YENİDEN ULUSLAŞMA PROGRAMI
Türkiye
Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak dünyaya gelmiş ve yüzüncü yılına girerken bugün
de gene bir ulus devlet olarak varlığını sürdürmektedir. Tarihin kesişme
noktasında bir ulus devlet yapılanması ile dünya sahnesine çıkan Türk devleti,
aradan geçen yüz yıllık zaman dilimi sonrasında ortaya çıkan yeni koşullar ve
değişim süreci içerisinde öne geçen hegemonya iradeleri aracılığı ile dıştan
güdümlü bazı planlar doğrultusunda köklü bir dönüşüme uğratılmak istenmekte ve
bu çizgide tarihten gelen Türk ulus devlet modeli ortadan kaldırılmaya
çalışılmaktadır. Tarihin her döneminde öne geçen güçler ya da yeni oluşan büyük
devletler, hem kendi hegemonya alanlarını olabildiğince genişletmek hem de bu
doğrultuda yeni bir dünya düzeni kurarak merkeze kendileri oturmak isterler. Millattan
önceki dönemlerde başlayan evrensel hegemonya kavgası çeşitli aşamalardan
geçerek bugüne kadar gelmiş ve ortaya çıkan yeni güçler tarihin her döneminde hem
kendi siyasal yapılanmalarını öncelikli olarak oluşturmaya çalışmışlar, hem de
bu doğrultuda merkezinde kendilerinin bulunduğu bir yeni dünya düzeni arayışını,
sahip oldukları büyük güç ile dışarıdan baskı yolları uygulayarak kurmaya
çalışmışlardır. Her çağın kendine özgü
koşulları bu tip arayışları canlı tutarak var olan siyasal devlet düzenlerini
önce tehdit etmiş, sonrada bunların ortadan kalkarak yerine yeni düzenlerin
kurulmasına öncülük etmişlerdir.
Ulus
devletlerin kuruluşu ve yapılanmaları ile ilgili olarak dünyanın siyasal
konjonktürü olumlu koşullar yaratmıştır. On beşinci yüzyıldan sonra küresel bir
yönlenmeye giden yerkürenin içine girdiği her dönemde ya yeni siyasal oluşumlar
gündeme gelmiş ya da bunların sonucunda birbirinden farklı devlet modelleri
tarih sahnesinde boy göstermeye başlamışlardır. İnsanlığın doğuşu, dünyaya
yayılması ve uzun bir süre sonrasında önce Orta Doğu, sonra da Avrupa merkezli
olarak yönlendirilmesi bugünkü tarihi hazırlayan oluşumlar zincirinin ilk
halkasıdır. Avrupa devletleri sömürgecilik yaparak dünyaya egemen olurlarken
aynı zamanda uzun süre birlikte yaşama şansını elde ederek uluslaşma olgusunu da
yaşamaya başlamışlardır. Avrupa’nın sömürge imparatorlukları kendi aralarında
uluslaşma oluşumu içine girdikleri yeni aşamada, devlet yapıları ulusal topluma
dayalı bir biçimde gelişmeler göstermiştir. Bu sürecin patlama noktası
Fransa’da on sekizinci yüzyılın sonlarında ortaya çıkınca, Fransız devrimi
gerçekleşmiş ve bütün Avrupa ülkelerini uluslaşma çizgisinde yönlendirmiştir. Büyük
Fransız devrimi sonrasında Avrupa ülkelerinde derin sarsıntı ve çalkalanmalar
yaşanmış ve bu durum üç yüzyıl boyunca sürerek uluslaşma olgusuyla birlikte
ulus devletlerin oluşumunu da hazırlamıştır. Bugünün Avrupa haritasında yer
alan bütün ulus devletlerin oluşumları, yüzyıllar geride kalırken tamamlanmış
ve bugüne yönelik siyasal yapılanmalarını bu doğrultuda tamamlamışlardır. Başta
Fransız ulusu olmak üzere, batının gelişmiş zengin ülkelerinde ortaya çıkan
uluslaşma olgusu ile birlikte bugünün modern ulus devletleri günümüz dünyasında
yerlerini almışlardır. Avrupa kıtasında başlayan uluslaşma olgusunun zamanla
diğer kıtalara da yayıldığı görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle,
uluslaşma olgusunu Avrupa kıtasından sonra Orta Doğu bölgesine taşıyan tek köprü
devlet olmuştur. Ulusları hayali cemaatlar konumundan kurtararak, toplumsal
gerçeklik olmalarını sağlayan üç yüzyıllık Avrupa’daki uluslaşma sürecidir.
Avrupa
kıtasının yanı başında imparatorluklar sonrası dönemde bir ulus devlet olarak
Türk devleti kurulurken, bu kıtada yaşanmış olan üç yüzyıllık uluslaşma olgusu
çevre ülkeler ile birlikte Türkiye’yi de yakından etkilemiş ve birinci cihan
savaşı sonrasında var olma mücadelesini kazanan Türkler, kendi ulus
devletlerini üç kıtanın ortasında yer alan merkezi coğrafya da kurmuşlardır. Bugün
hala Orta Doğu’da tek ulus devlet olarak hareket eden Türk devletinin bu
coğrafyada etkili olarak kendi devlet modelini çevre ülkelerine taşımak gibi
bir misyonu geçen yüzyıldan bugüne gelerek devam etmiştir. Ne var ki, bu
coğrafyayı bölgesel olarak kontrol etmek isteyen emperyalizm ve Siyonizm gibi
hegemonyacı akımlar, bölgeye ulus devlet
modelinin girmesini istemedikleri için bu alandaki tek ulus devlet olan Türkiye
Cumhuriyetini ortadan kaldırabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Eski Osmanlı
hinterlandında yaşayan Arap kökenli toplulukların bir araya gelerek kendi ulus
devletleri olarak bir büyük Arap Birliği devleti kurmalarının önlendiği bu aşamada,
emperyalistler aynı doğrultuda Türk ulus devletini de ortadan kaldırarak,
oluşturulacak küçük etnik ya da tarikatçı eyaletler aracılığı ile bir bölgesel
konfederasyon ortaya çıkarabilmenin peşinde koşmaktadırlar. Onların bu tür
olumsuz girişimleri yüzünden Arap ülkeleri bir araya gelerek kendi ulus
devletlerini kuramamakta, aynı biçimde de Türklerin bir ulusal kurtuluş savaşı
vererek tarih sahnesine çıkarmış oldukları Türk ulus devletinin, gelecekte varlığını
sürdürmesi iyice tehlike altına girmektedir. Bugün hala kıtasal birlik
baskıları altında kalan Avrupa devletleri ulus devlet modellerini bir ölçüde koruyarak
çağdaş dünyada ulus devlet olabilmenin getirdiği haklardan yararlanmaktadırlar.
Yirmi
birinci yüzyıla doğru dünya giderken, soğuk savaş döneminde ikinci siyasal kutubu
oluşturan sosyalist sistemin dağılması ve eski sosyalist halk cumhuriyetlerinin
ortaya yeni ulus devletler olarak
çıkmasıyla birlikte, yeni kuşak bir
uluslaşma olgusu ikinci kez yaşanmış
ve Birleşmiş Milletler örgütü içinde üye
olarak yer alan ulus devlet sayısı iki yüzü geçmiştir. Devletlerin statüsü
Birleşmiş Milletler aracılığı ile ulusal bir çizgide devam ederken, batı
kapitalizmi küresel bir yapılanmaya yönelmiş ve ortaya çıkan evrensel emperyalizm
döneminde büyük devletlerin eyaletler üzerinden parçalanmaya sürüklenmeleri,
terör ve savaş konjonktürleri ile beslenmiştir. Küresel sermayenin ekonomi
üzerinden dünyaya egemen olabilmenin çabası içine girdiği bu nokta da, ulus
devletlere savaş açılmış ve terör eylemleri ile küçük ulus devletçikler yaratılarak büyük ulus
devletlerin tekelci şirketlere direnmelerinin önü kesilmeye çalışılmıştır.
İnsan hakları ve demokrasi görünümünde kişilerin alt kimlikleri kışkırtılarak
ve alt kimlik devletçikleri eyaletler halinde geliştirilerek, var olan ulus
devletlerin dağılma ve parçalanmaya giden yola sürüklenmeleri açıkça
desteklenmiştir. Bu aşamaya geçilmesiyle birlikte uluslaşma süreçleri kesilerek
alt kimlikler üzerinden çok kültürlü kozmopolit toplumlar yaratabilmenin
arayışları öne çıkmıştır. Dünya çapındaki siyasal oluşumların perde arkasında
yer alan küresel şirketler dünya egemenliğine sahip olabilmek ve bunu büyük
devletler ile paylaşmamak üzere ulus devletleri küçültebilmenin yollarını
aramışlar ve ekonomiyi bir silah gibi kullanarak ulus devletlerin tasfiyesini
gündeme getirmişlerdir. Tasfiye girişimleri ciddi boyutlarda var olan hukuk
düzenleri açısından devlet yıkıcılığı misyonunu öne çıkarmış ve yüz yıl önce
imparatorlukların çöküşü üzerine gündeme gelen ulus devletler, bu kez eski
imparatorluklar gibi parçalanarak yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya
kalmışlardır.
Ulus
devletler hem bir tarihsel sürecin içinde gerçekleşen bir dönüşüm ile ortaya
çıkmışlar hem de tarihin bu aşamasında çeşitli ülkelerde ortaya çıkan ulusal
hareketlerin hazırladığı uluslaşma programlarının uygulama alanlarına
aktarılmasıyla gerçeklik kazanmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı
devletinin çöküşü aşamasında cumhuriyetçi toplum kesimlerinin hazırladığı
uluslaşma programının devreye sokulmasıyla siyasal alanda gerçeklik kazanmıştır.
Türk devletinin kurucu önderi Atatürk,
gönlünde bir büyük sır olarak sakladığı cumhuriyet projesini yavaş yavaş
uygulama alanına getirirken, tarihin derinliklerinden gelen Türklerin modern
anlamda uluslaşmaları için yeni bir program hazırlayarak yola çıkıyordu. Ulusal
kurtuluş savaşı için Samsun’a ayak basmadan önce İstanbul’da altı ay ikamet
ederek ulusal kurtuluş savaşının hazırlıklarını tamamlıyor ve aynı çalışma
içinde savaşın kazanılmasından sonra uygulama alanına getirilecek cumhuriyet
devleti ile birlikte Türk ulusuna bağımsızlık kazandırma düşüncesi
detaylandırılarak belirli bir uluslaşma programına bağlanıyordu. Daha önceleri
tarihin her döneminde imparatorluklar kurarak ayakta kalan Türkler, batı
emperyalizmi tarafından tarih sahnesinden silinmeye çalışılırken, ulusal
kurtuluş savaşı ile yeniden varlıklarını kazanarak kurdukları cumhuriyet
devletinin çatısı altında sonsuza kadar ulusal bağımsızlık statüsü içinde
geleceğe dönük yaşamlarını güvence altına alıyorlardı. Cumhuriyet devleti Atatürk’ün
gizli bir sırrı olmaktan çıkarak kurulurken, Türk ulusu da diğer çağdaş uluslar
gibi tarih sahnesinde yeniden doğma şansını elde ediyordu. Burada kurucu önder
Atatürk’ün cumhuriyet devleti projesi ile birlikte, uygulama alanına getirdiği uluslaşma
programının, Türklüğün var olarak geleceğe dönük bir biçimde
kurumlaşabilmesinin önde gelen dayanak noktası olduğu görülmektedir.
Atatürk
savaşı kazanıp devleti kurduktan sonra yeniden yapılanmaya yöneldiği aşamada cumhuriyet
devletinin toplumsal taban kazanabilmesi amacıyla öncelikle Millet
Mektepleri’ni kuruyordu. Milli bir
devlet kurmak üzere yola çıkmış olan ulusalcıların devleti temellendirirken Millet
Mektepleri gibi bir örgütlenmeye öncelik vermeleri, gerçekçi bir girişim olarak
kısa zamanda sonuç vermiş ve eski Osmanlı ahalisinden gelen Türk halkı bu
okullar üzerinden Türk milleti kavramını benimseme aşamasına gelmiştir. Atatürk
milli bir devlet kurulabilmesi için dayanak noktası olacak toplumun, uluslaşması
gerektiğini iyi biliyordu. Bu yüzden Millet Mektepleri’ne öncelik vererek ülke
düzeyinde bir ulusallaşma heyecanının örgütlenmesine dikkat ediyordu. Devletin
ilk aşamasında yurdun her köşesinde kurulan bu mektepler aracılığı ile halk
kitleleri ulus gerçeği ile karşılaşıyordu. Millet olabilmenin derslerinin
verildiği bu çatıların altında, zamanla Türk milletinin tarih sahnesine
çıkacağı bir oluşumun örgütlenmesi tamamlanmaya çalışılıyordu. Toplumların
uluslaşmasında ana unsur olarak kurucu bir misyon üstlenen ulusal dil Türkçe, bu
mektepler aracılığı ile halk kitlelerine öğretiliyordu. Ayrıca, cumhuriyetin
kuruluş aşamasında toplumsal ve siyasal devrimler sırası ile uygulama alanına
getirilirken, Millet Mektepleri Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişin ana
merkezleri konumuna gelerek, Türklerin ulusal dili olan Türkçe’nin çağdaş
uygarlığın bir parçası olmasının önü açılıyordu. Millet Mektepleri, uluslaşma
programının ilk maddelerinden birisi olarak cumhuriyet devleti tarafından
kararlı bir biçimde çalıştırılmıştır.
Osmanlı
döneminde Anadolu’da kurulan Türk Ocakları örgütü de Türkleşme olgusunun
gerçeklik kazanmasına katkıda bulunarak uluslaşma olgusuna destek sağladığı
için Türkiye’nin uluslaşarak bir ulus devlete dönüşmesinde önemli ölçüde etkin
olmuştur. Yeni kurulan devletin Türklük yapılanması ile bağdaşmayan diğer
toplum kesimlerinin farklı ulus devletlere yönelmesini önlemek üzere de, daha
sonraları Halkevleri adı altında geniş bir tabana yayılan halkçılık uygulaması ile,
milliyetçilik oluşumu dengelenerek farklı kökenlerden gelen halk kitlesi
üzerinde bir devlet millet kaynaşması yaratılmaya çalışılmıştır. Irkçı olmayan
bir ulus devlet kurulurken milliyetçilik ilkesi Rus devriminde olduğu gibi halkçılık
anlayışı ile dengelenmeye çalışılmıştır. Rusya’da bölücü milliyetçiliğe karşı
bir baskıcı bir devlet halkçılığı uygulaması ile denge arayışına girilirken,
Türkiye’de de toplum içinde baskıcı bir milliyetçiliğe karşı çıkışlar geniş bir
halkçılık uygulaması ile dengelenerek bölünme ya da dağılmaya giden yolların
önü kesilmeye çalışılmıştır. Türkçe’nin yaygın olduğu topraklardan gelerek Türk
devletinin çatısı altına giren Türk toplulukları ve diğer gruplar halkçılık
özüne dayanan bir ulusalcılık anlayışı ile kucaklanmaya çalışılıyordu. Halkçı
girişimler ile etnik farklılıkların aşılmak istenmesi, oluşturulmakta olan millet yapısının parçalanmasına
giden yolları kapatıyordu. Etnik ve kültürel farklılıklar bir zenginlik olarak
görülürken uluslaşma programı ile de uyum sağlanıyordu.
Atatürk
savaşı kazanıp devleti kurduktan sonra yaşamının son döneminde kurmuş olduğu
yeni devlet düzenini geleceğe dönük olarak kurumlaştırmaya çaba gösterirken,
Çankaya köşküne çekilerek bu doğrultuda önemli çalışmalar yapmıştır. İçe dönük
bir milliyetçilik uygulaması sorun çıkartmaya başlayınca, halkçılık
uygulamaları yeni dengelerin oluşturulabilmesi için devreye sokulmuştur. Ayrıca,
uluslaşmanın ana gövdesini oluşturan Türklüğü çeşitli yönleri ile incelemek üzere
Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu gibi iki önemli kurumu ulusal varlığın
temel direkleri olarak kurmuş ve bu kurumların her sene düzenledikleri bilimsel
çalışmalara katılarak, Türk ulusunun bilimsel açıdan da uluslaşabilmesi için elinden gelen her çabayı göstermiştir. Daha
sonraki yıllarda bu doğrultuda oluşturulan, Türk Folklor Kurumu, Türk Coğrafya
Kurumu, Türk Kooperatifcilik Kurumu ve Türk Hukuk Kurumu gibi örgütsel yapılar
kurulmakta olan devlete paralel kamu kurumları olarak öne çıkarılarak, bunların
devlet ile millet arasında toplumsal bağlantıyı sağlayan köprüler olarak
devreye girmeleri sağlanıyordu. Kemalist rejim bir ulus devlet kurarken,
toplumun uluslaştırılmasına öncelik veriyor ve bu doğrultuda atılan her adımı planlı
bir biçimde örgütleyerek kısa zamanda devleti ve ulusu ile bütünleşmiş bir
Türkiye Cumhuriyeti ‘nin öne çıkması için her yolu deniyordu. Toplumsal yaşamın
her alanında başında “Türk” adı ile yer alan kurumsal yapıların öne
çıkarılmasıyla, Türkleşme üzerinden uluslaşma olgusunun tamamlanmasına öncelik
veriliyordu. Türklük, bir uluslaşma planı çizgisinde cumhuriyet devletinin
toplumsal yapısının adı olarak öne çıkartılıyordu. Batının önde gelen ulus
devletlerine benzer bir ulusal yapının siyasallaşması doğrultusunda devlet eli
ile uygulanan uluslaşma planının kısa zamanda sonuç verdiği görülüyordu.
Türkiye
Cumhuriyeti böylesine planlı bir merkezi oluşum ile dünya sahnesine bir ulus
devlet olarak çıkmış ve devlet organlarının bu plan doğrultusunda bir çalışma
düzenine kavuşturulması ile yüz yıla yakın bir dönemi başarıyla geride
bırakarak, bugünkü koşullarda dünyanın önde gelen devletleri arasında hak
ettiği yeri elde etmiştir. Ne var ki, sosyalist sistemin dağılması üzerine
dünya küreselleşme adı altında farklı bir yöne doğru değişirken, tekelci
küresel şirketler var olan ulus devletlere karşı planlı saldırılara geçerek ve şirketlerin
egemenliğinde bir yeni dünya düzenini kurmak amacıyla ulus devletleri ortadan kaldırarak,
kapitalist sistemin tekelinde bir küresel dünya düzeni peşinde koşmaya
başlamışlardır. Bu nedenle, dünya haritasında yer alan bütün ulus devletlerin
böylesine bir küresel saldırıya karşı ayakta kalabilmek için öncelikle
kendilerini korumak zorunluluğu bir hak olarak vardır. Tehditler karşısında her
ulus devletin varlığını ve haklarını koruyabilmek amacıyla ikinci bir uluslaşma
planını devreye koymak zorunluluğu
vardır. İkinci olarak da küresel saldırılara karşı ulus devletlerin bir araya gelerek
bölgesel ve küresel korunmalarını sağlayacak yeni uluslararası örgütlenmelerin
çatısı altında hareket etmeleri, bölünme ya da parçalanma gibi olumsuz
sonuçlara gidebilecek sürüklenmelerin önünü kesebilecektir. Özellikle bugün
Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelmiş olan ulus devletlerin gene
bu örgütün aracılığı ile, ulus devletlerin yarım kalmış uluslaşma süreçlerini
tamamlayacak, ikinci uluslaşma programlarını, uluslararası konjonktür
oluşturarak desteklemesi olumlu sonuç almak açısından zorunlu görülmektedir. Bu
doğrultuda da her ulus devlet kendi siyasal gerçekliği içinde kendi toplumlarının
uluslaşmasını tamamlayabilecek yeni uluslaşma programlarını devreye sokmaları mümkün
olabilecektir. Bütün ulus devletlerin parçalanma ya da dağılma noktasına
getirildiği küreselleşme aşamasından istikrarlı bir biçimde çıkabilmenin yolu
olarak da ikinci uluslaşma programları etkin bir biçimde yararlı olacaklardır.
Türkiye
Cumhuriyeti kuruluş yıllarında devlet olarak örgütlenirken, adları milli
kavramı ile bütünleşen Milli Savunma Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlıkları
kurularak hükümetler içinde yer almış ve böylece ulus devlete saldırı sürecinde
uygulanan milli politikalar ile devletin devamlılığı sağlanabilmiştir. Bugün
ise ulus devletin korunabilmesi için benzeri bir yaklaşımın kültür ve ekonomi
alanlarında gündeme getirilmesi gerekmekte ve kurulacak Milli Kültür bakanlığı
aracılığı ile yarım bırakılan uluslaşma sürecinin hızlanarak devam etmesi sağlanacak
ve benzeri bir yapılanmanın ekonomi alanında gerçekleştirilmesini sağlayacak Milli
Ekonomi Bakanlığının da bir an önce kurulmasıyla, emperyalist ülkelerin ekonomik saldırılarına
karşı Türk ekonomisinin korunması söz
konusu olabilecektir. Bu arada ekonomide dışa açılmayı yönlendirecek bir Dış
Ekonomik İlişkiler Bakanlığı gibi farklı bir örgütlenmeye daha önceki
dönemlerde olduğu gibi gidilebilir. İç ve dış ekonomik ilişkiler yeniden
düzenlenirken milli ekonominin yönetiminin devletin elinde bulunması,
kitlelerin acil gereksinmelerinin yeterli düzeyde karşılanabilmesi açısından
yararlı katkılar sağlayabilecektir. Belirli bakanlıkların adına milli
kavramının eklenmesi, o alanlardaki bütün kamu hizmetlerinin ulusal çıkarlar
doğrultusunda ele alınmasını ve geleceğe dönük ulusun yararına olabilecek bir
düzeyde yönetiminin başarılmasını sağlayabilecektir. Ulus devletlerin ekonomi
üzerinden piyasalar kullanılarak çökertildiği dikkate alınırsa, ekonomi
alanında bir milli ekonomi yapılanmasına yönelmek için bir milli ekonomi
bakanlığı başkent merkezli olarak öncelikli bir biçimde kurulacaktır. Ülkenin
var olan ekonomik potansiyelinin bütünüyle ülke yararına kullanılabilmesi için
milli ekonomi bakanlığına var olan gereksinme, sömürgeci baskılar nedeniyle
aciliyet kazanmaktadır.
Ulus
devletlerin varlığı ve geleceğe dönük olarak devamlılığı açısından zorunlu bir dayanak
olarak milli kültürün, Milli Kültür Bakanlığı aracılığı ile örgütlenmesi amaca
hizmet açısından önem taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin bütün dünya
ülkelerinde bir milli devlet olarak tanınmasını sağlayacak bir örgütlenme son
yıllarda milli kültür ile hiç bir yakınlığı bulunmayan Yunus Emre adına
örgütlenmesi, kültürel alanda Türkiye’nin milli çizginin uzağında kalmasına
neden olmuştur. Yunus Emre iyi bir şair ve de kültür adamı olmasına rağmen, bir
ulus devletin taşıması gereken milliliğe uzak kalmış bir kişiliktir. Türk
devleti denilince akla milli kültürün gelebilmesi için milliyetçi kimlikleri
ile Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olarak kurulabilmesine öncülük
yapmış olan Atatürk, Yusuf Akçura ya da Ziya Gökalp gibi ağırlıklı isimlerin
altında uluslararası kültür merkezleri ağı kurulabilirdi ve ancak o zaman Türk
kültürünün bir milli kültür olarak diğer ülkelerin milli kültürleri ile rekabet
edebilmeleri sağlanabilirdi. İkinci uluslaşma programı döneminde hem bakanlığın
hem de kültür merkezlerinin milli çizgide değiştirilmesi, yeni bir kültürel
atılımın göstergesi olarak, Türkiye’nin yarım kalmış olan uluslaşma sürecinin
tamamlanmasına önemli ölçüde katkılar sağlayacaktır.
İkinci
uluslaşma programının ana amacı yarım kalmış uluslaşma sürecinin her türlü olumsuz
koşula yada etkiye rağmen tamamlamaktır. Atatürk’ün getirmiş olduğu milli
yapılanmayı bugün devam ettirecek yeni bir kitlesel örgütlenme tıpkı Halkevleri
gibi devlet eliyle kurularak devreye sokulabilir. Nitekim bu doğrultuda daha
sonraları Millet Kıraathaneleri gibi Osmanlı döneminden gelen geçmişi
güncelleştirecek yeni bir çıkış sergilenmiş ama bunun devamı getirilememiştir.
Türk milleti çoktan ortaçağ uzantısı kıraathaneleri geride bırakmış ama giderek
modernleşen şehir yapılanmaları içinde ana unsur çağdaş kafeler uygulaması
olmuştur. Avrupa kıtası Rönesans dönemi kafeleri ile ortaçağdan çıkarak
çağdaşlaşma sürecine girerken, Türkiye’nin Osmanlı dönemi özlemini yansıtan
kıraathaneler ile orta çağ dönemine yönelmesi düşünülmemesi gereken bir konudur.
Ne var ki siyaset alanının çelişkileri bu gibi konuları zamanla sorun haline getirerek
çağdaş uygarlık yoluna yönelen yeniliklerin önünü kesebilmekte ve geride
kalması gereken bazı demode olmuş oluşumları yeniden gündeme getirerek emperyal
güçlerin yeni hegemonya planları doğrultusunda ortaya çıkarabilmektedir. Ulus
devlet milli çıkarlar doğrultusunda kurulduğuna göre milletin korunması ve yeni
milliyetçilik atılımları ile gelişebilmesi için tıpkı Halkevleri gibi Millet
Evleri kurulabilir ama bir kıraathane arayışı çerçevesinde millet kıraathaneleri
gibi bir uygulamaya gidilmemesi gerekir. Yeni kafeler çağdaş uygarlığın simgesi
olarak kent merkezlerinde yerlerini alırken kıraathane arayışı fazlasıyla bir
geriye dönüş olarak tartışma alanına getirilmektedir.
Kentsel
dönüşüm programları ile Türk şehirleri modernleşirken, Millet Kıraathaneleri
girişimi Türk kamuoyundan yeterince destek alamayınca, bu kez Millet Bahçeleri
gibi yeni bir yeşil alan projesi öne çıkarılmıştır. Gelişmiş batı ülkelerinde milli park olarak
uygulanmakta olan kent merkezi yeşil alan projesi, bu kez Türkiye’de Millet
Bahçesi olarak adlandırılarak uygulama alanına getirilmek istenmiştir. Son
yıllarda küreselleşme eğilimleri kentlerin ortasına büyük çarşılar ve alış
veriş merkezleri ile girerek var olan yapıları alt üst ederken, yerel yönetimler
bunları dengelemek üzere merkezi alanlarda yeşil alan uygulamalarını öne
çıkarmaktadırlar. Batı dünyasının önde gelen büyük kentlerinde, büyük kent
ormanları ya da milli parkların daha geniş ve büyük projeler olarak devreye
sokulmaya çalışıldığı görülmektedir. Büyük devletler giderek artan nüfusun gereksinmelerini
karşılayabilmek için büyük yeşil alanlar yaratırken, Türkiye’nin bu konuda
geride kalması ve adam başına düşen yeşil alan araştırmalarında sürekli olarak
geride kalması üzerinde düşünülmesi gereken milli parklar konusunu gündeme
getirmektedir. Türkiye’nin bu sorunu Millet Bahçeleri adıyla geliştirilmekte
olan yeni proje doğrultusunda çözebilmesi için, bütün Türkiye’yi kapsayacak
düzeyde geniş plan ve projeler ile hareket edilmesi gerekmektedir. Ülkenin su
kaynakları doğal yapısı, fiziki coğrafyanın konumu gibi öncelikli konular
incelenmeden böylesine bir proje gerçekleştirilemez. Su kaynaklarını
emperyalizmin kendi çıkarları için oluşturduğu bölgesel projelerden
kurtaramayan Türk devletinin yurt düzeyinde Millet Bahçelerini hizmete sokması hayal
gibi görünmektedir. Ayrıca, Millet Bahçesi yapılacağı gerekçesi ile birçok
tarihi eserin de ortadan kaldırılması ya da yeni alış veriş merkezleri
kurulması gibi olumsuz adımlar, Millet bahçelerinin faydalarını azaltmaktadır. Bu
tür yeşil alanların bütün halk kesimlerinin özgürce gelerek yaşayacağı ve diğer
insanlarla kaynaşarak millet olmanın heyecanı ve gururunu hissedeceği kamusal
alanlar olması gerekmektedir.
İkinci
uluslaşma projesi doğrultusunda öncelikli olarak ele alınarak yeniden
yapılanması sağlanacak alan eğitim sektörüdür. Her devletin kendi vatandaşını
ulusunun bir parçası olarak yetiştireceği ve dünyadaki gelişmeler doğrultusunda
yenilenmiş bir ulusal yapının oluşturulması için ele alınarak düzeltilmesi
gerekli olan alan eğitim sektörüdür. Devletin kurucu önderi Atatürk ile
birlikte milli kültürü ve yönetimi temsil eden bütün büyük adamların, Türk
ulusunun gelecekteki yöneticileri olarak yetiştirilmeleri gereken genç
kuşaklara tanıtılması ve öğretilmesine öncelik verilmelidir. İlköğretim de Türk
tarihinin büyük temsilcileri ve olaylarının yeterince çocuklara anlatılacağı
bir müfredat programına gereksinme vardır. Orta öğretim de geleceğin
yurttaşları olarak Türklüğü temsil edecek yeni kuşaklara geniş bir bakış
açısıyla yurttaşlık bilgileri dersi tam olarak okutulmalıdır. Ayrıca Türkiye
Cumhuriyeti devletinin dayandığı temel ilkeleri öğreten bir Atatürk İlkeleri
dersinin hem orta hem de yüksek öğretimde anlatılması gerekmektedir. Özellikle uluslaşma
sürecinin tamamlanabilmesi için tarihten gelen bilgiler ile var olan dünyanın
gerçeklikleri bir araya getirilerek orta ve yüksek öğretim derslerinde geleceğin
vatandaşlarına anlatılmalıdır. Böylece genel kültürü yüksek düzeyde
yetiştirilecek Türk gençlerinden geleceğin yöneticileri ve önderlerinin çıkması
mümkün olacaktır. Milli devletin devamını sağlayacak ve uluslaşma sürecini
tamamlayacak her türlü eğitimin sistemli bir biçimde Türk gençlerine
anlatılabilmesi için, Milli Eğitim
Bakanlığının yenilenen eğitim programlarını hazırlayarak bir an önce uygulamaya
başlaması gerekmektedir. Türk milletinin geleceği ikinci uluslaşma programı ile
tamamlanacak yeni bir eğitim reformundan geçmektedir.
Ulus
devletlerde bir devlet merkezi olarak başkent konumunda şehir bulunur. O kentteki
devlet yapılanmasının da gene başkentte yer alacak bir biçimde milli merkezi
bulunur. Milli merkezi bulunmayan ülkelerde her kamu kurumundan farklı seslerin
çıkması ile birlikte tam bir kafa karışıklığı ortamı ortaya çıkmaktadır. Demokrasi
adına her düşüncenin özgürce örgütlendiği ülkelerde, farklı yöndeki partiler
halk çoğunluğunun oy desteği ile iktidara gelebilir. Milliyetçiliğe karşı çıkan
liberal, demokrat, şeriatçı ya da komünist gibi ideolojik partiler iktidara
gelebilirler ya da koalisyonlara katılarak devlet yönetiminde söz sahibi olabilirler.
Bu gibi partilerin ya da iktidarların kendi çizgilerinde geliştirdikleri
politikalar, zaman içerisinde devletin milli kimliğini olduğu kadar toplumların
ulusal yapılarını da bozabilir. Ulus devletlerin böylesine karşıt ideolojik
partilerin yönetimi altına girdiği aşamalarda büyük siyasal bunalım dönemleri
ile karşılaşılmaktadır. İdeolojik partiler devleti kendi çizgilerini çekmeye
çalışırken, devletin ulusal yapıdaki kurumlarının kendi alanları ile ilgili
olarak devreye girdikleri aşamalarda, gene siyasal sürtüşme dönemlerine
düşülmekte ve bu gibi durumlarda ulusal yapılar sarsıntı geçirdiği gibi,
devletler de ya yönetilemez durumlara düşmekte ya da çökme aşamasına gelerek
gelecekte yok olma gibi olumsuz bir gelişme ile karşı karşıya gelinmektedir. Her
milli devleti bu gibi durumlardan kurtaracak bir doğrultuda yeni uluslaşma programlarına
yeniden kaçınılmaz bir biçimde ileri ülkelerde gereksinme duyulmaktadır.
Milli
devletlerin milliyetçilik karşıtı siyasal iktidarların iş başına gelmeleri ya
da emperyalist güçlerin baskıları altına sürüklenmeleri gibi kendilerini yok
edebilecek tahditlere karşı devleti ve toplumu ulusal çizgide ayakta tutacak milli
durum merkezlerine son yıllarda gerek duyulmaktadır. Önceleri her devletin
kendi istihbarat örgütleri aracılığı ile tehditlere karşı mücadele ettiği dönem
artık geride kalmıştır. İstihbarat örgütlerinin getirdiği bilgilerin ele
alınarak değerlendirildiği ve bu gibi durumlarda aciliyet sıralarının
belirlendiği, düşünce kuruluşları ya da batılı dillerdeki adıyla” thinktank”ların
devlet güvencesi altında kurularak etkin bir biçimde çalıştırılmaları
gerekmektedir. Ulus devletlerin ve ulusal toplumların ayakta kalabilmeleri ve
yollarına devam edebilmeleri açısından, ülkeyi yükseltecek bir çizgide milli
durum merkezi oluşumunun etkin bir biçimde kurulması gereklidir. Her kafadan
çıkacak sese yanıt verecek, her türlü ideoloji ya da emperyal saldırıya karşı milli
duruşu güvence altına alacak, siyasal gelişmeleri milliyetçilik açısından
değerlendirecek bir milli durum merkezinin fazla gecikmeden kurulmasıyla,
devletlerin küresel şirketlerin saldırılarına karşı kendilerini korumalarını
sağlayacak bir siyasal denge düzeni merkezde oluşturulabilecektir. Devletlerin
başkentlerdeki örgütsel varlığının sistemli bir biçimde korunabilmesi için
ülkede var olan ulusal insiyatifi ve refleksi temsil ederek, gerektiğinde
devreye girebilecek biçimde bir milli durum merkezinin kurulması zorunlu
görülmektedir. Ulusal yapıyı ancak milli durum merkezi koruyacaktır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder