
devletlere paralel biçimde büyük ordular da tarih sahnesindeki yerlerini alıyorlardı.
Birbirini yemek ya da yok etmek iddiasında olan insanlar ve toplumlar arasında
çekişme ve çatışmalar yayıldıkça, savaşlar birbiri ardı sıra dünya sahnesinde
daha fazla görülmeye başlanıyordu. Şehirler ve devletler büyüdükçe güvenlik
gereksinmeleri fazlasıyla artmakta ve bu doğrultuda da her devlet merkezi, diğer
devletlere karşı kendi egemenliğini koruyarak güvenlik örgütleriyle birlikte
çağdaş ordular ortaya çıkarılıyordu. Orta çağdan bu yana sürüp giden siyasal
gelişmelerin yarattığı gereksinimlerin, karşılanması için devlet ve ordu
ilişkilerinde ortaya çıkmakta olan yapısal temellendirmelerin dikkatle
korunması gerekmiştir. Devletler ile ordular arasındaki ilişkilerin her yönü
ile karşılanabilmesi için güç dengeleri ile birlikte güvenlik arayışlarının da
doğal etki alanları yaratması, doğal olarak tamamlayıcı bir oluşum olarak
gündeme gelmektedir. Her devlet bir güç merkezinin var olma örgütlenmesi olduğu
için çatışmalar, çekişmeler ve savaşlar da böylesine bir oluşum sürecinin
sonraki aşamaları olarak öne çıkmaktadır.
Ordu ve güvenlik sorunları ile ilgili konuları bir düzene koyabilmek açısından devlet yapılanmaları kalıcı bir düzen getirerek, sorunların daha da karmaşıklaşmasını önlemektedir. Bu nedenle hukuk ve siyaset merkezleri her zaman için ya devlet mekanizmalarıyla çalışmak ya da en azından devlet yapılanmalarının getirmiş olduğu kamu düzenleri ile birlikte çalışmak isterler. Devlet ve ordu ilişkilerinin temel dinamikleri geçmişten gelen yapısal temel üzerinde yükselirken, gündeme gelen nedensellik bağlantıları çerçevesinde çözüm yollarına doğru bir açılım gerçeklik kazanabilir. Devlet yapılarına ya da kamu düzenlerine yönelik çeşitli tehditler her zaman için sorun yarattığından dolayı, güvenlik konusu her devletin en önde gelen sorunlarından birisidir. Devletler bu çerçevede öncelikle kurulu bulundukları bölgelerde ilk olarak üstünlük taşıyan otoritesini herkese ve her çevreye öncelikle kabul ettirmek zorundadır. Bir ülke içinde ya da bir devletin çatısı altında ortak bir statü çerçevesinde gerçekleştirilecek olan toplu yaşam ya da birlikte yaşam düzenlerinin kurulabilmesi ve bunun sonsuza kadar devam ettirilmesi iddiası, gene ordular aracılığı ile gereği yerine getirilen bir konudur. Devletlerarası çekişmeler ya da toplumlar arası çatışmaların gündeme geldiği aşamalarda iç ve dış konjonktürdeki dengeler bozulabilir. Güç unsurunun eksik olduğu ya da geride kaldığı gibi durumlar ortaya çıkınca devlet gücünün düzen ve istikrarın sağlanmasında beklenen ağırlıkları ortaya koyamadığı görülmekte ve bu nedenle devletin temelinde var olan kamu gücünün yeniden destek sağlanarak eskiden gelen güç dengelerinin yeniden kurulabilmesi gerekmektedir. Devletin gücünün yeniden eski dengelere dayanan bir kamu düzeni oluşturamadığı aşamalarda, bir başka güce dayanan güçlünün hukuku eski düzenin yetersiz kaldığı aşamada devreye girerek, var olan otorite boşluğunun doldurulması veya giderilmesi çizgisinde beklenen ağırlığını ortaya koymak durumundadır. Ancak bu yoldan uluslararası düzen dengeli bir biçimde sürdürülerek devlet düzenleri korunabilmektedir.
Devletlerin güvenliğinin sağlanmasında
kamu otoritesinin hiçbir biçimde inkâr edilemez bir ağırlığı bulunmaktadır.
Devlet otoritesinin varlığı açısından güvenliğin sağlanmasının bir diğer unsuru
devletin şiddet tekeli ya da silah kullanma yetkisinin devreye sokulmasıdır.
Bir ülke içinde ya da bir devletin sınırlarının arasında kalan yerlerde silah kullanılması,
ancak çatısı altında yaşanmakta olan devletin etkin ağırlığı ile sağlanan kamu düzeni
içinde sağlanabilmektedir. Ülke içinde güvenliğin sağlanması aşamasında var
olan bütün siyasal güçlerin dikkate alınarak hareket edilmesi gerekmektedir.
Farklı devlet yapılanmaları içinde ordunun ülke içindeki güç merkezlerini
dışlamadan hareket etmesi, var olan siyasal çıkmazlardan kurtulabilmek için önemlidir.
Otorite çıkmazları aşılırken, geçmişten gelen sistemin odak noktası olarak ordu,
toplumsal barışı sağlamak doğrultusunda bir devletin güç merkezi konumunda tüm
diğer güç merkezlerini dikkate alarak hareket etmek zorundadır. Egemenliğin
giderek ön plana çıktığı son yüzyıllarda devletler, bu gücü kullanarak hem
kendi güç merkezlerinin korunmasında hem de devletin silahlı kanadı olarak
ordunun her zaman için sorunlu durumlarda devreye girmesinin sağlanmasında,
kendilerinden beklenen işlevselliği yerine getirdikleri ortaya çıkmaktadır.
Burada devlet ve ordu arasındaki ilişkilerin düzenli bir biçimde işlemesinin ne
kadar yaşamsal öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Güç sahibi devletler kendi
ordularını işlerine geldiği gibi ve de ulusal çıkarlarının bulunduğu her
aşamada ileriye sürerek ağırlık dengelerini kendileri için en uygun zamanda
kollamak durumundadırlar. Büyük devletler sahip oldukları güçlü orduları ile
onların sağlamış olduğu prestijden yararlanarak, uluslararası alandaki güçlü
konumlarını devam ettirebilmenin çabası içinde olmaktadırlar. Eğer sahip
oldukları bu gibi güçlülük unsurunu kullanarak kendi çıkarlarına uygun bir sonuç
alamazlarsa ve de bu yüzden dünya barışı tehdit altına girerse, o zaman büyük
devletler otorite ile önleyemedikleri sorunları çözmek ya da kuramadıkları yeni
kamu düzenini oluşturabilmek üzere, sahip oldukları silahlı güç olarak orduları
ile meydana çıkarak, dünyanın her bölgesinde ortaya çıkabilecek olumsuz siyasal
gelişmelere müdahale edebilmektedirler. Bu aşamada, var olan küresel düzenin ya
da dengelerin muhafaza edilmesinde büyük devletlerin otoritelerinin bir araya
gelerek olumsuz gelişmelere karşı bir cephe oluşturması, dünya barışı açısından
son aşama çözümü olabilmektedir.
Devletler bütün toplumsal kuruluşlar ya da
örgütlenmeler gibi belirli zaman dilimlerinde ortaya çıkarlar ve değişen
koşulların ortaya çıkardığı durumlara göre varlıklarını sürdürürler. Bazı devletler
içinde bulundukları konjonktüre bağlı olarak uzun ya da kısa ömürlü olabilirler.
Büyük dünya savaşları dahil olmak üzere yer küre üzerinde meydana gelen bütün
değişiklikler sosyal yapılanmaları etkilediği için ,bazı devletler içinden geçilen konjonktürün fazlasıyla
yansıyan etkilerine göre, ya işin başında ters düşerek devletleşme sürecini
tamamlayamadan dağılabilirler ya da başlangıçta kuruluş aşamasını tamamladıktan
sonra, kısa zaman içinde yeni ortaya çıkan koşulların etkisiyle başlangıçta
oluşturmuş oldukları dengeleri muhafaza edemeyerek, kısa bir zaman dilimi
içinde dağılmaya doğru sürüklenebilirler. Devletlerin varlığının devamı
konjonktürel gelişmelere doğrudan bağlı olduğu için her siyasal yapılanma toplum
içindeki ve dış dünyadaki değişiklikleri izleyerek durum tespitleri yaparlar. Yeni koşullarla birlikte gelişen konjonktürel
değişikliklerin ortaya çıkardığı koşullar ile belirli amaçlara yönelik güdümlü
baskıların yansımalarıyla, ortaya çıkan yeni ortamlarda bütün devletler kendi
geleceğini arayarak, ayakta kalabilmenin ve sonsuzluğa kadar yoluna devam
edebilmenin çabaları içinde olurlar. Devletler kurulurken olduğu gibi devam
ederken ya da çöküşe doğru zorlandığı aşamalarda, kendilerini kurtarmak üzere
yeni yapılanmalara yönelebilirler, ya da ayakta kalabilmek için diğer devletler
ile bölgesel ve de küresel boyutlarda iş birliği yaparak ve de yardımlaşarak
yola devam edebilmenin çabası içine girebilirler. Her devlet ilgili birimleri
aracılığı ile dünyadaki değişimleri yerinde izleyerek, kendisi için gündeme gelebilecek
tehdit ve tehlikelere karşı bağlı birimler aracılığı ile önlemler
alabilmektedir. Ordular her devletin güç unsurunun örgütleri olarak, sınırların
ötesinden gelebilecek her türlü olumsuz duruma karşı çıkabilecek durumda olmak
zorundadır. Devletler kendi gereksinmeleri için kurdukları orduları en üst
düzeyde güçlü bir örgütlenme düzeyine çıkararak, her türlü tehlike ve tehdide
karşı ordu kozunun en üst düzeyde kullanabilmenin her zaman için çabası içinde
olmaktadırlar.
Dünya siyasetinde öngörülemez durumların ortaya çıktığı dönemlerde ve içine sürüklenen olumsuz durumlarda her devlet kendini kurtarabilmek için her yola başvururken, kendi ordusu ile birlikte hareket ederek önlemler almakta ve de sorunlara karşı farklı çözüm reçetelerinin devreye girmesi için girişimlerde bulunmaktadırlar. Devletler arası rekabet düzeni içinde her devlet belirli alanlarda ya da konularda ihtisas sahibi olmaya doğru yönelirken, devletler ve orduları arasında var olan iş birliği düzeni yeniden oluşturularak, teknolojik alandaki yenilikler ile toplum içinde ortaya çıkan yeni koşulların birlikte ele alınarak hareket edilmesi gerekmektedir. Bugünün koşullarında varlığını koruyan ulus devletler kendilerini korumak ve bu doğrultuda etkili olabilmek için kendi ordusu ile birlikte ortak çalışmalara gidebilirler. Kendi devletini kuran ulusal toplumların bu doğrultuda çıkarlarını koruyabilmek için ordularını öne çıkaran güçlü bir yapılanma içinde olmaları gerekmektedir. Ordunun çalışmaları sırasında ortaya çıkan yeni durumlara göre önlem alma yoluna girildiğinde, ülkenin geleceği için kurulabilecek bir güçlülük içinde hareket edebilmesi gerekmektedir. Bu aşamalarda ulus devletler ulusal çıkarları koruma doğrultusunda hareket ederken halk topluluklarının oluşturduğu devlet modellerinde ise, ülkenin ve halk kitlelerinin çıkarlarına öncelik verilerek hareket edilmektedir. Dünya haritası üzerinde yer alan iki yüzden fazla devlet yapılanması çerçevesinde sorunlar ele alındığında gene ordu faktörü öncelikli olarak devreye girerek, çeşitli önlemlerin devlet ve toplumun geleceği için karara bağlanması sağlanmaktadır. Ordulara böylesine durumlarda genişletilmiş yeni yetkilerin tanınması ile devlet krizlerinin aşılabilmesi sağlanmaktadır. Devletlerin olumsuz gelişmelerle karşılaşması aşamasında, güvenliğin yeniden örgütlenmesi ya da ortaya çıkan yeni durumlara uygun hareket ederek eskisinden çok farklı ya da daha gelişmiş bir yeni yapılanmaya yönelinmesi gibi durumlar da ortaya çıkabilir. Bu gibi tartışmalı durumlarda devletlerin zayıflık göstermeyerek kararlı bir biçimde hareket etmesi gerekmektedir. Öncelikli olarak problemli noktalarda her devlet kararlı davranarak kendisi için tehdit arz eden durumların ortadan kaldırılmasını veya geleceğin koşullarında bunların devre dışı bırakılmalarını gerçekleştirebilecek adımları atması gerekmektedir.
Devletler eski çağlardan bu yana kendi
varlıklarını güçlendirme çizgisinde ordu unsurunu güçlendirebilmek için birçok
yola başvurabilmektedir. Her devlet kendi nüfus yapısını zorlayacak önlemlere
yönelmeden önce, durum tespiti ve analiz işlemlerini dikkate alarak
çalışmalarını yönlendirirken normal nüfus ve asker sayıları arasında güvenlikçi
bir dengenin ortaya çıkması için çaba göstermektedirler. Tekelci şirketler
giderek küreselleşme sürecinde çok büyüyerek ve ulus devletlere karşı saldırı
ve savaş senaryolarını devreye sokarak yeryüzü üzerinde mutlak egemenlik
sahalarını genişletmektedirler. Böylesine çıkarcı bir genel yöneliş içerisinde
büyük şirketler tekelcilikten öne çıkarak ve daha sonra da kendi çıkarları açısından
küreselciliğe yönelerek, evrensel bir hegemonya düzeni hedefine doğru emin adımlarla
ilerlemişlerdir. Beş yüz yıl önceden başlayarak bugüne kadar yükselen devlet
merkezli gelişmeler son dönemin küresel hegemonya yayılmacılığı çerçevesinde
daha çok şirket merkezli gelişmelere yerini bırakmıştır. Şirketler büyüdükçe
tekelcilikten küreselciliğe geçmişler ve sonunda dünya hegemonyası devletlerin
elinden alınarak büyük şirketlere devredilmiştir Yetki genişliği devletlerin
elinden alınarak şirketlerin yönetimine bırakılırken, uluslararası kuruluşlar
sürekli olarak özelleştirmeleri savunmuşlar ama devlet merkezli kamu
düzenlerini ortadan kaldırmak üzere de özelleştirmeler üzerinden önce piyasa
ekonomisini kurmuşlardır. Böylece piyasa merkezli şirketleşme aşamasına gelinerek
devletlerin ve toplumların bu aşamada şirket merkezli bir kapitalizme
yönelmeleri sağlanmıştır. Yüzyıllarca toplumları devlet merkezli yönetmeye
alışmış olan insan toplumları, beş yüz yıl sonra kendi ürettikleri sermaye
merkezli bir kapitalist yapılanmaya yönetilmiştir. İnsanlığın son çeyrek yüzyıllık
yaşam döneminde, kapitalist ekonomi düzeni daha da güçlenerek piyasa üzerinden
insanlığın kaderinde olumsuzluk çizgisinde etkili olmuştur.
Devlet gücü ya da ülke iktidarı
bürokrasinin elinden çıkarak sermayedarların eline geçmesiyle birlikte devlet
mührü de el değiştirerek yüksek bürokrasiden büyük şirket patronlarının eline geçmiştir.
Sosyalizm bir işçi ve emekçi halk sistemi olarak gelişirken, kapitalizm de
şirket sahibi sermayedarların elinde bir yaşam biçimine dönmüştür. Son
dönemlerde ise sosyal demokrasi ya da demokratik sosyalizm adı altında kamusal
rejimlerin gündeme getirilmesi görülmeye başlanmıştır. Bu yeni dönemde tekelci
büyük sermaye kapitalizmi ekonomik yol olmanın ötesinde siyasal bir sisteme
doğru dönüştürürken, var olan demokratik rejimlerin paranın yönetimi ve
kontrolü altında kapitokrasi adı altında eskisinden çok farklı bir yaşam
düzenine doğru dönüştürülmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Artık halk kitleleri
işsizliğe ve yoksulluğa doğru zorlanırken, halkın egemen olduğu siyasal sistem
olarak demokrasiler geride kalarak tarihe mal olmuşlar ve bunların yerini de
sermaye sahibi büyük burjuvalar almaya başladığında, artık devletler arasındaki
rekabet düzeni yerine şirketler arası çekişme dönemi başlamıştır. Şirketler çok
fazla büyüyerek, devlet bütçelerinin on katından fazla özel yıllık bütçelere
sahip olmaya başladıkları noktada, giderek zayıflayan ekonomik düzen üzerinden
büyük ve güçlü orduları kurmak, beslemek ve de devlet iktidarını temsil eden
gerçek güç olarak öne çıkarmak zorlaşmaya başlamıştır. Her şeyi para yolu ile
satın almak aşamasına gelen iş adamları ekonomi üzerinden devlet düzenlerinin
de yeni iktidar sahibi olmuşlar, ülke ve devletin gereksinmeleri doğrultusunda
kamu yönetimini sermaye sahiplerinin tekeline bırakarak kapitalizmin
kapitokrasiye dönüşmesine yol açmışlardır. Dünya devletlerinde ordular ulus
devletlerle beraber giderek küçüldükçe, her şeyi satın alarak sonsuza kadar
büyük ekonominin yönetimini ellerine alan patronlar devletin yerine şirketleri koyarken,
orduları da devletin elinden alma doğrultusunda özel askeri birlik ve sermaye
mücadelesi veren yeni askeri yapılanmalar kurmaya başlamışlardır. Bu gibi
girişimlerin sonucunda güvenlik alanı bir ticaret sahasına dönüştürülmüş ve normal
askeri birlikler küçültülerek ortadan kaldırılırken, bunların yerine güvenlik
ve koruma şirketleri adı altında yeni yapılanmalar örgütlenerek devreye
sokulmaktadır. Bir devletin en büyük misyonlarından birisi olan güvenlik
sektörünün özelleştirilmesi ile birlikte liyakat, güven ve düzen kavramlarının
ortadan kalktığı yerlerine ne olduğu belli olmayan bazı mafya benzeri
yapılanmaların öne çıktığı görülmektedir. Böylesine bir olumsuz durum
kapitalizmin merkezi olan ABD’de ortaya çıktıktan sonra dünya ülkelerinde
yayılmıştır.
Dünyanın kapitalizmin bir üst aşaması olarak kapitokrasiyi yaşamaya başladığı aşamada, demokrasiler sisteminden çıkarak paranın egemenliğine teslim olma gibi insanlığın genel ilerleme tarihine ters düşen olumsuz bir aşamaya gelmiştir. Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında batı merkezli kapitalist sistemin büyük oranda etkisi olmuştur. Para her şeyi satın alırken, güvenlik hizmetlerinin özelleştirilmesi üzerinden eski orduların yerine yeni orduları güvenlik şirketleri görünümünde devreye sokmaktadır. Böylece devletin adalet, güvenlik, özgürlük, eşitlik, liyakat gibi temel ilkelerinin devlet düzeni ile bağlantıları kesilmekte ve güvenlik gibi devletler açısından olmazsa olmaz bir kavram olarak özel ordularla, ülkelerin ve halk kitlelerinin hak ve özgürlükleri koruma altına alınmaya çalışılmaktadır. Şirket sahiplerinin özel çıkarları doğrultusunda kurulan bazı güvenlik örgütlerinin hiçbir biçimde adil, eşitlikçi ve de güvenlikçi olmadıkları, kendilerine maaş ödeyen kuruluşların çıkarları doğrultusunda bazı savunma görünümlü hizmetlerle birlikte daha çok dünya ve piyasa hegemonyaları doğrultusunda, alan geliştirmek amaçlı saldırı mekanizmalarını da devreye sokabildikleri görülmektedir. Patronların egemen olduğu büyük şirketlerin yönetiminde etkin olan bir avuç sermaye sahibinin zamanla, dünya siyaset sahnesini halk kitlelerinin egemenliği çizgisindeki demokrasilerden uzaklaştırarak, giderek küreselleşen sermaye düzenlerinin çıkarları yönünde ön plana çekerek, kapitokrasi uygulamaları üzerinden bir para ya da sermaye imparatorluğuna doğru yepyeni bir yapılanma ile insanlığın önüne çıktıkları görülmektedir. Para ilişkileri geçmişten gelen bütün gelenekleri ve yaşam biçimlerini bozarken, bunları korumakla görevli devletlerin küresel şirketlerin oyun bahçesine dönüştürüldükleri artık iyice kesinlik kazanmaktadır. Böylesine bir dönüşüm süreci içinde siyaset bütünüyle küresel şirketler üzerinden yeni bir oyun alanı olarak dizayn edilmekte ve ordular da küçültülerek sermayenin askeri kadrolarına yeni etkinlik alanları yaratılmaktadır. Böylece ulusal kurtuluş savaşları aracılığı ile kurulmuş olan ulus devletlerin ordularının yerini, hiçbir biçimde ulusal olmayan sermayenin askeri birlikleri, küresel şirketlerin çıkarları için almaktadırlar.
Devletlerin devlet merkezli
ordularının yerini sermaye şirketleri görünümünde sermayenin askeri birlikleri almaktadır.
Ulus devletlerin büyük patronları milli burjuvazi olmaktan çıkarak dışa açılma görünümünde
küresel şirketlerle uluslararası ilişkilere yöneldikleri aşamada, burjuva
toplumları ulusallık özelliğini kaybederek küresel burjuvazinin işbirlikçi
ortakları görünümüne sürüklenmektedirler. Şirketleşmede başlayan çok
kültürcülük oluşumlarının, şirketler üzerinden toplumsal alana doğru
yayıldıkları aşamada, ulusal burjuvazinin ikiye bölündüğü, üst düzeyde
kalanların uluslararası burjuvaziye dönüşerek piyasa ekonomisi ve teknolojik
gelişmelerin bütünleşmesiyle bir dünya devleti peşinde koştukları anlaşılmaktadır.
Devletler ulusal kimliklerini piyasa ekonomisi içinde kaybederken, ordular da
piyasanın yönlendirmesine girerek, bir anlamda ulus ötesi yapılanmalar olarak
yeni bir dünya düzeninin ordusu olmaya doğru yönlendirildikleri görülmektedir.
Bugün dünya haritası üzerinde yer alan iki yüz den fazla ulus devlet, küresel
emperyalizmin saldırgan piyasacılık girişimleriyle ortadan kaldırılmakta ve askerlik
de vatan borcu olarak bir amatör hizmet alanı olmaktan çıkarılmaktadır. Böylece
ulus devletler ile birlikte ulusal ordular da tarihin derinliklerine doğru gömülürken,
güvenlik alanında koruma bekçileri ve şirketleri cirit oynatmaya başlamıştır.
Böylesine önemli bir yapısal değişim daha önceden düşünülerek bir plan ya da
projeye dönüştürülmediğinden, çeyrek asırlık küreselleşme sonucunda ulus
devletlerin ulusal orduları eski düzenlerini kaybederek dağınık bir ortama
doğru sürüklendikleri için, dünya güvenlik haritasında önemli ölçülerde boşluklar
gündeme gelmiştir. Ulus devletlerin küçültülerek yok edilmesi süreçleri şehir
ya da eyalet devletleri gibi oluşumlar üzerinden tezgahlanırken, olumsuz
koşulların tehdit ortamı kaldırabilmek üzere güvenlik ve koruma şirketlerinin
devreye sokulmasıyla çözüm üretilmeye çalışılmış ama ciddi bir sonuç alınamamıştır.
Daha çok eski suç örgütlerinde hukuk dışı işlere girmiş olan insanların silahlı
güvenlik şirketlerinde görevler üstlenerek, yeni dönem güvenliğinin
sağlanmasında öne geçtiklerinden, bazen koruma şirketleri mensuplarının da
güvenlik hizmeti yerine güvenlik tehditleri yarattıkları dünyanın bütün
ülkelerinde gözlemlenmektedir. Devletlerin küçültülmesi dünyada ciddi bir güvensizlik ortamı yaratmıştır.
Devlet ordularının Birleşmiş Milletler
çatısı altında bir araya gelerek bir dünya ordusu kurulması beklenirken, devlet
ordularının yerini şirket ordularının alması son derece yanlış bir geçiş
uygulaması olarak insanlık tarihinde yerini almıştır. İki büyük dünya savaşı
sırasında Almanya, İngiltere, Rusya gibi yıkılan büyük devletler ve onların
ordularının içine sürüklendikleri çöküş ve dağılma süreçlerinin de insanlığın
geleceğinde önemli bir güvenlik sorunu yarattığı anlaşılınca, hiçbir büyük
devletin kendi ülkesi ya da küresel alanın korunabilmesi açısından yeterince
güvenlik yaratamadığı, sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Büyük devletler bir
savaşı kazansa bile, diğer savaşları kaybedebilmiş ama hiçbir büyük devlet
sonuna kadar kendi ülkesinin ya da küresel alanın sürekli korunabilmesi
açısından sonsuza kadar giden bir devlet ya da ordu güvenliği tesis edilememiştir.
Bu durumu yerinde gören dünya devletleri, gelecekte kendilerini ve devletlerini
güvence altına almak doğrultusunda bölgesel ya da küresel güvenlik
kuruluşlarına yönelmişlerdir. Özellikle iki büyük dünya savaşı sonrasında ortaya
çıkan küresel güvenlik boşluğunun yaratmış olduğu sorunlar, bugünün dünyasında
ciddi bir barış ve güvenlik sorunu yarattığı için, ülkesel ve bölgesel güvenlik
arayışlarının ötesinde küresel güvenlik gereksinmesi açıkta kalmakta ve tam
olarak karşılanamamaktadır. Cihan savaşları sonucunda kurulmuş olan Birleşmiş
Milletler örgütünün bütün dünya devletleri açısından güvenilir bir çatı
örgütlenmesi olması beklenmiş ama o dönemden bu yana ortaya çıkan siyasal
gelişmeler böylesine bir beklentinin tam olarak gerçekleşemediğini de dünya kamuoyuna
göstermiştir. Devlet orduları ulus devletler arasında ulusal çıkarlar açısından
sürekli olarak güvenlik sorunu yarattığı için, bugün yeni gelinen aşamada bütün
devletlerin Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek, acil dünya
barışını sağlayacak bir doğrultuda Birleşmiş Milletler ordusunu kurmaları
gerekmektedir. Ayrıca dünya uzaya açılırken, uzayda var olabilecek tehdit ve
tehlikelere karşı da birleşmiş bir dünya ordusunun gerekli olduğu bazı maceracı
devlet adamları ya da büyük devletlerin önlerinin kesilerek savaşlara giden
yolların önüne geçilmesi de dünya barışı açısından giderek bir zorunluluk
haline gelmektedir. Maceracı emperyalist devletler ile uzaya açılmanın getireceği
risklerin giderilmesi açısından, öncelikle bir dünya devletine ve de ordusuna
gereksinme giderek artmaktadır.
Tek bir dünya çatısı altında bir araya
gelmek, insanlık açısından bugünlere taşınan yüzyılların bir ütopyasıdır.
Tarihin her döneminde etkin olan devletler güçlü orduları ile büyük savaşlar
yaratarak kendi dünya krallıklarını kurmuşlar ama hiç birisi sonuna kadar
başarılı olamamıştır. Bugün gelinen yeni aşamada artık insanlık bir büyük dünya
güç merkezinin öncülüğünde bir araya gelerek, dünya barışı için yepyeni bir
dünya ordusu kurmalıdır. Bu doğrultuda Atlantik emperyalizminin maşası olarak
kullanılan NATO’nun öncelikle Birleşmiş Milletlere bağlanarak bir dünya
ordusuna dönüştürülmesi zorunlu olarak gündeme gelmektedir. Bu aşamada Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi Dünya ordusunun kurulmasına öncülük ederken NATO ve
benzeri bütün bölgesel ya da küresel güvenlik örgütleri Birleşmiş Milletler
bayrağının çatısı altında bugün için bir araya gelebilmelidirler. Dünya
devletinin tek ve bütünleşmiş bir dünya örgütüne dönüşmesiyle birlikte,
insanlık yüz yıllardır bir ütopya olarak düşündüğü tek bir dünya devleti çatısı
altında birleşebilmenin yollarını aramaya devam edecektir. Bu sürecin daha
fazla uzatılarak güvenlik açığı yaratılmasına izin verilmeden son dönemin
uzaysal ve teknolojik ilerlemelerinin tüm insanlığa anlatılmasıyla, beklenen
dünya beraberliği başlangıç aşamasına gelebilecektir. Tek bir dünyaya dönüşüm
için, yeryüzünde iki yüzden fazla devletin bir araya gelmesi ve Birleşmiş
Milletlerin bu hedef çizgisinde yeni bir dünya devletine dönüşerek, NATO’yu
kendisine bağlı bir dünya ordusu yapması artık kaçınılmaz olmuştur. Giderek
üçüncü dünya savaşı çıkmazına mahkûm edilen insanlığın, acil bir evrensel barış
düzenine kavuşabilmesi için, insanlık Birleşmiş Milletler çatısı altında Dünya
Devletini kurabilmelidir. NATO’nun bu örgüte bağlanmasıyla oluşacak bir dünya
ordusu kurularak, büyük devletlerin yeni emperyalistler konumunda küresel bir
hegemonya düzeni içinde, insanlığın tarihte olduğu gibi tekrar baskı altına alınarak
sömürülmesinin önlenmesi, tarihsel bir zorunluluk kazanmıştır. Bugünkü
koşullarda tüm insanlık için acil bir barış görevi, bütün devletlerin devreye
girmesiyle oluşacak uluslararası iş birliği ve dayanışma sayesinde
sağlanabilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder