HALKÇILIK HALKLARCILIKLA
HAKLANANAMAZ
Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Devletin temel modeli olarak kuruluş sırasında ulus devlet yapılanması benimsendiği için, Türkiye Cumhuriyeti bugünün önde gelen ulus devletleri arasında yer almaktadır. Ne var
ki, Türkiye’de ulus devlet kurulurken her şey ulusçuluk anlayışına bağlı kılınmamış,
ülkenin üzerinde kurulu bulunduğu ülke topraklarının sahip olduğu jeopolitik
özellikler nedeniyle, sadece ulusçuluk ile yetinilmeyerek siyasal rejim bölgesel
halkçılık anlayışı üzerine dayandırılmış ve ülke rejiminin temel dayanak
noktası olarak halkçılık ana düşünce olarak benimsenmiştir. Bir anlamda hem
milliyetçilik hem de halkçılık aynı zaman diliminde beraberce benimsenmişti. Avrupa’nın
yanı başında bir ulus devlet kurulurken milliyetçilik, Sovyetler Birliği gibi
bir büyük halkçı devlet modeli inşa edilirken de, halkçılık ele alınmış ve her
ikisi de birlikte benimsenerek yeni rejimin çıkış noktası olan cumhuriyet
ilkeleri arasında birlikte benimsenmişlerdir. Fransız devrimi sonrasında Avrupa’da
ulus devletler doğarken milliyetçilik hareketleri bu yeni yapılanmaya taban
oluşturmuş, milliyetçi hareketlere karşı
tepki olarak ortaya çıkan halkçılık hareketleri de, Rusya’da bir büyük ideoloji imparatorluğu
olarak doğan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin temel düşünce
yaklaşımı aracılığı ile ortaya çıkmıştır.
Türkiye böylesine büyük bir devlet ile çok uzun sınırlara sahip bir komşuluk
konumunda bulunması nedeniyle, Avrupa’dan gelen milliyetçilik anlayışını aynı
zamanda halkçılık ilkesi ile dengeleyerek, iki ayrı dünya arasında bir köprü
oluşturmaya çalışırken, yeni siyasal rejimin altı temel ilkesi arasında
milliyetçilik ile birlikte halkçılık prensibi de benimsenerek, Kemalist rejimin
iki temel taşı olarak kabul edilmişlerdir.
Ulus devletler Avrupa’sını yaratan Fransız
devrimi, milliyetçilik hareketleri ile gerçekleşme aşamasına gelmiş bir
ideolojik imparatorluk olarak modern dünyayı belirlerken, Avrupa’nın doğusunda yer alan büyük imparatorlukların çatısı altında
yaşayan halk kitleleri de halkçılık eylemleri ile kendi ülkelerinin gelecekteki
yapılanmalarında aktif rol sahibi olmaya çaba gösteriyorlardı. Avrupa
ülkelerinde üç yüz yıllık bir gelişme dönemine sahip olan ulus devletler gibi
aydınlanma hareketleri doğu imparatorluklarında pek fazla görülmediği için
toplumsal tepkiler ya da oluşumlar halkçılık anlayışı çerçevesinde gelişmeler
göstererek, siyasi tarihin belirleyici unsurları arasında yerlerini alıyorlardı.
Ortaçağ’dan çıkışı sağlayan bilimsel devrimler ve sosyal oluşumlar ulus
devletlere giden yolu açarken, diğer yandan insan topluluklarının ortak bir
ülkede aynı tarih, dil ve kültürü paylaşması da uluslaşma sürecinin yolunu
açıyordu. Özellikle imparatorluk sınırlarına ve devlet yapısına sahip olan
ülkelerde, uluslaşma ile birlikte geniş imparatorluklardan küçük ve orta boy
ulus devletler dönemine geçiliyordu. Avrupa’da kralların merkezi otoriteye
sahip kılınmalarıyla birlikte ulus devletler tarih sahnesine çıkıyordu. Daha sonraki
aşamada da demokrasiye geçilmesiyle birlikte krallıklar geride kalırken, ulus
devletlerin çatısı altında demokratik cumhuriyet rejimlerine geçiş aşaması
gündeme geliyordu. Böylesine yaşanan bir sürecin sonunda milliyetçilik Avrupa ulus
devletlerinin ana felsefesi konumuna geliyordu. Benzeri bir süreç Avrupa’nın doğusunda
ve Avrasya bölgelerinde yaşanmadığı için, milliyetçilik cereyanlarının doğu
bölgelerine doğru hızla yaygınlık kazanmasıyla birlikte, belirli bölge halkları
imparatorluk merkezlerine karşı çıkarak ve ayaklanarak kendi yaşadıkları
bölgelerde egemenlik arayışına girmeleriyle birlikte de, halkçılık cereyanları Asya
kıtasının belirli bölgelerinde ağırlık kazanıyordu. Avrupa kıtasından farklı
bir süreç yaşayan Doğu Avrupa ve Avrasya bölgelerinde halkçılık eylemleri ana
belirleyici hareketler olarak öne çıkıyorlardı.
Avrupa bölgesindeki krallıklara karşı gelişen
ulusçuluk hareketleri Fransız devrimi sonrasında bütün kıtaya yayılırken,
doğuya doğru da gelişmeler göstererek kıtanın doğu bölgesindeki
imparatorlukları da etkilemiştir. Avrupa’daki karışıklıklar on sekizinci
yüzyılda Rus Çarlığı’nın sınırları içine girerken, bu büyük ülkeyi Atlas okyanusundan Pasifik
okyanusuna kadar uzanan iki büyük kıtanın çeşitli bölgelerinde, Moskova
merkezli imparatorluğa karşı çıkışların birbiri ardı sıra insanlık tarihinde
yer almasını sağlamıştır. Bütün Rusya bölgesi bu gibi hareketler ile sarsılmaya
doğru kayarken, ayaklanmalar ve isyanlar birbiri ardı sıra gelerek küresel
alanda değişimin başlangıcı olacak bazı yeni yapılanmaları yeryüzü sahnesinde günışığına
çıkarıyordu. Avrupa’daki karışıklık hareketleri Fransız ulusal devriminin
etkisi ile uluslaşma doğrultusunda gelişirken, benzeri bir ulusal devrim
yaşamamış olan Avrasya bölgesindeki eylemler daha çok halkçılık olarak gündeme
geliyor ve bu doğrultuda değişim sürecinin geleceğe doğru sürüp gitmesinde
belirleyici bir fonksiyon oynuyordu. İki kıta arasında büyük bir imparatorluk
olarak kurulmuş olan us Çarlığı, Avrupa’daki isyan hareketleri ile birlikte
terör ve benzeri sokak hareketlerine sahne olmaya başlayınca, Rus devleti bu
gibi halkçı hareketlerin zaman içerisinde uluslaşarak ülkeden kopmaya yönelmesi
gibi ciddi bir tehdit ile karşı karşıya kaldığını görmüştü. Bu aşamada devreye
giren Rus derin devletinin devlet aklı, yeni başlayan halkçılık hareketlerinin zamanla
ulusçuluk akımlarına dönüşmesini önlemek üzere, devlet halkçılığı gibi bir
alternatif eylemler dizisini örgütleyerek ülkenin her köşesinde devreye
koyuyordu. Rusya devletinin siyasal güçleri, sokak hareketlerine karşı bir
baskı politikası geliştirerek nerede bir olay varsa oraya kendi ekiplerini
göndererek ve devlet terörü yaratarak ülkede anarşiye gidişi önlemeye
çalışıyordu.
Rus halkı içinde batılı güçlerin terör ve sokak hareketleri
örgütlemesine izin vermek istemeyen Çarlık rejimi, devlet terörü yaratarak sokağa çıkan, ulusçuluk
yaparak bölücü girişimleri gündeme getiren oluşumları önlemeye çalışmış ve
bunun sonucunda da Avusturya -Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı devletini parçalayan
ulusçuluk akımlarının Rus sınırından içeri girmesine izin vermemiştir. Devlet
eli ile yaratılmış olan halkçılık hareketleri sayesinde, ülke çapında terör yaratılarak sokak hareketlerinin
milliyetçilik cereyanlarına dönüşmesi devlet gücü ile önlenebilmiştir. Rusya
böylece ulusçuluk akımlarının parçalama tehdidinden kurtulmuş ama ABD destekli
Japon ordularının Pasifik kıyılarından Rusya’nın iç bölgelerine girerek arkadan
saldırı ile Çarlık rejimini yıkmalarını önleyememiştir. Devletçi terör ile batıdan
gelen ulusçuluk akımlarını önlemesini iyi beceren Rus devleti aynı başarıyı
arka bölgelerden ülkeye girerek imparatorluğun devlet düzenini çökerten Japon
ordularına karşı gösterememiştir. Moskova önlerine kadar gelen Japon askerleri
Rus Çarlığı’nın egemenliğine son verirken, hiçbir batılı gücün yıkamadığı
Rusya’nın hegemonya düzeni yıkılarak çökertilmiştir. I905 yılında Moskova’daki
Rus devleti çökerken ülke 1917 yılına kadar süren bir iç savaş dönemi
yaşamıştır. On yıldan fazla süren devletsizlik döneminde Rusya’nın bütün
bölgelerinde karışıklıklar çıkartılmış ve bunlardan yararlanılarak ve batılı milliyetçilik
cereyanları doğrultusunda yeni ulus devletlerin Rusya’nın sınırları içerisinde
kurulması önlenerek, ülkenin parçalanmasına izin verilmemiştir. Bu aşamada
Rusya’da milliyetçilik önlenirken aynı kitleleri üzerinde halkçılık öne
çıkarılmıştır. Rusya gibi çok geniş topraklara sahip bulunan bir ülkede farklı
etnik kökenden gelen halklara uluslaşma hakkı tanınmamış ama devlet kontrolü altında
geliştirilen halkçılık siyaseti ile halk kitlelerinin hak ve özgürlükleri
doğrultusunda eylem yapmalarına engel olunmamıştır. Ne var ki, Rusya’da devlete bağlı olan güçlerin baskı ve
terör estirerek örgütlediği devlet halkçılığı politikaları, geçiş dönemi
sürecinde ayrılıkçı ya da bölücü bazı ulusalcı oluşumlara denetim getirerek,
çağ değişimi aşamasında Rus devletinin ülkesinin Osmanlı devleti gibi parçalanarak
ya da dağılmayarak ve bölünmeden aynı büyüklükte yirminci yüzyıla girmesini
sağlamıştır.
Halkçılık
hareketlerini devlet eli ile örgütlemeden uzak kalan Osmanlı İmparatorluğu, Rus
İmparatorluğu gibi bölünmeden yirminci yüzyıla girme şansını yakalayamamış, Fransız
devriminin yansımaları olan Avrupa’daki milliyetçi cereyanların Osmanlı
sınırlarının içerisine doğru sızmasını önleyememiştir. Osmanlı İmparatorluğunun
Avrupa sınırları içinden giren milliyetçilik hareketleri öncelikle ülkenin
Balkan bölgesindeki topraklarda etkili olmuştur. Avrupalı emperyalist
devletlerin desteği ile içeri giren ulusalcı hareketler, Osmanlı
İmparatorluğunu parçalayarak ülkenin bölünmesine giden yolu açmışlardır. Bir
anlamda dünya literatürüne Balkanizasyon kavramını bölünme olgusu anlamında
kazandıran bu gibi gelişmeler, daha sonraki aşamada Balkan bölgesinden
Anadolu’ya ve daha sonrasında da gene Anadolu üzerinden Orta Doğu ülkelerine
doğru sıçrama göstermiştir. Ulus olgusu tarih sahnesine çıktığı için ulusçuluk
hareketleri bütün dünya bölgelerine yayılarak, büyük imparatorlukların dünya haritasından
silinmesine giden yolu açmışlardır. Ulusçuluk ya daulusalcılık hareketleri zamanla
belirli bölgelerin imparatorlukların ülkesinden kopmasına yol açmış ve bunun
sonucunda da dünya haritasındaki devlet sayısı yirmiden iki yüzlere doğru bir
çıkış göstermiştir. Çok uluslu kozmopolit toplum yapılarına sahip bulunan
imparatorluklar ulusçuluk akımlarına karşı birlik ve bütünlüklerini
koruyamayınca, ortaya paramparça haritalar çıkmış ve sonunda her milliyetçi
hareket kendi ulus devletini kurma hakkını elde etmiştir. Daha sonraki aşamada
ise devletleşen ulusların büyüyerek genişlemek için birbirleriyle yarışa
girmeleri yüzünden birinci cihan savaşı çıkmıştır.
Milliyetçilik
hareketleri Fransız devrimi sonrasında Avrupa kıtasından bütün dünyaya
yayılırken, devlet sayısının artmasına yardımcı olan bir olumlu değişim süreci
yaşanmıştır. Ulus devletler milliyetçilik cereyanları ile dünya haritasındaki
yerlerine sahip olurlarken, halkçılık akımları devlet merkezli olarak
geliştirilerek milliyetçilik cereyanlarının önünü kesiyordu. Bu aşamada Rus imparatorluğunun
topraklarında milliyetçilik hareketleri gelişemeyince, halkçılık bunun yerine
ülkede estirilen devlet terörü aracılığı ile yaygınlık kazanıyordu. Halkçı
hareketlerin Rus devleti tarafından desteklenerek örgütlenmesi, Rusya’da devrime giden yolu açıyor ve bu
doğrultuda halkçılık üzerinden bir sosyalist rejim Rus Çarlığının topraklarında
bir devrim ile gerçekleştiriliyordu. Avrupa kıtasındaki ulusçuluk hareketleri
ulus devletlerin sayısının artmasına neden olurken, Rusya topraklarında devlet
eliyle geliştirilen halkçılık böylesine bir oluşuma izin vermiyordu. Devlet
terörü aracılığı ile getirilen halkçılık hareketleri Rusya’nın her bölgesinde
yaygınlık kazanırken, devletsizlik
ortamına son verecek bir doğrultuda sosyalist devrimin gerçekleşmesine dolaylı
yollardan elverişli bir ortam sağlanıyordu. Bir avuç aydının öncülüğünde
gerçekleştirilen Sovyet devrimini ülkeye dışarıdan gelen elli beş kişilik Bolşevik
hareketi grubu yapıyordu. İşçi sınıfının olmadığı bir ülkede sosyalist devrim
bir avuç aydın aracılığı ile yapılarak tarihsel dönüşüm süreci tamamlanmaya
çalışılıyordu. Rusya’da on iki yıllık devletsizlik dönemi sırasında halkçılık
hareketleri sosyalizmin inşasına giden yolu açıyordu. Halkçılık girişimleri
milliyetçiliği önlerken, yeniden kurulan devlet bölünmeyi önleyerek, çok büyük bir alanda Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetleri Birliğinin kuruluşunu dünyaya ilan ediyordu.
İmparatorlukları
parçalayan milliyetçilik oluşumu bir Avrupa modeli olarak yaygınlık kazanırken,
halkçılık akımı da milliyetçiliği önleyen bir Rusya modeli olarak tarihsel
süreç içerisindeki yerini alıyordu. Halk kitlelerini yönlendiren milliyetçilik
cereyanlarının ülkeleri bölmesini önleyen bir yol olarak Rusya’da devletçi
halkçılık ile sonuç elde edilince yeryüzündeki her milliyetçi hareketin kendi
devletini kurmasına giden bölücülüğün önü kesiliyordu. Sonraki yıllarda milliyetçiliğin
geliştiği yerlerde yeni ulus devletlerin kurulduğu görülmüş ve böylece
yeryüzündeki devlet sayısı bugünkü büyüklüğüne doğru ilerlemiştir. Halk
kitlelerinin milliyetçi ya da halkçı doğrultuda eylemlere sürüklenmeleri ayrı
ayrı sonuçlar vermiş ve bu nedenle dünyanın çeşitli bölgelerinde sıcak
hareketler ayaklanma ve isyanlar olarak birbiri ardı sıra gündeme gelmişlerdir.
Bu noktada milliyetçilik bölücülük olarak öne çıkarken, halkçılık bu tür
gelişmelere karşılık dengeleyici ve kopmaları önleyici çizgide gelişmelere aracı
olmuşlardır. Bu açıdan dünyanın her bölgesinde benzer sorunlar ortaya çıkmış
ama milliyetçiliklerin bölücülüğe dönüşmemesi için halkçı politikalar devreye
sokulmuştur. Aynı halk kitleleri üzerinde yaşanan deneyler dünyadaki bütün
ülkelerde Türkiye’de olduğu gibi kendi özel koşullarına uygun bir milliyetçilik
ve halkçılık dengesi arayışını gündeme getirmiştir.
Türkiye
deneyinde ise Atatürk hem Avrupa’daki hem de Rusya’daki gelişmeleri yerinde
izleyerek bu konuda ortaya bir Türk modeli koymuştur. Osmanlı sonrası için
İngiliz emperyalizminin hazırlamış olduğu Sevr planı, Balkanlardan başlayarak
Anadolu, Kafkasya ve Orta Doğu bölgelerini alt kimlikçi mikro milliyetçi
kışkırtmalar aracılığı ile bölgeyi paramparça etmeyi hedeflediği için bunu
önlemek üzere, Balkan savaşları sonrasında
Osmanlı devletinin merkezi toprakları üzerinde bir ulusal kurtuluş mücadelesi
başlatılmıştır. Balkan bölgesindeki milliyetçilikler mikro düzeyde gelişirken,
emperyalizmin Asya topraklarına girmesini önlemek üzere bir makro milliyetçi
hareket olarak ulusal kurtuluş savaşı Türk toprakları üzerinde geliştiriliyordu.
Misakı Milli sınırları içerisinde kalan topraklarda hiçbir biçimde mikro
milliyetçiliğe izin verilmeyerek, bu sınırlar içinde yaşayan eski Osmanlı ahalisi
bir ulusal toplum olarak kabul edilmiştir. İmparatorluktan ulus devlete
geçilirken milliyetçilik Türk milliyetçiliği olarak makro düzeyde geliştirilmiş
ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş süreci içinde yer alan her Türkiye insanı, yeniden
tarih sahnesine çıkartılan Türk devletinin eşit ve özgür vatandaşları olarak ilan
edilmiştir. Bu noktada Balkanlar’daki gibi bir mikro milliyetçilik ile
Anadolu’nun parçalanmasına izin verilmemiş aksine yurt düzeyinde makro bir
milliyetçilik ile ülkenin her bölgesi ile bütünleştirilmesine dikkat edilmiştir.
Eski Osmanlı halkı bir araya getirilirken, ortaya çağdaş bir ulus çıkartılmasına
dikkat edilmiş ve bu aşamada halk kitleleri bütünleştirilirken halkçılık
anlayışı temel alınmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı emperyalizme karşı çıkan bir
halk mücadelesi olarak yapılırken, geride kalan halk kitlelerinin bütünüyle
uluslaştırılmasına dikkat edilmiştir.
Dünyanın
ortasında Türkiye Cumhuriyeti adı altında bir ulus devlet kurulurken, devletin
temel olarak dayandığı esas Atatürk’ün bir sözü ile ilan edilmiştir. Buna göre,”
Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”, biçimindeki
tanımlama ile Türk devletinin temel normu bütün dünyaya ilan edilmişti.
Böylesine bir tanımlamaya dayanan Türk devleti dışa karşı bir ulus devlet
olarak tarih sahnesine çıkarken, içeride dayandığı halk gücü esas kabul edilerek
halkçı yapıda bir cumhuriyetin temelleri atılmıştır. Rus modelinde halkçılık
ilkesi milliyetçilik eylemlerine karşıt bir çıkış olarak devlet eliyle
kullanılırken, Atatürk ilkelerine dayanan Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir
ulusalcılık anlayışına dayandırılmıştır. Eski deyimi ile milliyetçilik olarak
öne çıkan bu siyasal akım Türkiye deneyinde ulusçuluk olarak değil ama ulusalcılık
olarak benimsenmiştir. Ulusculuk kavramı
milliyetçiliğin yeni ifade biçimi olarak öne çıkarken, devletin halkçılık
anlayışı ile bütün vatandaşlar ile bütünleşmesinden meydana gelen devlet
yapılanması bütüncül anlamda ulusal kavramı
ile açıklanmıştır. Bu açıdan ulusal kavramı ulusçuluğun ötesinde halkçılık
anlayışı ile her vatandaşı ile bütünleşen ulus devleti ifade etmektedir. Dışa
karşı milli devlet olarak ortaya çıkarılan Türk devleti ulusalcı yapısı ile bir
halkçılık esasının yansımasını da öne çıkarmıştır. Burada, Türk modeli devlet
yapılanmasında kurucu önder Atatürk’ün halkçı ve milliyetçi tutumunun sentezi
görülmektedir. Atatürk Türk ulus devletini kurarken, halkın etnik ya da dinsel
kökenini değil, bir bütün olarak nüfus içinde en yoğun olarak bulunan halk
kitlesinin geldiği etnik ve kültürel yapıyı bir siyasal kimlik olarak
benimsemiştir. Ruslar halkçılığı milliyetçiliği önlemek için kullanırken,
Atatürk halkçılık ile milliyetçiliği bir arada ele alarak, Türkiye Cumhuriyetinin
üzerinde kurulduğu toprakların hem jeopolitik hem de sosyolojik özelliklerine uygun
bir sentez arayışı içine girmiştir. Böylesine sentezci bir tutumun sonucunda halkçı
bir ulusalcılık Türk devletinin temel taşı haline getirilmiştir.
Bugün
gelinen yeni aşamada her şey alt üst olurken Atatürk’ün halkçı ulusalcılığa
dayanan siyasal modeli Türk ulusu için yol göstermektedir. Kurduğu devleti
başka örneklerinden farklı bir çizgide örgütleyen Atatürk, siyasal sistemin
temellerini atarken eklektik bir yol izleyerek sentezci bir yaklaşım içerisinde
olmuştur. Avrupa ile Rusya arasında bir köprü konumundaki topraklar üzerinde halkçı
bir ulus devlet yapılanmasını kendine özgü bir yaklaşım içinde ortaya koyarken,
Atatürk ortaya özgün bir devlet modeli koymuştur. Buna göre, devlet ulusal bir
yapıda olacak ama siyasal rejimin temelinde ise halkçılık anlayışı yatacaktır.
Buna göre uluslaşan bir halk topluluğunun yeni devletin toplumsal yapısını
oluşturması istenmiştir. Avrupa’nın kıyısında bu kıtanın modeline yakın bir
devlet Fransız devriminden gelen milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve laiklik
ilkelerine uygun olarak kurulurken, benzeri bir biçimde köprünün diğer ayağının
dayandığı bölge olarak Rusya’daki devrimden de yararlanılmıştır. Rus devriminin
dünya sahnesine çıkarmış olduğu devletçilik, devrimcilik ve halkçılık ilkeleri
de cumhuriyet rejiminin ikinci grup ilkeleri olarak benimsenmiştir. Kurucu
önder Atatürk’ün eklektik bir yöntem ile bir araya getirdiği bu ilkeler, aynı
zamanda Türkiye Cumhuriyeti rejiminin de temel ilkeleri olarak benimsenmiştir. Bu
yaklaşımın bir yanında halkçılık diğer yanında da milliyetçilik ilkeleri
bulunmaktadır. Uygulama alanında her iki ilkenin bir arada bir ulusal sentez
anlayışı içinde ele alınması Atatürk’ün eklektik sentezci yaklaşımına uygun
düştüğü için, iki ilkeyi ya da anlayışı birbirinden ayrı düşünmek mümkün
değildir. Her iki ilkenin birbirini tamamlayacak bir biçimde uygulama alanına
aktarılması, Türkiye Cumhuriyetinin ortalama yoldan oluşturduğu ulus devlet ve
halkçı rejim dengesini koruyacaktır.
Ne var
ki, bugün gelinen yeni aşamada hem soğuk savaş hem de küreselleşme dönemleri
arkada kalırken, batı emperyalizmi yeniden Türkiye’yi kendi çıkarları
doğrultusunda güncel projelere zorlayarak hegemonya düzenini merkezi coğrafyada
eskisi gibi geçerli kılmaya çalışmaktadır. Özellikle Atlantik ötesinden hareket
ederek bütün dünyaya kendi çıkarları doğrultusunda yön verme çabası içinde olan
Atlantik bölgesinin süper gücü, Türkiye’yi gelecekte kendi siyasal rejimine
benzer bir biçimde iki partili demokrasi ile yönetmek istemekte, sağ kanatta
cumhuriyetçiler ile sol kanatta demokratların yer alacağı bir bağımlı yapının
çatısı altında, Türkiye’nin geleceğini kendi kontrolleri altında tutmaya
öncelik vermektedirler. Bu doğrultuda kendi demokrat ve cumhuriyetçi
anlayışları Türkiye koşullarına ters düştüğü için, sol kanatta bir cumhuriyetçi
oluşum ile birlikte sağ kanatta bir demokrat yapılanmanın gerçekleştirilmesi
gibi yeni bir projeyi gündeme getirmektedirler.
Türkiye özelinde dinci ve milliyetçi partilerin sağ kanatta demokrat
çizgide, halkçı ve haklarcı partilerin ise sol cumhuriyetçi doğrultuda bir
araya getirilmesiyle, dört partili sistemden iki partili sisteme geçiş
planlanmaktadır. Son yıllarda bu denklemi bozmak isteyen bazı iç ve dış
çevreler, işin içine bir de merkez sağ partinin girmesiyle daha farklı bir
siyasal yönlenmeyi Türkiye’ye empoze etmektedirler. Merkez sağın çöküşü üzerine
büyük bir dinci partinin iktidara gelmesi iç ve dış destekler ile sağlanmıştır.
Şimdi rejimin yeni döneme uygun bir biçimde yönlendirilmesi sırasında, Atlantik
güçleri iki partili demokrasi üzerinde hassas bir biçimde durmaktadırlar. Ulus
devleti kuran halk partisinin bütün Türkiye halkına sahip çıkan halkçılık
ilkesi varken, güneydoğu halkını ülkenin bütününden kopartarak ülkeyi bölmeye
hazırlanan etnik kökenlilerin partisi konumundaki bir siyasal örgüt tüm etnik grupları birbirinden ayırarak halklarcılık
adıyla yeni bir akımı öne çıkartmaya çalışmaktadır. Böylece halkçı cumhuriyet
ile ulus devletin kurucusu olan halk partisi dıştan güdümlü bir plan
doğrultusunda birleştirilerek ve halkçılıktan halklarcılığa geçiş sağlanarak, Atlantik emperyalizmi ile
İsrail Siyonizminin merkezi alanda yaratmaya çalıştığı bölgesel federasyonun eyaletleri yaratılmaya
çalışılmaktadır. Halklarcılık anlayışı bölgeyi Sevr haritası doğrultusunda alt
kimlikçi eyalet yapılanmalarına doğru sürüklerken, Atlantik emperyalizminin
Büyük Orta Doğu Federasyonu ya da İsrail Siyonizminin Büyük İsrail
İmparatorluğu gibi emperyal projelere halklarcılık ve eyaletçilik uygulamaları
ile Türkiye Cumhuriyeti alet edilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye
siyaset sahnesine küreselleşme döneminde dahil olan halklarcılık hareketi, bugünkü
dünya düzenini kurmuş olan Britanya imparatorluğunun desteklediği merkezi
coğrafya yapılanmasının yeni ismi olarak ortaya çıkartılmaktadır. Balkanları
Osmanlı’dan kopartırken küçük küçük etnik devletçikler yaratarak dünyanın merkezi
imparatorluğunu ortadan kaldıran
İngiltere, günümüzde Atatürk’ün
ulus devletinin ortadan kaldırılabilmesi için yeniden Sevr politikalarına
dönerek, Türkiye’nin ve komşularının her bölgesinde var olan alt kimlikli
grupları kışkırtarak Atatürk’ün yarattığı Türk ulusu gerçeğini ortadan kaldırabilmenin
arayışı içine girmiştir. Atatürk’ün ulus devlet ve halkçı cumhuriyet dengesini
bozarak ortadan kaldıran Atlantikçi yaklaşımın, Türkiye halkını alt kimlikleri
ortaya çıkartarak halklarcı anlayış ile
ifade etmeye çalışması ile ikinci Balkanizasyon dalgası, önce Anadolu’ya
daha sonra da hem Orta Doğu’ya hem de Kafkasya’ya taşınarak bu bölge
halklarının da mikro-milliyetçi yapılandırma ile, Büyük Orta Doğu
Federasyonunun eyaletleri konumuna
dönüştürülmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bölgesel federasyon planları
doğrultusunda orta dünya Balkanizasyon
çıkmazına doğru sürüklenirken, Orta Doğu ülkeleri de Orta Asya’ya doğru esen
rüzgarlar doğrultusunda eyaletlere
bölünerek federasyon düzenine hazırlanmaktadırlar. Halklarcılık anlayışı Irak
ve Suriye savaşları sırasında da
görülmüş ve bu doğrultuda Irak üçe, Suriye ise beş eyalete doğru
zorlanırken, alt kimlikçi halklarcılık anlayışı bu ülkelerin parçalanmasına yardımcı olarak, ikinci Balkanizasyon projesine önemli ölçülerde katkı sağlamıştır. İslamın
birleştiriciliği ile bölge devletlerinin emperyalizme karşı çıkan
dayanışmalarının geride bırakılmaya çalışıldığı bu aşamada, halklarcılık
anlayışının genişletilmesiyle birlikte çok parçalı bir federasyon tıpkı Amerika
Birleşik Devletlerinde olduğu gibi, Orta Doğu Birleşik Devletleri olarak
merkezi alanda kurulmaya çalışılmaktadır. Bu noktada halklarcılık anlayışının
yaygınlık kazanmasıyla birlikte eski Osmanlı hinterlandı Atlantikçi ve Siyonist
merkezlerin denetimine verilmektedir.
Emperyalizmin
projelerinin karşısında yüz yıl önce bunlara karşı savaşa kalkışmış ve dünyanın
ilk ulusal kurtuluş savaşını büyük bir zafer ile kazanmış bir geleneğin siyasal
örgütü olarak, Atatürk’ün partisinin ulus devletçi yaklaşımı ile birlikte
halkçı cumhuriyet anlayışını da bugünün koşullarında Türkiye’nin üniter yapısı
açısından korunması gerekirken, bölücü çevrelerin desteklediği halklarcılık anlayışının
halkçılık ilkesinin yerine monte edilmesine, bugünkü halkçılık ve ulusalcılık
dengesinde oluşturulan toplumsal barış ortamında güvenli yaşamını sürdüren her
Türk vatandaşının karşı çıkması gerekmektedir. Birleştirici bir halkçılık ve uzlaştırıcı
bir ulusalcılık anlayışı ile ülkede bulunan farklı kökenden insanı bir araya
getirerek Misakı Milli sınırları içinde bir dayanışma düzeni kuran Atatürk ‘ün,
halkçı ulusalcılık ya da ulusalcı halkçılık anlayışının Türkiye Cumhuriyeti
devletinin devamlılığı açısından günümüz
koşullarında sürdürülmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin ulusal,üniter ve merkezi bir yapıda
kurulmasını sağlayan Atatürk ilkelerinin
Anayasanın giriş kısmında yer aldığı
gibi aynı zamanda cumhuriyet rejiminin de temel taşları olduğunu, parçalanmak
istenen Türk ulusunun bugünün koşullarında bir kez daha düşünmek durumun olduğu
açıktır . Orta Doğu bölgesine yıllardır savaş getiren ve bu bölgede ki
devletler ile halklara karşı hala silah dağıtmaktan çekinmeyen emperyalizm ile
Siyonizmin bölgeyi kana boğan savaş oyunlarına bölge devletleri ile dayanışma
kurarak karşı çıkılmalıdır. Bölgenin değişik ülkelerinde yaşayan halkların bir
araya gelerek oluşturacakları bir dayanışma düzeninin güvenlik ve yardımlaşma
ekseninde acilen oluşturulması
zorunluluğu iyice ortaya çıkmıştır.
Bu aşamada, Türk halkı diğer ülkelerin halkları ile bir araya gelebilir
ve ortak hareket ederek emperyalist oyunları bozabilir. Bölge güvenliği ve
barışının gerçekleştirilmesi açısından bölge halkları ile bütünleşen bir
halklarcılık yaklaşımı, ancak bölge
devletlerinin bir araya gelerek bölgesel güvenlik doğrultusunda bütünleştirilmesi açısından düşünülebilir. Ne
var ki, böylesine bir halklarcılık Türkiye’nin ulus devlet güvenliği açısından hiçbir
zaman düşünülemez çünkü bu tür bir oluşum Türkiye’nin Sevr haritasında olduğu
gibi alt bölge eyaletleri aracılığı ile
ülkeyi parçalayarak federasyona sürükleyebilir. Bu nedenle üniter, ulusal ve
merkezi devlet düzenini ortadan kaldırabilecek her türlü halklarcılığa karşı
çıkarken, Fransız ve Rus devrimlerinin sentezinden oluşan bir siyasal bütünlüğün
bugünde korunması, iç ve dış güvenlik açısından zorunlu görünmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti bir yüzyılı geride bırakırken, sahip olduğu devlet modeli ile
merkezi alanda ayakta kalabilmiştir. Soğuk savaş döneminden gelen iki kutuplu
dünya dağıldığı için bugün gelinen çok kutuplu dünya konjonktüründe eski
emperyalist güçler yeni plan ve projeler ile ortaya çıkarak gene eskisi gibi
hegemonyalarını merkezi coğrafyada sürdürmek istemektedirler. Böylesine bir
yeni yapılanmayı kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmek için
birbirleriyle yarışan hatta kavga ederek dünyayı savaşa sürüklemekten
çekinmeyen bu gibi maceracı yaklaşımlara karşı, Türk devleti ve milleti sıkı
sıkıya bir araya gelerek bölgeyi tehdit eden her türlü soruna karşı ortak bir
dayanışma içinde hareket etmelidir. Türkiye Cumhuriyeti öncelikle başkent
Ankara merkezli gücünü daha da artırmalı ve Misakı Milli sınırları içinde yer
alan Türk vatanının bütün bölgelerini, her türlü yerel maceradan uzak tutularak
başkent ile bütünleşen bir doğrultuda yeni bir yapılanmaya doğru yönlendirilmesi
acilen sağlanmalıdır. Daha sonraki aşamada ise, Türkiye’nin bütün komşu ülkeler
ile bir araya gelerek yeni bir bölgesel yapılanmaya yönelmesi gerçekleştirilmelidir.
Türkiye böylece içeride ve dışarıda güçlenme sağlayarak, bölgeye yönelen emperyalist
saldırılara güçlü bir biçimde karşı çıkabilecektir. Komşuları ile bütünleşen
bir Türkiye merkezi alandaki jeopolitik güç boşluğunu doldurarak, çok kutuplu
dünyada kutuplaşan büyük ülkelerin merkezi alanı ele geçirme oyunlarını
bozabilecektir. Tek bir dünya devleti kurulana kadar sürüp gidecek böylesine
emperyalist bir kavga senaryosu ile karşı karşıya kalan Türkiye’nin, yeniden Atatürk’ün yoluna dönerek yüz yıl
öncesinde olduğu gibi antiemperyalist bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermesi
gerekmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti kendisini ve bölgesini korurken kuruluş modeline sahip çıkmalı ve
devletin kuruluş stratejisine uygun bir yönetim aracılığı ile karşı karşıya
kaldığı tehlikeli dönemeci kendi potansiyeli ile geçebilmelidir. T.C.
Anayasasının giriş kısmında yer alan
cumhuriyetin temel ilkeleri arasında yer
alan milliyetçilik esası, Anayasa’da yer
alan Atatürk Milliyetçiliği tanımı ile belirtilmiştir. Türk milliyetçiliğini
diğer milliyetçiliklerden ayıran konu Atatürk milliyetçiliği başlığı ile
anayasada belirtilmiştir. Atatürk’ün bir bütün olarak ortaya koyduğu devlet ve
rejim modelinin uygulanması sayesinde Türkiye bugünlere gelmiştir. Bu nedenle
temel ilkelerin aynen korunması gerekmekte ve bu doğrultuda hiçbir esaslı
değişikliğe gidilmemelidir. Son dönemde gündeme getirilen halkçılık yerine
halklarcılık anlayışının uygulanmasıyla yerel yönetimler üzerinden eyalet sistemi
ve federasyona doğru giden yeni yapılanma girişimleri, Türk devletinin
geleceğini tehdit etmektedir. Emperyalist güçler Batı emperyalizminin Sevr ve
Siyonizm haritalarını terör, savaş ve ekonomik kuşatma yolları ile Türkiye ve
komşularına dayatırken, halkçılık kavramı geride bırakılmak istenmekte ve halklarcılık
anlayışının benimsetilmesi ile alt kimliklerin her yönü
ile hortlatılacağı bir parçalanma sürecine orta dünya mahkûm edilmeye
çalışılmaktadır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti Kemalist halkçılık
anlayışı ile kurulmuş bir halkçı ulus devlettir. Atatürk halkçılığı bütün bölge
halklarını kucaklayarak emperyalizme karşı zafer elde etmiştir. Şimdi gelinen
noktada ise bu zaferin ortadan kaldırılması için Kemalist halkçılık emperyalist
halklarcılığa yedirilmek istenmektedir. Emperyalizmin Atatürk cumhuriyetinin
işini bitirememesi için Kemalist halkçılığa sahip çıkılmalıdır.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder