MİLLİYETÇİ-ULUSALCI İTTİFAKI(ULU-MİL)
Son
yıllarda Türkiye’de İslamcı politikalar üzerinden tarikatlar ön plana geçince, demokrasi
rejiminin ana unsuru olan siyasal partilerin
kasıtlı olarak geride bırakıldığı, partisiz demokrasi olamayacağına
göre meydana gelen boşluğun hacı-hoca ve
şeyh takımının önderliğindeki tarikatlar
aracılığı ile doldurulmaya çalışıldığı görülmektedir. Yeteri kadar siyasal
bilinçten yoksun olan kadroların elindeki bu dini gruplar siyasete soyunmaya
başlayınca, geleneksel demokratik rejimin zamanla ortadan kalkma durumuna doğru
sürüklendiği, çünkü dini grupların siyasal bilinç ve deneyim açısından son
derece yetersiz kaldıkları ortaya çıkmıştı. Tarikatçı kadrolar ile siyasal
partileri ele geçiren bu gibi dini
grupların yönetimine düşen siyasal örgütlerin zamanla gerçek işlevlerini yerine
getiremedikler, diğer partiler ile siyasal rejim yarışında yeterince rekabet
edemedikleri ve bu yüzden giderek etkisi
azalan tüzel kişiliklere dönüştükleri anlaşılmıştır. Siyasal partilerin
tarikatlar yüzünden bozulması üzerine, siyasal alandaki boşlukların
doldurulması amacıyla partiler arası yeni bir trafik başlatılmış ve birbirine
yakın siyaset anlayışı içinde bazı partiler bir araya gelerek, partileşmenin
ötesindeki birlikteliği öne çıkaran siyasal ittifaklara kalkışmışlardır. Demokrasi
alanında partilerin yetersizliğinden kaynaklanan bu durum saflaşma, kutuplaşma
ya da cepheleşme gibi yeni bazı olumsuzlukların gündeme gelerek, siyasal
rejimlerin geleceğini istikrarsızlık
noktalarına doğru çektiği artık yadsınamaz bir çizgide kesinlik
kazanmıştır.
Küresel
emperyalizmin tırmandığı son dönemde
ülkelerin geleneksel siyasal düzenleri köklü sarsıntılar ile karşı
karşıya kalırken uluslararası tekelci sermaye şirketlerinin tarikatları
kendilerine yol arkadaşı olarak seçtikleri göze çarpmaktadır. Partilerin içi
boşaltılırken, geleneksel kimlikleri
işgalci kadrolarla değiştirilmeye çalışılırken, sermaye destekli dinci
kadrolar devlet bürokrasisini ele geçirirken ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda
hazırlanmış olan senaryolara partiler alet
edilirken, partiler arası ittifaklar göz boyayıcı bir biçimde ortaya
çıkartılarak bazı gerçekler halk kitlelerinin gözünden kaçırılmak istenmektedir.
Böylesine olumsuz bir tablo batı bloku dışındaki ülkelerin siyaset sahnelerini
alt üst ederken, Türkiye Cumhuriyeti de bu genel gidişe paralel bir duruma
sürüklenmiştir. Devleti kuran yüz yıllık bir parti kurumlaşmış yapısı ile her şeye rağmen ayakta dururken, sonradan olma
diğer partiler de bu çizgide varlıklarını korumak zorunda kalmışlardır. Siyaset iktidarı ele
geçirme, devleti kontrol altında tutma
ve halk kitlelerini küresel hedeflere doğru çekme çizgisinde siyasal kavgalar olarak devam ederken, ittifak girişimleri ile
yeni siyaset senaryoları birbiri ardı sıra devreye sokulmaya çalışılmıştır. Emperyal
düzenin yerli işbirlikçileri dışarıdan geliştirilen yeni stratejiler doğrultusunda ortaklıklara girerken
aynı zamanda dış senaryoların uygulayıcısı konumuna da gelmişlerdir. Türkiye
demokrasisi bu gibi durumlar ile alt üst olurken, giderek tırmanan halk
kitlelerinin seçim sandıklarına yönelecek tepkisini önleyecek yeni senaryolar,
ittifaklar aracılığı ile halk kitlelerine karşı devreye sokulmak istenmiştir. Ülke
gereksinmesi olsun ya da olmasın, küresel senaryolar ulus devletlerin tepkilerini önleyecek bir doğrultuda yeni ittifaklar
üzerinden ayarlanmaya çalışılmıştır.
Siyasal
parti ittifakları açısından Türkiye’deki durum ele alınırsa devlet ve ülke
gereksinmeleri doğrultusunda bir gelişme görülmediği , aksine var olan siyasal durumun geleceğe yönelik
olarak bazı siyasal çevrelerce değişik bir sürece zorlanma doğrultusunda ittifak
oluşumlarının öne çıkarıldığı göze çarpmaktadır. Küresel emperyalizmin zorladığı işbirlikçi liberal politikalardan
bir türlü vazgeçilmezken, tekelci şirketlerin doğal müttefiki konumuna
gelen tarikatların liberal politikaları
benimsemekte olan bazı dinci ya da muhafazakar partilerin içinde yer aldıkları
görülmektedir. Son dönemlerde Türkiye’nin içine sürüklenmiş olduğu iki ayrı
ittifakın karşı karşıya geldiği böylesine bir durum, ülkenin içinden geçmekte
olduğu yeni siyasal dönemin bir yansıması olarak dikkate alınabilir. Günümüzde uzun süre iktidarda kalmanın gündeme
getirdiği siyasal yıpranma oluşumunun olumsuz yansımalarını devre dışı
bırakmak üzere, gündeme cumhur adıyla
bir ittifak getirilmektedir.
Milliyetçiler ile muhafazakarların
aralarında kurdukları işbirliği çerçevesinde aslında millet ittifakının
bu merkezde öne çıkması beklenirken, tamamen tersi bir doğrultuda bir cumhur
ittifakı oluşturma yoluna gidilmiştir. Cumhuriyetçi kesimlerin ve tabanın ara
rejim çizgisindeki siyasal reflekslerinden çekinen milliyetçi-muhafazakar
ortaklığı, kendisini millet ittifakı yerine cumhur ittifakı başlığı ile ifade
etmeyi bugünün siyasal koşulları açısından daha uygun görmüştür. Bunun üzerine de yıllardır müzmin bir ana muhalefet partisi
olarak bir cumhuriyetçi bir siyasal
misyonu yerine getirmek isteyen halkçı parti, kendisinden daha da ileri giderek
alt kimliklerin oluşturduğu bölücü bir halkçılığı benimseyen bir sol parti ile
de , genel çizgisinin ötesine giderek
millet adıyla yeni bir ittifak oluşturmuştur
. Cumhur kavramı milliyetçi ve muhafazakar çevrelerde ara rejim projelerinin önlenmesi çizgisinde
kullanılırken, millet kavramı da halkçı ve milliyetçi toplum kesimleri
açısından etkili bir siyasal muhalefet örgütlenmesi için, halkçı ve halklarcı
işbirliği çerçevesinde ortaya
çıkarılan bir ulusal dayanışma ittifakı doğrultsunda kullanılmaya
çalışılıyordu. Bir anlamda sol içerikli cumhur kavramı sağcı ittifak için
kullanılırken, diğer yandan da sağ
düşüncelere dayanan millet kavramı da
solu temsil eden halk ve halklarcı ittifakın ürünü olarak yeni siyasal ortamda gündeme
geliyordu. Sol kesimden gelen halkçılık anlayışının yansıması olarak cumhuriyet
kavramı ile birlikte, sağ toplumsal
taban kökenli millet kavramı da yeni ittifakların
adı olarak gündeme gelirken, siyaset
sahnesindeki boşlukların doldurulması yerine tamamen tersi olan çizgide kaotik bir
ortamın öne çıkmasına yol açılmıştır .Bu durumun doğal sonucu olarak da
ülkede istikrarsızlık ortamı
yaratılmıştır.
Partilerin
yeni dönemin koşullarında bir yerlere
savrulduğu yeni dönemde tarikat destekli
ittifaklar yerine, normal
koşullarda halk kitlelerinin
desteklediği yeni siyasal partilerin taze kuvvet olarak ortaya çıkması
beklenmelidir. Partilerin yerine tarikatların ön planda olduğu yeni bir
demokrasi uygulamasının mümkün olmadığı,
dinin siyasete alet edilme senaryoları sonrasında açıkça görülmüştür. Dinci
siyasetler devletlerin laik yapılarını sarsarken siyasal partilerin öncelikle
dinci tarikatların ya da grupların eline düşmüş görünümden kurtarılmaları
gerekmektedir. Bunun temel yolu da devletlerin güçlenmesinden geçmektedir.
Devletlerin merkezi güçlerini artırarak siyasal alanı kamu yararı çizgisinde
yeniden düzenlemesiyle, partilerin dinci gruplardan kurtularak kendilerine gelmelerini
sağlayacaktır. Halk kitlelerinin ülkenin
ulusal çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesiyle ülkenin birliği ve bütünlüğü
sağlanacak ve zamanla bütünleşen halk kitlelerinin bir ulus olarak
harekete geçmesiyle de, devletlerin
milli yapılanmaları koruma altına alınabilecektir. Toplumların
uluslaşması , milli devletlerin geleceği açısından yaşamsal önem taşıması nedeniyle ,öncelikli olarak
dikkat edilmesi gereken bir husustur . Toplumlar
uluslaşırsa, devletler de zamanla ulus
devlet yapılanmasına dönüşmektedir. Millet denilen ulusal toplumun kimlik
kazanması, ortaya yeni ve güçlü bir siyasal düzen olarak çıkması ile mümkün
olabilmektedir. Dünyanın her yerinde toplumların belirli süreçler içinde uluslaşması ile
devletlerin ulus devlet yapılanmasına dönüştüğü görülmektedir.
Çağımızın
devlet modeli olan ulus devletler zamanla aşınma ya da sarsılma gibi ülke ve de
devlet güvenliği açısından tehlikeli
gelişmelere hedef olmamak için, hem
uluslaşma süreçlerinin tamamlanması hem de geleceğe dönük bir biçimde
güçlendirilmeleri gerekmektedir. Bütün ulus devletler her ulusalcılığa karşı her yönden gelen sarsıntılara karşı kendilerini korurken, merkezi gücü
sağlamlaştırma doğrultusunda öncelikle tek yönlü bir uluslaşma sürecini tamamlamakla
yükümlüdürler .Toplumsal uluslaşma süreci ile
varlığını ortaya koyabilen ulus devletler daha sonraki aşamada da yeni
bir uluslaşma sürecini ikinci kez yaşayarak , geleceğin koşullarında da diğer devletler ile rekabet edebilecek
düzeyde kuvvetli olabilmenin yollarını milli güç
unsurları açısından araştırmak durumundadır. Dünyanın bütün devletleri
her açıdan ve yönden uluslaşabilmenin yollarını arayarak bugünlere gelirken, aynı
zamanda gelecekte de var olabilmenin yöntemlerini arayıp bularak uygulama
alanına aktarması gerekmektedir. Hal böyle olmasına rağmen, bugünün var olan
dünya düzeninde bir tek Türkiye Cumhuriyeti
uluslaşma sürecini ifade eden tek kavram yerine iki ayrı kavram ile
karşı karşıya gelmektedir. Ülkenin jeopolitik merkezi konumu gereği ortaya çıkan kendine özgü bir durum nedeniyle, Türk devleti sağdan gelen
millet ve soldan gelen ulus kavramları
ile karşı karşıya gelmektedir. Türk devletinin vatandaşları kendini toplu bir
bütün olarak ifade etme noktasına geldiğinde, hem millet hem de ulus kavramları
aynı anlamda birbirlerinin yerine kullanabilmektedir. Türkler kendilerini dile
getirme durumunda bazan milleti, bazan da ulusu temel kavram olarak kullanmak
durumunda kalabilmektedirler. Aynı toplumu ifade etme durumunda farklı
kavramların kullanılması, Türk milleti açısından bir yönü ile zaaf yaratmakta ve sahip olunması gereken ulusal gücün bütüncül
potansiyeli ikiye bölünerek uluslararası
alanda diğer ulus devletler ile rekabet
yarışında Türk devletinin daha zayıf bir
durumda kalmasına yol açılmaktadır. Ulus
devletler çağında ulusal olan her şeyin bir bütünlüğün parçası olarak ele
alınması gerektiği unutulmamalıdır.
Etimolojik
olarak her iki kavramın kökenine inilirse farklı farklı anlamlar ortaya
çıkmaktadır. Millet kavramının Arapça dilinden geldiği ve Araplar açısından
geçerli olan ümmet kavramının zaman içinde dönüşümü ile ortaya çıktığı
anlaşılmaktadır. Dini özelliği olan bir topluluğu ifade etme noktasında ki
toplumu ifade eden millet kavramı, daha sonraki aşamalarda ümmetlerden
milletlere geçiş noktasında gene milli devletlerin toplumsal yapılarını belirtmek
için kullanılmıştır. Millet kavramı böylesine anlamlı bir kökenden gelirken, bu kavramın Arapça
kökenli olması ve kurulmakta olan laik devletin dine mesafeli kalan statüsünü
ortaya koymaması yüzünden, Türkiye’de cumhuriyetin kurucuları laik devlet yapısını yansıtacak yeni bir
kavram aramak zorunluluğunu hissetmişlerdir. İslamiyet öncesi dönemde Türklerin Orta Asya
bozkırlarında yaşadığı dönemden kalma bir kavram olarak ulus kavramı öne
çıkmıştır. Arama ve tarama çalışmaları sonucunda, Ural-Altay bölgesinde
Türklerin ilk kez tarih sahnesine çıktığı aşamada var olan ve bu durumu
günümüzün dünyasına yansıtan Türk
tarihinin ilk ulusal anıtı olan Orhun Kitabelerinde yer alan ulaş kavramından
yararlanılarak ulus kavramı
benimsenmiştir. Ulus kavramı etimolojik olarak ele alındığında, aynı bölgede ya
da vatanda birbirinden ayrı olarak
yaşamakta olan ve aynı zamanda ortak dili kullanan insan topluluklarının hepsine birlikte verilen
ortak isim olarak, toplumun
bütünselliğini ortaya koyan bir kavram olduğu anlaşılmıştır. Böylesine bir
kökenden gelen ulus kavramı daha sonraki aşamada Türklerin komşu kavimi olan Moğolca’da
da aynı anlamda ele alınarak kullanılmıştır. Bir anlamda bugün dünya
haritasında yer alan bir bölgenin tarihsel süreç içerisinde belirli bir nüfus
yapısına sahip olması ve zamanla aynı
bölgede yaşamakta olan toplulukların yaşam süreci içerisinde ortak vatanda aynı tarih, kültür
ve ekonomiye sahip olması ile, gelecekte
ulus devletlerin oluşumuna giden yol
açılmıştır. Bugünün çağdaş ulus devlet yapılarının uzun süren zaman dilimi
içinde varlık kazanmaları, bilimsel açıdan da böylesine bir oluşum
sürecini doğrulamaktadır. Tarih ve sosyoloji kitapları millet olgusunu çeşitli
yönleri ile ortaya koyarken, siyasal bilim ve uluslararası ilişkiler tarihi de
günümüzün ulus devletler gerçeğini çeşitli yönleri ile açıklamaktadır. Bugünün
ulusalcı ve milliyetçi akımlarının böylesine ortak bir tarihsel süreçten geldiklerini karşılaşılan sorunların çözümü için her
zaman bilmeleri gerekmektedir.
Kavramsal
olarak iki ayrı kökenden gelen millet ya
da ulus veya milliyetçi ya da ulusalcı kavramlarının çağdaş Türkçede yer alarak aynı anlamı ifade
etmeleri , dünyanın diğer ülkelerinde
görülmeyen bir durumdur. Böylesine bir hal, Türkiye Cumhuriyetinin üzerinde
kurulu bulunduğu toprakların dünya
sahnesinde gündeme getirmiş olduğu bir siyasal yapılanmanın günümüze uzanan
farklı bir yansıması olarak görülebilir. Diğer devletlerde böylesine bir ikilem
olmadığı için, batı dillerindeki Latince’den gelen “Nation “ kavramı ile batılı ülkeler oluşumu
tek kavram ile ifade edebilmişler, Türkler gibi tarihten gelen iki ayrı sürecin
etkisi altında kalmadıklarından bizim
millet ya da ulus dediğimiz toplumsal yapıya bunlar “Nation “ kavramına dayanarak ve bu kavramdan
yola çıkarak birbiriyle bağlantılı
çeşitli açıklamalar getirmeye çalışmışlardır. Bir anlamda millet ya da ulus
denilen oluşum batı dünyasında tek kavram ile açıklanmaya çalışılmıştır. Uluslaşma
süreci sonucunda ortaya çıkan ulus devlet yapılarının modelini de ortaya koyan
bu kavram, aynı zamanda “Nation State” birleşik kavramı ile gene aynı kökenden
yola çıkılarak açıklanmaya çalışılmıştır. Çağdaş dünyanın ürünü olan ulus
devlet olgusu, Türk dilinde aynı zamanda
Milli devlet olarak da dile getirilmektedir. Milli devletlerin varlığı ve
kendini koruması gibi konuların fazlasıyla tartışıldığı bugünün koşullarında, Türk
devletinin ilelebet payidar kalabilmesi
gibi bir temel mesele de Türk ulusuna yol göstermektedir. Ulus devletlerin varlığı ve devamlılığı
giderek farklı devlet modelleri açısından tartışma alanına getirilirken, her
türlü saldırıya karşı ulus devletlerin vatandaşlarına ve koruyucularına yani milliyetçi ve ulusalcı
akımlara aynı savunma görevi düşmektedir. Batı ülkelerinde üç yüz yıllık bir uluslaşma
sürecinden sonra ortaya çıkmış olan ulus devletlerin kurulup kurumlaştıktan sonra, geleceğe dönük
olarak varlıklarını koruma sürecinde bütün ulus devlet vatandaşlarının,
ulusalcı ya da milliyetçi ayırımına sürüklenmeden tek bir merkezi güç olarak el
birliği ile uluslararası alanda diğer ulus devletlere karşı ortak bir korunma ya da savunmaya geçtikleri bugünün ulus devletlerinde gözlemlenmektedir.
İmparatorluklar
döneminde belirli bölgelerde yaşamını
sürdüren insan topluluklarının yerel ya da bölgesel dil üzerinden milletleştiği
ve zaman içerisinde milliyetçilik akımları sayesinde merkezi imparatorluklara karşı çıkarak bir
ulusal kurtuluş savaşı sonrasında, kendi milli devletlerini oluşturma aşamasına
geldikleri görülmektedir . Son üç yüz yılın ürünü olan ulus devletlerin
arkasında her yerde bir ulusal kurtuluş savaşı ya da milliyetçilik cereyanları
ile ortak dile dayanan milletleşme olgusunun bulunduğu anlaşılmaktadır. Öncelikle ortada
bir ulusun var olabilmesi için ortak bir dilin gelişmesi gerekmektedir. Tarih
içinde bölge halkları kendi ortak dillerini oluşturarak ulusal bir kültür
düzeni ortaya çıkardıktan sonra, bağımsız bir devlet düzeni çatısı altında ortak yaşamı hedefleyen bir yaşam düzeni aşamasına
gelebilmektedirler. Ulusal kültür düzeni ulusal bağımsızlığa doğru geliştiği
aşamada toplumlar ulusal kurtuluş savaşı vererek
özgürlüklerine kavuşabilmektedirler. Günümüzün bağımsız devletlerinin
hemen hemen hepsinde ulusal kurtuluş
savaşı ya da mücadeleleri verilerek sonuca ulaşılabilmektedir. Böylesine bir toplu mücadele içine giren
ulusal toplumların, sürdürdükleri kavgalarını kazanabilmeleri ve bağımsızlık
hedefine ulaşabilmeleri için, her türlü ayırımı geride bırakarak hep birlikte
ortak bir mücadele ortamı içinde olmaları gerekir. İşte bu aşamada sağdan gelen
milliyetçiler ya da soldan gelen ulusalcılar
ayırımı yapılmasının son derece yanlış olduğu ve Türk ulusunu bu aşamada bir
araya gelerek toplu bir güç konumunda
var olma mücadelesini engelleyen bir olumsuz durumu ortaya çıkardığı
görülmektedir. Böylesine bir yanlış ayırımı ve de buna dayalı olarak gündeme
getirilen haksız siyasal bölünmeyi, ulus
devletin bölünmez üniter yapısı
açısından kabul etmenin hiçbir biçimde
mümkün olmaması gerekir.
İmparatorlukların
çöküşü üzerine ulus devletler geçen
yüzyılın başlarında kurulurken, Türk ulusu da o dönemin dili olan Osmanlıca
adlandırma ile, tarih sahnesinde var olabilmek üzere “Kuvay-ı Milliye “
mücadelesi adı altında bir ulusal kurtuluş savaşına kalkışmıştır. Savaşın kazanılmasından sonra yapılan dil devrimi sonucunda, Kuvay-ı Milliye
kavramı ulusal güç olarak değişim yaşamış ve yeni bir dünya kurulurken Türkler ulusal toplum ve ulus devlet olarak
tarih sahnesinde gene yerlerini almışlardır. Kurtuluş savaşı sırasında
birbirlerine sen” ulusalcımısın ya da milliyetçimisin? ” diye soru sormadan
emperyalizmin işgalci ordularına karşı
toplu bir var olma savaşına kalkışan Türk ulusunun, zafere erişmesinden
sonra Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığı onaylanmıştır. Aradan yüz yıllık bir zaman dilimi geçtikten
sonra küresel emperyalizm ülkeyi bölmek
üzere Türk ulus devletini gene eskisi
gibi tehdit ettiği bir aşamada, Türk ulusunun bireylerinin ya da Türkiye
cumhuriyetinin yasal vatandaşlarının
milliyetçi ya da ulusalcı diye farklı
kavramlar üzerinden bölünmesi, bu
aşamada milli direniş gücünü kırdığı gibi, aynı zamanda emperyalist
saldırılara yeterli bir düzeyde
karşı koyma gücünü de ortadan kaldırmaktadır. Merkezi
coğrafyadaki bütün devletler bölücü bir rüzgarla parçalanmaya çalışılırken, benzeri
bölücülük girişimleri, ulusal kurtuluş savaşı ile üniter bir devlet olarak
tarih sahnesine çıkan Türk devletini ortadan kaldırmak üzere Türkiye’ye karşı baskı ve tehditler ile
yönlendirilmektedir. Gelinen yeni
aşamada sağ kanattan gelen milliyetçilerin ve sol kanattan gelen ulusalcıların
hala ayrı kavramlar aracılığı ile kendilerini ifade etmeleri ve başka siyasal
gruplar ile ortak hareket ederek
bölücü siyasetlere alet olmaları, Türk devletinin varlığını koruyacak ulusal savunması
açısından çok ciddi bir çıkmaz olarak
gündeme gelmektedir.
Geçen
haftalarda Türkiye’nin önde gelen
kamuoyu araştırma kuruluşlarından birisi yapmış olduğu araştırmaların sonucunda,
Türk vatandaşlarının kendilerini nasıl gördüklerini ve siyasal kimliklerini nasıl
adlandırdıklarını soruşturma konusu yapmış ve elde ettiği sonuçları Türk
kamuoyuna açıklamıştır. Verilen cevaplara göre
Türk toplumunun dörtte biri kendini Atatürkçü, dörtte biri
milliyetçi, yüzde onu demokrat , yüzde onu muhafazakar ve de
yüzde onu dindar olarak tanımlama
yoluna gitmiştir . Bu sonuçlara göre, Atatürkçü
tanımlamasının arkasında yer alan ve Atatürk’ün partisinin üyesi olan
ulusalcılar, Atatürkçüler olarak Türk toplumunun en geniş grubunu ortaya
çıkarmakta bunu ikinci grup olarak
milliyetçiler izlemektedir. Yüzde onlarda kendini ifade eden demokratlar,
muhafazakarlar ve dindarlar üçüncü derecede oy potansiyeline sahip olarak görünmektedirler. Türk toplumunun en
geniş kesimini temsil eden ulusalcılar ve milliyetçilerin bugün hala ayrı
partilerde bulunmaları ve kendilerini
ayrı ayrı ifade etmeleri, ulus devletler tasfiye edilirken Türkiye’nin kendini savunacak ulusal güç oluşumu açısından son derece tehlikeli
bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Ulusal kurtuluş savaşının büyük önderi Atatürk’ün partisinin çatısı altında bir araya
gelen ulusalcılar ile, başka partilerle işbirliğine girmiş ya da siyasal ittifaklara
kalkışmış olan milliyetçilerin bugün
birbirlerinden uzak ve hatta karşı karşıya gelmiş olan dağınık görünümü, en son yapılan kamuoyu
yoklaması ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kendilerini ulusalcı ya da
milliyetçi olarak ifade edenler Türk toplumunun yarısını meydana getirirken,
diğer siyasal gruplar ikinci ve üçüncü planda kalmaktadırlar ve bu dağınıklık
yüzünden ulusalcılar ile milliyetçiler
bir araya gelerek iktidar olamamaktadırlar. Bu iki grubun bir araya gelmesini
önlemek üzere bütün emperyal güçler devreye girmekte, topluca Türkiye’nin dış güçlere karşıulus devleti ve
milleti ayakta tutacak milliyetçi-ulusalcı
işbirliğine dayanan bir ulusal
savunma hükümeti oluşturmasına, sürekli engeller çıkartılarak izin
verilmemektedir. Bu nedenle antiemperyalist çizgide gerçek milli politikalar uygulayacak bir
ulusal yönetimi ortaya çıkaramayan
Türkiye Cumhuriyeti de,
siyaset ile denge kuramadığı
için her geçen gün ulusal kimliğinden ve varlığından bir şeyler kaybetmektedir.
Türk
tarihinin getirmiş olduğu özel koşullar
ile Türkiye Cumhuriyetinin kurulu bulunduğu bu coğrafyanın özellikleri,
yirminci yüzyılda bağımsız bir Türk devleti kurulması sırasında öncelikli olarak etkili olmuştur. Ulusal
kurtuluş savaşının önderi Atatürk , asker kökeni gereği iyi bildiği jeopolitik
biliminin verilerini kullanırken, bir devlet adamı kimliği ile okuduğu
binlerce tarih ve siyaset kitabının getirmiş olduğu bilimsel bilgi birikimini
devletin kurulması sırasında kullanmıştır. Bugün kendisini milliyetçi ya da
ulusalcı olarak tanımlayanların tarih ve coğrafya biliminin verilerini bu
doğrultuda iyi bilmeleri gerekmektedir.
Bu gerçekleri görebilenler ve iyi
anlayanlar, her türlü emperyal amaçlı
siyaset manüplasyonlarına karşı Türk kimliğini benimsemiş olanlar, küresel
emperyalizmin ulus devletleri yıkma döneminde,
milliyetçi-ulusalcı ayırımını geride bırakarak toplu bir ulusal güçoluşumu
ile sahneye çıkarak, bütün emperyalist
ve Siyonist planları bozmak durumundadırlar. Bütün emperyal devletler ve güçler
kendi siyasal çıkarları doğrultusunda
merkezi alandaki haritaları yeniden çizmeye yönelirken, Türk ulusunun
bir büyük kurtuluş savaşı vererek kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyetinin özel
durumunu iyi bilerek ve bu konuda yoğun
çalışmalar yaparak, Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalmasını sağlayabileceklerdir. Böylesine
kutsal bir görevin tam anlamıyla yerine getirilebilmesi için öncelikle
ulusalcılar ile milliyetçilerin işbirliği gerekmektedir. Yeni dönemde
Türkiye’nin ikinci ulusal kurtuluş
mücadelesinin öncü kadrosunun, milliyetçiler ile ulusalcılar
arasında oluşturulacak çekirdek bir kadronun olması gerekmektedir.
Çekirdek kadronun öncülüğünde başlatılacak yeni bağımsızlık hareketinin bir ayağını
milliyetçiler diğer ayağını da ulusalcılar oluşturarak, Türkiye’nin ve Türk dünyasının özgürlüğünü güvence altına
almaları artık kaçınılmaz bir milli görev olarak gündeme gelmiştir. (Birlikteliğin
kısa adı ULU-MİL olabilir . )
Türkiye
Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kurulmuştur ama hiçbir zaman milliyetçilerin ya da ulusalcıların tek başına yönetiminde olan bir devlet durumuna gelememiştir. Kuruluşu
sırasında bir ideolojik imparatorluk olarak kuzey yarıküresini işgal eden sosyalist imparatorluğun batı dünyası ile karşılıklı
ilişkileri yüzünden, Türkiye politikası sürekli soğuk savaş koşullarına bağlı
olarak gelişmiş ve bu nedenle de Türkiye’nin yönetiminde birinci öncelik doğu
batı dengesi olunca ve de Türkiye batı bloku içinde yer alınca, Türk devleti
normal koşullarda bir ulus devlet olarak milliyetçilerin yönetimi altında
olamamıştır. Sürekli olarak batı tercihli hükümetler ile yönetilme durumu
Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet biçiminde yönetimini engellemiştir. Bu
yüzden cumhuriyetin kuruluş dönemi haricinde Türkiye daha çok batıcı liberal
anlayışa sahip olan merkez sağ hükümetler tarafından yönetilmiştir. Bloklar
arası çekişmeler çatışmaya dönüşünce o
zamanda batı emperyalizmi ya terörü
kışkırtarak Türkiye’nin önünü kesmeye çalışmış ya da terör bahanesi ile ara
rejimler veya askeri yönetimler aracılığı ile ülkenin yönlendirilmesi sağlanarak, milliyetçilerin
devlet yönetiminde etkili olmalarına izin verilmemiştir. Devleti kuran ulusalcı
parti kuruluş dönemi dışında ülkede normal seçimler yolu ile bir türlü iktidara gelememiş, daha
sonraki dönemde kurulmuş olan milliyetçi parti ise, sürekli olarak koalisyonların destekçisi
konumuna sürüklenerek Türk devletinin
bir milliyetçi iktidar tarafından yönetilmesi batı dünyası tarafından
engellenmiştir. Merkezi coğrafyayı kendi kontrolü altında tutmak isteyen batı
emperyalizmi, hiçbir zaman Türkiye’nin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda
milliyetçi bir iktidar aracılığı ile yönetilmesine izin vermemiştir. Bu nedenle
bir anlamda Türkiye’de cumhuriyet tarihi
ülkede batı emperyalizminin hegemonya öyküsüdür.
Soğuk savaşın
geride kaldığı yeni dönemde, ideolojik imparatorluklar ya da eski sömürgeci uygulamalar geride kalırken, Türk devletinin
ulusal yapılanmasının korunabilmesi için Türkiye’nin artık ulusalcı ya da
milliyetçi politikalar ile yönetilmesi
gerekmektedir. Ne var ki, bugünkü milliyetçi partinin küçük parti konumunda
kalması, devleti kuran Atatürk’ün partisinde
ise ulusalcıların tasfiye edilmesi nedeniyle, tek başına bir milliyetçi
ya da ulusalcı yönetimin devletin başına
gelemeyeceği görülmekte bu yüzden bir
milliyetçi-ulusalcı bütünleşmesi bir gereksinme olarak öne çıkmaktadır. Son kamu oyu
yoklamalarında kendisini Atatürkçü
olarak gösteren ulusalcılarla milliyetçilerin bir araya gelmesiyle, ülkede devletin ulusalcı
yapılanmasına uygun düşecek bir
milli hükümetin normal demokratik
rejim içinde oluşabileceği
anlaşılmaktadır. Bugünün koşullarında küresel emperyalizmin ulus
devletleri tasfiye sürecini hızlandırdığı bir aşamada, Türkiye Cumhuriyetinin
kendini koruyacak bir milliyetçi hükümete
ihtiyacı vardır. Milliyetçi partinin
dincilerle ittifaka kaymasının önlenebilmesi, ulusalcı partinin ise
küreselci neoliberal ve bölücü politikalara alet olmasının engellenmesi için , milliyetçi-ulusalcı bir
yeni ittifakın oluşturularak harekete geçirilmesi , Türk devletinin yoluna
devam edebilmesi için zorunlu görünmektedir. Bu aşamada milliyetçiler ile
ulusalcılar arasında bir büyük uzlaşma olarak milliyetçi-ulusal ittifaka acilen
gerek bulunmaktadır. Şimdiye kadar
cumhuriyet ittifakı diyerek ülkeyi yönlendirmeye çalışanların, bu durumdan
vazgeçerek Türkiye ittifakı adı altında
yeni bir yaklaşımı gündeme getirmelerinin nedeni bu durumdur. İçi boş bir
Türkiye ittifakı ile bir yerlere gidilemez ama
içeriği geçmişten gelen milli
birikim ile dolu olan milliyetçi-ulusalcı ittifakı ile Türk devletinin
yıkılması önlenerek, ulusal çıkarları doğrultusunda ilelebet payidar olabilmesi
sağlanabilir. Normal partiler demokrasisi rejimini koruyamayarak siyasal ittifaklar yoluna sürüklenmiş
olan Türk devletinin, bu yoldan
çıkarak tekrar eskisi gibi güçlü bir
ulus devlet konumuna kavuşabilmesinin tek yolu olarak, ülkedeki milliyetçi ve ulusalcı kesimlerin
bir büyük uzlaşma çatısı altında bir araya gelmesi ve Türk toplumunun yarısından fazlasının desteği
ile oluşturulacak bir yeni
milliyetçi-ulusalcı ittifakın siyasal iktidara gelebilecek konumu elde etmesi
gerekmektedir. Yeni seçim döneminde Türkiye milliyetçi-ulusalcı ittifakı
iktidara taşıyabilirse, Türk devleti gelecekte var lığını koruyabilir.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder