MARK’S
YANILDI AMA ATATÜRK HAKLI ÇIKTI
Karl
Marks’ın getirmiş olduğu sosyalist tezler üzerine geliştirilen
ideolojik devlet olarak, Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği kurulduktan sonra üç çeyrek yüzyıl ayakta
kalabilmiştir. Dünya konjonktüründeki gelişmeler, dünyanın en geniş
topraklarına yayılmış olan sosyalist
imparatorluğu dağıtma noktasına getirince, Moskova merkezli resmi sosyalizm açıklamaları sona ermiş ve
bir büyük tartışma sosyalizm sonrası
dönemde başlatılmıştır. Sosyalizmin yanlışlığı ya da eksikliği, Sovyetler
Birliğinin oluşturduğu resmi sosyalist düzenin
hatalı olup olmadığı, kapitalist sistemin perde arkasından kendisine
bağımlı bir sosyalist düzen kurduğu ve böylesine bir örgütlenmeye olan
gereksinme ortadan kalkınca, sosyalist sistemin arkasındaki desteklerin
çekilerek bir büyük çöküş senaryosunun gerçekleştirildiği, Sovyetler Birliğini yöneten Rusya komünist partisinin çok büyük hatalar
yapmasıyla sosyalist sisteminin çöküşüne
yol açıldığı gibi iddialar zamanla öne
sürülmüş ve sosyalist ideolojinin oluşturduğu
imparatorluk yapılanmasının, neden kısa zaman içinde yıkılma aşamasına geldiği
her yönü ile araştırma ve tartışma konusu olmuştur. Tartışmalar genişledikçe ve
konunun ayrıntılarına girince, sosyalizmi bilimsel bir düzene kavuşturma
iddiasındaki Karl Marks’ın yanıldığı ve yanlış değerlendirmeler ve açıklamalar yaparak sosyalist ideolojiyi hatalı
yönlere sevk ettiği ve bu yüzden de
Marks’ın kurmuş olduğu sosyalist ideolojiyi yönlendiren görüşlerinin
yanlışlar içinde olduğu, bu yüzden Karl Marks’ın yanıldığı zaman zaman
ileri sürülebilmiştir.
Toplumsal
yaşamın bir bütünsellik içinde sosyal sınıflar açısından ele alındığı
aşamada kent soylu bir sınıf olarak
burjuvazinin zamanla dağılmaya ya da
çöküşe kaymasıyla birlikte bu kez
burjuva sınıfının yerini işçi sınıfı
olarak proleteryanın alacağı, Karl Marks’ın geliştirmiş olduğu tarihsel diyalektik
anlayışının ana ilkelerinden birisi olarak
öne sürülmüştür. Avrupa kıtasındaki sömürgeci devletlerin dünya
kıtalarını kendi aralarında paylaşarak sömürgeciliğe yönelmeleri ile
birlikte batı ülkelerinde zamanla büyük
sermaye birikimleri meydana gelmiştir. Sermayenin zamanla çok büyümesi ve tekelci
şirketleri ortaya çıkarmasıyla birlikte de kapitalizm bir ekonomik yaşam düzeni
olarak öne çıkmıştır. Beş yüz yılı geride bırakan kapitalist sistem bu kadar
zaman geride kaldıktan sonra ilgili
çevreler aracılığı ile yeniden değerlendirmeye alınınca beş yüzyıllık
birikimin ortaya getirdiği bazı gerçekler ile birlikte sosyalizm ele alınmaya başlanmıştır. Geçmişten gelen
bilgiler ile kapitalizm yeniden değerlendirilirken, sistemin geleceği de ele
alınarak önümüzdeki dönemlerin nasıl
gelişeceği sorusuna yanıt arayan yaklaşımlar yapılmakta ve kapitalizmin gelecekte bu hali ile uygulama
alanında olup olmayacağı
sorgulanmaktadır. Kapitalizmin ne olacağı sorusuna yanıt aranırken,
sosyalizmin bir alternatif düzen olarak nasıl devrede olacağı konusu üzerinde hassas biçimlerde tartışılmaktadır.
Karl
Marks’ın bilimsel olduğunu ileri sürdüğü sosyalizm anlayışında, sınıf
savaşları giderek keskinleşecek ve zamanla büyüyen işçi sınıfının proleterya
devrimi yaparak burjuva sınıfını tahtından indirecektir. Böylece burjuva sınıfının çöküşünden sonra bir
proleterya diktatörlüğüne geçileceği
gibi bir değişim öne sürülmekte, proleterya burjuvazinin yerini alırken,
bir baskı rejimi oluşturacak olan proleteryanın burjuva sınıfını bir büyük
devrim ile ortadan kaldıracağı gibi bir
dönüşüm Marksizm tarafından şiddetle
savunulmaktadır. Böylesine bir değişimin gerçekleşebilmesi için zamanla burjuva
sınıfının proleterya diktatörlüğü
tarafından yok edileceği, kurulan diktatörlüğün baskı rejimi altında da geride kalan burjuvaların tek tek
temizlenerek bütün toplumsal yapının
proleterleşmesinin ve sonunda
ortaya bütünüyle işçileşmiş bir emek toplumunun çıkacağı ileri sürülmüştür. Kapitalizme geçiş ile
ortaya çıkan burjuvazinin, sistemin çöküşü ile birlikte sosyalizme geçilirken proleterya tarafından yok edileceği düşüncesi,
Karl Marks’ın ortaya attığı teorinin ana
fikirlerinden birisidir. Ne var ki, ortaçağ sonrasında aradan geçen beş yüzyıllık dönemde böylesine
bir değişimin hiçbir biçimde
gerçekleşmemesi yüzünden, Karl Marks’ın
yanıldığını ve bu yüzden Marksizmin hatalı bir dünya anlayışı olduğu öne
sürülmektedir.
Marks’a
göre proleterya sınıfı öylesine
gelişecek ki, sonunda iktidarı ele
geçirerek yapacağı bir darbe ile devleti
işçi sınıfının diktatörlüğüne dönüştürecektir. Bu aşamadan sonra devlet
ile birlikte toplumda proleterya
diktatörlüğünün egemenliği altına
girecektir. Kent soyluluğun kökünün temizlenmesi ile birlikte herkes
işçileşecek ve ortaya bir işçi sınıfı diktatörlüğü çıkacaktır. Marks bu
görüşlerini Avrupa ülkelerinde 1848
devrimlerinin gündeme geldiği aşamada öne sürmüştür. O dönemde sömürgeci Avrupa
ülkelerinde, atölyeler uygulamasından
fabrikalar düzenine doğru bir geçiş
aşaması yaşandığı için, hızla işçi sayısının arttığı ve bunların sendikalar
çatısı altında bir araya gelerek sosyalizm öncesinde sendikalizm akımını
gerçekleştirdikleri görülmüştür. Binlerce işçinin sendika örgütlerinin çatısı
altında bir araya gelmesiyle birlikte sendikalizm ihtilalciliğe doğru yönelmiştir. İhtilalci sendikaların
patronların kapitalist düzenini bozmaması için, ihtilalci sendikalizme karşı
sosyalizm bilimsel bir sistem olarak hazırlanıyordu. Batı Avrupa’nın zengin
ülkelerinde meydana gelen bu gibi gelişmeler, daha sonraki dönemde yirminci
yüzyılın karşı kutubu olan sosyalist sistemin Rusya’da kurulmasına yol açmıştır. Ne var ki, Rusya’daki sosyalist
sistem işçi sınıfı olmadığı için
Bolşevizmin örgütlediği dışarıdan gelen aydınlar tarafından
oluşturulmuştur.
Karl
Marks’ın proleterya diktatörlüğü ya da devrimciliği hakkındaki görüşlerinin
hatalı çıkmasına rağmen, sermayenin birikimi ya da kapitalizmin bir
sermaye diktatörlüğü olarak ortaya çıkması
konularında, Marks’ın bu kez haklı çıktığı görülmektedir. Sermayenin
tekelci şirketler ve patronlar gibi ciddi anlamda azınlığın elinde birikmesi
ile birlikte, servet ve fırsat
eşitsizliği ortaya çıkınca burjuva
toplumlarının bu yüzden yüksek oranlarda haksızlık ve adaletsizlik durumları ile karşı
karşıya geldikleri anlaşılmaktadır. Böylesine haksız bir toplum
yapısında her türlü adaletsizliği ortadan kaldırmak üzere sosyalizmin çoktan devreye girerek uluslararası alanda yeni bir yapılanmayı
başlatması gerekirken, gerçekte böylesine bir gelişme uzun süre çok
beklenmesine rağmen bir türlü gerçekleşmeyerek
hayal kırıklığına neden olmuştur. Bu durumda daha farklı sorunlar ile
karşı karşıya gelindiği için insanlık
yeni siyasal düşüncelere ve çözümlere yönelmek durumunda kalmıştır. Tarih
boyunca kapitalizme alternatif olarak öne çıkması beklenen sosyalizmin bir
türlü toparlanamaması ve dünyanın değişik bölgelerinde birbirinden farklı
uygulamaların öne çıkması ile birlikte, sermaye düzeni olarak kapitalist
sistemin müdahaleleri de sosyalizmin alternatif bir siyasal düzen olarak devreye girmesini engellemiştir.
Vahşi kapitalizmin çizmeleri altına alarak ezdiği bütün ekonomik yapılar zamanla çöküşe
geçerken, kapitalist sistemin kendi çıkarları doğrultusunda dünyaya empoze
ettiği farklı uygulamalar, dış
müdahaleler aracılığı ile gündeme getirilmiştir. İnsanlık tarihi bir özgürlük
eşitlik dengesi içinde gelişirken, sermaye sahibi güçlüler özgürlüğü kendi
çıkarları doğrultusunda kullanmışlar onların yoksulluğa mahkûm ettiği halk
kitleleri ise bu haksızlığa itiraz ederek ve bir eşitlik mücadelesine girerek
sosyalizmi insanlık tarihine kazandırmışlardır. Yaşam kavgası içinde güçlüler
baskın çıkarken halk kitleleri ezilmek
durumunda kalmış ve böylesine bir süreç tarihin dönemeçlerinde kırılma
noktaları ortaya çıkararak sosyalist
devrimlere giden yolu açmıştır. Sosyalizm ve benzeri akımlar bir
alternatif olarak devreye giremediği zaman, kapitalizm hızla gelişmiş ve
karşısındaki halk kitlelerini ezme doğrultusunda her türlü baskı ve şiddet
yolunu kullanmıştır. Zenginler her geçen gün daha da zenginleşirken, ezilen insan yığınları yoksulluktan sonra
açlığa da mahkum edilerek vahşi bir
düzen altında kapitalizmin çizmeleri altında yaşam haklarını kaybetmişlerdir. Böylesine
haksız bir gelişmeye karşı insanlığın karşı çıkışı ve eşitlik arayışı ancak sosyalizm ile mümkün olabilmiştir. Halk
kitleleri eşitsizliğin bedelini öderken zengin sınıflar ile orta sınıflar
arasındaki ekonomik uçurum fazlasıyla genişlemiştir. Piyasa ekonomisi sürekli
olarak zenginleri korurken orta tabakalara
sahip çıkmayarak onların ezilerek alt tabakalara doğru inişe geçmelerine
uygun zemin hazırlamıştır.
Genel
anlamda bir avuç aşırı zenginin çıkarları doğrultusunda ekonominin belirleyici kuralları karar altına
alınırken giderek artan eşitsizlik
uçurumlarının bütün kapitalist ülkelerin sosyo-ekonomik düzenlerini alt üst ettiği görülmüştür. Dış ticaretin
artırılmasıyla zenginleşme olunca bir
çok ülkede üretim düzenlerine son verilerek halk kitleleri işsizliğe mahkum
edilmiştir. Bu doğrultuda bütün ülkelerde gelir dağılımı ile fırsat eşitliği
gibi konular en ön planda gelen tartışma konuları olmuştur. Eşitsizlik
uçurumları ülkelerde ekonomik açıdan fazlasıyla adil olmayan durumlara neden
olurken, dikkatli ve iyi bölüşüm düzenleri yaratılarak bu gibi olumsuz
durumların önlenebileceği ileri
sürülmüştür. Geçmişin sorunları doğrultusunda karamsarlığa kapılan
çevreler umutsuz bir biçimde sosyalist devrim arayışına girerlerken, milli gelirin daha iyi bölüşümü ile
eşitsizliğin giderilebileceği, ayrıca devletin araya girerek müdahale etmesiyle
gerçekleştirilecek maliye ve vergi reformları aracılığı ile de ülkede
daha dengeli bir ekonomik yaşam düzeni oluşturulabileceği savunulmaya
başlanmıştır. Ekonomistler ekonomik
sorunları kapitalist sistem içinde kalarak çözüme kavuşturmaya çalışırlarken,
iki asır önce kapitalist sistemin çökeceğini söyleyen Karl Marks bugünkü
dönüşüm aşamasında yeniden tartışılmaya
başlanmıştır.
Karl
Marks on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki ihtilalci sendikalizm
başkaldırılarına karşı proleterya diktatörlüğünü savunurken, burjuvazinin
çökeceğini ve daha sonra da bir
sosyalist devrim ile işçi
sınıfının siyasal iktidara el koyacağını öne sürüyordu. Yoksul işçilerin
sefalet düzeni içinde bir devrim yapmaları beklenemezdi. Üretim araçlarını
elinde tutan burjuvazinin karşısında yer alan çalışan halk kitlelerinin zaman
içerisinde mülksüzleştirilmeleri ile
yoksulluğa mahkum edilmeleri, ülkede orta sınıfların varlığına son vererek bir avuç aşırı zengin kapitalistin diktasını
beraberinde gündeme getiriyordu. Üretim araçları zamanla belirli ellerde
toplanarak merkezileşiyor ve emek giderek ucuzlayarak işçilerin
yoksulluğuna neden oluyordu. Sistem
içinde başlatılan mülksüzleştirme
zamanla daha üst tabakalara da sıçrayarak toplumda geniş bir
yoksulluğun tırmanmasına neden
oluyordu. Böylesine güçlenen bir sınıf savaşı sonucunda bütün sınıflar ortadan kalkarken, proleterya ülkede
düzeni yeniden adil ve eşitlikçi bir düzen kurmak üzere devrim yaparak siyasal gücü eline
geçirecekti. Bu aşamadan sonra da proleterya diktatörlüğü denilen yeni yaşam
düzenine geçilirken kapitalizm bir rejim
olarak sona erecek ve yeni yaşam düzeni
olarak sosyalist rejime geçilecekti. Böylece işçi sınıfının diktatörlüğü
sayesinde zengin burjuvazi dağıtılarak
emekçilerin egemen olduğu adil bir yaşam düzeni eşitlik ortamı sayesinde
gerçekleştirilecekti.
İkinci
dünya savaşı sonrası dönemin düşünürlerinin
görüşleri ise Karl Marks’dan çok
farklı bir biçimde ayrılıyordu. Kapitalizm geliştikçe milli gelir artacak ve daha adil bir bölüşüm ile bireylerin geliri artacağı için yoksulluk da
kalmayacak ve sosyalist bir devrim yapılmadan sosyal demokrasi uygulamaları çerçevesinde sorunlar
çözülebilecekti. Kapitalist sistemin teknolojik
yapılanmaya yönelerek yüksek bir verimlilik ile çalışmaya devam etmesi,
toplum içinde daha eşit ve adil bir düzen kurulmasına yardımcı olacağı için
toplumsal patlamalar önlenerek, sosyalist düzeni kuracak bir proleterya devrimine ve diktatörlüğüne gerek
kalmayacaktı. Yeni dönemin kapitalizm karşıtı
güçler kaptalizmin zaaflarından değil ama ortaya koyacağı feragatlerin faziletlerinden doğacağı için çöküş sonrası geçiş döneminde
toplumsal patlama ya da devrimler olmayacak, aksine sistemin çalışmaya devam
etmesiyle değişim zaman içinde
kendiliğinden gerçekleşecekti. Böylesine bir süreç içinde Karl Marks’ın devrimci görüşlerine yer kalmıyordu çünkü daha adil bölüşüm ile çalışan halk kitleleri
sisteme entegre olarak, haksızlığın ve eşitsizliğin neden olduğu
yoksulluğun önüne geçiyordu.
Post-kapitalist
dönem denilen kapitalizm ötesi toplum
yapılanması içinde Marksizmin ideoloji olarak komünizm de siyasal sistem olarak
çökmüştür. Kapitalizmin aşırı gelişme ile doruk noktasına gelmesi üzerine, toplumsal
yapının kapitalizm ötesi yeni bir
sosyal düzene doğru bir dönüşümü öne çıkardığı anlaşılmaktadır. Kapitalizmin
kaçınılmaz çelişkilerini, yabancılaşmayı, yoksulluğu, açlığı ve sefilleşmeyi alt
ederek ortadan kaldıran bir oluşum olarak prodüktive devrimi gerçekleşmiştir . Artan
verim ile birlikte emekli sandıkları büyük kapitalistlerin yerini almıştır. Bu yardımlaşma örgütleri büyük ekonomik
güçlere kavuşunca, zenginlerle rekabet edebilecek düzeyde bir ekonomik güce
sahip olan sandık örgütlerinin çalışan
halk kitleleri ve emekçi kesimler adına
ülkedeki üretim araçlarını yönlendirme aşamasına geldikleri
görülmektedir. Üretim araçları sermayenin kontrolu dışına çıkınca, sosyo-ekonomik dengeler yeniden oluşturulmuş ve artan
verimliliğin getirdiği zenginlik ve
kaynaklar iyi kullanılarak ve ülkede
doğal kaynaklar yeniden yapılandırılarak, daha akılcı bir yönetim düzeni bilgi
temelli olarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bütün bu değişimler kapitalist
sistem devam ederken gündeme geldiği için, sistem çökmeden kendini yenileyerek
yola devam edebilmenin arayışı içine girilmiştir. Böylesine yeni bir durum
giderek kurumlaşırken, Marks’ınproleterya devrimi düşüncesi iyice gündemin gerisinde kalmıştır. Zamanla kapitalizm gelişerek yok olmamış ve sosyalizm gelmemiş ama aksine
sistem kendini yenileyerek
küresel emperyalizmin
kuruculuğuna yönelmiştir.
Karl
Marks’ın en büyük yanılgısı işçi
sınıfının yok oluşunu önceden tahmin
edememesidir. Sendikalizm ihtilalcilik
döneminde yüz binlerce hatta daha da
ileri giderek milyonlarca insanın sendikaların çatısı altında bir araya gelmesi
ile oluşan bir işçi sınıfı örgütlenmesiyken, daha sonraları Karl Marks’ın
öncülüğünde sosyalist aydınların kurucusu olduğu sosyalist partiler
sendikaların yerine geçmiş ve sendikalizmin yerini sosyalizm almıştır.
Sosyalist partiler sendikalar gibi tam anlamıyla bir işçi sınıfı örgütlenmesi
olamamışlar, bunun yerine sosyalist aydınların da katıldığı ve öncülük ettiği
siyasal yapılanmalar olarak tarih
sahnesinde yerlerini almışlardır. Sendikalizm’den sosyalizme geçiş
sayesinde işveren sınıfını oluşturan
patronlar, sendikalar üzerinden işçi sınıfı ile karşı karşıya kalmaktan
kurtulmuşlardır. Araya aydınların öncülüğündeki sosyalist partiler girerek,
demokrasilerin sosyalleşmesini sağlamışlardır. Batının gelişmiş ülkelerinde bu
yoldan sosyal demokrasilere geçilmesi de
sendikacıları ayrıcalıklı bir sınıf haline getirmiş ve böylece işçi sınıfının mücadele gücü sendika örgütleri aracılığı ile ayrı bir çizgiye çekilmiştir. Sendika örgütleri patron
örgütleri ile masaya oturarak ekonomik
konuları görüşmeye başlayınca, işçi sınıfının devrimci mücadelesi sona ermiş ve zaman içerisinde proletrya denilen işçi ve emekçi kitleleri dağılarak yok olma
aşamasına gelmişlerdir. Kapitalist sistemin
işveren örgütleri gibi işçi örgütleri de sermaye sisteminin mantığı doğrultusunda
çalışmalara başladığı noktada artık işçi
sınıfı tarihte kalmış, onun yerine sistemden payını alan sendikalar üzerinden,
liberal sosyal demokrasi düzenine geçilmiştir. Sendikaların işveren örgütleri
ile ortak çalışmaya başlaması üzerine işçi
sınıfı çalışan halk kitlesi olarak adlandırılmaya başlanmıştır.
Proleterya
diktatörlüğünün ortadan kalmasına neden olan
işçi sınıfının yok olması oluşumu
dünyanın gelmiş olduğu teknolojik seviyenin bir sonucudur. Sovyetler Birliği’ni
kurmuş olan sosyalist devrimin daha
sonra bütün dünya ülkelerinde işçi sınıfının devrimci mücadelesi ile
gerçekleşeceği biçimindeki Marksist öngörü, kapitalist sistem içinde meydana gelen
teknolojik devrim nedeniyle gerçekleşememiş ve Karl Marks’ın bir yanılgısı olarak
tarihteki yerini almıştır. İnsanlık son dönemlerde her alanda ileri teknoloji devrimlerine sahne olurken, her
yeni gelen teknolojik buluşun ya da yeniliğin uygulamaya aktarılması ile
birlikte binlerce işçinin işsiz kalarak işçi statüsünden uzaklaştıkları
görülmektedir. Elektronik alanda meydana gelen büyük devrim tüm fabrikaları ve üretim merkezlerini
doğrudan etkileyerek yapı değişikliğine zorlamıştır. Önceden bin kişi ile
çalışan fabrikaların bugün on ya da yüz
kişiyle çalıştığı görülürse, teknolojik
yenilenmelerin önümüzdeki dönemde bütünüyle
üretim düzenini etkileyeceği ve
işçi sayısını onda birlere düşürerek işsiz halk kitleleri yaratacağı
anlaşılmaktadır. Kapitalist sistemin kendisini normal çalışma düzeni içinde
yenilemesiyle işçi ve çalışanların statüleri yeniden belirlenirken, bir de yeni
teknolojilerin insansız yapılanmalarının
elektronik bilimi aracılığı ile uygulamaya konulması ile de, çalışan halk
kitleleri içinde işsiz kalan kişilerin
sayıları her geçen gün artmaktadır.
Sanayi alanında 4,0 ya da 5.0 gibi yeni düzen arayışları uygulama alanına
aktarıldıkça, yeni teknolojinin işçi
sınıfını yendiği görülmektedir. Sürekli olarak teknoloji yenilenmesiyle
sürdürülen kapitalizmin, bilinen yapısını geride bıraktığı ve ileri
teknoloji üreten post kapitalist dönemin üretim düzenine geçildiği
görülmektedir. Yenilenen teknolojinin üretim alanında yol açtığı veri paylaşımı
ve elektronik otomasyon dönüşümü hızla
üretim düzenlerini değiştirerek tüm dünyayı yenilemektedir. Akıllı teknolojilerin
uygulamaya başlanması ile birlikte, bütün dünya geleceğin düzenine uyum sağlama
yarışına kalkışmaktadır.
Akıllı
teknolojiler aracılığı ile gerçekleştirilen akıllı fabrikalar döneminde işçi sınıfına olan ihtiyaç iyice gerilemekte
ve son teknolojiyi iyi bilen birkaç kişilik gruplar fabrikaların üretim
biçimlerini belirlemektedirler. Ayrıca içinde hiçbir insanın çalışmadığı sadece
yüksek teknoloik üretim amacıyla
robotların çalıştığı karanlık fabrikalar düzeni de günümüzde gerçekleştirilmiştir. Endüstriyel
alanın ve üretim düzeninin hızla dijital bir yenilenmeye yönelmesi işçi
sınıfının küçülmesine neden olmuştur. Makinalaşma yolu ile ileri teknolojiye teslim olan
bugünün devletleri, aralarındaki rekabet yüzünden ileri teknolojiye
kilitlenerek ve bu alandaki bütün yenilikleri izleyerek, en kısa zamanda bu
yeni duruma uyumlu bir düzene geçebilmenin arayışları içinde olmuşlardır.
Çağdaş bilimin en ileri aşamasının buluşu olan yapay zekanın her alanda
denemeye alınması ve bunun yönetiminde bir üretim düzenine geçilmesi de işçi
sınıfının aleyhine yenilikler getirmektedir. Teknolojiye teslim olan bir
işçi sınıfının her yenilikte güç kaybetmesi de, proleteryanın bir sınıf olarak
ortadan kalkmasına giden yolu açmakta ve bu nedenle Marksist bir proleterya diktatörlüğünün
hiçbir zaman gerçekleşemeyeceği gibi bir yeni durumu öne çıkarmaktadır. İnsanların
zaman içinde yabancılaşarak makinalara teslim olması ve makinalaşan düzenin
temsilcisi olarak robotların her alanda kullanılmaya başlanmasıyla işçi sınıfı
üretim dışında kalarak tarihin tozlu sayfalarında yerini almaya doğru
sürüklenmektedir. İleri teknolojinin her şeyi
makinalaştırdığı bir aşamada her alanda insansızlaştırma olgusu öne çıkmakta ve bir insan unsurunun
örgütlenmesi olarak proleteryanın devre dışı kalmasıbu yoldan sağlanmaktadır.
Yapay zeka uygulamalarının bilinçli olarak insansızlaştırılması da, işçi
sınıfını üretim alanından uzak tutan bir uygulama olarak bugünün koşullarında
uygulanmaktadır. Kapitalizm teknolojik devrimi geliştirerek uygularken, daha az
insan ile daha çok iş üretebilmenin çabası içine girmiştir. Yarının dünyasının
yaratılmasında ileri teknoloji giderek egemen konuma gelmektedir.
Marks’a
göre değer üreten ve üretim aracılığı ile ortaya ürün koyabilen güç ancak canlı
emekte vardır. İnsanlar ancak çalışarak
emeklerinin ürünü olan üretim sayesinde yaşamlarını sürdürmektedirler.
Üretimde artan otomasyon ve dijitalleşme
kaçınılmaz olarak karışıklıklar yaratarak
bunalımlara yol açabilmektedir. Dijitalleşme maliyetsiz üretim sağlamakta ve işçiler olmadan doğrudan mekanik bir
biçimde üretim yapabilmektedir. Marksizm
teknolojik yeniliklerin üretimde kullanımlarının kazanç oranlarını düşüreceğini söylemektedir.
Bu durumda internet üzerinden yapılan değer üretiminin, Marksist değer teorisi
ile açıklanabilme şansı giderek ortadan
kalkmaktadır. İnternet üzerinden yapılan işlemler ile bilginin paylaşılması, sonsuz bir biçimde
yapılanmalar sağlanması ile ve sosyal
medyada düşünce ürünlerinin paylaşılmasının emek-değer teorisi ile
açıklanabilmesi mümkün görünmemektedir. Dijital üretime geçiş aracılığı ile
kapitalist üretim düzenlerinde
önemli sıçramalar elde edilerek, kazanç
oranlarının eskisinden çok fazla düzeyde artmasına giden yol açılmıştır.
İnternet kullanımının yaygınlaşması da
çalışan işçi sayında önemli oranlarda düşüşlere neden olmaktadır.
Robotlar aracılığı ile üretimin ve kazanç paylarının fazlasıyla artırılabilmesi
kontrol dışı bir durum yaratmaktadır. Bugün kol emeği biterken herkesin nitelikli ve yaratıcı işlerde
çalışabileceği bir elektronik üretim ve çalışma düzenine doğru geçiş
süreci yaşanmaktadır. Artık kaba gücün
yerini elektronik ve teknolojik güçler alırken , sınıfsal kavgalar aracılığı ile sosyal devrimler gerçekleştirme dönemi de
geride kalmaktadır.
Marks’ın
öngörülerinin, çağdaş dünyadaki gelişmelerin ortaya çıkardığı değişim süreci
tarafından devre dışı bırakıldığı bir aşamada, çalışan halk kitlelerinin
toplumsal düzenden dışlandığı, üretimin elektronik alana kaydırılmasıyla
birlikte işçi kitlelerinin sınıfsal birlik ve bütünlük düzeninden uzaklaştırıldığı bir aşamaya
gelinmektedir. Bilginin kapitalist kullanımı bilgiyi daha değerli bir duruma
getirirken ve tek amaçları daha fazla
kazanç elde etmek olan kapitalist merkezler
teknolojik rekabeti tırmandırırken, hem maliyetleri düşürmenin yollarını
hem de nitelikli ustabaşıların denetimindeki üretimi onların elinden alarak uzaklaştırmanın yöntemlerini, elektronik devrimi iyi
kullanarak gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Üretim sürecindeki dijitalleşme
olgusu yüksek eğitimi olmayan deneyimi eksik bazı vasıfsız çalışanların işten çıkarılmalarına
yol açabilmektedir. Teknolojideki ilerlemelerin
vasıfsızlara işçi olma hakkını tanımadığı bir dünyaya doğru gelişmeler
ilerlemektedir.
Karl Marksın öngörülerine ters gelişen yaşam
süreci , işçi sınıfını giderek ortadan kaldırırken proleterya olgusunu da
tarihin tozlu sayfalarına gömmüştür. Proleterya olgusu zaman içerisinde ortadan
kalkarken, bu sınıfın gelecekte oluşturacağı proleterya devrimi de geride
kalmıştır. Ne var ki, kapitalizm her aşamada kendisini yenileyerek yoluna devam ederken toplum içindeki gelir dağılımı bozukluğu daha
da yüksek düzeylere çıkarak, insanları
her geçen gün daha fazla işsizliğe ve sefalete mahkum etmiştir. Küreselleşen kapitalizmin yeni
aşamasında partiler gibi sendikalar da anlamını yitirince, sosyal alanda bir
kaos yaşanmış ve giderek sendikalardan uzaklaşan halk kitleleri işsiz ve aç bir
durumda yoksulluğun kitle tabanını
oluşturmaya başlamışlardır. Alabildiğine esnekleşmiş bir istihdam ortamında
sürekli olarak değişen ve düzensiz
işlerde çalışarak güvencesiz bir yaşama zorlanan halk kitlelerinin
ortaya çıkardığı yeni bir alt tabaka, giderek
prekarya adı ile tarih sahnesinde yerini almaya başlamıştır. Zamanında
proleterya kavramını sonuna kadar
şiddetle savunan Marksistler, bu
kavramın ortadan kalması üzerine işçi sınıfının yerini alan işsizler grubuna prekarya adı ile
yaklaşım göstermişlerdir. Bir patronun iki dudağı arasından gelecek talimatlara
teslim olan çalışan halk kitleleri bütünüyle güvencesizlik ortamına
sürüklenirken, geçmişin sendikaları aracılığı ile bir çalışma düzenine sahip
olan işçi sınıfının çökmesi üzerine bir
avuç aşırı zengin burjuva hem kendi ülkelerinin hem de dünya düzeninin kaderine
el koymuşlardır. Eskiden sendikalar aracılığı ile kontrol edilebilen halk
kitleleri, işçi sınıfının çöküşü ile ortadan kalkan sendikaların yokluğunda
bütünüyle güvencesizliğe terk edilerek, her an patlamaya hazır yeni tehlikeli
bir alt sınıf siyasal gündeme gelmiştir. Sendika
güvencesinden yoksun olarak esnek bir düzende geçici olarak görev yapanlar, prekarya oluşumunu
tamamlayarak sosyal düzenin bozulmasını
önlemeye çalışmışlardır.
Küreselleşme
süreci her şeyi yıkarken , devlet ve
toplum düzenlerini alt üst ederken yeni
teknolojiye sahip çıkan bir yeni iş düzeni oluşturmuştur. Korkutma yolu
ile terör, baskı, sömürü, savaş ve
benzeri bütün olumsuzlukları kullanarak bir avuç patronun hegemonyasında yeni
bir dünya düzeni kurmaya çalışanlar sosyal sınıfları dağıtmıştır. Burjuvazinin içinden en zenginleri küresel
burjuva olarak uluslararası kuruluşlar aracılığı ile örgütleyerek ve elektronik iş düzeni ile de çalışanlar ile
işçileri güvencesizliğe terk ederek yeni
bir tehlikeli sınıfın ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Sermaye fazlasıyla
büyütülürken, emek alanı da olabildiğince daraltılmış ve bunun sonucunda
da işsiz güçsüz halk kitleleri
güvencesiz bir ortama sürüklenerek
toplumsal patlamaların ve kaotik
gidiş ile gelişmekte olan terörün yeni insan unsurunu oluşturmaya başlamıştır.
Küreselleşme bir avuç insanı aşırı
zengin yaparken, geride kalan bütün halk kitleleri ve diğer toplumsal tabakalar geleceği belirsiz bir kaos ortamına doğru
sürüklenmişlerdir . Gelir dağılımının son derece yüksek olduğu ülkelerde
prekarya sınıfının oluşumu daha hızlı bir biçimde gerçekleşirken, gelir dağılımı nispeten diğer ülkelere oranla düşük olan ülkelerde ise her türlü dağınıklığa rağmen prekarya
oluşumunun daha yavaş bir süreçte ortaya çıktığı görülmektedir. Çalışan
yoksullar ile işsiz güçsüz toplum kesimlerinin zamanla bir araya gelerek ortak
hareket etmeleri, küresel emperyalizmin işbirlikçileri tarafından önlenmeye
çalışılmıştır. Güvencesiz varoluş hareketinin diğer toplum kesimlerine de
yaygınlaştırılmaya çalışıldığı artık saklanamayacak bir gerçeklik olarak
toplumun önüne çıkmıştır. Gelişmiş batı ülkelerinde görülen
yarı zamanlı statülerde giderek
daha fazla insanın istihdam edilmesiyle, devlet düzeni içinde tam olarak
güvenceye bağlanmış kamu yönetimi kadrolarının ortadan kaldırılmasına başlangıç
olmuştur. Güvencesizliğin giderek tırmanmasıyla birlikte çalışanlar arasında ortaya
çıkan dışlanmışlık, öfke ve ikinci sınıf insan konumuna düşürülme gibi ruhsal depresyonlar
çalışma düzenlerini bütünüyle bozarak ciddi ekonomik sarsıntıların
yaratılmasına neden olmuştur. Geçmişin tam zamanlı ve güvenceli iş ortamından
koparılan emekçiler bir anlamda
yabancılaşarak, var olan sistemin
dışında yeni bir olumsuz yapılanmaya
mahkum edilmişlerdir.
Teorisini işçi sınıfı üzerine kurmuş olan Karl Marks,
teknolojinin proleteryayı yenerek devre dışı bırakması üzerine geleceğe dönük
öngörülerinin ortadan kalkacağı bir
aşamaya gelmiştir. Marks proleterya
devrimi ile burjuvazinin ortadan
kalkacağını söylerken, işçi sınıfının güçlenerek güçlü bir proleterya oluşumu ile sosyalist
devrimini yapılacağına kesin gözü ile bakıyordu. Böyle bir sınıf ortadan kalktığına göre artık gelecekte
bir sosyalist devrimden söz etmek mümkün olamayacaktır . Üretim güçleri
bütünüyle büyük sermaye kuruluşlarının elinde toplanması ve en ileri
teknolojinin anında büyük sermaye şirketlerinde kullanılması üzerine, burjuvazi
daha da güçlenerek dışa açılmakta ve
milli burjuva olmaktan çıkarak küresel burjuva olma aşamasına gelmektedir.
Sınır ötesi ticaret ile birlikte şirketler de küreselleşerek, uluslararası
tekelci merkezin kontrolü altına girerler . Bu tür bir gelişim süreci gelecekte bir küreselleşmeyi öngöremeyen Marksizmin iyice iflas ettiğini açıkça gözler
önüne sermektedir. İhtilalci sendikalizm dönemindeki işçi ayaklanmaları üzerine
patronların isteği üzerine önce
Manifesto’yu sonra da Kapital adını
taşıyan temel kitabını yazan Karl Marks,
sosyalizmi geleceğin sistemi olarak örgütlerken kapitalizm üzerine çalışmış ve
bu çalışmaları sonraları işçi sınıfı yerine
kendisini finanse eden
patronların işine yaramıştır. Marks Almanya’dan İngiltere’ye geçerken
uluslararası kapitalizmin etkisi altında kalmıştır. Marks’ın teorilerinin
bugünkü küreselleşme oluşumunun önünü açtığı söylenebilir. Marks bir anlamda sosyalizm
adına teori oluşturulurken, dolaylı olarak kapitalizmin aşırı ölçüde gelişmesinin önünü açılmıştır. Her
türlü yabancılaşmaya tam teşhis koyan Karl Marks, ileri teknolojinin işçi
sınıfını ortadan kaldıracağını görememiştir.
Atatürk
ise Marks’ın tamamen tersine bugün
ezilmekte olan yoksul halk kitlelerini
zamanında tespit ederek görüşlerini bu
doğrultuda geliştirmiştir. Atatürk Marks gibi bir teorisyen olmadığı için
ortaya bir doktrin koymaya çalışmamış, aksine bir eylem adamı olarak sahip
olduğu fikirlerini sistemleştirerek başarıyla uygulama alanına aktarmıştır.
Gelişen olaylar ve değişen koşullar karşısında donup kalmamak için bir teori
geliştirmenin peşinde olmamıştır. Ortaya
çıkan her olay karşısında düşüncelerini açıklamaktan çekinmeyen Mustafa Kemal, gerçekçi olarak hareket etmiş ve gelişmeler karşısında
gerçeklik kazanan durumlar karşısında
belirlediği tutumlar üzerine fikir ve görüşlerini açıklamaktan çekinmemiştir.
Yaşamda en büyük yol göstericinin bilim olduğunu dile getiren Atatürk, Marks gibi bir teorinin
içine sıkışmamış, bilimi esas alarak ve
her türlü bilimsel gelişmeye açık bir tutum izleyerek çağdaş uygarlığı
yakalayabilmenin peşinde olmuştur. Atatürk bu durumda olmayan bir proleterya
üzerinden geleceğin devrimi peşinde koşmamış aksine var olan dünya düzeni çerçevesinde
karşısına emperyalizmi alarak hareket
etmiştir. Marks, Kapitalizm-sosyalizm karşıtlığından harekete geçerken, Atatürk
emperyalizm ve mazlum uluslar arasındaki
çelişkiden yola çıkarak antiemperyalizmi
ana hareket tarzı olarak ortaya koymuştur. Atatürk sınıfsal bir bakış
açısıyla hareket etmemiş, yeryüzünde var olan devletler ve milletler
gerçeğinden yola çıkarak Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini esas
alan bir yaklaşım ile hareket etmiştir. Marksizmin sınıfsal analizleri yanlış
çıkarken, Atatürk’ün milliyetçilik ve halkçılık ilkelerinin doğruluğu bir kez
daha kanıtlanmıştır. Atatürk emperyalizmi ana hedef olarak ele alırken bu doğrultuda her alanda
antiemperyal bir mücadeleyi Türk ulusuna izlenmesi gerekli yol olarak
öneriyordu. Normal burjuvazinin yerini küresel burjuva alırken millik kavramı
daha da önem kazınıyordu. Atatürk bu yüzden bir milli devlet kurarken, enternasyonalizme
karşı çıkıyor ve milli devletlerin oluşturduğu çağdaş uygarlık ailesinin onurlu
bir üyesi olacak modern bir cumhuriyet devleti
modeliyle Türkiye’yi dünya
haritasının tam ortasında kuruyordu. Dönemler değişince Marks’ın görüşlerine uygun olarak kurulmuş
olan Sovyetler Birliği çökerek dağılıyor ama Atatürk’ün kurduğu Türkiye
Cumhuriyeti sapasağlam ayakta kalıyordu. Siyaset cahilleri son sosyalist devlet
olarak Türkiye’yi de çökertmeye
çalışmalarına rağmen emperyalizmin oyunlarını Türkiye’ye karşı kullanamıyorlardı.
Sosyalizm
gene Marks’ın görüşlerinin tersine
gelişmiş ve sanayileşmiş İngiltere ya da Almanya’da gerçekleşemiyor ama
bir kırsal alan devleti olan, sanayisi ve işçi sınıfı bulunmayan bir köylü toplumu olan Rusya’da, dışarıdan
gelen bir grup aydının batı destekli
maddi yardımlarına dayanılarak siyasal
bir sistem olarak kuruluyordu. Ne var ki dış mekanizmaların oluşturduğu
bu yapının ötesinde, aynı dönemde Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet olarak
kurulurken, bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek tarih sahnesine Türk ulusunun
çıkışı sağlanıyordu. Türk ulusunu Atatürk sınıfsal olarak ele almadığı
için Sovyetler Birliğine girilmiyor ve her türlü sınıfsal analizin ötesinde,
Avrupa devletleri gibi ulusal bir yaklaşım, milli bir politika olarak
benimseniyordu. Avrupa’nın yanında bir ulus devlet kuran Atatürk, Asya’nın ön
ve orta bölgelerinde örgütlenen sosyalist sistemin etkisiyle milliyetçilik ile
birlikte halkçılığı da benimseyerek,
bölge koşullarına uygun bir yeni sistem modeli oluşturmaya çalışıyordu. Bu yüzden
batılı ülkeler, Avrupa’nın doğusunda Asya topraklarında sosyalizmin yanı sıra farklı bir yol izleyen
Türkiye’nin rejimine de kurucusunun isminden hareket ederek Kemalizm adını
veriyorlardı. Atatürk’ün kurtuluş savaşı sırasında dile getirdiği her düşünce,
ortak liderin merkezi gücü sayesinde zamanla sistematik bir bütünlüğe sahip
olarak, kapitalizm ile sosyalizm arasında Kemalizm adıyla daha farklı bir üçüncü
yol denemesi olarak benimseniyordu.
Kemalizm
ile Marksizm ayrı ülkelerin ve dünyaların ortaya çıkardığı siyasal sistemler ya
da bu doğrultuda geliştirilen
ideolojiler olarak görülmektedir. Marksizm bir ideoloji olmasına rağmen
kendisini bilimsel sosyalizm olarak tanımlayarak çelişkiye düşmektedir… Kemalizm ise bir uygulama stratejisi ya da
siyasal sistem olarak tarih sahnesine çıkmış olmasına karşılık, kendisini
hiçbir zaman bir doktrin olarak görmemiş ve olabildiğince bilimden hareket
ederek bilimsel gelişmenin öncüsü olmaya çalışmıştır. Marksizm işçi sınıfına
dayanarak dünyayı algılamaya ve açıklamaya çalışırken, Kemalizm emperyalizm
gerçekliğini esas alarak bu soruna
karşı mazlum ulusların uyanışı ve dirilişinden yana olmuştur. Atatürk sonuna
kadar ulusalcıdır. Karl Marks ise sonuna kadar
hep enternasyonalisttir. Onun bu anlayışı daha sonraki aşamada
emperyalizmin uluslararası baskı düzeni
olarak küreselleşmeyi öne çıkarmasına giden yolu açmış ve ulus devletlerin geleceğini tehlikeye
atmıştır. Enternasyonel marşı önce komünizmin sonra da uluslararası
kapitalizmin simgesi olmuştur Türkiye ise İstiklal Marşının verdiği güç ile
ayakta kalarak bugünlere gelmiştir. Giderek bütün dünyayı hegemonyası altına
almaya çalışan küresel emperyalizm, sosyalizmin getirdiği enternasyonalizmi benimsemekte ve bu
doğrultuda enternasyonel yapılanmalara gidilmektedir. Bugün gelinen
aşamada sosyalist enternasyonel bile uluslararası kapitalist sistemin kontrolü altına girmiştir.
Atatürk
dünyaya hiçbir zaman sınıfsal bakmamış, her zaman ulusalcı bir çizgide
bakarak bütün ulusların kardeşlik
dayanışması içinde bir dünya bütünlüğü sağlayacağı doğrultuda
adım atmıştır. Halkçılık onun anlayışında sınıfsallığı ortadan
kaldırmıştır. Tekelci kapitalizm ve onun uzantısı küresel emperyalizm devam
ettiği sürece, emperyalizme karşı antiemperyalist bir karşı çıkış her zaman örgütlü olarak
dünya halklarının ve devletlerinin
işbirliği içinde gerçekleştirilecektir. Yeni yüzyılda işçi sınıfı ihtilalleri
yüz yıl geride kalırken, dünya halklarının özgürlük mücadelesinin bir büyük dayanışma içerisinde dünya
uluslarını tam anlamıyla bağımsızlık
düzenine doğru yönlendirdiği görülmektedir. İşçi sınıfı tarih olurken mazlum
ulusların dayanışması gündeme gelmiş ve beş kıtanın her bölgesinde mazlum
ulusların bağımsızlık mücadeleleri öne çıkmıştır. Emperyalizme karşı ilk
antiemperyalist ulusal kurtuluş savaşı
vererek bütün dünya uluslarına örnek olan Atatürk, haklı çıkmış ama teknolojik
gelişmeleri göremeyen, proleteryanın kayboluşunu dikkate alamayan sosyalist sistemin kurucusu Karl Marks
yanılmıştır. Şimdiye kadar görmezden gelinen bu gerçekliğin artık tam anlamıyla
ortaya konulması sayesinde dünyanın geleceğinde mazlum ulusların uyanışının
bulunduğu artık inkar edilemeyecek bir gerçeklik olarak kabul edilme
durumuna gelmiştir.
Batı
ekonomisinin bunalıma girdiği sıralarda
ve özellikle Avrupa kıtasındaki gelişmiş
ülkelerde kazanılmış sosyal ve ekonomik haklardan ödün verilmesi gibi
durumlarda, basın organları Marks’ın hayaletinin Avrupa’nın üzerinde dolaştığını dile getiren
yayınlar yapmaktadırlar. Gelişmeler karşısında
yanılan Marks’ın geride kalması gerekirken, bazı enternasyonal merkezler
gene Marks’ı kullanarak gelinen yeni aşamaları yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra
Türkiye Cumhuriyetinin yıkılmasını bekleyenler de yanılmışlardır. Türk
devleti bütün yeni gelişmeleri yerinde izleyerek gereken önlemleri almakta ve küresel emperyalizmin saldırılarına karşı
çıkarak yeni yüzyılda da yoluna devam
etmektedir. Karl Mark’s patronların
isteği doğrultusunda işçi sınıfını yapılandırırken, Das Kapital kitabı ile
Kapitalist sistemi esas alıyordu. Atatürk ise dünya savaşı sonrasında
imparatorlukların dağıldığı bir sırada verdiği savaşı ve kurduğu devleti, Nutuk
isimli kitabında ortaya koyuyordu. Yeni gelinen süper emperyalizm aşamasında
artık ana çelişki sosyalizm-kapitalizm karşıtlığı olmaktan çıkarak, küresel
şirketler ile ulus devletler zıtlığı
olarak gündeme geliyordu. Kapitalist emperyalizm bütün dünyayı ekonomi ve
piyasalar üzerinden ele geçirerek tek
bir dünya yapılanması için uğraşırken, sosyalizm iyice geride kalıyor ve yeni
zıtlaşmanın bir tarafı küresel şirketler olurken, diğer taraf da ulus devletler
olarak gün ışığına çıkıyordu. Zamanında mazlum ulusların geleceğini gören ve
dünyayı ancak mazlum ulusların yeniden yapılanması ile yönetmenin mümkün olacağını Atatürk geçen
asrın başlarında dile getiriyordu. Geldiğimiz aşamada Atatürk haklı çıkarken,
her türlü zorlamalara rağmen Marks’ın
yeniden referans olarak gündeme gelmesi mümkün görünmüyordu. İşçi sınıfı
olmadan Marks’ın teorisinin önümüzdeki dönemde yeniden öne çıkmasını beklemenin
bir düş olmaktan öteye gidemeyeceği artık kesinleşmiştir.
İşçi
sınıfı yerine mazlum ulusları esas alan Atatürk, kurmuş olduğu ulus devlet
ile her türlü emperyalizme karşı
koyarken bugün haklı çıkmıştır. Günümüzde küreselleşmeye karşı ulusal mücadele her geçen
gün yükselerek devam etmekte ama işçi sınıfı zaman içinde zayıflayarak
küçüldüğü için ortaya bir sendikal ya da
sosyalist mücadele çıkamamaktadır. Geçmişten gelen sendikal düzen işveren
örgütlenmesinin güçlenmesi nedeniyle bir işe yaramaz duruma gelmiştir. Patronların sendikacıları satın
almasıyla başlayan sarı sendikacılık giderek gelişirken, son kalan sendikaları
da işbirlikçi sendikacılar kontrol altına alarak emperyalizmin işini
kolaylaştırmışlardır. İşçi sınıfının tasfiyesinden sonra geride kalan çalışan
kitlelerin örgütlenmeleri de önlenerek, bu kesimlerin bütünüyle prekarya
oluşumlarına doğru kayıp gitmesinin yolları açılmaktadır. Robotlaşan ekonomi
ile birlikte teknolojik üretimin devre dışı bırakıldığı yeni dönemde yoksullaşan halk kitlelerinin
korunabilmesi için, yeniden halkçılık hareketlerine ya da uygulamalarına olan
ihtiyaç giderek artmaktadır. Atatürk’ün halkçı bir devlet kurduğunu,
ulusalcılığı halkçılık ile dengeleyerek daha adil ve eşitlikçi bir düzen kurmaya
çalıştığı bilinmektedir. Bu yüzden, Türkiye’nin çevresinde
dağılma, çökme ve tasfiye
rüzgarları esmeye başladığı zaman, Misakı Milli sınırları içerisinde Atatürk’ün hayaletlerinin dolaşmaya başladığı
görülebilir. Batı kapitalizmi zor durumda kalınca, Marks’ın hayaletinden medet
umuyorsa, Türkiye’de benzer biçimde olumsuz süreçlere sürüklendiği zaman bir
karşıt çıkış olarak Atatürk’ün hayaletinden söz edilebilecektir. Türk
devletinin kuruluş modelinin Atatürk ilkelerine dayanması, Atatürk’ün izlediği
politikanın haklı çıkması, küresel sermaye ile ulus devlet çatışmalarının devam etmesi ve Türk devletinin onun eseri olarak yoluna
devam etmesi gibi durumlar dikkate alındığında, Türkiye’nin üzerinde Atatürk’ün hayaletinin dolandığı söylenebilir.
Ne var ki, batı emperyalizmi zor duruma düştüğü zaman ya da gelişmiş kapitalist ülkeler bunalıma
sürüklendiği zaman Marks’ın hayaletinin Avrupa kıtasında dolaşması mümkün değildir, çünkü işçi sınıfı tarihte
kalmıştır. Ama Türkiye Cumhuriyeti ve Türk
ulusu sonsuza kadar yaşayacaktır.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder