TÜRKİYELİLİK DEĞİL, AMA TÜRK‘LÜK
Küreselleşme
akımı ulus devletleri kendisine düşman olarak seçtikten sonra, küresel
sermayenin denetimi altındaki medya ve basın organları yoğun bir biçimde hem
uluslara hem de ulus devletlere karşı yıpratma kampanyaları başlatmıştır.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ortadan kalkan sosyalist sistemin
yarattığı siyasal boşluk alanında, küresel sermayenin girişimleri ile ya
liberal partiler ulus devletlerin yönetimlerinde etkin kılınarak uzaktan
kumandalı yeni bir dünya düzeni oluşturulmaya çalışılmış, ya da siyasal alanda
küreselleşmenin kurumlaşabilmesi için devlet ve millet düzenlerine karşı
çıkılarak şirket ve tarikat ortaklıkları piyasaya sürülmeye başlanmıştır. Soğuk
savaş döneminde devlet ve millet düzenleri siyasal partiler üzerinden yürütülürken,
küreselleşmeye doğru bir yönelim başlamış ve bunun sonucunda da siyasal
egemenlik halk kitlelerinin elinden çıkarak sermayenin kontrolüne geçince,
küresel şirketler ulus devletleri parçalayarak alt kimlikçi eyalet ve kent
devletlerini gündeme getirmiş ve bu doğrultuda bütün ulus devletlerin hem
kimlikleri ile hem de kamu düzenleri ile ciddi olarak oynanmaya başlanmıştır. Üç
yüz yıllık ortak geçmişe sahip olan ulus devletler böylesine bir çıkmazla karşı
karşıya gelince, tökezlemeye başlamış ve eskisi gibi kendi yolundan gidemez bir
duruma uluslararası kuruluşlar kullanılarak düşürülmüştür. Geçmişten gelen
geleneksel ulus devlet yapıları hedef olarak alınırken, devletleşmeye giden
ulusal yapılanmaların içinden geçtiği üç asırlık oluşum süreci görmezden
gelinerek, ulus devlet yapılanmalarının ve organizasyonların köksüzlüğü dünya
halklarına gösterilmeye çalışılmıştır.
Daha
önceleri devletler arası ilişkiler, çelişkiler ve kavgalar üzerinden biçimlenen
uluslararası düzen, küreselleşme aşamasına gelindikten sonra yön ve biçim
değiştirmiş ve yeni dönemin şirketler ile devletler arasındaki çekişmeleri
sonucunda hem ulus devletler güç kaybederek zayıflamış, hem de toplumsal
ilişkilerin ortaya çıkardığı sosyolojik kökenli uluslar, sosyal bağların dağılmasıyla
kopma noktalarına doğru kaymışlardır. Önceleri fazla fark edilmeyen ve küresel
emperyalizmin ajanları tarafından gerçeklere aykırı bir biçimde dönüştürülerek
kamuoyuna yansıtılan ulusların gerileyişi, belirli bir aşamaya kadar halklardan
gizlenmiş ama belirli bir düzeyden sonra saklanamayacak bir noktaya
gelindiğinde, bu durum yaşanan dünyanın gizlenemeyecek derecede bir gerçekliği
olduğu kamuoyu tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. Sömürgeci emperyalist batı
devletlerinin bütün dünyayı sömürerek yönettiği aşamalarda devlet merkezli
siyasal yapılar güçlenerek öne çıkarken, şirketlerin büyük ölçüde genişleyerek
dünya ticaretini ekonomik alan üzerinden kontrol etmeye başladıkları
görülmüştür. Bu süreç planlı bir biçimde uygulanırken, hem partiler üzerinden
siyasal düzen hem de basın ve yayın araçlarıyla medya ele geçirilerek alt
kimlikçi yayın düzenleri ile ulusal birlik ile devletçi bütünlük tartışma alanına getirilmiş ,hem de üç yüz
yıl önce ulus devletlerin ortaya çıkmasını sağlayan Fransız devriminin sonucu
olarak laiklik düzeni inkar edilerek karşıya alınmış ve bunun sonucunda da din
yeniden öne çıkarılarak tarikatlar üzerinden eskisi gibi yeni bir dinsel düzen
oluşturulması için çalışılmıştır . Uluslar ve ulus devletler böylesine büyük
bir saldırı düzeni içinde yok olmamak için çaba sarf ederlerken, aradan geçen
çeyrek asırlık bir zaman dilimi sonrasında siyasal gelişmelerin gerçek yüzü
anlaşılınca, bu kez yeniden ulus devletlere dönüş süreci kendiliğinden öne
çıkmıştır. Otuz yıllık zorlama yüzünden epeyce güç kaybeden ulus devletler
yeniden toparlanmaya çalışırken, uluslar da silkelenip kendine dönme noktasına
gelerek, dağılma yerine toparlanma gibi tamamen aksi yönde bir yeni yapılanma
ile dünya sahnesindeki var olan yerlerini korumak zorunda kalmışlardır. Yeni
yüzyılın başlarında zorlanan bu küresel emperyalizm düzeni çökerken, şirketler
ve tarikatlar eski durumlarını koruyamaz bir noktaya sürüklenmişlerdir. Bu gibi
gelişmelerin sonucunda kazanan uluslar ve ulus devletler olmuş ve şirketler
özel çıkarların ötesinde dünya için daha düzenli bir düzene yeniden ulus devletlerin
kontrolü ile sokulmaya başlanmıştır.
Ulus
devlet çekişme ve çatışmalarının en yoğun yaşandığı ülkelerden birisi her zaman
için dünyanın ortasındaki Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Türkiye’nin çok yönlü
yapılanması ile sahip olduğu üç kıta arasındaki ara konumu gene bu dönemde
diğer ülkelerden farklılık göstermiştir. Bir imparatorluk arazisinde ulus
devlet kurulması ya da dinlerin çekişme ve çatışma alanında laik bir devlet
düzenini sürdürme gibi durumlar, ya da tarihsel süreçte bir zorunluluk gereği
kurulmuş olan Türk devletinin jeopolitik konumunun diğer devletlerden ayrılan
yönleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni zor bir dönemecin tam ortasında çok büyük bir
sarsıntıya doğru sürüklemiştir. Çok yönlü bir jeopolitik konumun tam ortasında
yer alan Türk devleti çokluluk içinde farklılıklar kazanmış ve bu durumun uzantısı olarak diğer devletlerden ayrılan
çeşitli özellikleri ile, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti birbirinden ayrılan yönlerde değişik
tartışmalara konu olmuştur. Devletin kimliğinin yanı sıra milletin kimliğinin
içinden çıktığı kaynaklar ile birlikte birbirinden ayrı gelişen çeşitli
konjonktürlerin aynı dönemde gündeme gelmesiyle sürüp giden tartışmalar iyice
kaotik bir noktaya doğru siyasal gelişmeleri sürüklemiştir. Bugün gelinen
aşamada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kendi kimliklerini ifade ederken
birbirinden farklı kavramlar ile kendilerini tanıtmaya çalışmaktadırlar. Milletin
ulusal çizgideki adı olan “Türk” kavramını kullanmaktan çekinirken, devlet ya
da ülke üzerinden giderek kimlik sorununu “Türkiyelilik “ya da “Türkiyecilik “kavramları
aracılığı ile çözüme kavuşturmaya çaba göstermektedirler. Genel anlamda
Türk’lük kavramına karşı çıkan ve bu doğrultuda gayri Türk ya da gayrimüslimlerin
milletin adı ile kendisini tanımlamaktan kaçınmaları ile bazı toplum kesimleri,
bu gibi yollara başvurarak hem ulusal kimliğin dağıtılarak zayıflatılmasına hem
de halen hukuken vatandaşı olarak halen çatısı altında yer aldıkları Türk devleti
ile başlarının derde düşmemesine dikkat ederken Türkiyelilik ve Türkiyecilik
gibi kavramları Türklük yerine kullanmaktadırlar.
Türkiye
bir geçiş ülkesi olduğu için tıpkı Balkanlar ve Kafkaslar ‘ın durumuna benzeyen
bir konuma sahiptir. Bu iki bölge nasıl üç kıta arasında yer alarak kıtalar
arası nüfus hareketlerinde üzerinden geçilen bir yapıya sahipse, bugün Türkiye
Cumhuriyeti olarak ifade edilen Anadolu yarımadası da bu bölgelerin
özelliklerine sahip bulunmaktadır. Her üç bölge üç kıta arasındaki jeopolitik
konumları ile tarihin her döneminde farklı göç olayları ile karşı karşıya
kalmışlardır. Günümüzde Balkan ve Kafkas devletlerinin küçük küçük yapılanmalardan
ortaya çıktıkları dikkate alınırsa, küçük devletlerin farklı kimlikleri
Balkanlar ve Kafkaslar üzerinde, bir büyük devlet yapılanması üzerinden
uluslaşmayı değil ama Balkanizasyon adı verilen parçalanma ve dağılma
süreçlerini gündeme getirmektedir. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğunun
dağılmasından sonra bu iki bölgede büyük ulus devletler kurulamamış, ortaya
çıkan küçük devletleri bölgesel birliktelik içinde tutmaya çalışan Yugoslavya
gibi federasyon modelleri ile uğraşılmıştır. Soğuk savaş döneminin geçici
koşullarında oluşturulan bu federasyon modeli, küreselleşme aşamasında
geçerliliğini yitirmiş ve Yugoslavya federasyonundan yedi ayrı devlet
yapılanması ortaya çıkmıştır. Küçük devletlerin canlı tuttuğu alt kimlikler
bölgesel uluslaşmayı engellerken, alt kimliklerin küçük devletlerinin büyüme
çabası, tıpkı ikinci Balkan savaşında olduğu gibi sıcak çatışmalar yaratmakta
ve bu yüzden de bu iki bölgede her zaman için yerel savaşlar ortaya
çıkabilmekte, ya da bu gibi yerel çekişmeleri başlangıç noktasına
dönüştürebilecek daha büyük savaş oluşumları tıpkı Birinci Dünya Savaşı
sürecinde olduğu gibi öne çıkabilmektedir. Sürekli çekişme ve çatışma yaratmaya
yönelen bir Balkanizasyon süreci bölgesel birlikteliği bozduğu gibi aynı
zamanda uluslaşmayı da önlemektedir. Bu nedenle Balkanlar ve Kafkaslar
bölgelerinde hiçbir zaman kalıcı bir barış ortamı yaratılamamıştır. İki
bölgenin soğuk savaş döneminde sıcak çatışmalara sürüklenmemesi amacıyla, Rusya
merkezli bir sosyalist düzen kurularak dönemsel bir barış ortamı yaratılmaya
çalışılmıştır. Sovyet emperyalizminin yönlendirme ve baskı uygulamaları ile
küçük devletler arası çekişmeler yirminci yüzyıl koşullarında önlenebilmiş ama
sosyalist sistemin çöküşü üzerine, gene eski mikro milliyetçilik akımları her
iki bölgede yeniden ortaya çıkmıştır. Küçük devlet alt kimliği ile doğru dürüst
bir ulusalcılık yapılamamış ve bu yüzden de her iki bölgede Osmanlı sonrasında
tam anlamıyla büyük bir ulus devlet kurulamamıştır.
İmparatorluk
sonrasında meydana çıkan yeni konjonktürde , Balkanlar’dan başlayan Balkanizasyon
oluşumu Kafkas bölgesine sıçramış
, İngiliz emperyalizminin Sevr projesi ile de Anadolu ve Orta Doğu toprakları
üzerinde de alt kimlikçilik üzerinden Balkanizasyon oluşumu bütün Osmanlı
toprakları üzerinde geçerli kılınmaya çalışılmış ama Anadolu ‘nun ortasından
fışkıran bir Kuvayı Milliye hareketi Balkanizasyon oluşumunun Anadolu
yarımadasını Balkanlar’da olduğu gibi paramparça etmesine izin verilmemiştir.
Dünya devleti kurmuş olan Atlantik emperyalizminin merkezi alanda büyük bir
yapılanmayı engellemek üzere geliştirmiş olduğu dörtlü konfederasyon planı
doğrultusundaki yeni siyasal oluşum, Anadolu halkını da mikro milliyetçiliğe
kaydırarak çok eyaletli bir federasyon düzenine geçişi hedefliyordu. Mikro
milliyetçilik Kafkaslar ve Balkanlar arasında öne çıkarılınca, bu doğrultudaki
girişimlerden Anadolu yarımadası da etkilenerek, ulusalcı tam bağımsızlık
doğrultusundaki Kuvayı Milliye hareketinin önünü kesiyordu. İmparatorluğun
çöküşü üzerine bir yanda bölge dışındaki emperyal güçlerin merkezi alanı kendi
denetimleri altın alma çabaları ve bu amaçla eski Osmanlı ahalisinin paramparça
bir duruma sürüklenmesi ile, her alt kimliğe tıpkı Balkanlarda olduğu gibi,
kendi küçük devletini kurma hakkının Anadolu’nun bütün coğrafi bölgelerinde
yaşamakta olan halk kitlelerine tanınması isteniyordu. Bir anlamda Balkanlar ve
Kafkaslar’da ortaya çıkan emperyalist parçalama olgusunun, bölge dışı
emperyalist devletler tarafından Anadolu halkına da dayatılması gibi bir yeni
çatışma komplosu ile eski Osmanlı ahalisi karşı karşıya getirilerek, tarih
içinde Türk ulusunun dünya sahnesine çıkması engellenmek isteniyordu. Osmanlı
devleti sonrasında, merkezi alanda Anadolu halkının Türk ulusu oluşumu içine
girerek Kuvayı Milliye mücadelesine kalkışması ile dünyaya egemen olmak isteyen
Atlantik emperyalizminin bu yeni saldırısı,
tarih sahnesine merkezi alanda çıkıyordu.
Kurucu
önder Atatürk’ün liderliğinde bir ulusal kurtuluş savaşı hem küresel
emperyalizme hem de bunun kontrolü altındaki yerel mikro milliyetçi isyan ve
ayaklanmalara karşı yürütülüyordu. Atlantik emperyalizmi Osmanlı ülkesinde yer
alan bütün alt kimlikçi ayrılıkçılar ile doğrudan temas kurarak, onları küçük
devletçiliğe yönlendiriyor ve bu bölgede güçlü bir ulus devlet kurulmasını
önleyerek, Sevr haritası doğrultusunda İstanbul merkezli birçok uluslu
konfederasyona geçişi zorluyordu. Osmanlı sonrası merkezi coğrafya üzerine
İngiliz hükümetinin hazırlamış olduğu siyasal program Anadolu’da bir büyük ulus
devletin kurulmasını önlemeyi hedefliyordu. Çok uluslu ve dinli Osmanlı
imparatorluğundan geriye çok parçalı bir toplum yapısı kaldığı için, emperyalistler
bunu kullanarak bir Orta Doğu Birleşik Devletleri modeli büyük devleti kendi
kontrolleri altında kurarak Avrupa modeli bir ulus devletin bu topraklarda
kurulmasını önlemeye çalışıyorlardı. İşte bu aşamada, imparatorluk sonrası bu
bölgenin geleceği için farklı devlet modelleri devreye giriyordu. Bir yanda
emperyalizmin alt kimlikler üzerinden Britanya İmparatorluğuna bağlı olacak çok
uluslu, Yakın Doğu Konfederasyonu projesi öne çıkarken, böylesine bir emperyal
saldırıya karşı Anadolu halkının örgütlenerek, çağdaş bir ulus devlet kurmak
üzere uğruna milli mücadeleye kalkıştığı Türkiye Cumhuriyeti devleti modeli,
Atatürk’ün önderliğinde Türk milleti tarafından gündeme getiriliyordu. Birbirinden
çok ayrı olan bu iki devlet projesinin dayanak noktaları ile birlikte geleceğe
dönük planları da birbirinden çok farklılık gösteriyordu. Kuvayı milliye
hareketi bir ulus devlet kurma yolunda eski Osmanlı ahalisini genişletilmiş bir
Türk milleti olarak tanımlarken, Atlantikçilerin çok kimlikli konfederasyon
projesi tıpkı Balkanlar ve Kafkaslar’daki gibi ikisinin tam ortasında bir köprü
olarak yer alan Anadolu yarımadasının halk kitlelerini de alt kimlikleriyle
tanımlayarak Pontus, Ermenistan, İyonya, Trakya, Kürdistan, Lazistan, Alevistan
gibi Balkanlar’daki gibi küçük eyalet devletlerine bölüyordu. Böylece İngiltere,
eski Osmanlı bölgelerine dörtlü konfederasyon projesi doğrultusunda yerleşerek,
denizlerine egemen olduğu dünyanın merkezi alanını da egemenliği altına aldığı
görülüyordu. İngiltere’nin bölgeye girişi ile birlikte alt kimlikçilik
güçleniyor ve Türk milleti ile onun kurduğu ulus devletin var olma ve tam
bağımsızlık elde etme mücadelesine karşı çıkılıyordu. Savaş sürecini Kuvayı
Milliye’nin kazanmasıyla Türklük olgusu öbür alt kimlikleri geride bırakıyordu.
Emperyalizmin
Türk ulusunu ve devletini yok etme girişimlerine rağmen Türklük oluşumunun
tarihten gelen gücü ile, Anadolu Türklerin ana vatanı olarak ilan edilmiş ve bu
topraklarda Türk milletinin her türlü işgal ve saldırı girişimine karşı çıkarak
direnmesi sayesinde, bir Türk devleti Göktürkler’den sonra Türk adı altında
kurulabilmiştir. Tarih öncesi dönemlerden gelen Türklük birikiminin zaman
içinde güçlenerek bugünlere getirilmesi sayesinde, binlerce yıl sonra dünyanın
merkezi coğrafyasında bir Türk devleti Türk milletinin kararlı ve inançlı
mücadelesi sonrasında kurulabilmiştir. Ne var ki, Osmanlı sonrası geride kalan
imparatorluk ahalisinin bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek toplumun
uluslaşmasının sağlanması ile, emperyalizmin alt kimlikçi federasyon projesi
geri plana itilmiştir. Doğuştan Türk olmayan ya da farklı etnik kimlikleri
yüzünden Türk kimliğini benimsemekte zorlanan toplum kesimleri, Türk kimliğine
karşı çıkarlarken kendilerine alternatif olarak kullanabilecekleri farklı
kimlik tanımlamalarına gereksinmeleri bulunuyordu. Bu tür arayışlar batılı emperyalist devletlerin
propoganda yayınlarında yer aldığı gibi, gene dışarıdan geliştirilen çeşitli
siyaset senaryolarında yer alıyor ve yeni kurulmuş olan ulus devletin çatısı
altında var olmayı ve yaşamayı bugün de sürdüren Türk halkının içinde var olan ama kendisini
Türk olarak tanımlamakta zorlanan bazı toplum kesimleri ve bireyler, Türkiye
Cumhuriyeti anayasasınca güvence altına alınmış olan temel haklar ve
özgürlükler doğrultusunda, bir insan
olarak Türk devletinin çatısı altında var olan hukuk devletinin korumasından
yararlanabiliyorlardı. Böylece belirli bir statü içinde kendilerinin var olan
Türk devleti ile kurmuş oldukları hukuki bağlantıyı, Türkiye’li kavramı ile
ifade edebiliyorlardı. Siyasal ya da sosyal tartışmalarda Türk devletinin
vatandaşı olarak devlet ile bir hukuk ilişkisi içine girmiş olan Türk
toplumunun bazı bireyleri kendilerini, Türkiyeli ya da Türkiyeci olarak tanıtarak
Türklük olgusu yokmuş gibi davranıyorlardı. Böylesi bir durum ilgili kişilerin
Türk kökenli bir aileden değil ama farklı kimlikli ailelerden gelmeleriyle ortaya
çıkabiliyordu.
Ulusal
kurtuluş savaşı yıllarında bölgeye egemen olmak isteyen emperyalist devletler,
Anadolu üzerinde bir ulus devlete karşı çıkarken, Türklük olgusuna ve Türk
kimliğine karşı savaş açmışlardır. Türklük tanımını kabul etmemelerine rağmen,
savaş sonrası yıllarda Türkiye devleti çatısı altında yer almak durumunda
kalan bazı yabancılar ve alt kimlikçi
insanların, Türkiye Cumhuriyeti çatısı altına girerek Türk vatandaşı statüsü
kazandıkları görülmüştür. Türkiye’deki hukuk düzenine göre nüfus idaresine
kaydolarak Türk vatandaşlığı statüsünü ve sıfatını kazanan farklı kökenden
gelen insanların kendilerini ifade ederken, bu durumu Türklük kavramı üzerinden
değil ama Türkiyelilik kavramı üzerinden çözmeye çalışmaktadırlar. İnsanlar
doğarken anne ve babalarını seçme hakkı olmadığı için, çağdaş hukuk
düzenlerinde insanların ve vatandaşların statüleri ulus devlet vatandaşlığından
ötede, insan hakları gibi bir temel yaklaşım disiplini ile çözülmeye
çalışılmaktadır. Uluslararası hukuka göre her insanın kendisine bir yurt ya da
ülke seçme ve bu ülkenin devleti ile resmi ilişkiler kurarak bir devletin
vatandaşı olma hakları vardır. İnsanlar doğuştan taşıdıkları milli
kimlikleriyle, ya o kimliğin ulus devletine başvurarak bu ülkeden vatandaş
statüsü alabilirler, ya da kendileri için uygun gördükleri herhangi bir
devletin ilgili makamlarına başvurarak o devletin vatandaşı olabilirler. Bugün
Afrikalı zenciler göçler yolu ile gittikleri Amerika’da, ABD’nin kendilerine
tanıdığı vatandaşlık haklarından yararlanabilmek üzere başvuruda
bulunabilmektedirler. İnsanların sahip oldukları bir ülkenin vatandaşı olma
hakkı doğrultusunda, bütün ulus devletler hukuki yapılanmalar olarak, hiçbir
ayırım gözetmeden normal insanlara bu doğrultuda vatandaş olma hakkını tanımaktadırlar.
Her insan vatandaş olarak kendisine en uygun ülkeyi seçme hakkına da sahiptir.
Devletler böylesine bir ortamda insanlara vatandaşlık hakkı verirken, dikkatli
olmak ve yeterli incelemeleri yaptıktan sonra dürüst, namuslu ve hukuka uygun
hayat süren normal insanlara vatandaşlık alanındaki hakları
tanıyabilmektedirler. Hukuka aykırı yaşayan, suç işleyen, kaçakçılık yapan ya
da hastalıklı insanların vatandaşlık başvurularına bütün ulus devletler karşı
çıkma hakkına sahiptirler. Dışarıdan böylesine başvuru yolu ile gelerek
vatandaş olanlar da sonradan gerçekleşen statülerini “Türkiyeli” olarak
tanıtabilmektedirler.
Bir
ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde ulusal vatandaşlık geçerli olduğu için,
Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ve her yerde
Türk olarak kabul edilir. Bu durumun normal olarak ulus devletler çağı devam
ettiği sürece geçerli olması gerekmektedir. Ama zorla bu konjonktür sürecinde
bile bu duruma karşı çıkılıyor ise ortada normal olmayan bir durum var demektir.
Ortalığın karıştığı savaş ortamları ya da
çeşitli ülkelerde siyasal alt üst oluşlar yaşanıyorsa o zaman yeni bir
siyasal sürecin öne geçerek ülkeleri etkilediği, ya da baskı altına aldığı
durumlar söz konusu olabilir. Türkiye gibi ulus devletlerde milliyetçi ve
devletçi siyasal gelişmeler öne çıkıyorsa o zaman farklı alt kimliklerden gelen
ve milliyetçiliğe karşı çıkan ya alt kimlikçi yapılar ya da küreselci ve de
enternasyonel söylemlerin öne geçtiği görülmektedir. Dünya haritasında yer alan
devletlerin var olma ve geleceğe dönük olarak varlıklarını sürdürme hakları da
Birleşmiş Milletler örgütü aracılığı ile uluslararası alanda kabul edilmektedir.
Her devlet kendi varlığını ve geleceğini güvence altına almaya her zaman için
öncelik verebilir. Devletler her türlü olumsuz gelişmelere karşı var olma
mücadelesi verirken, kendi siyasal örgütlenmeleriyle birlikte toplumlarını da
güvence altına almak durumundadırlar. Bir devleti devlet yapan ana unsur olarak
da devlet örgütü ile birlikte milleti oluşturan toplumsal yapı da beraberce
korunur ve savunulur. Böylesine kritik durumlarda devletler milletin tamamı ile
bütünleşerek devlet ve millet kaynaşması içinde varlıklarını sürdürebilirler.
Batı dillerinde üniter yapılanma olarak ifade edilen tekil devlet milletiyle
bütünleşmiş bir siyasal yapıyı öne çıkarmaktadır. Ayırımcılık ve ayrıcalık
içermeyen bir toplumsal kucaklaşma ile üniter devlet düzeni korunurken, her türlü saldırı ya da suç işleme
girişimine karşı ulusal birlik ve bütünlük anlayışı içinde karşı konulması
gerekmektedir. Her ülkede anayasal düzen çatısı altında herkesin temel hak ve
özgürlüklerinin korunması önceliğinde ülke barışı ve düzeni korunmaktadır. Bu
noktada, normal olarak aileden gelen Türklerle, sonradan vatandaşlık yolu ile
Türk vatandaşlığı statüsü kazananlar aynı koşullarda benzeri kamu hizmetleri ve
korumasından yararlanmaları hukukun bir gereğidir. Bu durumda Türk vatandaşlığı
çizgisi, herkes için ortak koruma ve savunmak güvencesi getirmektedir.
Türklük
ya da Türkiyelilik gibi birbirine yakın kavramların hukuk devleti karşısında
benzeri anlamları ifade etmek durumunda olması gerekmektedir. Ne var ki, bu
noktada bir farklı disiplin ulus devlet düzenlerinin getirmiş olduğu eşit kamu
düzeni oluşumunu tehlikeye atmaktadır.
Dinler tarafından bütün inanan toplum kesimleri için gündeme getirilen ümmet
kavramı giderek millet kavramının yerini almaktadır. Türkiyeli ya da Türkiyeci
olmak arasında fazla bir fark olmadığı için, millet kavramına karşı çıkan dinci
kesimler, her iki kavramdan yararlanarak ulus devlet disiplini dışına çıkmakta
ve bu doğrultuda Türkiyeli ve Türkiyeci gibi iki yakın kavram üzerinden Türklük
oluşumunu dengeleyerek yumuşatmaya çalışmaktadırlar. Bir hukuk kavramı olarak
değerlendirilen vatan kavramı, dinci kesimler açısından farklı
değerlendirilerek sadece o dinin kurallarının geçerli olduğu ülke ya da bölge
olarak kabul edilmektedir. Ulusalcıların uğruna bir kurtuluş savaşı vererek ele
geçirdiği ülkeyi vatan olarak görmelerine rağmen, dinciler inandıkları dinin
kontrolü altındaki ülke ya da bölgeyi vatan olarak benimseyerek
milliyetçilerden kesin hatlar ile ayrılmaktadırlar. Din kurallarının
uygulandığı topraklar dindar kesimlerin vatanı olarak benimsenmektedir. Dinciler
kendi kurallarının ülke düzeyinde geçerlilik kazanabilmesi ya da yaşadıkları
ülkeyi vatan kabul edebilmek için inandıkları doğrular ve kutsal kitaptaki
kurallar çizgisinde bir devlet düzeni ya da kamu hizmetleri uygulaması
istemektedirler. Dinciler devletin toplumsal tabanı olarak bir millet düzenini değil
ama onun yerine milli sınırların ötesinde inananların yaşadıkları farklı
bölgeleri de vatan olarak görebilmektedirler. Dindarlar açısından ülke meselesi
inanan insanların yaşadıkları alan ile sınırlı görünmektedir. İslam dini
Müslümanların vatanını Dar-ül İslam olarak adlandırırken, bu toprakların
dışında kalan başkalarının yaşadığı yerleri de Dar-ül Harp olarak göstererek, dünya
ülkelerini ikiye bölmektedir. Diğer tek tanrılı dinlerin de benzeri bir ayırıma
karşı çıkmadığı ve din kurallarının geçerli olduğu bir ülke ve devlet düzeni
öngördükleri anlaşılmaktadır.
Türklerin
yaşadığı ülkelerin hukuk düzeni açısından İslama dayalı yeni bir dini düzen
kurulabilmesi için öncelikler, Avrupa kıtasındaki dinler arası kavgayı önleyebilmek
üzere ortaya çıkmış olan laiklik ilkesine ve bu doğrultuda oluşturulacak devlet
düzenine dikkat edilmesi gibi bir yeni zorunluluğu öne çıkarmaktadır. Tek
tanrılı dinlere inananlar açısından ümmet kavramı üzerinden din devleti esas
olarak görülmektedir. Ümmet ile birlikte Dar-Ül İslamın bir araya getirilmesi
İslami devlet düzeninin oluşumu açısından yeterli görülmektedir. Tüm
Müslümanların Anasırı -İslam olarak kabul edilmesi ve din kurallarının anayasal
düzen yerine geçerli kılınması ile ümmet esaslı bir yeni toplumsal örgütlenmeye
gidilirken, millet kavramı geri planda bırakılmakta ve bu nedenle de devletler
milli ya da ulusal devlet olmaktan çıkarak, dini esasların geçerli olduğu bir
inanç dünyasının merkezi konumuna getirilmektedir. Kavmiyetçilik, mezhepçilik
ya da cemaatçilik din devleti çatısı altında ümmetçiliğin uzantısı olarak
geçerlilik kazanmakta ve milliyetçiliğin yerini almaktadır. Millet kavramının
ümmet kavramından gelmesi nedeniyle Türkiye’de laik devlet kuranlar, millet
kavramı yerine Orta Asya ve Türk kökenli bir kavram olarak İslamiyet öncesi
dönemden gelen ulus kavramını kabul etmişlerdir. Millet kavramı Osmanlı
döneminde Müslüman ahaliyi temsil ederken, ulus kavramı bir devlete vatandaşlık
kaydı ile bağlanmış olan halk topluluklarının bütünü olarak kabul edilmiştir.
Milletin ümmet kavramından çıkması kamu düzenine dinsel yönden yansıtılmaya
çalışılırken ve Türkler çok uluslu Osmanlı sonrası dönemde yeni bir milli
devlet kurmaya yönelirken, dini boyutu nedeniyle ulus kavramını millet kavramı
yerine günlük konuşma dili içine almışlardır. Laik kesimler dindışı devlet
düzeni için ulus kavramını öne çıkarırlarken ve dinci çevreler de ulus
kavramına karşı çıkarken, var olan ulusun Türk ulusu olması nedeniyle, Türk
kavramı yerine Türkiyeli ya da Türkiyeci gibi sonradan olma yeni bazı
kavramları kullanarak, eski imparatorluk dönemindeki gibi ulus devlet düzenini
ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girmektedirler. Türk yerine Türkiyeli
dediğiniz zaman bir milleti ve bu doğrultuda bir milli düzeni ya da bir milli
devleti görmezden gelirken, Türkiyeli kavramı ile aynı ihtiyacı karşılıyormuş
gibi bir ortam yaratılarak, bir ülke ya da devlete bağlılık kurulmuş gibi eskisinden
farklı bir sosyal düzen yaratılmaya çalışılmaktadır.
Türklüğe
karşı Türkiyeciliği çıkarmak, Türkçülük ve Türk milleti ve Türk devleti gibi
var olan gerçeklik yokmuş gibi hareket etmektir. Bugünün koşullarında inkâr
edilemeyecek bir düzeyde üç yüz milyonluk nüfusu ile bir büyük Türk dünyası
vardır. Arkamızda bir buçuk milyarlık İslam dünyası olduğunu ileri sürerek,
Türk devleti yapılanmasına karşı çıkanlar, üç yüz milyonluk bir büyük kitleyi
görmezden gelemezler. Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı İslam dünyası Türkleri
olduğu kadar, Arapları, Berberileri, Farsları ve diğer Asya ve Afrika ulusları
ile ulus devletlerini görmezden gelemezler. Bu devletler de hem Müslüman
kimlikleri hem de bulundukları ülkede gelişmiş olan ulusal toplum yapıları ile,
ulus devletler dünyasının bir parçası olarak dünya haritası üzerindeki
yerlerini korumaktadırlar. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan bir merkezi
devlet olarak Türkiye, Batı dünyası, Türk dünyası ve İslam dünyası gibi üç ayrı
dünyanın tam ortasında yer alan bir çağdaş cumhuriyet devletidir. Türk devleti
bu nedenle kuruluş aşamasında jeopolitik konumunu esas alarak laik devlet ile
Müslüman millet sentezi üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, Türkiye
bugün üç dünya arasında kendi bağımsız devlet yapısı ile birlikte üç ayrı
dünyadan gelen yansımalar ile boğuşmak zorunda kalmaktadır. Türkiye üç dünya
arasında hem bir Türk devleti hem bir İslam milleti hem de çağdaş uygarlığın üyesi
konumlarını, kendi iç ve dış dengelerine dikkat ederek oluşturmak zorundadır.
Türklerin dünyanın kuzey yarı küresinde, Müslümanların güney yarı küresinde ve de
Batı dünyasının da batıdaki Hrıstiyan bölgelerde olduğunu, her zaman için
hatırlayacak bir karma devlet yönetimi ile Türkiye ortaya çıkarak bugünkü konumuna
gelebilmiştir.
Türkiye üç dünya arasındaki merkezi konumunu hiç unutmadan hareket etmek zorunda olduğunu her zaman için hatırlamak durumundadır. Her üç dünya Türkiye’nin hem çevresinde hem de temsilcileriyle içindedir. Türkiye yerini koruyabilmek için komşularıyla dayanışma içinde olması gerekirken, batı ülkelerinde okuyarak gelen yeni yöneticilerin Türkiye’yi komşuları ile savaşa sürüklemesi emperyalizmin en açık örneğidir. Üç dünya arasındaki Türkiye’de gündeme gelen her siyasal yansıma ya da değişikliğin arkasında bu üç dünyayı görmek gerekmektedir. Türk dünyasının temsilcileri Türkiye’de Türklük olgusunun kurucusu ve koruyucusu olarak hareket ederken, İslam dünyasının temsilcileri de bu duruma saygı göstererek Türklük olgusunu Türkiyeli ya da Türkiyeci gibi sonradan çıkarılan kavramlar üzerinden Türk milli devletini dönüştürmeye kalkışmamalıdırlar. İslamcıların Türklük kavramına karşı çıkmadan diğer Müslüman ulus devletlerin halkları gibi devlet modeli ve siyasal rejim ile uyumlu bir düzen arayışı içinde olmaları gerekmektedir. Türkçü kesimin önde gelenleri ise Kuzey yarı küreden getirdikleri ile yetinmemeli, güney yarı küreden gelen Müslümanlar ile merkezi bir ortak çadırın altında birlikte yaşayabilmenin yollarını aramalıdırlar. Türkiye’yi çevreleyen Hrıstıyan batılılarda hem İslam dünyası ile hem de Türk dünyası ile komşu olduklarını unutmadan hareket ederek, Atatürk ve Kuvayı milliye örgütünün iş birliğinde kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini korumaya ve de desteklemeye devam etmelidirler. Türk devleti hem bir ulus devlet hem bir laik devlet hem de bir Müslüman millet sentezi olarak orta dünyada yoluna devam ederken her üç dünyadan gelen siyasal dalgaların karışıklık yaratmamasına dikkat edilmelidir. Bu nedenle, Türk dünyasından gelen tarihsel bağlar çizgisinde Türklük ve Türk dünyası en kutsal değerler olarak korunmalı ve bunları değiştirme doğrultusunda Türkiyecilik ya da Türkiyelilik kavramları üzerinden siyasal oyunlar oynanmamalıdır. Türkiye’yi Türkler ve Türkçülük akımı kurmuştur ve bu düzen Türk dünyası ile bütünleşme hedefine doğru ilerleyecektir. Türk devleti de Müslüman bir çoğunluğa sahip olan millet yapılanması ile de dinsel değerlere saygı gösteren bir uyumluluk arayışında olacaktır. Üç dünya arasındaki sentezci yapılanması ile Türkiye’nin ayakta kalması dünya dengelerinin korunması açısından önem taşımaktadır. Bu nedenle, Türklük Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanak noktasıdır. Türkiyelilik ya da Türkiyecilik gibi sonradan getirilen kavramlar ile Türklük sarsılamaz. Türkiyelilik ya da Türkiyecilik değil ama şimdiye kadar olduğu gibi Türklük, Türk devletinin temel dayanağı olarak var olacaktır ve Türkler’de Türk dünyasına açılan yeni yoldan emin adımlarla ilerleyerek, geleceğin dünyasının daha dengeli olmasını sağlayacaklardır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Yazılarını ilgi ile okuduğum sayın Prof.Dr. Anıl Çeçen'in değerli görüşlerine katılmamak elde değil. Önemli konulara değinmektedir.
YanıtlaSil