ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN
Türkiye yeni bir 23 Nisan tarihini yaşarken, bu tarihin ulusal egemenlik
bayramı olduğu gerçekliği giderek geride kalmaktadır. Her sene 23 Nisan tarihinde,
Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk milletiyle kaynaşarak yeni bir ulusal
egemenlik bayramını kutluyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir
karar ile ve bu doğrultuda yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde, Türk ulusu
genciyle ve çocuklarıyla kucaklaşarak “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı hem
devlet birimleri aracılığı ile yapılan resmi kutlama törenleri ile, hem de
ulusal demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile hazırlanan toplumsal
programlar aracılığı ile, Türk ulusunun bu mutlu günü bütün vatan sathında kitlesel
katılımlar sağlanarak kutlanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına
doğru gidilirken, her sene aynı günde kutlanan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın,
son yıllarda artık eskisi gibi kutlanmadığı görülmekte ve bu tarihte doksan
dört yıldır yapılmakta olan resmi törenlerden, son dönemin yönetiminin
eğilimleri doğrultusunda vazgeçilmeye başlandığı ortaya çıkmaktadır.
Aslında,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluş savaşı tarihinden gelen bütün resmi
bayramlar için, böylesine bir ilgisizlik ve uzaklaşma eğilimleri son dönemin
egemen güçleri tarafından yurt sathında yönlendirilirken, Türk devletini ve
Türk ulusunu var eden ulusal tarihin birikimi olarak öne çıkan resmi
bayramlardan vazgeçildiği iyice ortaya çıkmaktadır. Benzeri olumsuz tutumlar I9
Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için de, son on yıldır siyasal baskılar aracılığı
ile öne çıkarılırken, kız öğrencilerin üşümesi gerekçesiyle halka açık olarak
düzenlenen I9 Mayıs spor gösterileri giderek Anadolu kentlerinde yapılmamaya
başlanmıştır. Büyük Atatürk, vatanı düşman işgallerinden kurtarmak üzere
Samsun’a çıktığı tarih olan ulusal kurtuluş savaşının başlangıç tarihini
geleceğe dönük bir doğrultuda “Gençlik ve Spor Bayramı “ olarak ilan ederken, Türkiye
Cumhuriyeti devletinin resmi kuruluş
tarihi olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihini de Türk ulusunun geleceğini temsil eden çocuklara
“Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı “olarak armağan ediyordu . Aynı doğrultuda,
cumhuriyet rejiminin resmen ilan edildiği gün olan 29 Ekim tarihi de Cumhuriyet
Bayramı olarak, Türk ulusunun onur günü olarak bütün dünyaya açıklanıyordu.
Benzeri bir doğrultuda, düşmanın büyük bir taaruz ile yenilgiye uğratıldığı
tarih olarak 30 Ağustos günü de Büyük Zafer olarak Türk tarihine altın harfler
ile yazılıyordu.
Türk
devletinin başlangıç noktası olan TBMM’nin açılış günü, Türk çocuklarına armağan
edilirken, ulusal egemenlik kavramı ile birleştirilerek geleceğe dönük bir
yapılanmanın öncüsü olarak öne çıkarılıyordu. Tarih sahnesine bir büyük ulusal
kurtuluş savaşı vererek çıkmış olan Türk ulusunun gelecekteki nesillerinin, daha
hayatın ilk yıllarındayken bir bayram aracılığı ile devletleriyle ve sahip
oldukları demokratik rejimleriyle tanışmaları, çeşitli törenler ile örgütlenmek
isteniyordu. Nitekim, böylesine bir yaklaşım son derece başarılı bir sonuç
vermiş, doksan yılı aşkın bir süre içerisinde 23 Nisan bayramları aracılığı ile
cumhuriyet Türk çocuklarına aktarılmıştır. Yeni cumhuriyet kuşakları daha çocuk
yaşlarındayken, Türkiye Cumhuriyeti ile tanışmak fırsatını bulmuşlar, yeni
nesillerde bu bayramlar aracılığı ile bilinçli bir ulusal bilincin gelişmesi
sağlanmıştır. Küreselci enternasyonalist liberal çevreler ulusları hayali
cemaatlar olarak suçlamalarına rağmen, ulus devletlerin bilinçli uyguladıkları
ulusal kalkınma ve gelişme programları aracılığı ile güçlü uluslar ortaya çıkmıştır.
Türk ulusu bu açıdan dünya tarihindeki başlıca örneklerden birisidir. Kurucu önderin
son derece bilinçli ve kararlı yaklaşımları ile geliştirilmiş olan uluslaşma
programları zaman içinde devreye sokulurken, Türk çocukları ve gençleri
geleceğin Türk ulusunun bilinçli ve kararlı vatandaşları olabilmişlerdir. Türk
çocukları ile ulusal egemenlik kavramının tek bir milli bayramda
birleştirilerek kutlanması sayesinde, Türk toplumundaki uluslaşma olgusu daha
etkin bir biçimde geliştirilerek, güçlü bir ulusal yapı yaratılmıştır. Dünün Türk
çocukları sonraki dönemin bilinçli Türk vatandaşları olmuşlardır.
Türkiye
Cumhuriyeti ulus devleti, imparatorlukların yıkıldığı bir sürecin sonucunda
dünya haritasında kendisine yer bulabilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere
doğru bir uluslararası geçiş dönemi yaşanırken, Osmanlı hanedanı tarih
sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklar geniş alanlara
yayıldıkları için, birçok ülkeyi sınırları içerisinde barındırmış ve bu yüzden
de birden çok etnik kökenli ya da farklı dinden gelen cemaat gruplarını aynı
devletin çatısı altında bir araya getirmiştir. Büyük devlet yapıları ile
yüzyıllarca geniş alanlarda hegemonya kurmuş olan imparatorlukların zaman
içerisinde yıpranarak zayıflamaları ve kontrolü kaybetmeleri üzerine,
imparatorluk sınırları içerisinde yer alan çeşitli bölgelerin halkları
ayrılarak, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlar ve bu yüzden de
belirli bölgelerde yaşayan halk topluluklarının sahip olduğu sosyal ve kültürel
yapılar üzerinden hem uluslar hem de ulus devletler tarih sahnesine
çıkabilmişlerdir. Yıllar geçtikçe nüfusun hızlı artış göstermesi ve
yüzyıllar boyunca aynı nüfusun belirli bölgelerde farklı özellikler kazanması
üzerine etnik gruplar hızla uluslaşmışlar, büyük etnik gruplar böylece
uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma yoluna giderlerken, daha küçük kalan
etnik gruplar büyük grupların oluşturduğu ulus devletlerin sınırları içerisinde
belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürerek, öteki unsurunu oluşturmuşlardır. Dünyanın
çeşitli bölgelerinde görülen bu gibi gelişmeler Osmanlı ülkesinde de gündeme
gelince, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yol kendiliğinden açılmıştır.
On sekizinci
yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız devrimi ile krallık rejimi yıkılarak
halk kitlelerinin egemenliği doğrultusunda ulus devlet kurulurken, ulusal
toplum ile ulus devlet arasındaki bağlayıcı noktanın ulusal egemenlik kavramı
olduğu anlaşılmıştır. Krallık sonrasında yeni bir anayasal düzen kurulurken,
devletin çekirdeğinde bulunan otorite kaynağı, ulus egemenliği olarak
belirlenerek, hanedan egemenliğine son verilmiştir. Böyle bir aşamaya
gelindiğinde, Vestfalya Antlaşması ile 1648 yılından itibaren kabul edilen
krallıkların sınırları içerisinde kalan bölge ülke olarak kabul edilerek, bu
toprak parçası üzerinde yaşayan halkın bütünü o ülkenin ulusu olarak ilan
edilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere geçilirken, ulusal toplum tabanının
kendi içinden örgütlenerek bir ulus devlet ortaya çıkarmasıyla, ulusal
egemenlik kavramı devletin temellerinde yer almıştır. Kralın içinden geldiği
hanedan yönetimi devre dışı bırakılırken, devlet örgütlenmesinin içi ulusal
egemenlik kavramı ile dolduruluyordu. Her devletin temelinde bir varsayım
yattığı için, feodal devlet ya da kral devlet bir aile, hanedan ya da güçlü
kişi iradesine dayanıyordu. Bu gibi rejimlerde devletin temelinde ya kişisel ya
da ailesel irade özel bir egemenlik biçimi olarak sürdürülüyordu. Fransız
devrimi ile bu duruma son verilmesi üzerine, toplumun bir bütün olarak iradesi
devletin otoritesinin temeli olarak ulusal egemenlik adı altında örgütleniyordu.
Geçmişin devlet yönetimi aile ya da hanedan gibi dar bir çerçevede tutulurken,
yeni dönemde ülke sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan bütün bir
toplumun bir üst kimlik altında devlet yönetimine sahip çıkması, ulusal
egemenlik kavramı ile ifade edilmek isteniyordu. Ulusun bir bütünsel varlık
olarak ülke yönetimine sahip çıkması ve devletin merkezi otoritesinin ulus
adına yönlendirilmesiyle ulusal egemenlik kavramı kalıcı bir içerik kazanıyordu.
Bir kralın aşırı otoritesi ya da bir hanedanın azınlık yönetimi altında ezilen
halk kitleleri, yeni dönemde yepyeni bir ulus kimliği altında bir araya gelerek
birleşiyor ve örgütlenerek devletin yönetimine geliyordu. Böylece, devlet
teorisi doğrultusunda ulusun varlığı ve ağırlığı devleti yeniden
yapılandırırken, merkezi güç ve otorite ulusal egemenlik olarak devreye
giriyordu. Uluslar çağı başlarken, dünyanın her bölgesindeki ülkelerde ulusal
egemenlik kavramından yola çıkan ulusal yönetimler gündeme geliyordu.
On
dokuzuncu yüzyılda oluşumunu tamamlayan uluslar, yirminci yüzyıla doğru
üzerinde yaşadıkları topraklar da emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları
vererek uluslaşma sürecini tamamlıyorlardı. Asya ve Afrika ülkelerinde beş yüz
yıl boyunca devam eden sömürge yönetimleri birinci dünya savaşı sonrasında,
dünya halklarının ayaklanarak isyan etmeleri üzerine sona eriyordu. Ezilen halk
kitlelerinin öncülüğünde verilen kurtuluş savaşları ortak kaderi paylaşan bölge
halklarının hızla uluslaşmasının önünü açıyor ve geleceğe dönük bir uluslaşma
sürecinin devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu. Birinci Dünya
Savaşı yirminci yüzyılın kaderini belirlerken, yıkılan merkezi imparatorluğun
geride bıraktığı ahali batı emperyalizminin çizmeleri altında ezilmeye
başladığı anda, Mustafa Kemal Samsun’a çıkarak
Türk’lerin makus talihini
değiştiriyordu. Dünya tarihinde batı emperyalizmine karşı ilk ciddi ulusal
kurtuluş savaşı Anadolu toprakları üzerinde veriliyordu. Sömürgeci güçler
Osmanlı devletinin merkezi ülkesi olan Anadolu’yu işgale geldikleri aşamada,
eski Osmanlı ahalisi Mustafa Kemal’in önderliğinde savaşarak, bir ulusal
kurtuluş savaşı veriyor ve bunu kazanarak da ulusal egemenliğini tam
bağımsızlık statüsü altında ilan ediyordu. Hasan İzzettin Dinamo’nun kitabına
verdiği isim gibi Anadolu ve Rumeli halkı bir araya gelerek ortak bir var olma
mücadelesi vererek, batı emperyalizminin işgal girişimlerine karşı kutsal bir
isyan hareketini başlatıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda,
Atatürk’ün öncülüğünde ortaya konulan milli irade ulusal egemenlik düzeninin temeli
olarak, yeni devletin temelini oluşturuyordu. Milli sınırlar içerisinde
geleceğe dönük bir bağımsız yaşam düzeni oluşturmak isteyen Anadolu ve Rumeli halkı,
sırt sırta vererek oluşturdukları dayanışma düzeni içerisinde, ulusal
egemenliklerini kendi kaderlerini belirleme doğrultusunda tarih sahnesine
çıkarıyorlardı.
Türkiye
Cumhuriyeti ulus devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu
halkının temsilcileriyle gerçekleştirdiği milli kongrelerden aldığı yetki ile,
Heyeti Temsiliyenin başı olarak yeni başkent Ankara’da 23 Nisan 1920 tarihinde Türk
milli devletini dünyaya ilan ediyordu. Atatürk ‘ün ana hedefi bir cumhuriyet
rejimi kurmak olduğu için, bunun ancak ulus devlet oluşumu ile mümkün olduğu
görülüyordu. Bu doğrultuda, on dokuzuncu yüzyıldaki gelişmeler değerlendiriliyor
ve geçmişten gelen siyasal birikimin üzerine, ulusal egemenlik ilkesine dayanan
bir ulus devlet ortaya çıkarılıyordu. Uluslaşma süreci imparatorluğun son
dönemlerinde başladığı için, geçmişten gelen potansiyeli Atatürk yerinde
değerlendirerek, devleti kurduktan sonra uluslaşma doğrultusunda hızlı adımlar
atıyordu. Ankara’nın milli başkent ilan edilmesi ve bu kentte milli devletin
kamu kuruluşlarının kısa bir zaman dilimi içinde kurularak tamamlanması ile,
Türkiye kısa bir zaman sonra, dünyanın merkezi coğrafyasında çağdaş bir ulus
devlet olarak dünya kamuoyunun önüne çıkıyordu. Kurtuluş savaşının zafer ile
sonuçlanmasından sonra, imzalanan uluslararası Lozan Antlaşmasında yeni
devletin toplumunu uluslaştırma doğrultusunda önemli adımlar atılıyor ve eski
imparatorluk ahalisinin uluslaşması doğrultusunda ana ilkeler kabul ediliyordu.
Osmanlı devletinden geride kalan ahalinin
otuzdan fazla etnik unsuru içinde barındırması ve Müslüman çoğunluğun yanı sıra
gayrimüslim ve lövanten toplulukların da ülkede yaşamlarını sürdürmeleri
gerçeği karşısında, uluslaşma süreci ileri batı ülkelerindeki standartlara göre
ayarlanıyordu. Katı bir milliyetçiliğin yerine, çağdaş bir ulusalcılık,
Atatürk’ün dikkatli adımları ile yeni devletin kuruluşunda belirleyici oluyordu.
Yirmi yıl süre ile Türk toplumunun başında kalan Atatürk döneminde emperyalizme
karşı, tam bağımsız bir ulusal egemenlik düzeni kurulması doğrultusunda önemli
adımlar atılıyordu. Savaş koşullarında bile parlamento ile birlikte çalışan
Kemalist yönetim, toplumun uluslaşması ve devletin tam anlamıyla bir ulus
devlet biçimine dönük olarak kurumlaştırması doğrultusunda ulusal egemenliğe
dayanarak önemli girişimleri başarıyordu. Atatürk dönemi, her yönü ile uluslaşmanın
tamamlandığı bir bağımsızlık dönemi olarak Türk ulusunun geleceğini
belirlemiştir.
Atatürk
sonrasında ise, uluslaşma süreci dış müdahale ve baskılar ile durdurulmuştur.
İkinci adamın Atlantik ülkeleri ile gizli antlaşmalara yönelmesi yüzünden, tam
bağımsızlıktan önemli ölçülerde ödün verilmiştir. İkinci dünya savaşı sırasında
Türkiye içine kapanarak yoluna devam etmiş ama savaşın galibi olan ABD’nin, Orta
Doğu bölgesine gelmesi ve daha sonrasında İsrail devletinin kurulması üzerine Türkiye
Cumhuriyeti’nin uluslaşma süreci dış müdahaleler ile durdurulmuştur. Savaş
sonrası dönemde Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin kapatılmaları ile köylü
toplumunu uyandıran modern uluslaşma süreci kesilmiştir. Atlantik emperyalizmi
üzerinden ülkede lövantenlerin ve
gayrimüslimlerin etkilerinin artması uluslaşma sürecinin kesilmesinde önemli
bir dönemeç olmuştur. Ülkenin doğusunda
Büyük Ermenistan, batısında Megaloidea doğrultusunda
İyonya ya da Büyük Yunanistan kurmak isteyen Hırıstıyanları, ABD’nin gelişi ile beraber
Büyük İsrail projesini yeni bir Orta Doğu yaratma görünümünde Musevi
lobileri izleyince , Türkiye Cumhuriyetinin geleceğe dönük uluslaşma sürecinin önü kesilmiştir. Sovyet tehdidi
nedeniyle içine girilen Nato ittifakının, batı emperyalizminin kontrol altına
alma örgütüne dönüşmesi yüzünden, Türk devleti kendi toplumunun tam olarak
uluslaşabilmesi doğrultusunda gereken adımları atamamıştır. Zaman içerisinde
Tevhidi tedrisat yasasından vazgeçilmeye başlanmış, ülkenin doğu bölgelerinde
ciddi bir Türkçe eğitimi yapılmasına izin verilmemiş, yabancı okullar üzerinden
farklı kimliklerin beslenmesini sağlayan bir gidiş, ulusal toplumu ve birliği
tehdit eden bir biçimde gelişerek öne çıkmıştır. Türk Ocaklarına karşı Kürt
Ocakları kurulmak istenmiş, gayrimüslimler yabancı kolejler aracılığı ile, Türk
kimliğine karşıt bir çizgide eğitilerek, toplumun yeniden kozmopolitleşmesinin
önü açılmıştır. İkinci meşrutiyet döneminde kurulmuş olan gayrimüslim
cemiyetler, batı ülkelerinin destekleriyle Türk ulusal kimliğine karşıt bir
çizgide çalışmalarını sürdürmüştür.
Soğuk
savaşın son yıllarında ülkenin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör batılı
emperyalistler tarafından desteklenince, Türk toplumu yeniden alt kimliklerin
hortlatılması macerası ile karşı karşıya kalmıştır. Daha önceleri Araratizm
doğrultusunda geliştirilen etnik terör, Türk diplomatlarına karşı sürdürülmüş
ve Türkiye’nin önü dış dünyada kesilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, batı ile artan
ilişkilerde, batılı ülkeler Türkiye’deki gayrimüsimler ile ortaklıklarını
geliştirerek, Türk ulusunu dışlayan ya da ikinci sınıf bir konuma sürükleyen
girişimlerde bulunmuşlardır. Türklere Almanya’ya işçi olarak gitmek kalmış,
batılılar ise Türkiye’ye gelerek ülkenin en güzel yerlerine el koyarak,
geleceğe dönük bir kozmopolitizmi hem Türk ulusuna hem de Türk devletine karşı
geliştirmişlerdir. Ayrıca, yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’yi yöneten
kadroların batı ülkelerinde yetiştirilmelerine dikkat edilmiş ve batı
ülkelerinden gelen batıcı aydınların siyaset sahnesinde öne geçmeleriyle
birlikte, Türk toplumunun ve devletinin ulusalcı çizgide gelişmesi önlenmiştir.
Bugün Türkiye devletinin ulusallığı sadece anayasada kalmış ve bu yüzden
şimdilerde yeni anayasa dayatarak , devletin ulusal kimliğine son verilmek
istenmektedir . Ayrıca, çeşitli kampanyalar ile ve küresel sermayenin denetimi
altındaki medya ve basın yayınlarıyla, Türk vatandaşlarının alt kimliklerini
öne çıkaran bir yaklaşım ısrarlı bir doğrultuda sürdürülerek, Türklük ve Türk
kimliği devlet ve toplum düzeni içinden silinmek istenmiştir. Bu nedenle Türkiye
artık ulusal egemenlikten kopartılarak batı egemenliğinin geçerli olduğu bir
merkez üssü ülke konumuna düşürülmüştür. Batı emperyalizmi yerli işbirlikçileri
ile geliştirdikleri ekonomik programlar ile, Türkiye’yi yarı sömürge konumuna
düşürürlerken, devletin çekirdeğinde yer alan ulusal egemenlik ilkesinin yerini
sermaye egemenliği almıştır. Küreselleşme sürecinin bir süper emperyalizme
dönüşmesi yüzünden, Türkiye yavaş yavaş
bağımsız ulus devlet statüsünden, tıpkı Osmanlı devletinin son döneminde
olduğu gibi, batı hegemonyasına teslim olmuş bir yarı sömürge ülke konumuna
düşürülmüştür . Gelinen aşamada Türk ulusu, 23 Nisan ulusal egemenlik bayramını,
ulusal egemenliğe sahip olmadan ve eskiden sahip olduğu kendi kendini yönetme
gücünü elinden kaçırarak kutlamak durumundadır. Ulusal egemenlik bayramını,
ulusal egemenlik düzeni olmadan kutlamak zorunda bırakılan Türk ulusu, ülkeyi bu
duruma düşürmeleri nedeniyle, geçmişte işbaşına gelen bütün yönetimlerden gelecekte
hesap sormak durumundadır. Türk ulusunun geleceğe yönelik özgürlük yürüyüşü
böyle bir tavrı zorunlu kılmaktadır.
Yirmi birinci
yüzyılın ortalarına doğru Türkiye Cumhuriyeti yol alırken, Türkiye’yi ulusal
egemenlikten uzaklaştıran ve batı emperyalizminin yeniden bağımlı sömürgesi
konumuna sürükleyen eski yönetimlerin, ülkeye verdiği büyük zararların artık
tartışılmasının zamanı gelmiştir. Önümüzdeki dönemde ya bu konular gündeme getirilerek,
demokratik rejim içerisinde hatalı ve kusurlu kadrolardan hesaplar sorulacak ya
da böylesine bir hesap sorulmasını istemeyen egemen güçler, gerçek gündem dışı
sahte gündemler ile halk kitlelerini oyalayarak ya da ülkeyi daha fazla gerginliğe
veya karışıklığa sürükleyerek ülke çapında bir ulusal denetim mekanizmasının
oluşturulmasını önleyeceklerdir. Batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin en
önde gelen ilkesi olan hesap verilebilirlik kavramı, her nedense Türkiye’de
gündeme getirilmemekte, batının önde gelen büyük devletlerinin taşeronu
konumundaki kadroların siyaset sahnesinde ön planda yer alması sağlanarak, batı
emperyalizminin istekleri doğrultusunda Türkiye bir yerlere doğru çekilmeye
çalışılmaktadır. Uzunca bir süre medya kanalları aracılığı ile halk kitleleri
uyutularak, kamuoyunda ulusal bir bilinçlenmenin oluşması önlenmiştir. Küresel
sermayenin, küreselleşme döneminde bütün dünya ülkelerine saldırması gibi, büyük
saldırılara hedef olan Türkiye’nin böylesine olumsuz bir durumdan
kurtulabilmesi için yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesine olan gereksinme, her
geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki yıllarda Türk ulusunun 23 Nisan
bayramlarını eskisi gibi ulusal egemenlik düzeni içerisinde kutlayabilmesi için,
Türkiye’nin batılı dost ve müttefikleriyle olan ilişkilerini yeniden
düzenlemesi gerekmekte ve oluşturulacak yeni bağımsızlık düzeninde ulusal
egemenlik hakkını hem Türk ulusu hem de Türkiye Cumhuriyeti, diğer bağımsız
güçlü devletler gibi uluslararası hukuka göre özgürce kullanabilmelidir.
İttifak ilişkilerinin ulusal egemenlik hakkını ortadan kaldırmasına cumhuriyetin
kuruluş yıllarında ve onu izleyen
Atatürk döneminde olduğu gibi izin verilmemelidir.
Türkiye
Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu, 23 Nisanlar’da ulusal egemenlikten yoksun bir
biçimde ulusal egemenlik bayramı kutlamak durumunda bırakanlara karşı, Türk
ulusunun daha kararlı bir tutum izlemesi gerekmektedir. Önceki yıllarda
kutlanan her 23 Nisan bayramında Türk ulusunun geleceğe olan inancı ve umutları
daha da artardı. Bugün gelinen noktada ise, herkes daha kötü bir duruma
sürüklenmemek için, bir şeyler yapamaz duruma gelmiştir. Dünyanın en pahalı
ülkelerinden birisinden yaşamak zorunda bırakılan Türk ulusu, yanı başında
enerji depoları bulunurken, neden en pahalı petrolü ve doğalgazı kullanmak
zorunda bırakıldığını artık birilerine sormak durumundadır. Aksi halde yarın
daha olumsuz durumlar ile karşılaşmak söz konusu olabilecektir. Avrupa
Birliği’ne gireceğiz hayalleri ile Türkiye’yi gümrük birliğine sokarak büyük
dış borçlara sürükleyen eski yönetimlerden hesap sorulmadığı için, günümüzde bu
gibi olumsuz tutumlar ve gelişmeler sürüp gitmektedir. 23 Nisanlarda insanlar
artık eskisi gibi neşe dolamamakta, yarın ne olacak endişesi içerisinde ulusal
egemenlik bayramları anlamını yitirmektedir Ulusal egemenliğini elinden
kaçırmakta olan Türk ulusunun yeniden örgütlenerek geleceğe dönük yepyeni
politikalar ile artık kendisine yeni bir yön çizmesi gerekmektedir. Önümüzdeki
dönemde ortaya çıkabilecek yeni ulusal
hareketler ya da örgütlenmeler , küresel emperyalizmin örümcek ağından
Türkiye’yi kurtarabilecek düzeyde güçlü
yapılanmaları toplumun önüne
getirebilmelidir. Böylece devletin özünde var olan ulusal egemenlik kavramı
yeniden içerik kazanarak, Türk ulusunun kendi geleceğine sahip olabilmesini
sağlayabilecektir. Türklerin tarih sahnesi önünde ölüm kalım savaşı vererek ele
geçirdiği ulusal egemenlik düzeninin gelecekte her türlü baskı ve tehdide
rağmen yaşatılabilmesi için gerekirse yeniden böylesine bir savaşı göze almak
gerekmektedir.
Küresel
emperyalizmin bütün ulus devletleri yok olma tehdidi ile karşı karşıya
bıraktığı yeni dönemde, bütün ulus devletlerin bir araya gelerek tarih
sahnesine çıkış aşamasında kazanmış oldukları ulusal egemenlik hakkına yeniden
sahip çıkmaları gerekmekte ve bu doğrultuda daha gelişmiş bir uluslararası
dayanışma düzeni içerisine girmeleri zorunluluk kazanmaktadır. Büyük
patronların ve para babalarının oluşturduğu küresel ortaklığa karşı, dünya
halklarının ve devletlerinin daha gelişmiş bir dayanışma düzeni çerçevesinde
bir araya gelerek, küresel sermayenin yaratmış olduğu süper emperyalizme karşı ortak
bir dayanışma girişimine kalkışmaları, daha adil bir yeni dünya düzeni için
kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tek başına hiçbir ulus devletin sahip olduğu
ulusal egemenlik hakkını, küresel sermayenin ekonomik alan üzerinden yaratmış
olduğu emperyalist saldırı ve işgal hareketlerine karşı koruyabilmesi ya da
savunabilmesi giderek zorlaşmaktadır. Dev gibi büyüyen ve giderek kendi
alanında tekelleşen küresel şirketlerin ulus devletler ile giriştikleri
ilişkilerin yeni bir sömürgecilik dönemine yol açması gerçeği karşısında, ulus
devletlerin azalan gücü nedeniyle bir şeyler yapılamamakta ve bu nedenle de
karşı dengeler giderek daha da bozulmaktadır. Tekelci şirketlerin uluslar arası
alanda küresel devlet gibi hareket etmeye
başlamaları yüzünden, şirketler ile devletler arasındaki geçmişten gelen
dengeli ilişkiler bozulmuş ve küresel sermaye devleşen şirketleri aracılığı
yeryüzünde var olan bütün devletlere karşı, kendi çıkarları doğrultusunda baskılar yaparak, her açıdan ağırlıklarını
ortaya koyarak ve bazen da tehdit
ederek , bu ülkelerin hukuk açısından
sahip oldukları ulusal egemenlik
haklarını kullanılmaz bir hale getirmişlerdir . Türkiye Cumhuriyeti
de bir ulus devlet olarak, diğer ulus devletlerin birlikte yaşamak zorunda
bırakıldıkları böylesine bir ulusal egemenlikten uzaklaşma sürecinin kurbanlarından
birisi olmuştur. Yeni bir ulus devletler işbirliğinin, her devletin sahip
olduğu ulusal egemenlik hakkını koruyacak bir doğrultuda evrensel alanda geliştirilmesi
gerekmektedir.
Geleceğin
23 Nisanlarında, Türk ulusunun yeniden ulusal egemenlik ilkesi doğrultusunda
Türk ulus devletinin yazgısına sahip olmasıyla birlikte, gerçek anlamda bir
ulusal egemenlik bayramı kutlaması mümkün olabilecektir. Bugün için böyle bir
durumdan söz edebilmek ne yazıktır ki, mümkün olamamaktadır. “Ne mutlu Türküm
diyene “sözünün Atatürk heykellerinin duvarlarından silindiği bir aşamada, Türkiye
Cumhuriyeti’nin güçlü bir biçimde yoluna devam edebilmesi ve içine düşürüldüğü çıkmazdan
kurtulabilmesi için, Türk ulusunun silkelenerek ve uyanarak kendi yazgısına
sahip çıkması, atılması gereken ilk adımdır. Küresel sermayenin siyaseti
finanse etmesi, medya ve basın organlarını satın alarak kendi çıkarları
doğrultusunda kullanması ve kendi adamlarını ulus devletlerin başına işbirlikçi
taşeron bir yönetici olarak getirmesi gibi olumsuz gelişmelerin önlenmesini
sağlayacak yepyeni bir ulusal uyanış, toparlanma ve bağımsızlıkçı karşı hareketler, bütün ulus
devletlerde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de demokratik yollardan gündeme
getirilebilmelidir. Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusu olarak dünya sahnesine
çıkarken kendisini yeniden yaratarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet çatısı
altında mutlu olma şansını yakalayabilmiştir.
Bu doğrultuda Türk ulusunun mutluluğunun
gelecekte sürdürülebilmesi için ,ulusal egemenlik düzeninin yeniden Atatürk döneminde olduğu gibi tam bağımsız bir biçimde kurulması
gerekmektedir . Bu doğrultuda, ilk adım olarak “Ne mutlu Türküm diyene “.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder